Sıcak Taşlar

Tekst
Autor:
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

ELİNİZDEKİ KİTAP HAKKINDA

Halkları buluşturan, birbirleriyle yakınlaştıran birçok faktörün arasında edebiyat ve sanat da önemli yer tutar. Tarihin farklı dönemlerinde Türk ve Bulgar Edebiyatı temsilcileri halklarımızın kültür değerlerine ilgi göstermiş ve yapıtlarıyla birbirlerini tanımalarına yardımcı olmuşlardır. Tırnovalı büyük şair, yazar, gazeteci, devlet adamı Petko R.Slaveykov ve Nayden Gerov, Stoyan Çilingirov, Mihail Arnaudov, N.Kaufman, Doroteya Dobreva gibi birçok bilim adamı Türk Halkbilimi ve sanatının Bulgar kültür ve sanatıyla karşılıklı ilişkileri üzerinde çok yönlü çalışmalar yaptığı bilinmektedir. Petko R.Slaveykov’un (1827-1995) iki binin üzerinde Türk atasözü derleyip yayınlamış olması bu hizmetlerin en güzel örneklerindendir.

Elin Pelin’in, Yordan Yovkov’un, Georgi Karaslavov’un hikâyeleri, Dimitır Dimov’un Tütün’ü, Peyu Yavorov, Geo Milev, Elisaveta Bagryana, Blaga Dimitrova, Atanas Dalçev, Radoy Ralin, Damyan Damyanov vb. şairlerin şiirleri ülkemiz okurlarının beğenisini kazanmıştır.

Bulgaristan halkı da Reşat N.Güntekin’in Çalıkuşu, Yeşil Gece, Halide Edip’in Sinekli Bakkal, Yakup K.Karaosmanoğlu’nun Yaban, Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna, Yaşar Kemal’in İnce Memed, Orhan Kemal’in Murtaza, Necati Cumalı’nın Acı Tütün romanlarıyla, Tevfik Fikret, Necip Fazıl, Yahya Kemal, Sait Faik Abasıyanık, Cahit S. Tarancı, Fazıl H.Dağlarca ve daha birçok şair ve yazarın eserleri aracılığıyla Türk Edebiyatını, tüm vasıflarıyla Türk insanını, onun sosyal, ekonomik ve kültür hayatı hakkında bigi edinmiştir.

Bu uğurda emek veren her iki ülkenin girişimci kurum ve kuruluşlarını, kültür ve sanat adamlarını takdir etmek borcumuzdur.

Elinizdeki almanağa (derleme) gelince; Avrasya Yazarlar Birliği bu çalışmayı yüzyıllarca birlikte yaşadığımız komşu Bulgaristan halkıyla karşılıklı kültürel ilişkilerimizin gelişip güçlendirilmesine katkıda bulunmak arzusuyla yapmış bulunuyor.

Yazarlar, insanları birbirine kavuşturan yollara köprüler kuranlardır. Onların barış, kardeşlik ve insanca bir yaşam ülküsü insanlığın maneviyatını besleyen pınardır. Birliğimiz adına derlemede adı geçen ve geçmeyen Bulgaristanlı sanatçılara ve eserlerinden örnekleri dilimize aktaran İslâm Beytullah Erdi ve Fevzi Kadıoğlu’na şükranlarımızı sunuyor, çalışmalarında başarılar temenni ediyoruz.

Ankara, 20.10.2011
Avrasya Yazarlar Birliği
Başkanı
Yakup Deliömeroğlu

Bulgaristan Yazarlarından Hikâyeler

ELİN PELİN

Hikâye yazarıdır. 1887’de Sofya’nın Baylovo köyünde doğdu. Rüştiye tahsiliyle birkaç yıl öğretmenlik yaptı. Liseyi bitirince Sofya’ya yerleşti. Burada “Selska Razgovorka” ve “Bulgaran” adlı gazetelerde redaktör olarak çalıştı. Çok okuyarak kendini yetiştirdi. 1904’te “Razkazi” (Hikâyeler) adıyla tüm hikâyelerini kitaplaştırdı. Daha sonra hem nesir hem de nazım alanında değerli eserlere imza attı. Köylülerin hayatını işleyişinde gösterdiği ustalığından dolayı Bulgar edebiyatında kritik realizmin öncüsü olarak üne kavuştu. 1949’da vefat eden yazarın “Geratsite” adlı nuveli, “Andreşko”, “Napast Bojiya” (Allah’tan Gelen Felâket), “Vyatarmata Melnitsa” (Yel Değirmeni), “Proletna İzmama” (İlkbahar İğfali) vb. hikâyeleri hâlâ beğeniyle okunmaktadır.

ÇİFT SÜRERKEN

Öyle bir yağmur yağdı ki, bütün hafta sürdü. Sakin, yavaş yavaş, gece gündüz hiç dinmeden yağdı, yağdı, iyice kandırdı toprağı. Ardından da hafif bir yel esti, gökyüzü açıldı ve sıcak güz güneşi etrafı ısıtmaya başladı. Tarlalar kurudu ve hava tam çift sürecek gibi oldu.

Kenar Bone yine Gökmen’le Akman’ı koşup sabanın arkasından yürüdü. Tarlası güzel, geniş, kuytu bir vadideydi. Toprak kabarmış, şeker gibi ufalanıyordu. Üvendireyi savurarak:

–Deh! Haydi kardeşler! diye bağırdı.

Ve işte çiziler artıyor, iki evlek, üç evlek… Bone’nin gamlı, kederli yüzü açıldı biraz. Yoksulluğunu unutarak ıslık çalmaya başladı. Etrafta kimseler yoktu. Ormanın içinde sonbaharın çıplak ayakları hışırdıyor ve kuru çalılar hafifçe çıtırdıyordu.

–Hadi Gökmen’im haydi kuzum! diye bağırıyordu. Fakat Bone ineğin gittikçe yorulduğunu, takatsiz kaldığını da görüyordu.

–Duur!.. Hadi biraz mola verelim!

Yorgun hayvancağızlar durdu. Bone önlerine geçip alınlarını okşadı.

–Akman, insanlık denen şey yok sende. Çok yordun Gökmen’i. Doğru değil mi Gökmen’im? dedi.

Gökmen’le Akman gamlı gözlerle ona bakıyorlar ve ağır ağır soluyorlardı. Köpük damlıyordu Gökmen’in ağzından. Beyaz arkadaşına baktı ve kederli kederli başını eğdi.

Bone:

–Ne var kuzum? Söyle! Zor mu geliyor sana benim zebunum? Yüreğin ağlıyor kuzum. Bugün de biraz çalışalım, yarın yortu, bütün gün dinleneceksiniz.

Fakat Gökmen başını kaldırmadı. Sahibinin sözleri sanki teselli edememişti onun hasta yüreğini. Hızlı hızlı çarpıyordu küçük böğürleri. Bacakları titriyordu.

–Söyle zayıf Gökmen’im, neyin var? dedi Bone. Sonra sabanın sapından tutup haykırdı:

–Deh, hadi biraz daha gayret!

Akman adımlamaya direndi, Gökmen de geri kalmamaya çalıştı ama olmadı, durdu.

–Deh! Hadi, hadi! diye bağırdı cesaret verici yüksek sesle Bone. Sesinin canlı bir yankısı duyuldu ormandan.

Akman yine ilerledi. Gökmen bir defa daha direndi, ama bacakları titreyerek yere yığıldı. Boyunduruğun üstüne düştü ve acı acı böğürdü. Bone korkarak üvendireyi elinden attı, çabucak Akman’ı boşandırdı ve şaşkın şaşkın Gökmen’in başına dikildi. Gökmen burnunu uzatarak, kaba toprağa sokmuş, gözleri kapalı, hareketsiz yatıyor ve ağır ağır soluyordu.

Bone endişeli bir sesle:

–Kalk, kalk Gökmen’im, kalk! diyor ve boynuzlarından tutup kaldırmaya çalışıyordu.

Gökmen güç halle gözlerini açtı, yalvarır gibi sahibine baktı ve sanki; bırak beni rahat öleyim demek istiyordu ve tekrar gözlerini yumdu.

Bone ah vah etmeye başladı ineğin etrafında, ne yapacağını bilemiyordu. Tarla yarı sürülmüş, yarı sürülmemiş yanıyordu güneşte. Gökyüzünden sadece tek bir güneş bakıyordu ve yavaş yavaş gün ortasını aşarak bayırların ardına sarkıyordu. Kimse yoktu yakında. Orman ıpıssızdı .

–Hadi Gökmen’im, kalk! Bak Akman sana gülüyor… Kalk! Şaka etme Gökmen’im. Kalk bak toprak ne kadar kaba, tam sürülecek gibi!

Ve Bone ineği boynuzlarından tutarak yavaş yavaş kaldırmayı denedi. Hayvan ayaklarını yere dayayarak son bir gayretle kalkmaya çalıştı ama, güç halle kımıldayabildi. Ve tekrar dermansız bir hâlde başını yere, kaba toprağa indirdi ve öncekinden daha ağır solumaya başladı.

–Yapma böyle Gökmen’im! Acı bana! Dinle! Sadece bu tarla kaldı. Sürelim, bitirelim, sonra istediğim kadar dinlen. Hiç koşmayacağım seni ölünceye dek. Senin Galitsa’n büyüyor o yardım edecek Akman’a. Sen bütün gün ahırda yatıp geviş getireceksin. Çocuklar ak bakırla su verecekler, tarayacaklar seni her sabah, yarma verecekler…

Sen düzelir, iyileşirsin, hiçbir zahmetin kalmaz, kavileşirsin değil mi Gökmen’im? O zaman Galitsa ile Akman koşulacaklar sabana, sen tarlanın ayırnağında otlayacaksın, onlara bakıp çalışın çalışın diyerek ferahlayacaksın. Akşamları Galitsa’yı boşandırdım mı, sana sokulup yalanacak, iyi akşamlar koca ana, diyecek… Kalk Gökmen’im, kalk! Hadi!

Fakat Gökmen ne kımıldadı, ne de gözlerini açtı. Sıtmalanmış gibi titriyordu hayvancağız.

Bone kalkıp bir parça ekmek kopardı ve tuzlayıp ağzına uzatarak:

–Al, ye Gökmen’im ye!.. dedi.

Gökmen gözlerini açtı, mülâyim mülâyim sahibine baktı.

Bone dolu gözlerle, sessiz ormana, ayırnakta sakin sakin otlayan Akman’a, yatmaya acele eden güneşe baktı ve gördü ki, yalnız başınaydı bu ovada ve hiçbir yerden imdadına koşan yoktu. Tekrar döndü hasta Gökmen’e:

–Kalk Gökmen’im, kalk! Ayı ormandan gelir yer seni! diye hayvancağızı korkutmaya çalıştı.

Sonra arabadan eski yırtık bir kilim parçası alıp örtündü, ormana girip ayı gibi bağırarak dört ayak olup zavallı ineğe doğru ilerlemeye başladı.

–Bau!.. Au!.. diye diye ona yaklaştı.

Hayvan gözlerini açtı. Acınaklı bakışında müthiş bir korku vardı. Kafasını kaldırıp acı acı böğürdü, ama kalkamadı bir türlü.

Bone çaputu attı, doğruldu ve haç çıkararak başladı ağlamaya.

Gökmen bir kez daha böğürdü, müthiş bir surette açtı gözlerini ve solumayı kesti.

YORDAN YOVKOV

Büyük hikâye ustası Y.Yovkov 1880’de Sliven’in Jeravna köyünde doğdu. Liseyi bitirdikten sonra babasının koyunculuk yaptığı Dobruca’nın Cifutköy (şimdi Yovkovo) köyüne yerleşti. Bir süre yörenin birçok köyünde öğretmenlik yaptı. Astsubay rütbesiyle Balkan ve Müteffiklerarası savaşlara katıldı. 1.Dünya Savaş’ında Voenni İsvestiya (Askerî Haberler) gazetesinde muhabir olarak çalıştı. 1920’den 1928 yılına kadar Bükreş Büyükelçiliğinde Basın Ataşesi görevinde bulundu. 1937’de vefat etti. Eserlerinde insanlar arası ilişkilerde hep güzellikleri aradı. Gönül eri oluşu en çok dikkat çeken özelliğiydi. Bulgar hikâyeciliğinin en büyük ustası olarak gönüllerde taht kurdu.

Eserleri: Kray Mesta (Mesta Irmağı Boyunda), Zemlyatsi (Hemşehriler), Staroplaninski Legendi (Kocabalkan Efsaneleri), Veçeri v Antimovskiya Han (Antimovski Hanında Geceler), Çiftlikıt Kray Granitsata ( Sınır Boyundaki Çiftlik) vb.

SENEBİRLİ KARDEŞLER

Şterü dede, boğucu sıcakta hasta bir kuş gibi kanatlarını salıvermiş yel değirmenin güneyindeki tek başına yükselen iki ağaca bakıyor, Senebirli kardeşleri düşünüyordu. İki ağacın göğe, iki yeşil direk gibi yükseldiği ufuk çizgisinin öte tarafında Senebir köyü bulunuyor, Petır ile Pavli kardeşler burada yaşıyordu.

 

Onlar, mütevazı, uysal öküz gibi çalışkan, Allah’tan korkuları, insanlara karşı merhametleri olan kişiler değil ki, diye düşünüyordu Şterü dede. İkisi de kış günlerinin en büyük soğuklarında, Tuna ırmağı donduğu zaman beri kıyıya geçen ve Dobruca ovasını dilim dilim dilen gök tüylü bataklık kurtları gibi korkunç ve yırtıcıydılar. Onlar işte böyle çıkıvermişlerdi meydana. Rus muhaberesi sırasında gelmişlerdi Senebir’e; önlerine katıp getirdikleri at, koyun ve sığır sürüleriyle. Ve bunlar, alın teriyle kazanılmış mal olamayıp karışık zamanlarda şuradan buradan yağma edilmişti. Senebir’e, sakırganın canlı ete battığı gibi battılar. Fakir ve çaresizler önlerinde diz çöktü, güçlüler de ya bıçakla saplandı, ya da boğaların boynuzlarıyla ezdiği gibi ezildiler. Yirmi yıl zarfında da iki kardeş bütün köyün sahibi oldu.

Senebir’de yalnız bir varlıklı insan kalmıştı: o da Halil Hocaydı. Onun çardaklı ve şimdi Şterü dedenin uzaktan seyrettiği, önünde iki karaağaçın göğe yükseldiği beyaz konağı da Senebirli kardeşlerin eline geçince, burada hâlâ tutunmaya çalışan bir avuç Türk de yerlerinden sökülerek Anadolu’nun yolunu tuttular.

Bu toprakta doğup büyüdüklerinden ötürü büyük bir kederle ayrılıyorlardı. Hayatlarında ağızlarına bir damla şarap koymadıkları hâlde şimdi adamakıllı içmişlerdi. Dostlarıyla horo oynadılar, türkü söylediler, ağladılar, düne kadar düşmanları olanlarla bile sarmaştılar. Sonunda da bütün Senebirliler onları köyün dışına kadar uğurladılar. Şterü dede de, uğurlayanlar arasındaydı… Yola, sabaha karşı çıkmak niyetindeydiler, işte artık ay doğmuştu. Gök tertemizdi, ova uzanabildiği kadar uzanmıştı, üzerini beyaz bir duman kaplamış, köyün bulunduğu yerde de sönük, karanlık pencereli beyaz evlerin duvarları arasında yan yana iki insan, geçmişin iki hayaleti gibi iki siyah karaağaç yükseliyor, gidenlerin ardından bakıyordu.

Halil Hoca son defa bu iki karaağaca ve arkalarında kalan evine bakıyordu. Erkeklerse delicesine türkü söylüyor, kadınlar ağlaşıyordu. Şterü dedeye dönüp yavaşça:

–Hoşça kal, Şterü çorbacı, dedi. Gidiyorum artık. Uzaklara, denize kadar gideceğim. Orada da buradaki gibi kötülükle karşılaşırsam daha ötelere, denizin öbür tarafına geçeceğim. Bildiğin gibi mülkümü Senebirli kardeşler aldı. Varsın alsınlar. Helâl olsun. Ama, dinle bak sana ne diyeceğim: Şu iki karaağacı görüyor musun? Onları rahmetli babam, ben ve daha sonra kardeşim dünyaya geldikten sonra kendi eliyle dikmiş. Onlara bizim namımız verilmiş, bizim kısmetimiz olmuşlar. Biliyorsun onlar daima yemyeşil ve dalları arasında hiç kuru çırpı bulunmayan şen ağaçlardır. İleride ne olur, bilmem! Ama, Allah’ın birine bahşettiği varlığı, geri alıp başkasına vereceğine de inanmıyorum. Şterü çorbacı sözlerimi iyi belle… dedi.

Ama, insanların kaderi yine de Allah’ın elindedir. Sene-birli kardeşlerden büyüğü Petır, artık yorulmuş, ihtiyarlamıştı, bundan ötürü de çocuklarını terk ederek kendi avlusundaki bal arılarıyla meşgul olmaya başladı. Günün birinde de aniden ölüverdi. Hem de ummadık bir şeyden, bir arı sokmasından. Arı kimi sokmaz ki!.. Ama, onun her yanı şişti ve bir iki günde gidiverdi. Fakat Şterü dede, büyük kardeşin ölümü olayına değil de avluda uçları göklere uzanan karaağaçlardan birinin o günlerde ütülenmiş gibi dallarını kısıvermesine, çok geçmeden de kuruyuvermesine şaştı. Ağaç bundan sonra taze filiz sürmedi, ertesi yıl da onu kestiler. Şterü dede bu olayı çok düşündü. Bazı defa: “Kuraklıktandır” dedi. Gerçekten de o yıl büyük kuraklık olmuştu. Bazen de: “Halil Hoca’nın dedikleri doğru çıktı, keramet bu!” dedi. Ama bunu bir kimseye söylemeye cesaret edemedi, sırrı kendisine sakladı.

Ortada bir ağaç kaldı. Ağacın gövdesi ufkun ötesinde gizli kaldığından ve dalları yukarıda ikiye ayrıldığından bir değil de yine iki ağaçmış gibi görünüyordu. Onu uzaktan seyredenler, iki ağacın yerinde durduğunu sanıyor, Senebirli kardeşlerden her zamanki gibi bahsediyorlardı.

Her şeyin öyle olmadığını yalnız Şterü dede biliyordu. O, ilk kerametten sonra öteki kardeşin, yani Pavli’nin işi daha da tıkırında gitmeye başladı. İlk karısı öldü, genç ve daha güzelini aldı, daha birkaç çocuğu geldi dünyaya. Zenginliği ve gücü daha da arttı. Şterü dede, Halil Hoca’nın dediklerini yine asılsız, masalmış, gibi düşündü.

Ama, bugünlerde öyle bir olay vuku buldu ki tarlalardan demet çeken ve yolculuğa çıkan köylüler, (bu geniş ovanın yolları sanki hep ortasında yükselen o ağaçların etrafında dolanıyordu) Senebir kardeşler hakkında her zamankinden daha fazla bahsetmeye başladılar. Ortada büyük bir havadis dolaşıyordu. Üvey ananın kendisinden nefret ettiği ve öz babası Pavli tarafından azarlandığı ve bundan ötürü de evden kaçtığı delikanlı denebilecek yaştaki oğlu, aylarca ortadan yok olduktan sonra arkadaşlarıyla Senebir dolayında görünmeye ve yol keserek soygunculuk yapmaya başlamıştı. Şimdi herkesin ağzında yalnız: “Senebirli Pavli’nin haydut oğlu!” sözleri dolaşıyordu.

Yalnız Şterü dede: “Şimdi bir şey olacak” diye düşündü. Bir, iki gün, bir hafta ve haftalarca bekledi. Her şey eskisi gibi gidiyordu. Senebirlinin harmanında harman makinesi harıl harıl çalışıyor, ambarlarına altın rengi buğday taneleri doluyordu. Demet yığınları harman kenarına dağlar gibi oturtulmuşlardı. Şterü dede dayanamadı, kalktı Senebir’e yollandı. Karaağaca önden, arkadan, sağdan, soldan, her taraftan baktı; ağaç sapasağlam, yemyeşil, şen şatırdı. Hiçbir yerinde kuru çırpı görünmüyordu.

Su değirmeninin yukarı merdiveninde oturan Şterü dedenin aklından işte böyle düşünceler geçiyordu. Dokurcunların gölgeleri uzadığı, anızlığa yumuşak ve zarif bir aydınlık yayıldığı ve etrafın serinlediği bir sırada yerinden kalkarak kovanlarının yanına gitti. Karşılarına çömelerek arıların ardı ardına dönmelerini ve iri yağmur damlaları gibi tup tup, ağır ağır konmalarını seyrediyordu. “Baldan ağırlaşmış zavallılar!” diye düşünüyor ve buna da içten seviniyordu. Kendinden öyle geçmişti ki, değirmen önünde iri gök beygirli bir arabanın durduğunu ve araba sahibinin elindeki kamçı ile köpeği kovarak ondan yana geldiğini tâ köpek havlamaya başladıktan sonra fark etti. Senebirli Pavli’yi tanımakta güçlük çekmedi.

Ne yaşı, ne de bugünler başına gelen kaygılar onu değiştirebilmişti. Hep öyle dik ve kurumlu, geniş ve çevik adımlarla adımlıyordu. Onu herkes uzun yıllardan beri hep öyle bellemişti: beyaz saçlı, beyaz haydut bıyıklı ve kıpkırmızı bir çehre. Gök aba, gök potur giyiyordu, belindeki kırmızı kuşağının üzerine fişekliği geçirilmişti. Martini arabadaydı. Pavli, silâhsız hiçbir yere çıkmazdı.

Şterü dedeye yaklaşınca kalınca yüksek sesle konuştu. Havadan, bereketten, yakında sona erecek harmandan bahsettiler. Senebirli şen görünmeye çalışıyordu ama, Şterü dede gözlerinde gizlenen kederi fark etmekte gecikmedi. Senebirli kendi de bir ara susarak yere baktı.

– O haymanayı, benim oğlanı görmedin mi? Buralara uğramadı mı? diye değişik bir sesle sordu.

– İvanço’yu mu? Hayır. Buralara hiç uğramadı.

– Uğramadı mı? Bana yalan söylemeyesin?

– E, Pavli sen de, uğramadı diyorum sana.

Senebirli gerçek bir şeyi ifade edermişçesine elindeki kamçıyı savurarak:

– Ben gördüm, hem de… dedi ve bir iki yutkunduktan sonra:

– Ben gördüm İvanço’yu, hem galiba duasını da okudum. İnsanın böyle oğlu olacağına olmaması daha hayırlı! diye ilâve etti.

Senebirli içindeki kederi dışarıya vurmak için acele acele konuştu:

–Geçen akşam Petri’nin hanı yanından geçtim. Geç vakitti. Hana girdiğim zaman Petri bana: “Aman Pavli ağabey, geceleyin, bir yere çıkma, o herifler buradan biraz önce geçtiler, İvanço da aralarındaydı, dedi. “Öyle mi?” dedim. Arabaya atlayarak atlara birer kamçı vurup, peşlerine düştüm. Baksana şu atlara, kuşu tutacaklar. Bir yerde insan karartıları belirdi, bazıları atları tutmaya saldırdı. Martini kaldırdım, tetiğe basacaktım… Biri: “Baba, benim!” diye haykırdı.

– Kim İvanço mu? diye sordu Şterü dede.

– İvanço’ydu, tanıdım. Gözümü kırpmadan ateş ettim. Doğrudan kalbine…

– Öldürdün mü?

– Öldürdüm sanıyorum.

Şterü dede hayretle Pavli’ye baktı. İkisi de sustu.

– Olamaz, diye mırıldandı Şterü dede. Öldürmüş olsaydın orada kalırdı. Oraya gittin mi?

– Gittim elbe

– Eee?

– Bir şey yok, ne kan, ne de insan.

– Gördün mü? Sana öyle gelmiş! dedi Şterü dede.

Sevindiği sesinden de belliydi.

Senebirli başını salladı. Öyle uslu salladı ki sanki, Şterü dedenin karşısında Senebirli Pavli değil de, bambaşka mütevazı bir insan vardı.

– Hani senin dediğin gibi olsaydı, Şterü, hani… Sana doğrusunu söyleyeyim, ateş ettim ama, kalbim paramparça oldu, öz evlât bu sana! Ne olduğunu ben de bilemiyorum, belki de öldürmemişimdir! Öyle ya, ne kan var ortada, nede başka bir şey var. Ama, bir de düşünüyorum, onun o haymana arkadaşları bir de onu götürüp bir yere gömdülerse?..

– Aklına öyle kötü düşünce koyma sen, Pavli.

– Bilmem. Şimdi onu ölü diri bulmalıyım.

Senebirli doğruldu. Şterü dede karşısında yine evvelki o kaba ve baş eğmez Senebirliyi gördü.

–Ne büyük kuraklık! dedi Senebirli. Ağabeyim Petır’ın öldüğü yıl da böyle kuraklık çökmüştü ortalığa. Öyle büyük kuraklıktı ki evimizin önündeki ağaçlardan biri kuruyuverdi…

Epey daha konuştular ve ortalık kararmaya başladığı bir sırada Senebirli arabasına atladı ve kır atları dört nala kaldırarak oradan ayrıldı…

Şterü dede, yel değirmeninin merdiveninden bu kır atlı arabanın çeşitli yollarda nasıl dolaştığını birkaç gün hep öyle seyretti. Araba uzaklaşıp gözden kayboluyor, bir neden sonra yine başka bir yerde görünüyordu. Ortasında iki karaağacın yükseldiği kurumuş düz ovada dönüp dolaşıyordu.

Bir akşam değirmen önünde çocuk sesine benzer temiz bir genç sesi duyuldu. Şterü dede dışarı fırladı. Bir de ne görsün; karşısında Senebirlinin kaybettiği oğlu İvanço dikiliyordu. Şterü dede onu içeriye aldı. Oğlan sanki dünyanın öbür ucundan geliyordu; üstü başı paramparçaydı, yorgun ve argındı. Kurt gibi açtı. Şterü dede ilk önce onu doyurup suladı. Oğlan babasından af dilemeye geldiğini söyledikten sonra uyudu.

Kuşluk vaktinde uyandı. Şterü dede onu uyandırmaya kıyamıyordu. Oğlana baktı baktı: “Varsın uyusun, ben varıp babasına haber vereyim de sevinsin” dedi içinden. Ve Senebire yollandı.

Köye öğle üstü vardı. Senebirlinin harman makinesi durmuştu. Herhâlde işçiler bir gölgede yemek yiyiyorlardı. Bir ara batozun üstünde Senebirli Pavli göründü. Yüzü kapkara kesilmiş, ökeliydi, belindeki fişekliği parlıyordu.

– Daha mı yiyeceksiniz be, diye haykırdı. Haydi kalkın, kafamı kızdırmayın! Makinist, derhal makineyi çalıştır!

Motor fısıldayarak buhar saldı, tekerlek ilk önce boş döndü, sonra kayışı takılınca, batoz da vahşi bir hayvan gibi böğürmeye başladı. Senebirli hep böyle öfkeli, haznenin karşısına geçerek onu doldurmaya başladı. Hem hazneyi dolduruyor, hem de işçilere bağırıyordu.

– Ne de nalet adam, insanlara rahatla yemek de yidirmiyor, diye düşündü Şterü dede.

O yığınların hizasına gelinceye kadar, makine gözlerinden kayboldu. Batoz bir ara boğuk boğuk bağırdı, durakladı, sonra yine boş dönmeye başladı. Ortalığa büyük bir gürültü yayıldı. Bir kadın acı acı bağırmaya başladı. Motor göğüs geçirir gibi yeğnildi ve durdu. Şterü dede:

– Bir şey oldu galiba, diyerek adımlarını sıklaştırdı. Yığınları geçince, Senebirlinin evi dolayında karınca öbeğini andıran insan kalabalığı gördü. Bazıları haykırıyor, bazıları da ağıt yakıyordu. İşçilerden biri Şterü dededen yana koşarak korkak bir tavırla:

– Çorbacı, bay Pavli öldü, makine onu paramparça etti! dedi…

Şterü dede yerinde donup kaldı. Sonra başını kaldırarak karaağaca baktı. Ağacın tepe yaprakları sararmış, dalları kurumaya yüz tutmuştu. Şterü dede sanki bir şeye inanmak istercesine etrafına bakındı; toprak kurumuş, dilim dilim ayrılmıştı, ortalık fırın gibi kızgındı. Gerçekten bu yıl da kuraklıktı ama, acaba Halil Hoca’nın söyledikleri gerçekleşmemiş miydi? Karaağaç hiçbir şey olmamış gibi hâlâ yerinde dimdik duruyordu, fakat artık ölmüştü.