Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Sovyet Öykü Seçkisi»

Анонимный автор
Font:

Önsöz

Çok geniş bir coğrafyayı ve kültürü kapsayan Sovyet edebiyatı, bünyesindeki farklı ulusların yaşam sürdüğü, nefes aldığı en ücra köşelerine, taygalarına ve çöllerine kadar uzanır. Devletin güdümü ve baskısı altındaki edebiyat; savaş kahramanlıkları, yeni Sovyet insanının oluşumu, kolektifleştirme, toplumsal, ekonomik, sanayi ve askerî alanlardaki gelişmeler ve konularla ön plana çıkar. Ayrıca Sovyetler Birliği’ni oluşturan halkların mitleri, masal ve efsaneleri de yeni edebiyatın ana konuları arasına girer. Sovyet edebiyatı ülkemizde pek tanınmamaktadır. Bu bağlamda, farklı üniversitelerin Rus Dili ve Edebiyatı bölümlerinden bir araya gelen akademisyenlerin hazırladıkları bu öykü seçkisinde, öncelikli olarak Sovyet edebiyatının oluşum temellerinin atıldığı dönem olan ilk çeyreğe odaklanılmıştır. Türk okurunun dönem edebiyatına dair öykü yelpazesini genişletebilmek adına daha ziyade İvan Kasatkin, Pavel Bajov, Vyaçeslav Şişkov, Yuriy Slyozkin, Vsevolod Vişnevskiy gibi ülkemizde hiç tanınmayan yazarların Türkçeye çevrilmemiş öyküleri tercih edilmiştir. Seçkide, yirmi beş farklı yazarın öyküsü yer almaktadır. Konu çeşitliliğinin yanı sıra yeni dil oluşumunun yansımaları da bu öykülerde kendini gösterir. Dolayısıyla bu yeni dünya sanatçılarının edebiyata getirdikleri farklı bakış açıları, seçkide ortaya konulmaya çalışılmıştır.

Keyifli okumalar dileğiyle…

Ankara, 2017
Prof. Dr. Ayla Kaşoğlu
Doç. Dr. Gamze Öksüz

VİKENTİY VİKENTYEVİÇ VERESAYEV

(1867-1945)

Eserlerinde Viktor Smidoviç, V-yev, V-v, V. Vikentyev takma adlarını kullanan Vikentiy Vikentyeviç Veresayev, 16 Ocak 1867’de Tula şehrinde dünyaya gelir. İlk ve orta öğreniminin ardından, 1888’de Petersburg Üniversitesi Tarih-Filoloji Fakültesi’ni bitirir ve Derpt (Tartu) Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girer. Veresayev, hayalinin hep yazarlık olduğunu, insanı daha iyi tanımak için tıp alanına girdiğini ifade eder.

1885’te yayımladığı Düşünce (Раздумье) şiirinden öldüğü güne kadar süren altmış yıllık uzun bir edebiyat yaşamına sahiptir. Başta roman, öykü, tiyatro, şiir ve çeviri olmak üzere hemen hemen tüm edebi türlerde eserler verir. 20. yüzyılın ilk yarısında ismi, ülkesinde ünlü yazarlar listesindedir ve Maksim Gorki ile birlikte “Rus okurunun düşüncelerinin hâkimi” olarak anılır. Yazarın yaşamının ve sanatının amacı kardeşlik, barış ve huzur içerisinde yaşanacak bir toplum yaratmaktır. Bu amaç için gerekli olan da canlı yaşam (живая жизнь), yani insana ve kişiliğe saygı gösterilmesidir. Yapıtlarında gerçekleri yansıtır, ancak bunu yaparken felsefi bir bakış açısı getirir, yaşamın gizli anlamını açığa çıkarmak ister.

3 Temmuz 1945’te vefat eder, mezarı Moskova Novodeviçye Mezarlığı’ndadır.

EUTHYMİA 3

Onur AYDIN4

Kaderin cilvesi en mutlu ile en mutsuz insanı birbirine bağladı…

Leonid Aleksandroviç Ahmarov, Sovyetlerin en yetenekli inşaat mühendisi ve ayrıca en iyi mimarlarından biriydi. Yaptığı her inşaat ses getirirdi ve tartışma yaratırdı. Yapıları özgündü, daha önceki hiçbir yapıya benzemezdi; güzelliğiyle, yaşama ve ruhun gücüne karşı tükenmeyen arzusuyla gönülleri fethederdi. İnsan onun binalarının asil çizgilerine baktığında, tıpkı çağdaş bir zerafet ve karmaşıklıkla anlaşılması zor, ciddi ve bozulmamış Eski Yunan neşesini görüyormuşçasına gönlü ışıldamaya başlardı. Leonid Aleksandroviç çok para kazanırdı. Yakışıklı, genç ve sağlıklıydı. Harika bir tenisçi ve patenciydi. Her şeyde şansı yaver giderdi.

Karısı Lyusya birçok musibetin ve hastalığın toplanma yeri gibiydi. Yaşamının yükseliş yılları umut verici ve parlaktı. Stanislav Atölyesi’ne öğrenci olarak kabul edildi, orada herkes onu el üstünde tutuyordu. Stanislav her yerde, Sovyetler Birliği’nde Lyusya ile birlikte engin mizaca sahip birinci sınıf bir tiyatro sanatçısının doğduğunu söylüyordu. Ancak aniden her şey tersine döndü. Lyusya’da bağırsak veremi ortaya çıktı. Sanat yolundaki hayalleri yıkıldı. Tek hastalığı yalnızca bu da değildi. Doğuştan aort daralması ve neredeyse cinnet getirtecek ve beynini yerinden sökecek kadar şiddetli migren nöbetleri vardı. Ne kadar da çok piramidon5, fenasetin6 ve kafein kullanmıştı. Ve yalnızca ölümüne kısa bir süre kaldığında migreninin doktorlar tarafından tahmin edilemeyen sıtma nöbetlerine yol açtığı ortaya çıkmıştı. Lyusya neredeyse tüm zamanını yatakta geçiriyordu. Ancak bunun yanında pratiğe dökülmeyen inanılmaz bir enerjiyle doluydu. Anneliğe duyduğu tutkulu açlıktan bunalmıştı, çünkü doktorlar çocuk sahibi olmasını yasaklamışlardı.

Karı koca her ikisi de birbirine sağlam ve güçlü bir sevgi besliyordu.

Yazlık evin bulunduğu kasabanın asfaltlı yollarında araç aheste aheste gidiyordu. Leonid Aleksandroviç, Moskova’da Politeknik Müzesi’ndeki son inşaatı olan Sovyetler Birliği Spor Kompleksi üzerine gerçekleştirilen günlük görüşmesinden dönüyordu. Projeye kimi saldırıyor, kimi koruyordu, ancak herkes Moskova’nın en görkemli yapılarından biri, belki de mimaride yeni bir Sovyet tarzının doğuşunun alameti bile olacağı fikrinde birleşiyordu. Daha sonra bir ziyafet verildi. Leonid’in başı şampanyadan ve yüksek övgülerden dolayı dönüyordu. Meşeler ve çamlar yüksek bir duvar gibi, batan güneşi kapatarak orman yolunu karanlığa bürüyorlardı. Her zaman olduğu gibi geçici bir dalgınlığın ardından, her şey birdenbire yeniymiş gibi hoş ve umulmadık derecede önemli olmuştu.

Araba yazlık evin avlusundan içeriye girdi. Bahçede çiçek açan hanımelinin yanındaki hamakta Lyusya uzanmış batan güneşi izliyordu. Yüzü solgun ve ıstırap doluydu. Gözlerini bahçeye girmiş olan kocasına çevirdi ve yavaşça toparlandı:

“Haydi, çabuk gel, anlat!”

Görüşmenin tüm ayrıntılarını sorup soruşturdu, iri siyah gözleriyle şevkle bakarak ciddi ve zor sorular sordu. Leonid Aleksandroviç, hamağın yanındaki akağaç kütüğünün üzerine oturdu, birşeyler anlattı, ruhunda ise acı vardı. Karısı burada güçsüz bir halde yalnızlık ve dinmek bilmeyen ıstıraplar içerisinde ömrünü çürütürken, o nasıl parlak ve ilgi çekici bir yaşam sürebilirdi ki!

Anlatmayı bitirdi, başını karısının omzuna yasladı:

“Yüzünde çok acı çekiyormuşsun gibi bir ifade var. Kötü müsün?”

Karısı alıngan bir şekilde omuzlarını oynattı:

“Bu hiç önemli değil!” dedi ve canlandı. “Şu an uzandığımı ve işte öylece oraya baktığımı biliyorsun. Ulu akağaçlar ayakta dikiliyorlar sessiz sessiz. Güneşin altındaki yeşillikler o kadar parlak ki yeşil olduklarına bile inanmak zor! Sanki her şey derin bir saygıyla donakalmış gibi. Ne kadar güzel! Nasıl bir güzelliktir bu!” diye tekrarladı Lyusya mest olarak. “Ve öyle bir hava ki, tüm göğsünle içine çek! Ah, Lenya, bize burası ne kadar da iyi geliyor! Ve…eyvah-eyvah! Baksana, Anna Pavlovna beni eve kovalamaya geliyor!”

Sıska, ihtiyar kadın yola doğru çıktı, kafasını sallayarak kurnazca gülümsedi:

“Lyudmila Aleksandrovna, güneş batmak üzere, eve girmeniz gerekiyor.”

“Evet ben de görüyorum, hayatımı zehir etmeye geliyorsunuz!.. Ah, keşke bir bilseydin bu kadının zehirli olduğunu… Ee, yapacak bir şey yok! Gitmek gerekiyor.”

Anna Pavlovna mahcup bir şekilde gülümsüyordu ve grimsi, çok seyrek saçlarının arasından bıngıldağının derisi parlıyordu.

Eve doğru yöneldiler. Çiçek bahçesinde akşamüzeri şebboylar ve muhabbetçiçekleri daha keskin kokuyordu. Camlı terasta semaver kaynıyordu. Anna Pavlovna, yüzü semavere dönük bir biçimde oturdu.

Leonid Aleksandroviç tereddüt ederek şöyle dedi:

“Filarmonide konser duyurusu vardı. Şostakoviç’in7 beşinci senfonisi. Sana da bilet alayım mı?”

“Sormana ne gerek var? Tabii ki!”

“Lyusya, bu konserden sonra birkaç gün sürecek şiddetli migrenlerin yeniden gelecek biliyorsun.”

“Ve bu yüzden mutluluktan vazgeçmek gerekir, değil mi! Ne kadar da saçma sözler! Senden bana ana-babalık yapmamanı çok rica ediyorum. Mutlaka al.”

Leonid söyleyecek bir söz bulamadığından omuzlarını kaldırdı ve boyun eğerek şöyle dedi:

“Peki.”

Konuşmalar ve gülüşmeler arasında gençler terasa çıktı. Gelenler, Leonid Aleksandroviç’in kardeşi, komsomol üyesi ve üniversite öğrencisi Boris ile Lyusya’nın yeğenleri olan külrengi gözlü İra ve alaycı gözleriyle kara kaşlı Valya idi. Hepsinin üzerinde tenis kıyafetleri ve yanlarında raketleri vardı.

Birbirlerinin sözlerini keserek anlatmaya başladılar: Kupriyanov’a misafirliğe ünlü tenis şampiyonu Kidalov gelmiş. Borka onunla tek maç yapmış, tabii ki kaybetmiş; ancak iki oyun almış. İşte bizim Borkamız! Yine de altıda iki, gayet iyi!

Boris, ağabeyine şöyle dedi:

“Kidalov senin hakkında çok şey duymuş ve bugün seni yakalayamadığı için çok üzüldü. Önümüzdeki Pazar yine burada olacak ve seninle tenis oynamaktan mutluluk duyacaktır.”

“Memnuniyetle. Böyle bir oyuncuya yenilmek bile harika olur.”

Leonid Aleksandroviç çok mutlu olmuştu. Hareketlerindeki serbestliği ve çeşitliliği, kıyafetlerinin güzelliği ve rahatlığı, topun başarılı bir şekilde gönderilmesinin ya da karşılanmasının verdiği zevki ile tenisi kendinden geçercesine seviyordu. Ayrıca bir de Kidalov gibi bir usta ile görüşme şansı vardı.

Sevinçli olduğu her zaman Leonid Aleksandroviç, Lyusya’nın karşısında utanç duyar, Lyusya’nın buna ortak olamamasından dolayı acı çeker ve ona karşı beslediği özel şefkati daha da artardı.

Gençler gezmeye gittiler. Lyusya’nın bakışları çok solgundu, sandalyeden güçlükle kalktı, çünkü gizli sıtma nöbeti başlıyordu. Leonid Aleksandroviç, onu odasına götürmek için yardım etti. Ancak Lyusya sert bir tonda şöyle dedi:

“Gerek yok. Ben Anna Pavlovna ile giderim. Sen kendi işine bak.”

Ferah yatak odasında açık pencerelerden esen nemli bir gece serinliği vardı. Anna Pavlovna yatağı ısıtırken, Lyusya yatmadan önce saçlarını tarardı. Soyundu, yatağa yaklaştı, yorgun bir biçimde şöyle dedi:

“Ben ne kadar mutluyum! Soyunmama, taranmama gerek yok, her şey geride kaldı. Yataksa nasıl yumuşak, nasıl da sıcak!” Büyük bir zevkle battaniyeye sarındı. “Nasıl da güzel!.. Ne kadar da sıcak!” Anna Pavlovna’yı kolundan çekti ve şunları fısıldadı: “Anna Pavlovna, tatlım! Bana her gün gösterdiğiniz bu özen için size o kadar minnettarım ki! Sizsiz ne yapardım, hayal bile edemiyorum. Sadece sizin karşınızdayken ıstırap çekmekten utanmıyorum.”

Anna Pavlovna hayretler içindeydi:

“Siz mi bana minnettarsınız? Benim için yapmış olduklarınızın karşılığını hiçbir zaman ödeyemeyeceğim.”

Lyusya gülmeye başladı, ona el salladı ve ekledi:

“Hadi iyi geceler!”

Tanışmaları işte şöyle başlamıştı:

Yaklaşık iki yıl önce yağmurlu bir sonbahar günü Lyusya, Patriarşiye Prudı göletinden geçerken bir bankta oturan ve ağlamaktan dolayı hafif hafif başı sallanan, ufak tefek bir kadın gördü. Kadının sicim gibi yağan yağmurdan ıslanmış yüzü ıstıraptan ve çaresizlikten öylesine donakalmıştı ki, Lyusya gayriihtiyari ona doğru döndü, yanına oturdu ve konuşmaya başladı. Yaşlı kadın birden irkildi. Ancak Lyusya yumuşak bir tonda ısrarcı olunca yaşlı kadın da yavaş yavaş her şeyi anlattı. Hikâye sıradandı. Tüm yaşamını adadığı, üniversite öğrencisi olan tek kızı on sekiz yaşında tifodan ölmüştü. Lyusya içten bir yakınlık göstererek sorular sormaya başladı ve yaşlı kadın kızının ne kadar yetenekli, güzel ve iyi olduğunu, onu herkesin ne kadar çok sevdiğini keyifle anlattı. Lyusya, kadınla şemsiyenin altında yaklaşık iki saat oturdu. Kadın ağlıyor, Lyusya ise coşkuyla ve uzun uzun ona birşeyler anlattıkça anlatıyordu. Ne Anna Pavlovna ne de Lyusya, kendisinin o anda tam olarak neler anlattığını ifade edemezlerdi. Yapılan iş sözcüklere, düşüncelere ve mantığa sığmazdı. Sakin ve yumuşak bir sesin, hayata karşı duyulan sarsılmaz bir inancın, açıkça hissedilen, sıcak bir empatinin bunda etkisi vardı. Anna Pavlovna dinliyor ve içini dökerek ağlıyordu.

Bunun ardından Anna Pavlovna birkaç kez Lyusya’ya uğradı. Artık yaşam için yetersiz kalan bu hasta kadın, anlaşılmaz bir biçimde tüm gücünü acıyı göğüslemeye veriyor ve Lyusya’yı tekrardan yaşama bağlıyordu. Anna Pavlovna, Lyusya’ya yerleşti ve evde büsbütün yeri doldurulamaz biri oldu: ev işlerini idare ediyor, Lyusya’ya bakıyor, çamaşırları ve elbiseleri onarıyordu. Üstelik kati bir şekilde mükâfatı da reddediyordu. Sanki sipariş üzerine yaşıyordu. Lyusya’yı minnettar olduğu bir aşkla çok seviyor, bir anne özeniyle etrafında koşuşturuyordu. Kızının ölümünden sonra kalbinde sönmeden kalan büyük sevgiyi Lyusya’ya veriyordu.

Ve her ikisi de birbirleriyle olmaktan mutluydular.

Sabah Leonid Aleksandroviç her zamanki gibi sol tarafından uyandı. Uykudan başı dumanlı Leonid, bir de ruhunu ele geçiren belirsiz bir can sıkıntısı hissediyor, ancak bunun neden ileri geldiğine yanıt bile veremiyordu. Evde ardı arkası kesilmeyen hastalıklar kol geziyordu. Saf bir mutluluğa her zaman birşeyler engel oluyordu. Ah şimdi bir de, işte asıl kişi, Boris geldi. Yakında başarısız eğitim hayatı yüzünden yüksek öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kalacak. Nereye, nasıl yerleştirilir? Leonid Aleksandroviç, kararlı davranması gereken her konuda soğukkanlılığını kaybediyor, çaresiz kalıyor ve Lyusya’ya danışması gerekiyordu.

Odası çoktan silinip süpürülmüştü. Lyusya, özenle giyinmiş bir şekilde kanepede uzanmış kitap okuyordu. Açık pencerelerden odaya dişbudak ağacının yaprakları aracılığıyla bahçe kokuları, yeşil güneş ışığı, çekirge ve kuş cıvıltıları giriyordu. İçindeki büyük acı yığınıyla Lyusya, kocasına dalgın dalgın elini uzattı ve yavaşça kitaptan bir bölüm okumaya başladı:

 
Mavi kır gölgeler birbirine geçti,
Renkler soldu, sesler uykuya daldı;
Yaşam, devinim sona yaklaştı
Belirsiz bir karanlığa, uzak bir uğultuya doğru…
Kelebeğin görünmeyen uçuşu
Gecenin melteminde duyuldu…
Tarifsiz hüznün saati!
Her şey içimde – ben ise her şeyde…
 

Leonid Aleksandroviç nazikçe karısını öptü ve sordu:

“Kimin bu?”

“Tyutçev’in.”

Leonid, karısının gözlerinde, sadece sanatsal ya da zihinsel bir etkinlikte onu saran sevinci gördü.

Tereddüt ederek şöyle dedi:

“Bir iş hakkında seninle konuşmak istiyorum, ancak sonra da olabilir? Acelesi yok.”

“Hayır, neden ki! Şimdi konuş!”

“Konuşacaklarım Boris hakkında. Onunla başım dertte. İyi bir çocuk, ancak kafasının içi bomboş ve çok düşüncesiz! Bir bilimle uğraşmıyor, anlaşılan sınıfını geçemeyecek. Üstelik sadece tenisi düşünüyor. Onunla konuşmak büsbütün yararsız. Beni ziyarete geldiği için son derece memnun, ancak futbol ve tenis hakkındaki düşünceleri dışında o küçücük beynine daha nasıl bir yetenek sığdırabilir ki?”

Leonid, suratı düşmüş bir şekilde odayı adımlamaya başladı. Lyusya sakince yanıt verdi:

“Burada korkulacak hiçbir şey yok. Onun beynini değiştiremezsin. Elinde var olanlarla barışman gerekiyor.”

“Bu oldukça üzücü.”

“İçinde bulunduğumuz zamanda hiçbir şey üzücü değildir. Örneğin neden tenis eğitmeni olmasın ki? Bunun nesi kötü? Diyelim ki spor yüksekokuluna geçsin. Ne diye senin her şeye bardağın boş tarafından bakma ve manevi olarak çökme eğilimin var ki! Bana göre ise bıkkınlık veren termodinamik ve differensiyel hesaplamalar yerine, tüm kalbiyle isteyebileceği bir işe sahip olması ne kadar güzel olurdu. İşte mükemmel olan da budur! Onun adına ne kadar mutlu olacağım!”

Leonid Aleksandroviç’in benzi yerine geldi. Lyusya’nın yanına oturdu, avcunu kendi yanağına bastırdı.

“Seninle konuştuğumda, hemen bir şekilde moralim düzeliyor. Düşüneceğim. Çıkış budur.” Ayağa kalktı ve neşeli bir şekilde: “Haydi yüzmeye gidelim!” dedi.

Sanatçılar arasında halk, tuhaf olarak karşılanır. İnsanlar mizah yazarını okur ve gülmekten yerlere yatar, mizahçının suratı asıktır ve hayatında hiç gülmez. İçinden gelen kiniyle yazar, küçük burjuva zihniyetini topa tutar, kendisi ise küçük burjuva gibi değil mülk sahibi bir prens olarak yaşar. Güldüğünde, duygulandığında, sevdiğinde, nefret ettiğinde bir sanatçı kendi eserinde içten ve güçlü bir biçimde gereken duyguları fazlasıyla yaşar. Gerçek hayatta bunların çok azını gösterir. Sanatında ise hiçbir falso yoktur. Bu yönüyle gerçek sanatçı; içten olmayan, yanardöner, kendini biricik hisseden ancak başkalarını anlatan sanatçılardan tamamen ayrılır. Bu tür sanatçıları okur kısa zamanda, dişleriyle parçalarına ayırır. Nekrasov’un, Dostoyevski’nin ya da Goethe’nin özyaşamöykülerinde olduğu gibi, bu tür sanatçıların özyaşamöykülerinin karşısında hayretler içinde kalmaya gerek duymaz.

Leonid Aleksandroviç’in yaratıcılığı, tıpkı yaşama karşı duyulan ilahi sevgi gibi cesaret ve derin bir hürmetle ifade edilirdi. Ancak kendisi, hayata karşı kasvetli bir kayıtsızlık beslerdi, yaşam ise onu kendine getirirdi. O, gelecek için yaşamdan ürke ürke en kötüsünü beklerdi. Durgun ve pasifti. Al çehresinde, dudaklarının kenarlarında her zaman kasvetli bir kırışıklık bulunurdu. Ve sık sık Lyusya ona şöyle derdi:

“Lenya, Lenya, neden her zaman mutsuz bir yüzün var? Etrafına bir bakın, yaşamın nasıl da güzel olduğuna bir bak!.. İşte bekle! Tanrının aklına aniden insanlar üzerinde bir hüküm vermek eser. O zaman Tanrı sana şöyle diyecek: “Sana yaşamında o kadar çok şey verildi, peki sen bunun karşısında nasıl davrandın? Hiçbir şeyin farkına varmadın.” Ve ense köküne bir şamar gönderecek ve sen gerçek bir can sıkıntısının, hiçliğin ve kayıtsızlığın olduğu dipsiz bir uçuruma doğru tepetaklak uçmaya başlayacaksın. Ve cezayı hak etmiş olacaksın!”

Lyusya biçare idi, etrafında ise yaşamaktan yoksun olanlar vardı. Karısı, Leonid Aleksandroviç’e dinçlik ve neşe katan gerçek bir ilham perisiydi.

Lyusya’da şiddetli bir diş ağrısı başladı. Ağustosun başında Moskova’da diş doktoruna gitti. Dönüş yolunda soğuk bir rüzgârla birlikte yağmur yağmaya başladı. Çok üşümüştü, solgun bir şekilde arabadan indi. Leonid Aleksandroviç dikkatlice sordu:

“Ee, neyin varmış?”

“Bir dert daha! Hiç sağlam dişim yokmuş. Şuradan üç diş çekilmesi gerekiyor, iki kaplama ve bir de protez… Dişçi, ağzımı temelli boşaltmak istiyor. Kendi de: “Doğrusu protezi neyle yapıştıracağımı bilmiyorum”, dedi. Tanrım bu da neyin nesi!.. Hmm, pek de önemli değil!”

Ancak Leonid Aleksandroviç, karısının gözlerindeki çaresizliği okudu. Anna Pavlovna’dan gelmesini rica ettikten sonra Lyusya kendine geldi. Şiddetli bir migren başlıyordu.

Lyusya bütün gün tarifi imkânsız acılar çekti. Anna Pavlovna, başına sıcak sargı bezleri koyuyor, acı verici kusma nöbetleri geldiğinde alnından destek veriyordu.

Akşama doğru Lyusya uykuya daldı. Gece olduğunda da Leonid Aleksandroviç’i çağırdı.

Bitkin ama tatlı ve sakinleşmiş bir yüzle yatıyordu. Leonid onun narin ince ellerini hafifçe öptü:

“Dayanması zor, zavallım benim!”

“Yok canım, ne zavallısı! Şu an hiçbir şeyim yok. İşte sabah oldu ya!”, diyerek hüzne kapıldı Lyusya. İşte o anda zavallı oluyordu. Akla gelebilecek en korkunç suç işte budur – hüzünlenmektir. Böyle zamanlarda her şey ölür ve dünyada yaşama hakkı sadece mutlu insanlara kalır.”

Leonid, karısının parmaklarını öpmeye devam ediyordu, kendi ise: “Bu dur durak bilmeyen hastalıklarla nasıl yaşayabiliyor? Ben olsam çoktan canıma kastetmiştim”, diye düşünüyordu.

Lyusya’nın iri kara gözleri ışıldamaya başladı. Yarı bilinçli bir halde şöyle dedi:

“Dayanması zor diye sen söyledin. Geçenlerde aklıma geldi: insanın geçmiş ya da gelecek hakkında düşündüğü anlar dayanılmazdır. Bu düşünce olmadan da yaşamak her zaman olanaklıdır. İnsan dışındaki tüm canlıların geçmişin hasretini çekmeden, geleceğe göz gezdirmeden yaşamaları gibi. Bu durum Tyutçev’de nasıl? Bekle:

 
Güller geçmişin hasretini çekmezler
Bülbüller ise gece şakırlar;
Hoş kokulu gözyaşları
Aurora’nın geçmişi için dökülmezler;
Ve kaçınılmaz ölümün korkusu
Dalından hiçbir yaprağa serpilmez.
Bütün yaşamları uçsuz bucaksız bir okyanus gibi,
Bugün akıp gitti.”
 

Leonid Aleksandroviç, “Lyusya’nın acılarının üstesinden gelmede, kendi için ısrarla özel bir felsefe yarattığını” düşünüyordu.

Lyusya şöyle dedi:

“İşte kendime soruyorum: hadi, eğer geçmiş ya da gelecek hakkında düşünmeyeceksem, neden şimdi kendimi kötü hissedeyim ki? Dişlerim ağrımıyor, başım geçti, gönlüm sakin, yatak odam o kadar rahat ki, pencereden Jüpiter bile seyrediliyor… Üstelik sen de yanımdasın… Ah, canım benim!”

Lyusya, Leonid’in elini okşuyor, aşktan ışıl ışıl parlamış gözleriyle ona bakıyordu. Aniden şöyle dedi:

“Sen hayatta çok ağlayıp sızlayan biri de olsan zararı yok. Sen yine de tüm dünyanın mutluluktan güleceği Sovyet mimari tarzının yaratıcısı olacaksın… Evet, gerçekten!”

Keyifli, güneşli bir sabahta Lyusya bahçede sümbülteberinin8 toprağını eşeliyor ve göz kamaştırıcı bir şekilde çiçek açmaya başlamış, uzamış başlarını sopalara bağlıyordu. Leonid Aleksandroviç evden dışarı çıktı:

“Ben şimdi Moskova’ya gidiyorum. Sana oradan birşeyler lazım mı?”

“Ah, ne kadar da güzel! Çok ihtiyaç duyduğum bir şey var. Şimdi, uçurumdan aşağı çayın ardındaki yerlere doğru baktığımda birden fakültedeyken Yunan filozof Demokritos üzerine yaptığımız bir ders aklıma geldi; özellikle de onun muhteşem sözcüğü – euthymia. Ve onu daha iyi öğrenmek istedim. Lütfen, kütüphanenizde ya da daha başka yerlerde onu araştır ve bugün bana getir.”

Leonid Aleksandroviç istemeye istemeye itiraz etti:

“Onu nasıl bulabilirim ki?”

“Daha aramadan kendi kendine olanaksız deme. Eğer Rusçasını bulamasan da bazı bölümlerinin Almancadan yapılmış çevirilerini mutlaka bulursun. Ancak bunlara çevirinin çevirisinde değil de orijinal nüshalarından bak. Üniversitenin merkez kütüphanesinde mutlaka bulunur.”

Enerji isteyen her türlü eylem gerekliliği Leonid Aleksandroviç’te hüzün uyandırıyordu. Lyusya dikkatlice ona bakmaya başladı ve ısrarlı bir biçimde şöyle dedi:

“Lenya, kendini aş. Ona çok ihtiyacım var. İstersen kesin bulursun. Hem de Moskova gibi bir yerde!”

Leonid tereddüt eden bir ses tonuyla yanıtladı:

“Bulmaya çalışacağım.”

Bu konuşmanın ardından aradığını kolaylıkla bulabileceğini hissettti. Demokritos’un tüm parçalarının basımının Rusça çevirisi çıkar çıkmaz Leonid Aleksandroviç satın aldığı kitabı büyük bir sevinçle getirdi.

Lyusya anında büyük bir açgözlülükle okumaya koyuldu. Gece yarılarına kadar okuyor ve kitabı elinden aldıklarında öfkeleniyordu. Akşam yemeği vakti yaklaştığında okuyup bitirdiği kitabıyla odasından çıktı. Lyusya hızlı okuma ve okuduğunu özümseme yeteneğine pek sahip değildi.

Camlı terasta akşam yemeğini yiyorlardı. Eylülün ortalarıydı, ancak öylesine ılık bir hava vardı ki, tüm pencereler açıktı ve sümbülteberin güzel kokusu ılık dalgalar halinde bahçeden terasa doğru süzülüyordu. Gökyüzü sönük parıltılarıyla hiç durmadan titriyordu. Ufuktaki mavimsi şimşekler, bulutların koyu renkli görünüşlerinin kısa süreliğine ayırt edildiği anlarda bir buluttan diğerine koşturuyordu. Tüm doğa sanki bulanık, sinirli bir endişe ile dolu gibiydi.

Lyusya’nın iri kara gözleri ışıldıyordu, yüzü hiç olmadığı kadar canlıydı. Sanki ruhu büyük bir zevk tarafından kuşatılmış gibiydi.

Lyusya şöyle dedi:

“Haydi gençler, siz de dinleyiniz. Sizin de ilginizi çekebilir.”

Heyecandan titreyen parmaklarıyla sayfalara göz atıyordu.

“İşte! İlk olarak: muazzam, tüm evrene mal olmuş bir deha. Neredeyse tek bir sezgi yoluyla, bilim tarafından ancak onlarca yüzyıl sonra onaylanacak dünya anlayışını inşa ediyor. Siz sadece dinleyin! Tüm evren atomlardan meydana gelir. Sayısız alem vardır. Her şey maddeden oluşur. İnsanlar solucanlar gibi, herhangi bir yaratıcı ve mantıklı bir sebep olmadan dünyaya gelirler. Var olma mücadelesi onlara her şeyi öğretir. Duygular ve düşünceler, yalnızca bedenin değişimleridir… Demokritos, bunların tümünü iki bin yılı aşkın bir süre öncesinde söylemiş!” diye Lyusya hayranlıkla haykırdı.

Leonid Aleksandroviç elini yumuşak bir şekilde Lyusya’nın dirseğinin üzerine koydu:

“Lyusya, bu o kadar da tutku verici değil! Aşırı heyecan yapıyorsun, gece uyuyamayacaksın.”

Lyusya öfkeli öfkeli gözlerini Leonid’in üzerine dikti:

“Aman Tanrım! Uykusuz bir geceden korkmamanı sağlayacak herhangi bir sevinç biliyor musun ki?”

Ve konuşmaya devam ediyordu. Sinirleniyor, sözleri kendi ışığıymışçasına hararetli bir şekilde ışıldıyordu. Lyusya, Antik Yunan’ın yüce zekasının karşısında tam manasıyla kendinden geçmişti.

Leonid Aleksandroviç, Lyusya’nın şu an yaşadığı bu boyuttaki sevinci kendisinin hayatta hiç tatmamış olabileceğini düşünüyordu. Çünkü onun en parlak coşku doruğu bile düşünceleri yüzünden bulanıklaşırdı: “Üstesinden gelemeyeceğim, hiçbir sonuç çıkmayacak!”. Ve Lyusya’nın etrafındaki küçük ya da büyük her şeyden keyif alabilmesi çok şaşırtıcıydı. Beethoven’ın senfonisinden ya da bir gece vakti bataklıktaki hayvancıkların cıvıltısından, büyük bir insanlık başarısından ya da kremalı çilekten, hepsi hakkında “Ah, nasıl da güzel” diyerek her şeyden mest olurdu.

Lyusya devam ediyordu:

“Yine bu kitapta şöyle diyor: Seneca9, Demokritos’u “Eskiçağ’ın en ince filozofu” diye nitelendirirdi. Günümüzde hangimiz onu tanıyoruz ki? İşte şimdi, en önemlisi geliyor, dinleyiniz! En yüce mutluluk nerededir? Sadece tek bir şey önemlidir: euthymia. Eu Yunancada iyi, güzel, thymos da ruh anlamına gelmektedir. Bunu kitaptaki çevirmen, “ruhun güzel hali” olarak çevirmiş. Ruhun güzel hali!.. İnsan lezzetli bir şeyler yer, sigara içmeye başlar, kahvesini yudumlar – işte ruhun güzel hali. Ancak bunu nasıl çevirmek gerekir? Dünyayı güzel görme, iyi niyet taşıma… Tüm bunlar bizde zaten var olan ve anlamına tam olarak kavuşmuş ifadelerdir. Bize başka bir kelime lazım. Bana göre işte şöyle: mutlu bir ruh hali. Dinleyiniz ya!”

Leonid Aleksandroviç endişeli bir şekilde Anna Pavlovna ile bakışıyordu. Bu coşkunluk hali Lyusya için bile tamamıyla sıradışıydı, içindeki ateş onu adeta kavuruyordu. Ancak buna bir son vermek onu kızdırmaktan başka bir işe yaramazdı.

Lyusya kitaptan bir bölüm okuyordu:

Hedef, mutlu bir ruh halidir. Bu kavram, kendi anlayışlarına göre kimilerinin yorumladığı gibi şeytanların korkutmasına, diğer korkulara, acıya ve endişeye kapılmadan, kalbin sevinçle ve kaygısızca yaşadığı keyif kavramı ile özdeş değildir.” Demokritos, bu hali, korkusuzluk ve mutluluk diye de nitelendiriyor… İşte! Gerçekten de mükemmel değil mi?”

“Mükemmel!” diye karşılık verdi Leonid Aleksandroviç. Anna Pavlovna da buna katılarak başını salladı. Gençler, belirsizce uğultu şeklinde bir şeyler söylediler ve içten içe kayıtsız kaldılar. Demokritos’un dünya anlayışı onlar için en banal aksiyomdu, mutlu bir ruh hali de kendilerinde zaten o kadar fazlaydı ki onun propagandasını yapmak tuhaf gelmişti. Onlar, Lyusya’nın canlanma coşkusunu şaşkınlıkla izliyorlardı. Lyusya’nın nezakete ne kadar ihtiyacı olduğunu konuşuyorlardı. İra, Boris ve Val-ya birbirlerine bakıyorlardı.

“Nasıl da harika bir gece! Gidelim çocuklar, nehir tarafına doğru geçelim.”

“Haydi gidelim!”

Yüksek sesle konuşa konuşa ufukta şimşekler tarafından aydınlanan endişe yüklü karanlıkta gözden kayboldular.

Lyusya sevgi dolu bir gülümsemeyle kitabın sayfalarını çeviriyordu. Yorgun bir sesle şöyle dedi:

“Ruhun açıklığı, hayat ve acılar karşısındaki korkusuzluk – işte mutluluk budur! Lenya, canım benim, bu noktada mutluluğun ne kadar çok olduğunu anlamanı çok isterdim! Sen ise bazı “şeytanları” tamamen kendi kafandan uyduruyorsun! Of, bu şeytanlar senin sanatını da bir anda elinden çalacaklar diye nasıl da korkuyorum!..”

Aniden Lyusya’nın sesi kesildi. Gözleri bilinçsizce bakmaya başladı. Daha da solgunlaşmış yüzü omzuna doğru kaydı. Kitap yere düştü. Ve Lyusya tüm bedeniyle koltuktan yere doğru kaydı gitti.

Boris, Lyusya’yı her zaman iyileştirmiş olan Profesör Bagadurovıy’a doğru Leonid Aleksandroviç’in arabasıyla adeta uçuyordu.

Yanıp kül olan ateş, son parlak ışığıyla son kez alev aldı ve sönmeye yüz tutarak zayıfladı.

Lyusya hızla ölüme yaklaşıyordu. Çok az konuşabiliyordu. Tüm gücüyle aniden kocasına şöyle dedi:

“Lenya, biliyor musun ölümün kendisinde bile gizli bir sevinç var. Ve ölmek, bana çok ilginç geliyor. Aniden yaşamın çok ötesinde oluyorsun! Ben bu duyguyu hiçbir şekilde böyle ummazdım. Oh, nasıl da güzel!”

Leonid Aleksandroviç, onu Moskova’ya götürmek istiyordu. Ancak Lyusya ısrarla reddediyordu.

“Bu kadar tedavi ve kaplıca yeter. Bana artık hiçbir şeyin yardımı dokunmaz, ben ise sararan akağaçları, açık havada ışıldayan örümcek ağlarını, serçelerin gece titremelerini görmek istiyorum.”

Gün geçtikçe Lyusya daha da fazla zayıflıyor ve güçsüzleşiyordu. Kansızlık sorunu hızla artıyordu. Kulaklarında hiç dinmeyen çok eziyet verici bir ses çınlıyordu.

Leonid Aleksandroviç başını hafifçe eğdikten sonra Lyusya’nın yatağının başucuna oturdu. Yağmur pencerelere vuruyor, gök gri renge bürünüyor, sarı yapraklarını saçarcasına havaya fırlatan dişbudak ağacının dalları rüzgârın altında çırpınıyordu. Lyusya, boylu boyunca uzanmış, gözleri kapalı bir şekilde yatıyordu ve adeta kendi kendine konuşurcasına kısık bir sesle şöyle mırıldandı:

“Kulaklarımda nasıl da tuhaf bir çınlama var! Sanki bin tane çekirge etrafımda cırıldıyor. Bizim Opasovo’nun10, büyük bahçemizin temmuz güneşi ile sarmalandığı çocukluğum aklıma geliyor.

 
Orada uzakta acı bir hava parıldıyor,
Uyukluyormuşçasına sallanıyor,
Öylesine can sıkıcı, uyku getirici ve ağdalı ki
Çekirgelerin dinmek bilmeyen sesi!..
 

Daha sonra ise gece oluyor. Günün ardından sıcak taş sundurmadan boğucu bir hava solunuyor. Çiy düşüyor. Cırcır böcekleri kaygısızca cırıldıyor… Nasıl da güzel!”

1948
1.Euthymia: Eski Yunan dilinden gelen bu sözcüğün anlamı ne iyi ne kötü, nötr olma durumudur. Ancak buradaki nötr olma durumu huzurlu bir ruh halini ifade eder. Dilimize dinginlik olarak çevrilebilir. (ç.n.)
2.Araştırma Görevlisi, Anadolu Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü, ruscuk@mail.ru
3.Ateş düşürücü ilaç olarak kullanılan bir tozdur. (ç.n.)
4.Analjezik ve ateş düşürücü olarak kullanılan bir ilaç. (ç.n.)
5.1906-1975 yılları arasında yaşamış Rus bestecidir. Asıl senfonileri ile tanınsa da film müziği, şarkı, caz dahil olmak üzere farklı türde eserler vermiştir. (ç.n.)
6.İlkbaharda çiçek açan, hoş kokulu beyaz bir bitki. (ç.n.)
7.Lucius Annaeus Seneca, M.Ö. 4.-M.S. 65. yüzyıllar arasında yaşamış Romalı düşünür, devlet adamı ve oyun yazarıdır. (ç.n.)
8.Tula Bölgesi’nde bir köy. (ç.n.)
€2,42

Žanrid ja sildid

Vanusepiirang:
0+
Ilmumiskuupäev Litres'is:
01 august 2023
Objętość:
15 lk 26 illustratsiooni
ISBN:
978-625-6494-74-9
Kustija:
Õiguste omanik:
Elips Kitap

Selle raamatuga loetakse