Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «İstanbul'un tarihi, kültürü ve yaşamı»

Font:

Richard Tillinghast doğma büyüme Memphis, Tennessee’li. İstanbul’a ilk kez 1960’ların başında, Let’s Go gezi rehberinin yazarı olarak geldi. Harvard Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı doktorası yaptı ve bir süre yaşadığı İrlanda üzerine yazdığı Finding Ireland de (İrlanda’yı Bulmak) dahil olmak üzere 15 kadar kitap kaleme aldı. 1995’te yayımlanan kitabı, Damaged Grandeur (Mahvolmuş Görkem) Harvard’dayken birlikte çalıştığı şair Robert Lowell’ın anıları üzerine bir eleştiriydi. New York Times’a, Washington Post’a, Harper’s Magazine’e, The Irish Times’a ve daha pek çok başka dergiye seyahat, kitaplar ve yiyecek konularında yazılar yazdı. Şiirleri The New Yorker’da ve Paris Review’da yayımlandı. 2009’da Seçilmiş Şiirler adlı kitabı Dublin’deki Dedalus Press tarafından basıldı. John Simon Guggenheim Foundation, Arts Council of Ireland, The British Council ve Türkiye’deki American Research Institute tarafından verilen burslarla desteklendi. Kızı Julia Clare Tillinghast, Türk şair Edip Cansever’in Kirli Ağustos adıyla yayımlanan seçkisindeki eserlerini çevirdi. Yaşamını Hawaii’deki Büyük Ada ve Tennessee dağlarında sürdürüyor.

I. Bölüm
Varış

1
İlk İzlenimler

İstanbul’u bilen herhangi biri size Şehirlerin Kraliçesi’ne giden en güzel yolun, denizyolu olduğunu söyleyecektir. Ben de ilk ziyaretimi Yunanistan’dan bindiğim bir gemiyle gerçekleştirdim. Puslu Çanakkale kıyılarına yaklaştığımızda aklıma W.B.Yeats’in dizeleri geldi:

 
Ve ben yelkenle geçtim deryayı
Geldim kutsal Bizans şehrine bundan dolayı.
 

Bizans zamanında Cenevizli denizcilere ev sahipliği yapmış Karaköy limanına yanaştığımız o sabahtan hafızamda kalanlar metal yüzeyler, tekdüze bir grilik ve valizlerimizi boşalttığımız gümrük salonunun soğukluğuydu. Belki de bütün büyük şehirlerde olduğu gibi İstanbul da, onu ilk kez ziyarete gelenlere samimi yüzünü göstermiyordur. Öte yandan, artık Akdeniz ikliminde olmadığımız aşikâr, Ege’den ziyade Balkan iklimindeyiz, zaten şehir de önceki imparatorluğun güneşle sarmalanmış şehirleri Roma ve Venedik’ten ziyade, vaktiyle Osmanlı İmparatorluğu’nun şehirleri olan Sofya veya Belgrad’ı daha çok andırıyor.

Bugünlerde İstanbul’a benim gibi denizyoluyla gelen oldukça az. Ne de olsa zaman değişti, ben de artık herkes gibi havayolunu kullanıyorum. Ziyaretimi ne kadar iyi planlamış olursam olayım, kent birkaç dakika içinde beni kendi keşmekeşine çekiveriyor. İşte yine buradayım. Bir taksinin arka koltuğunda, emniyet kemersiz, Avrupa veya Kuzey Amerika’da hiçbir zaman görülemeyecek türden son sürat giden bir taksinin şoförüyle baş başayım. Paris’te, Roma’da ve hatta İstanbul’da, nüfus şimdiki kadar kalabalık değilken ve otobanlar dahi yokken, bizzat araba kullanmış olsam da böyle bir yolda direksiyon başına geçmeyi tercih etmezdim.

Yolların darlığı, ne adının Osman olduğunu öğrendiğim taksi şoförünün ne de diğer sürücülerin umurunda. Osman, Cumartesi akşamının trafik yoğunluğuna aldırmadan, çoğunlukla yolun en sağından, kamyonlardan sıyrılarak, taksilerin ve diğer arabaların arasında makas atarak, elini kornadan neredeyse hiç çekmeden son sürat ilerliyor. Eski bir kilimin arasından gözüken soğanların yüklü olduğu bir kamyonun yanından geçiyoruz. Otoyolun kenarında ürkekçe birbirine sokulmuş üç kişilik bir aile gözüme çarpıyor. Adam siyah pantolon ve beyaz bir gömlek giymiş, bıyığını buruyor – belli bir sınıfa ait kentli bir Türk’ün günlük giysileri içinde. Başında bir eşarp bulunan kadınınsa kucağında bir bebek var. Acaba hikâyeleri ne? Neden bu tehlikeli otoyolun kenarında öylece duruyorlar?

Bu küçük aile yoğun trafiğin içinde anlık bir görüntüye dönüşüyor. Taksinin camları sonuna kadar açık. Fonda, dile dolanan Türkçe arabesk müzik buranın Avrupa olmadığını ve er ya da geç Avrupa Birliği’ne girse bile hiçbir zaman Avrupalı bir kent olamayacağını anlatıyor. Dinlerken şarkı sözlerinin bir kısmını anlayabiliyorum. Şarkıcı aslana benzettiği ölmüş babasından bahsediyor. Allah’tan onun için güzel bir mezar diliyor. Osman’ın sigara içmek için izin istemesi ise beni şaşırtıyor. Bense gönülsüz olduğum halde, neden olmasın, diyorum. Adamın kendisiyle ilgili bu tasarrufunu etkilemeye hiç niyetim yok.

Osman sinesine vurarak ne kadar iyi bir sürücü olduğunu ilan ediyor. Ona, arabayı bir aslan gibi kullandığını söylüyorum. Bana İstanbul’u fethederken düzenli Osmanlı ordularının yanında savaşan başıbozuk veya delibaş denen düzensiz birlikleri hatırlatıyor. Mehter takımı bu başıbozuk veya delibaş bölüklerinin özgür ruhlarını hücuma kalkmadan önce şangırdattıgı ziller ve inlettiği borularla daha da çığrından çıkarıp korku salıyormuş. Nihayet şehrin merkezine ulaşıyoruz ve Haliç boyunca yolumuza devam ediyoruz. İşte, İstanbul. Enerjinin en büyük dayanak noktasının içindeyiz.

2
İstanbul ve Konstantinopolis

Bir şehir kendine ait anılarıyla, yaşayan bir varlıktır. İstanbul’un hatırladıklarını ve hatta unutmaya çalıştıklarını ne kadar çok bilirsek özüne o kadar yaklaşmış oluruz. İstanbul’un kendine has sesleri vardır. Boğaz’dan geçen gemilerin düdükleri, martıların çığlıkları, taksilerin kornaları, Kapalıçarşı etrafındaki atölyelerde harıl harıl bakır ve pirinç döven zanaatkârlar, işportacılık yapan sokak satıcıları ve gün doğmadan başlayıp karanlık çökene dek düzenli aralıklarla günde beş kez ibadete davet eden, ezberlerdeki ezan sesi.

Ve İstanbul’un kendine özgü kokuları da vardır. Kömür ateşinde pişen kuzu kebabı ve mısır, tekne ve kamyonlardan çıkan dizel egzoz dumanı, sigara dumanı, 2000 yıllık kanalizasyon sisteminden kaynaklanan tarifi imkânsız güçlü foseptik kokusu ve bütün bu kokuların çözüldüğü zindeleştiren tuzlu deniz kokusu… Sıcak bir günde insan incir ağacının kekremsi kokusu ve akasya ağacının tatlı rayihasıyla can bulur.

Sonbaharın ilk günlerinde binlerce leylek ve büyük yırtıcı kuşlar Avrupa’dan Afrika’ya uzanan göç yolu üzerindeki bu şehri katederler. Baharda ise geri dönüp kuzeye yönelirler. Gökyüzü bu kuş sürüleri ve kanat çırpma sesleriyle dolar. Leylekler kuş dünyasının anarşistleridir. Kazlar gibi belli bir sırada ya da V düzeninde uçmaz, bütün gökyüzüne darmadağınık bir şekilde yayılırlar. Acem Yahudisi İstanbullu şair Murat Nemet-Nejat anı kitabı İstanbul Noir’da bu göçün daha büyük bir yapının simgesi olduğundan bahseder.

(…) İstanbul kuşların farklı göç yollarının üzerinde yer alır. Doğu’yla Batı’nın kucaklaştığı, Bizans ve İslam’ın kaynaştığı bir yer olmanın ötesinde insana özgü bir yansıma olan İpek Yolu gibi milyonlarca yıldır süregelen doğal bir akışın merkezi konumundaki bir geçiş noktasıdır. Kaç defa tahrip edilmiş ve her seferinde yeniden inşa edilmiş, daha kesin bir ifadeyle sayısız kereler ağır bir hüzün içeren tarihini yeniden yaratarak bir kez daha tasvir edilmiştir. Ancak bu değişiminin temelinde, bilinçaltında deneyimlenen derin ve kaçınılmaz bir süreklilik yatmaktadır. Karmaşa ve şifanın bütünlüğü arasındaki bu diyalektik, şehrin kalbindedir.

Şehrin şairleri şiirlerinde bu karmaşa ve şifanın bütünlüğü arasındaki diyalektiği çözümler. Birçok İstanbullu, şair Orhan Veli’nin “İstanbul’u Dinliyorum” adlı şiirini ezbere okuyabilir. İşte o şiirden birkaç dize:

 
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Önce hafiften bir rüzgâr esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
(…)
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Başımda eski âlemlerin sarhoşluğu
Loş kayıkhaneleriyle bir yalı;
Dinmiş lodosların uğultusu içinde
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
 

Kentin İngilizce yazan şairleri arasında öncü olan ve İstanbul’da yaşayan Şair John Ash’in dizelerine göre “İstanbul o denli büyük bir gizemin değişmez tefekkürü içine çekilmiştir ki, kendisi de ne olduğunu bilmez. Doğulu mudur yoksa batılı mı, laik midir yoksa Müslüman mı, çirkin midir yoksa güzel mi, zengin midir yoksa fakir mi? Laik Avrupai bir hayat tarzını benimseyen aydınlarla Kuran’ın emirlerine göre yaşayan, zamanında buraya göç etmiş Anadolulu köylüler hep birlikte yaşıyorlar.

Gizli saklı olsa da nereye bakacağınızı bildiğinizde, 1920’lerde Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce bir zamanlar çeşitli din ve etnik kökenden insanın adını Konstantinopolis olarak bildiği bu şehri oluşturan azınlık nüfusun izlerini görürsünüz. Grekçede Konstantinoupolis olarak söylenen Konstantinopolis’in başka adları da vardı. Arapçada Konstantiniyye, Ermenicede Bolis, Bolşevik İhtilali’nden kaçarak gelen Beyaz Rus göçmenler için de Tsarigrad. Türkler resmi olarak Konstantiniyye adını kullandıkları için siz de bu kitapta zaman zaman bu isimle karşılaşacaksınız.

Her büyük şehrin çeşitli adları ve lakapları vardır. San Fransisco’da olduğu gibi Konstantinopolis adı da tek kelimeyle “şehir” (Eski Yunancada He Polis, günümüz Yunancasında ise i Poli) olarak bilinir. Bu kullanım şeklinin Yunanca ve Ermenicenin günlük konuşma dilinde hâlâ yaygın olduğunu öğrendim. Bugünkü Türkçede kullanılan İstanbul, Grekçede “şehirde” veya “şehre doğru” anlamına gelen “eis tin polis” ifadesinden gelmektedir. 1453’ teki fethinden önce bile “İstanbul” Türkçede bu şehir için en çok kullanılan addı. Buraya gelen ilk Türkler, Yunanlardan duydukları bu ifadeyi tam olarak ne anlama geldiğini bilmeden kendi sözlüklerine kattılar.

1930 yılında yeni bir posta sisteminin gelmesiyle, Türk yetkililer yabancıların Türkçe olmayan geleneksel adları terk etmelerini ve İstanbul’u kendi dillerinde tek ad olarak kabul etmelerini talep ettiler. Bir mektubu ya da paketi yollarken üzerine adres olarak “İstanbul” yerine “Konstantinopolis” yazdıysanız ismin dünya üzerinde kabul görmesine katkı sağlamış olan Türk PTT’si postayı size geri yolluyordu. Bir şarkıda söylendiği gibi “Eğer Konstantinopolis’te bir sevgilin varsa o seni İstanbul’da bekliyor olacaktır.”

Yeni Roma

Büyük Konstantin tarafından 330’da Roma İmparatorluğu’nun başkenti ilan edilen Yeni Roma, imparatorluk ikiye bölününce doğunun başkenti oldu. Şehri bir Yunan taşra limanından büyük bir metropol haline dönüştüren adamın adıyla anılan “Konstantinopolis”, dünyanın herhangi bir şehrinde olabilecek en güzel doğal alanlara sahiptir. Edward Gibbon, kentin konumunu Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi adlı kitabında şöyle tarif eder:

41 derece enlemde konumlanan 7 tepeli imparatorluk kenti, Avrupa ve Asya’nın karşı kıyılarına kadar ulaşmıştı. İklim sağlıklı ve ılıman, toprak bereketli, liman güvenli ve geniş, kıtanın bu tarafına yaklaşmak kısa menzilde mümkün olup savunması da kolaydı. İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı, Konstantinopolis’in iki kapısı olarak düşünülebilirdi. Bu iki önemli geçide sahip olan hükümdar burayı isterse denizyoluyla gelen düşmanlara kapatabilir isterse de ticari filolara açabilirdi. İşlenmemiş ticari emtialar her ne kadar Almanya ve İskitler’in yaşadığı bölgelerdeki ormanlardan (İskitya’nın ormanlarından) getirilmiş, Avrupa veya Asya’nın becerisiyle işlenmiş olsa da, Mısır’ın mısırı, en uzaktaki Hindistan’ın değerli taşları ve baharatı değişken rüzgârlarla asırlar boyunca antik dünya ticaretini cezbeden Konstantinopolis limanına getirilirdi.

Konstantinopolis tarihinde anılmaya değer birçok kişilik vardır. Bu hayalet oyuncular antik kentin görkemli ve kana bulanmış sahnesindedirler. Bunlardan ilki, 1000 yıldan fazla hüküm sürmüş bir kentin kurucusu olarak en büyük güce sahip olmak için çırpınıp duran gaddar asker-imparator Büyük Konstantin’dir. Tarihçi Cyril Mango’nun bakış açısıyla: “Konstantin Hıristiyan bir azizdi. Gerçekle bağı çok az olan azizlere özgü bir yaşam tarzını benimsedi. Bir kâfir tarafından vaftiz edildi, hem karısını hem de büyük oğlunu öldürdü, ölümünden sonra da bir pagan gibi defnedildi.”

Konstantin’in ileri gelen haleflerinden İmparator Trajan’ın soyundan geldiğini iddia eden İspanyol I. Theodosius’un bir Mısır dikilitaşının mermer kaidesine kazınmış tasviri Hipodrom’da görülebilir. Tasvirde Theodosius, imparatorluğun tören izleme alanında yanında iki oğlu Arcadius ve Honorius’la 21 yaşına gelmeden ölen, belki de öldürülen, Batı’nın imparatoru Valentian olduğu halde maiyetindekilerle birlikte resmedilmiştir.

İmparatorluk morunu giyen diğerlerini de bu kitapta görüyoruz: Başta Ayasofya’nın (Grekçede Hagia Sophia, Türkçede Aya Sofya veya Ayasofya) kurucusu Justinianus’la onun gençlik yıllarında bir fahişe olan ve pek de matah yanı bulunmayan olağanüstü imparatoriçesi Theodora’yı ve düğün için İtalya’ya giderken ateşli bir hastalık nedeniyle ölen Kutsal Roma İmparatoru Otto’yla evlendirilecek olan 2. Basil’in yeğeni 11. yüzyıl imparatoriçesi Zoe’yi. Kendisi ilk önce 3. Romanus, daha sonra da Konstantin Monamachos’la evlendirildi. Zoe, Romanus’un yüzünü Ayasofya’daki mozaikten sildirip kendi yanına Konstantin’in yüzünü işlettirdi. Zoe’nin tasvirini büyük katedralin güney galerisinde görebilirsiniz. Ayasofya’da mozaik portresini görebileceğimiz bir diğer imparator da içkili halde polo oynarken ölen Alexander’dır.

Osmanlılar

Osmanlı Türkleri ya da başka bir deyişle Osmanlılar, Selçuklu İmparatorluğu döneminde Anadolu’da savaşmış yağmacı 400 savaşçıdan oluştuğu söylenen bir grubun lideri olan ve 1288-1326 yılları arasında yaşamış Osman’ın soyundan gelmektedir. Bu Türklerin ilk inancı şamanizmdi. Türklere eşlik eden ve ilham veren şamanlar ve dervişler, onların ulusal kimliğini oluşturmakta başrolü oynadılar. Dervişler bugün bile Türkler için ikonik birer figürdür. Sebat karşılığını bulur, cümlesinin Türkçedeki karşılığı “Sabreden derviş muradına ermiş” atasözüyle açıklanmaktadır.

II. Mehmet, Osmanlı’nın önde gelen hükümdarlarından biriydi. 1451-1481 yılları arasında hüküm sürmüş “Fatih” lakaplı Mehmet, hünerli ve yüksek öngörülü sert bir adam olmakla beraber, acımasız bir savaşçı ve ileriyi gören bir planlamacıydı. Mehmet, İstanbul’u Türkler için fethetti ve takip eden 5 yüzyıl boyunca kenti tanımlayacak kurumları inşa etmeye başladı. Oğlu II. Bayezid, mistik eğilimli sofu bir adamdı. Mehmet’in Yunan ve Roma uygarlıklarını örnek alan politikası yerine, Arapların İslami rejimini gözetti. Bayezid’in dingin hükümdarlığı, imparatorluk sınırlarını genişletmeye devam eden başka bir büyük savaşçı Yavuz Selim’in yolunu açtı.

I. Selim’den sonraki bütün padişahların en büyüğü sayılan Kanuni Sultan Süleyman (Muhteşem Süleyman) başa geçti. Osmanlılar, bu ulu hükümdarları için unvan olarak Süleyman adının önüne Sultan sıfatı yerine “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi” anlamına gelen Farsça kökenli “padişah” kelimesini tercih ettiler. 1520-1566 yılları arasında yaşamış Süleyman’ın hükümdarlığı, doğuda Hint Okyanusu’ndan başlayıp bütün Küçük Asya boyunca devam ederek kuzeyde ve batıda Balkanlardan Viyana kapılarına kadar ve yine güneyde Orta Doğu boyunca Afrika’ya ve Mısır’ın güney sınırlarına ve Kuzey Afrika’dan Cebelitarık Boğazı’na kadar uzanan bir imparatorluğun bölgesel ilerleme noktasıydı.

Ne yazık ki saray entrikaları yüzünden tahtını, kendisinden sonra ülkeyi yönetmekte yetersiz kalmış II. Selim’e ya da lakabının işaret ettiği üzere Sarhoş (Sarı) Selim’e bıraktı. Selim söylentilere göre bir şişe Kıbrıs şarabını bir dikişte içip Topkapı Sarayı’nın imparatorluk hamamının kaygan mermer zemininde kayarak kafatasını çatlattı ve 1574 yılında vefat etti. Beklendiği üzere Selim, bu büyük imparatorluğun çöküşünü başlattı – hemen hemen 450 yıl süren hadiseli bir çöküş. Son padişah 6. Mehmet’in 1922’de beraberinde zevceleri ve cariyeleri olduğu halde Dolmabahçe Sarayı’nın arka kapısından bir İngiliz savaş gemisiyle apar topar İtalyan Riviyerası'na sürgüne gönderilmesi ile Avrupa’nın hasta adamının sonu gelmiş oldu.

O DÖNEMDE ŞÜPHESİZ KAYDA DEĞER herhangi bir olay vuku bulmamasından ziyade 18. yüzyılın büyük değişimler zamanı olması nedeniyle Süleyman’ın hükümdarlığından sonraki 2 yüzyılı atlıyoruz. Osmanlılar, Avrupalı güçler ve Çarlık Rus-yası tarafından gölgede bırakıldıklarını ve dünyanın onlara ayak uydurmasını beklemek yerine değişen dünyaya ayak uydurmak zorunda olduklarını anlamaya başladılar. Üstelik Osmanlı mimarisi Avrupa’nın barok ve rokoko tarzını yansıtmaya başlamıştı bile. Dolayısıyla sonraki birkaç yüzyıl boyunca ihtişamdan basitliğe geçiş yaptılar. Güzelliğe ve lükse düşkün III. Ahmet, imparatorluğun ötesindeki dünyada olup bitenlere karşı duyarlılığı ile 18. yüzyılın ilk 30 yıllık dönemi boyunca süren Lale Devri’ne öncülük etti.

19. yüzyılın başlarında, Osmanlı İmparatorluğu’nu çağdaşlaştırma gibi göz korkutucu bir işe soyunan II. Mahmut tahta geçti. İmparatorluğun yavaş yavaş parçalanmaya başlaması ve tarihi güçlerin olumsuz etkisiyle başarısızlığa mahkûm olmuş bir teşebbüs… 19. yüzyılın sonlarında başa geçen iki hükümdar Abdülaziz ve II. Abdülhamit, beceriksizlikleriyle dikkat çeken cahil kişilerdi. Belki de bu sendeleyen ve yıkılmaya yüz tutmuş eski imparatorlukta modernizasyon ve batılılaşma çabalarının tamamen imkânsız olduğunu sezdikleri için, zamanı geri döndürmeye çalışıp borç parayla otokratik bir geçmişte yaşıyorlardı.

Türk ulusunu Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan enkazdan kurtarmak, -kabul gören ismi “Baba Türk” veya “Türklerin babası” anlamındaki Atatürk olan- Türkiye’nin büyük ulusal kahramanı Mustafa Kemal’e düştü. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı Atatürk, öncülleri Fatih ve Kanuni Sultan Süleyman seviyesinde ileri görüşlüydü ve modern Türkiye’yi aynen onların Osmanlı İmparatorluğu’nu biçimlendirdiği gibi biçimlendiriyordu. Suretini paralarda, berberlerin ve o lezzetli Türk usulü köfteleri servis eden köfteci dükkânlarının duvarlarında, polis karakollarında, meyhane ve tavernalarda görürsünüz. Atatürk, büyük öncülü Fatih Sultan Mehmet gibi mizacında tuhaf tavırları da olan karmaşık bir adamdı; ancak Winston Churchill’le George Washington’ın kendi ülkeleri için olduğu gibi o da kendi ülkesinin her şeyiydi ve hatta belki de daha fazlasını ifade ediyordu.

Kentin Rumları, Yahudileri ve Ermenileri

İstanbul’un benzersizliğinin bir bölümü, katman katman sıralanmış tarihsel dönemlerinden ve farklı etnik gruplarla dinlere ait hikayelerin birbirleriyle kesişmesi, rekabet etmesi ve birbirlerine aykırı düşmelerinden kaynaklanmaktadır. Bizans tarihi, Osmanlı tarihi ve kentin Rum, Yahudi ve Ermeni azınlıklarının hikâyeleri de zaten içten içe kaynayan bir hüznün parçalarıdır. Osmanlı İmparatorluğu, başkentteki sayıları en az Türkler kadar olan Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler’den oluşan kozmopolit bir yapıya sahiptir. Balkanlardan gelen Sırplar, Hırvatlar, beyaz takkeli Arnavutlar, Bulgarlar ve Macarlar ile Venedikli tacirler ve Cenevizli denizciler, Çerkezler, Acemler, Araplar, sarıklı Türkmenler, Kürtler ve siyahi Afrikalılara yakın zamanda eklenen kıymetsiz rubleleriyle dolu bavullarını taşıyan Ruslardan bahsetmiyorum bile. 19. yüzyıl gezginlerinden İngiliz Adolphus Slade, mahkûm nüfusun dini ihtiyaçlarına cevap vermek için bir cami, bir sinagog ve bir kiliseye ihtiyaç duyan bir hapishaneye yaptığı ziyareti aktarmıştır.

Fatih Sultan Mehmet, bir zamanlar Bizans İmparatorluğu’nun başkenti olmuş şehri ele geçirdiğinde nüfus ciddi bir biçimde azalmıştı. Böylece şehri, bütün Akdeniz dünyasının tamamından verimli ve üretken yurttaşlarla doldurmak üzere işe koyuldu. Bu maksatla 1492’deki engizisyon sırasında İspanya’dan kovulmuş Sefarad Yahudilerine ibadethane teklif etti. Tıpkı ataları Mayflower’la göçmen olarak gelmiş Amerikalıların yeni gelenlerden daha üstün bir konumda olduklarını iddia etmeleri gibi, bu İstanbullu Sefaradların kendini beğenmişliğinin odağı da İspanya’dan gelen “ilk 16 gemi” içinde olduklarını iddia etmeleriydi.

Bizans zamanından 16. yüzyılın sonunda mahallelerinin Yeni Cami’ye yer açmak için yıkılmasına kadar, Eminönü rıhtımı boyunca Karay Yahudileri yaşıyordu. (“Yeni” sözcüğü İstanbul’da, tıpkı Oxford’daki 14. yüzyılın “Yeni Kolej”i gibi görecelidir.) İşçi sınıfından olan Yahudiler, Rum mahallesi Fener’e komşu olan Haliç kıyısındaki Balat’a taşınırken daha zengin olanlar da geleneksel olarak Ceneviz, Venedik ve diğer İtalyan denizci ve tüccarlarına ev sahipliği yapmış olan Galata’ya yöneldiler. Aynı zamanda Marmara Denizi’ndeki Prens Adaları da bu azınlıkların birçoğuna ev sahipliği yapıyordu. Israrcı bir Hıristiyan önyargısına rağmen, sultanlar Yahudileri cesurca savundular. 1840 yılında I. Abdülmecit özellikle “Yahudi ulusunun korunacağına ve savunulacağına” dair bir ferman yayınladı.

Birçoğu, Avrupalılaşmış Karaköy semtindeki Bankalar Caddesi etrafında yaşayan İstanbullu Yahudi topluluğu, Osmanlı bürokrasisinin ihtiyaçlarına hizmet etti. Diğer birçok Yahudi de şimdiki adıyla bankacılık sektörü için çalıştılar. Bu ailelerin en önemlisi 18. yüzyılda şehre gelmiş Venedikli Yahudi sermayedar ve emlak baronları Kamondo Ailesiydi. 1881 yılına ait emlak araştırması listesinde Kamondoların 10 adet han, 27 adet apartman ve ev, bir adet tiyatro, 50 adet dükkân ve Boğaziçi’nde 2 adet yalıya sahip oldukları görülmektedir.

Ne yazık ki Kamondolar 19. yüzyılda faaliyetlerini Paris’e taşıdı. Gecenin bir yarısında Naziler kapıları vurarak Parisli Yahudileri toplayıp pek azının dönebildiği doğuya giden trenlere bindirdiklerinde, bu göç etmiş İstanbullular Atatürk Türkiye’sinde sahip olacakları himayeden yoksun kalmış oldular. Kamondoların sonuncusu da Auschwitz’te can verdi. Paris’te bıraktıkları hatıra, dekoratif sanatlara tahsis edilmiş olan “Nissim de Camondo Müzesi”dir. Bu zarif konak 1860 İstanbul doğumlu Moise Camondo tarafından I. Dünya Savaşı sırasında Fransa için savaşan oğlu Nissim adına Fransızlara verilmişti.

Büyükada’daki Splendido Oteli’nin lobisinde sigara tüttürüp atalarına ait Sefarad dilinde skor tutarak briç oynayan yaşça geçkin Yahudi hanımları hâlâ nadiren de olsa görebiliriz. Karaköy’deki Yahudi Müzesi İstanbul’un tarihini bu açıdan görmek için iyi bir mekândır.

İstanbullu azınlıklar için her şey bu kadar da ahenkli değildi. 16. yüzyılın başında I. Selim, 2 yaşlı yeniçerinin bunun bir fetihten ziyade anlaşma olduğu konusunda kendisini ikna etmelerine kadar şehirdeki tüm kiliseleri kapatmak istiyordu. İslam geleneklerine göre bu durum, kentin sakinlerinin ibadet yerlerini korumasına izin verilmesi anlamına geliyordu. 19 yüzyılda yeri yerinden oynatacak olan milliyetçilik rüzgârları, ulusların daha büyük bir kültürel ve politik kimlik içinde birleştiğini öne süren Osmanlı ruhuna aykırı düştü.

Osmanlılar, vatandaşları üzerindeki hâkimiyetlerini kaybettikçe ve yıllar içinde her taraftan sürekli olarak saldırıya uğradıkça daha acımasız karşılıklar vermeye başladılar. Philip Man-sel Konstantiniyye, Dünyanın Arzuladığı Şehir kitabında şöyle anlatır: “1896 yılının alelade bir gününde Girit’ten ayaklanma, Lübnan’dan isyan ve Rusya’dan da Ermenilerin Doğu Anadolu’ya akın ettiği haberleri geldi.” Bu Ermeniler, Türk köylüleri, askerleri ve düzensiz Kürt Birlikleri tarafından kıyıma uğramıştı; İstanbullu Ermeniler de tehlike içindeydi. Çarlık Rusyası’yla müttefik olan radikal bir Ermeni grup, yalnızca Osmanlı birliklerine değil Ermeni Patriği’ne de saldırı düzenledi. Çokkültürlü Ortaköy semtinde de Rumlara saldırıldı. 1895 yılında tabanca ve bıçaklarla kuşanmış 2 bin kadar ayaklanmacı devrimci şarkılar söyleyerek “ya özgürlük ya ölüm” sloganıyla Bâb-ı Âli’ye yürüdüler. II. Abdülhamit’te her ikisi de yoktu. Polis kalabalığa ateş açtı ve birçoğu öldürüldü.

1896 yılında Ermeni ihtilalciler, vatandaşlarının kıyıma uğramasına dünyanın dikkatini çekmek istedikleri zaman tabancalar, el bombaları ve dinamitlerle kuşanmış olarak Karaköy’deki Osmanlı Bankası’na doğru harekete geçip birçok insanı öldürdüler, 14 saat boyunca 150 kadar çalışanı ve müşteriyi rehin tuttular. İhtilalcilerin kanundışı hareketlerine maruz kalan Türk topluluğuna ve Sultan II. Abdülhamit’e misilleme yaptılar. (Hem II. Abdülhamit’ten hem de ihtilalcilerin kanundışı hareketleri karşısında öfkelenen Türk topluluktan gelecek misillemeyi harekete geçirdiler.) Polis sokaklarda ve rıhtımda ölümüne dövülen Ermenilere seyirci kaldı. At arabaları cesetleri uzağa taşıdı.

Varlıklı Rumlar, Türkler ve Yahudiler çalışanlarını ve hizmetlilerini koruyabiliyorlardı. Bu durumda en çok acı çeken fakir Ermeniler oldu. Azınlıkların onları yönetenlere karşı ortak bir tavır alması beklenebilirdi ancak durum böyle değildi. Abdülhamit ve Rum Patriği III. Joachim’in oldukça yakın bir ilişkileri vardı; birbirlerine hediyeler veriyor ve Yıldız Sarayı’n-da Rumca sohbet ediyorlardı. Dediğim gibi, Osmanlılar Yahudi vatandaşları için güvenli bir cennet sağlamışlardı. Ancak daha sonraki yıllarda varlık vergileri İstanbullu Yahudileri ve Rumları hedef aldı ve birçoğu servetlerinin yok olmasını göze almak istemedikleri için burayı terk ettiler. 1950’li yıllarda milliyetçi isyancılar azınlıklarca, özellikle de Rumlar tarafından işletilen iş yerlerinin vitrinlerini kırıp döktüler.

Ermeni ve Rumların İstanbul’daki deneyimleriyle ilgili çok fazla İngilizce yazılı kaynak bulmayı başaramadım. 32. Bölüm’de daha çok bahsedeceğimiz Yunan şair Kavafis’in çocukken bu sokaklarda dolaştığını biliyoruz. Konstantinopolis’teki Rumların hikâyesi, İngilizce okurların dikkatine sunulmak üzere bekliyor. İstanbul’un geçmişine bakanlar bu azınlıkları gözünün ucuyla görebilir, zira onlar nadiren şehrin ilgi odağının merkezinde olmuşlardı. Bu yüzden Elif Şafak’ın yazmış olduğu 2006 tarihli Baba ve Piç adlı roman çok önemlidir. Hikâye, İstanbul’u ziyaret eden, normalde San Fransisco’da yaşayan Ermeni asıllı genç bir Amerikalı kadını anlatıyor ve bu kadının ailesinin tarihinin şehrin tarihiyle ne kadar iç içe geçmiş olduğunu gösteriyor. Ermeniler Konstantinopolis’in entelektüel hayatında önemli bir rol üstlenmişti. 2007 yılında, açıksözlü bir Ermeni asıllı Türk gazeteci Hrant Dink’in 17 yaşındaki bir Türk milliyetçisi tarafından suikaste kurban gitmesi, 100 bin İstanbulluyu ellerinde “Hepimiz Ermeniyiz” yazılı pankartlarıyla protesto gösterisi için sokağa döktü.

Bugünkü İstanbul’da Rumlar, Ermeniler ve Yahudilerin nüfusu büyük oranda azalmıştır ve şehir onların yokluğuyla gittikçe fakirleşmiştir. İstanbul, görünüşte cumhuriyetçi “Türkiye Türklerindir” sloganını benimsemiş ve bir zamanlar kenti renklendiren bu azınlıkları unutmaya razı olmuşken diğer bir yandan da ezan sesiyle kilise çanlarının aynı anda duyulduğu, İbranice yazıların sinagogların kapılarına kazındığı, çeşitli dillerin konuşulduğu ve birçok dini festivalin düzenlendiği bir yer haline gelmiştir. Eski İstanbullular hâlâ Rumları, Ermenileri ve Yahudileri hatırlıyor ve özlüyorlar. Hıristiyan olmayan birçok İstanbullu dinsel olmayan bir Noel’i kutluyor ve hatta Santa Maria ve San Antonio di Padua Katolik kiliselerindeki geleneksel toplu ayinlere katılıyorlar. Bu tükenmiş topluluklar, unutmanın ve hatırlamanın şehri İstanbul’un derin hafızasının bir köşesinde sessizce durmaya devam ediyor.



Galata köprüsünde eski şehirle yenisi arasında kalmış 1878 yılına ait bir manzara:

Sırtlarındaki koca yükün altında eğilmiş, koşuşturma içindeki bir yığın Türk hamalın arkasından, içinde Ermeni bir hanımın köşesinden görünüverdiği sedef ve fildişi kakmalı bir tahtırevan geliyor. Tahtırevanın bir yanında beyaz sarıklı bir Bedevi, diğer yanında ise mavi kaftanlı ve başına beyaz tülbent bağlamış yaşlı bir Türk göze çarpıyor. Yanlarından genç bir Rum hızla geçiyor, onu işlemeli yeleği içindeki tercümanı takip etmekte. Yanı sıra üniformalı uşakların arkasında Avrupalı büyükelçiyi taşıyan at arabasına yol açmak için kenara çekilen mahruti şapka ve devetüyü pelerinli bir derviş var. (…) Bir anda etrafınızı siyah astragandan gösterişli şapkalarıyla Acem alayı sarıyor. Hemen arkalarında, iki yandan yırtmaçlı uzun sarı bir kıyafet giymiş bir Yahudi, sırtına bağladığı çuvaldan sarkan bebeğiyle hırpani bir çingene, onun yanında elinde asası ve dua kitabıyla bir Katolik rahip, Yunan, Türk ve Ermenilerden oluşan karışık bir kalabalığın arasında atının üzerinde “Vardah!” (yol açın) diye bağırarak ilerleyen devasa bir hadım, onu hemen ardından takip eden yeşil ve mor giysili, büyük beyaz örtülere sarınmış harem kadınlarının olduğu çiçekler ve kuşlarla süslü bir Türk atlı arabası; hemen yanlarında Pera’daki hastanelerden birinden geldiği belli olan bir hemşire, onun da ardında maymunuyla yürüyen Afrikalı bir köle ve de cübbesi içinde bir falcı…

-Edmondo de Amicis, İstanbul.