Loe raamatut: «Mil»
Roman, merhum kardeşim Seyyad’ın aziz hatırasına ithaf olunur
İki gencin ölümsüz aşk hikâyesini konu edinen “Mil” romanı, aşk hikâyesi seven okuyucuları memnun edecek sanatsal bir üslupla kaleme alınmıştır. Bu eser, milliyeti veya dini ne olursa olsun herkes için eğitici olması yönüyle çağdaş dünya edebiyatında büyük bir değere sahiptir. Ulusların kardeşliği için sağlam sütunlar vardır. Bu sütunlar millî ve dinî değerlerle yoğrulmuştur. Eser 1977-1979 yılları arasında eski SSCB ideologlarından Suslov tarafından Tahran’a gönderilen Pravda gazetesinin Şarkiyat eğitimi almış muhabirinin hayat hikâyesidir. Suslov’un bu iş için Kazan’da doğmuş olan Osman İsmayılov’u seçmesi tesadüf değildir. O, Emir Timur’un Tebriz’den Semerkant’a esir götürdüğü Tebrizli bir ailenin soyundan gelmektedir…
Sabir ŞAHTAHTI
Kitapta gerçekleşen olaylardan ilmi bir kaynak olarak istifade edilemez
BİRİNCİ BÖLÜM
BEN ONU KENDİM İÇİN SEVİYORDUM, O BENİ…
BİRİNCİ BÖLÜM
BEN ONU KENDİM İÇİN SEVİYORDUM, O BENİ…
Her ayrılışımızdan sonraki kısa zaman dilimi yıllar kadar uzun gelmiş, aşk ateşiyle alevlenen hayal dünyam kanatlanıp beni sonsuzluğun bilinmeyen bir noktasına kadar götürmüştü. Hatıralarım, ilk defa çocuk sesi işiten sihirli bir aleme benziyordu. Kâh bebek gülüşünden ilhamını alan dede ve nine kâh evladının gelecek hayalleri ile övünen baba kâh yavrusunun çiçek kokusuyla sarhoş olan anne gibi böbürleniyordu ruhum. Bazen terk edilmiş bir bebeğe benzetiyordum kendimi. Bir an için umutsuzluk girdabında kayboluyordum: ya o gelmezse, geri dönmezse, beni hayatın güzelliğinde saklamazsa?.. Bütün vücudumu saran aşk düşüncelerime düşman, aklıma hâkim, varlığıma galip olmuştu. Lirik müzik sesleri ile sirk izleyicilerini eğlendiren bir canlıya dönüşmüştüm sanki. Şimdi beni aşk yönetiyordu. Ben onun yalnızca kendisini değil adını ve varlığını da seviyordum. Dinlemeye, bakmaya, varlığı ile bağlı hayallere dalmaya doyamıyordum. Mevlâna, “Sevdiğinin nazını değil, cefasını çekmektir sevda…” demişti. Günde yüz, belki de yüz bir kere düşünüyordum onu. Düşüncelerim kâh çamurlu yoldan geçiyor kâh sert kayalara doğru yaslanıyor kâh başı karlı dağlara tırmanıyordu. Sevgilimin cefasının çekmek sevdasına gelip durduğumda vücudum titriyordu. Istırap çekeceğimden değil onun eziyet çekeceğinden korkuyordum.
Beni ben yapan, uzun yıllar arayıp da zar zor bulduğum sevgi ruhlu hayat yolu nereye götürüyordu beni? Neden, niçin bu kadar huzursuzdum? Cevapsız sorular beni çok yoruyor, üzüyor ve umutsuzluğa duçar ediyordu. Ben onu kendim için seviyordum, o beni sebepsiz seviyordu! Bak, sevgimizin farklı yalnızca bu idi. Onun için her şey yapabilirdim. Taşı sıkıp suyunu çıkarırdım, sudan ocak yakardım, fırtınaların karşısında kalkan olup varlığını korurdum. Bir tek acısını yaşamak ağır gelirdi bana. Çünkü Albina’yı acı içinde görmekten korkuyordum. Ne yapabilirdim ki kaderim bu yolda çizilmişti!
HANGİ SUSLOV?
Baş editör Viktor Afanasyev1 beni kapının girişinde karşıladı. Rengi solmuştu. Onu bu hâlde görünce selam vermeyi de unuttum. Birçok kimsenin kültürlü ve adaletli olarak bildiği bu şahsı ben kaba ve kendini beğenmiş bir adam olarak düşünüyordum. Hem de çok korkak tabiatlı biri olduğunu hissetmiştim. Konuşurken gözlerini sağa sola kaçırıyordu. Onunla bu zamana kadar toplam iki defa görüşmüştük. Daha doğrusu bir kez işe girdiğimde şube müdürü ile birlikte huzurunda bulunmuştum. Bir kez de yılın üç aylık sonuçlarının görüşüldüğü Parti Teşkilatı’nın2 genel kurulunda görmüştüm. Viktor Afanasyev hakkında en çok aklımda kalan şey onun hiç kimseye fikrini söyleyip tamamlamasına fırsat vermediğiydi. Aslında bu yaklaşım Sovyet iktidarında bürokratik bir kanun hâline gelmişti.
Şimdi o beni kapının girişinde niye karşılıyordu ki? Üstelik ayakta ve heyecanlı bir hâlde. Farkında olmadan dikkatimi onun düzensiz bağlanmış kravatına ve ofisteki nahoş kokuya vermiştim. Günlerdir penceresi açılmadığı için odadaki havanın değişmediği hissediliyordu. Üstüne Sovyet geleneklerine uygun olarak ofiste gizlice içilen içki ve sigara kokusu iyice birbirine karışmıştı. O, “Acele yoldaş Suslov’un yanına git.” dedi, hemen o an büyük bir terbiyesizlik yaptığının farkına varmış gibi ses tonunu alçaltarak “Gidin…” düzeltmesi ile devam ettiğinde sözlerini o kadar garipsedim ki sanki büyük bir çakıl taşı darbeyle duvara çarpıp düştü onun yanına. O kolumdan tutup sanki sürükleyecekmiş gibi kabul odasına çıkardı:
– Bir dakika dahi beklemek yok, aşağı inin şoför sizi bekliyor…
Viktor Afanasyev aceleci, heyecanlı ve titrek bir sesle söylediği bu cümleyle düşüncesini ifade etse de demek istediği asıl şey her ne ise onu yuttu. Bunu korkak bakışlarından ve titrek sesinden anlamıştım. Aşağı indim.
Yirmi dört yaşıma dayanmıştım. Hayatımda ilk defa belirsizlik içerisindeydim. Suslov bizim gazetenin de neşredildiği matbaanın genel müdürüydü. Bildiğim kadarıyla adı ve soyadı başkaydı. Her kim ise onu Mihail Suslov3’a benzetip “Suslov” diyerek çağırdığı için adı böyle kalmıştı. Duyduğuma göre o, Suslov lakabı ile çağrılmaktan çok memnun oluyordu. Kısacası Suslov’un çalışma odası bizim redaksiyon odası ile karşı karşıya, ek binada yer alıyordu. Onun yanına tek bir defa bu gece, nöbetçi olduğum vakit basılmaya gönderilecek hazır gazete listelerini mühürletmek için gitmiştim. Aslında bu yetkiyle glavredler4 ilgilenirlerdi. O sırada glavred Suslov’un odasında olduğu için sayfaları ona vermek maksadıyla Suslov’un odasına götürmüştüm. Şimdi baş editörün dediği gibi beni bu iki yüz metrelik mesafeye araba götürmeliydi. Niye? Bu sorunun cevabını bulmak için zihnimi yormak niyetinden uzak durmuştum. Merdivenlerin karşısında beyaz bir “Gaz 24” durmuştu. Çiseleyen yağmur pencerelerden içerinin görünmesini engellese de göz ucuyla bakıp direksiyon arkasındaki karaltıdan şoförün salonda olduğunu anladım. Arabaya yaklaşmak düşüncesinde değildim. Yeniden şiddetlenen yağmur fırsat verse karşı binaya yürüyerek gidecektim. Binanın çift camlı giriş kapısının arkasında bir iki dakika beklemiştim, o sırada arkadan Albina’nın ayak seslerini duydum. Evet, ben onu adımlarının sesinden ve de meftun edici kokusundan tanımıştım. Aslında hiçbir zaman pahalı koku sürmezdi. Nedense ondan gelen koku beni hep mest ediyordu… Her ne koku sürerse sürsün bilirdim ki onun doğal kokusudur.
Her işittiğimde bana yaşama umudu veren, ruhumu güçlendirip gözlerimi ışıldatan ayak seslerini işittiğimde Suslov’u da unutmuştum, editörü de beyaz arabayı da aralıksız yağan yağmuru da. Sevdiğim kızı, sözlümü, ninemin diliyle söyleyecek olsam nişanlımı, gelecekteki hayat arkadaşımı kucaklayıp bağrıma basmak istiyordum. Birbirimize öyle ısınmıştık ki sanki doğduğumuzdan beri birbirimizi tanıyorduk. Sanki iki yıllık değil uzun yılların dostu, sevgilisiydik. Albina merdivenlerden indiğinde çiçek desenli şemsiyesi açıktı. Ayak sesleri beni geri çevirdiğinde o, aceleyle şemsiyesini toplamaya çalışıyordu. Ona doğru birkaç adım yürüyüp şemsiyeyi bir kenara attım. Albina’nın elinin sıcaklığı bütün vücuduma nüfuz etti. Kucaklamak istediğimi hemen anlayınca endişeyle etrafına bakındı:
– Kendine gel. Ne yapıyorsun, deli misin, ayıptır ya, bir gören olur!
Ben kayıtsız bir hareketle sağ kolumu onun ince beline dolayıp kendime doğru çektim. O kapana düşen bir kuş gibi çırpınmak istese de güçlü kollarıma teslim oldu:
– Görürlerse ne olur? Yanlış bir şey mi yapıyoruz? Helal nişanlımı kucaklamak için izin mi almalıyım?
– Ayıptır, toplum arasında, hem de yayınevinde bu tür davranışlar doğru değil. Ayrıca nişanlı değil, sözlü! Unutma bunu.
Yüksek sesle güldüm:
– Yayınevinde ha… Burası yayınevi değil, erotik film sahnelerinin eğitim alanıdır. Sen ki bunları çok iyi biliyorsun…
– Peki, peki, başlama yine. Herkes kendinden sorumludur.
Boylarımız birbirine denkti. Narin yürüyüşü, çoğu zaman dağınık olan kahverengi saçları, şefkatli bakışları Albina’ya sonsuz bir güzellik katıyordu. Ayakta durduğu zamanki gibi sandalyede otururken de işveliydi. Topuklu ayakkabıyla daha da güzel görünürdü. Ama benden uzun görünmemek için tanıştığımızdan beri topuklu giyinmezdi. Kol kola girip kapıya yöneldik.
O vakit tepeden tırnağa kadar ıslanmış bir kişinin içeri girmesi beni gaflet uykusundan uyandırdı. Yan tarafta kalan şemsiyeyi almak aklımızdan çıkmıştı. Onu almak için sağa çekildiğimde muhtemelen Albina’da bu maksatla sola döndü. O vakit şiddetli şimşeğin beyazımsı ışığı aramıza düştü. Yıldırım düşen ağacın gövdesi gibi iki yana bölündük. Sanki yüreğimde…
Az önceki mutluluğumdan eser kalmadı. Kendime gelene kadar Albina şemsiyeyi alıp yeniden koluma girmişti. Ama nedense bu defa sağ tarafımdaydı. Şimdi ne onun sıcaklığını hissedebiliyordum ne de duygularım önceki hâldeydi. Ne zaman Albinasızlık korkusu aklıma düşse hep böyle olurdum.
Yan yana yürürken Albina yüzümü görmüyordu. Ben cam kapıyı açmak için elimi kapı kulpuna attığımda narin sesi duyuldu:
– Ne oldu, ruh hâlin niye değişti?
Yalan söyleme, uydurma yeteneğimi ve hazır cevaplılığımı devreye sokup vaziyetten kurtulmak istedim:
– Beni terk edip gidiyorsun, hâlâ daha keyfim yerinde olsun istiyorsun?
Artık kapıdan geçmiştik. Kızıl sonbaharın gelişi, koca çam ve köknar ağaçlarının kokusu ile yağmurun birlikteliğinin kokusundan başka hiçbir şey hissedilmiyordu. Albina, yemekten sonra sahibine sığınıp neşelenen tok kedi gibi bana doğru yaklaşıp yüzünü saçlarımda gezindirdi.
Daha iki saat önce telefonda görüşmüştük. Bugün ninesinin doğum günüydü. Onun için eve erken gidecekti. “İzin aldım.” dediğinde gözlerimi beyaz “Volga”dan ayırmadan şaka yaptım:
– Nine razı olsa restoranı kapattırırdım.
– Hayır, hayır gerek yok, deyip şakamı oldukça ciddi karşıladı.
Aslında sabah işe geldiğinde bütün bu meselelerin hepsinde anlaşmıştık. O, yemekten sonra izin alıp gider, bense mümkün olduğu kadar erkenden varırdım eve. Fakat hâlâ daha anlaşılmayan Suslov olayı aklımı öyle karıştırmıştı ki sorduğum soruları bir daha sormaktan yorulmuyordum. Şimdi de içine düştüğüm durumdan kurtulmak için bahane arıyordum. Zaman ise beklemiyordu. Ayrılık vakti gelmişti. Elimle karşıdaki binaya gösterip:
– Sana akşama kadar kendimi getireceğim. Vaktinde varacağım. Çok bekletmeyeceğim. Aşkım, belki beni oraya götürüp sonra gidersin. Senin şemsiyenin altında gideyim ki ıslanmayayım, dedim.
Bu sözleri söylediğimde ninenin özenle hazırlanmış doğum günü masası gözlerimin önünde canlandı. Her şey hazır, yemekler buğulanır. Bir tek ben yokum. Ninelerdeyken ara ara ile beni sorup kaş çatıyorlar, her şeyi Albina’nın burnundan getiriyorlardı. İki mızmız kadının azarlayıcı sözleri Albina’yı güçsüz, hareketsiz bir hâle getirmiş, kanepenin köşesine sıkıştırmıştı.
“Benimle gelmiyor musun” dediğinde onun sesindeki üzüntüden hem üşür gibi oldum hem de biraz sevindim. Üzüntüm, onunla giderek akşama kadar evlerinde aynı yerde bulunmak şansını yitirmektendi. Sevincim ise bahtiyarlık kokusundan mest olmaktı, Albina’nın bana manevi bağlılığını her an hissediyordum. Belinden tutarak var gücümle bana doğru çektim. Kulağına “Seni istedim.” fısıldamak bahanesiyle boynuna sıcak bir öpücük kondurdum. Albina merakla:
– Hayrola, matbaada ne işin var? Yoksa orada da gözaltında mısın?
Yersiz de olsa yüksek sesle kahkaha attım:
– Yok canım, gözümün altı da üstü de gözlerimin içi de sensin.
Gülümsediğinde avurtları sarkarak küçük bir çukura düşer, yanaklarının rengi yeni olgunlaşan kayısı taneleri gibi allanırdı. Dillendirdiğim övgülerin sonucunu görmek için çevik bir hareketle dönüp onunla yüz yüze durdum. Başımı hafifçe kıpırdatıp görünüşünden ne kadar etkilendiğimi gösterdim. Fakat zaman beni acele etmeye mecbur ettiği için konuya geçtim. “Editör beni Suslov’un yanına gönderdi” deyip ciddi bir duruş takınınca Albina hayretle “Hangi Suslov” diye sordu. Cevabını beklemeden devam etti:
– Hayrola? Onlar düşmanlardır. Belki Mihail Suslov’un yanına gönderdi sen yanlış anladın?
O vakit baş editör bağırtısını duyup geri döndük. O aralıksız yağan yağmura aldırmandan bize doğru yürüyordu. Yardımcının kaba hareketleri ve intizamsızlığı birbirini tamamlıyordu. Gömleğinin üst düğmesi açık olur, kravatı eğri takardı. Pantolonu sarkık göbeğinden kasığına kadar aşağıda olurdu. Kaşla göz arasında “Tam da karikatürlük bir duruşu var” diyerek Albina’ya baktım. O ise alışkanlık edindiği üzere gözlerini kısıp başını azıcık aşağı eğerek “Doğru” dedi. Yardımcı yanımıza varır varmaz hırıltılı bir sesle devam etti:
– Sen buralarda neden eğleniyorsun? Yoksa bizi astırmak, kurşuna dizdirmek mi istiyorsun? Bağışla beni bu yaşımda Lefortova’da5 “dinlenmek” niyetinde değilim. Tam o sırada “Gaz 24”ün şoförü direksiyonun arkasına geçip arabayla bize doğru geldi. Baş editör beni kendi şemsiyesi altına alarak “Acele edin. Bekleyecek vakit yok, gecikirseniz derimizi yüzerler” dedi. Arabaya baktığımda ilk gözüme çarpan siyah renk altında parıldayan plaka oldu. O an arabanın arka plaka yerinin boş olduğunu hatırladım. İşittiğime göre Kremlin ya da KGB arabalarının arka plakaları takılmıyordu…
Kremlin’i defalarca televizyon kanallarında görmüştüm. Bu ışıklı ve muhteşem mekân benim için ulaşılmazdı. Arabanın plakasız olduğunu fark edince Kremlin’in ışıklı koridorlarını hatırladım ve istemsizce bütün bu göz kamaştırıcı manzara bir anda zihnimden kaybolup karanlık bir koridoru, korkunç bir mağarayı anımsattı.
İKİNCİ BÖLÜM
ALBİNA’M
İKİNCİ BÖLÜM
ALBİNA’M
Albina ile Moskova Devlet Üniversitesi’nin (MGÜ)6 yemekhanesinde tanışmıştık. O gün ikimizde sınavdan çıkmıştık. Açgözlü bakışlarla onu büyülediğime ikna olup yemek tepsisiyle onun masasına geçtim. Sohbetimiz derslerden açıldı. İkimizde Doğu Bilimleri Fakültesi’ndeydik, ben Arap Tarihi o da Tercümanlık bölümünde okuyordu. “Aynı fakültedeyiz. Sizi bu zamana kadar nasıl görmemişim?” dediğimde kulaklarına kadar kızardı. Bu kadar zarif ve nazik bir kızla tanışmam sabırsızlığımı zirvelere çıkarmıştı. O, benim yerli yersiz sorularıma temkinli, kısaca ve akıcı cümlelerle cevap veriyordu. Düşüncelerini o kadar açık ve anlaşılır ifade ediyordu ki sanki yemekhanede değil hitabet dersi sınavdaydı.
Ciddilik ona ne kadar yakışıyorsa tebessüm de güzelliğini o kadar artırıyordu. Mizacım gereği ilk buluşmada önemsizmiş gibi tavır takındım:
– Bir iki yıl sonra bu beyaz benzinden eser kalmayacak.
Sahiden de marifet sahibine bir işaret yeterli. O, benim ne demek istediğimi hemen anladı. Biraz işveli bir bakışla:
– Arabistan çöllerinin veya Mısır’ın sönmeyen güneşinin beni yakacağını mı söylemek istiyorsunuz? Kim bilir, belki yılanların cirit attığı Afrika’nın sahralarıdır kısmetim. Her şeyin bir çaresi var. Çarşafa bürünürüm, dedi.
Kaşığı boş kâseye dayayıp sağ eliyle ipeksi pürüzsüz saçlarının bir tutamıyla yüzünün yarısını örttü. Islak dudaklarına değen saçları hemen parıldıyor arzularımı kamçılıyordu. Sanki o da bunun farkına vardığı için univermak7 vitrinlerini süsleyen oyuncak bebeklere benzer duruşunu bozmakta aceleci davranmadı. Onun bu tavırlarına ve duruşuna karşılık verecek bir söz bulamadım. Başladım onun hareketlerini taklit etmeye. Öncelikle tıpkı onun gibi kaşığı boş kâsenin kenarına dayadım. Bunun ardına elimi nasıl aceleyle uzaktıysam işaret parmağım kaşığa değdi ve kaşık yere düştü. Sakarlığımı belli etmemeye çalıştım. Fakat beceremedim. İş işten geçmişti artık. Muhakkak, kızardığım için bunu hissetmişti. O an sağ elimi boynuna doğru uzatıp alışveriş merkezlerindeki cansız mankenler gibi görünmek istediğimde dirseğim kâseye değmiş ve borş8 çorbası devrilmişti. Kaş yapayım derken göz çıkarmıştım. Birbiri ardınca yaptığım hatalardan dolayı çok üzgündüm. Bu davranışlarıma ne tepki vereceğini anlamak için Albina’nın irice gözlerine umut bağlamıştım. O ise hiç acele etmiyordu. Hatta gözlerini kaçırdı benden. Aniden köfte ve püre olan tabağı eline alıp kendi tepsisine koyarak ayağa kalktı:
– Kalk, yan masaya geçelim. Sen masadan hiçbir şey götürme, yeni tepsi alıp gelirsin.
Keyfimi kaçıran bu manzarayı görmemek için biraz ileride, pencerenin karşısındaki masayı ona işaret edip yeniden çorba ya da borş çorbası almak için kasaya doğru gittim. Albina gösterdiğim masada yüzü bana dönük oturmuştu. Alttan alta onun hareketleri izleyebiliyordum. Sabırla izliyordu beni.
İşte yine yüz yüze oturmuştuk. Kendimi daha medeni göstermeye çalışıyordum. Bugüne kadar bana bugünkü gibi etkili bir davranış dersi veren olmamıştı. Fakat Albina kendini o yere konumlandırmadan masa arkasındaki tanışıklığımızı devam ettirdi. “Ben hocanın yanına gidiyorum, resmî görüşmelerin ve tercümelerin tutanaklarını, siyasî tercümelere dair teorileri öğrenirim. İsterseniz birlikte gidebiliriz.” dediğinde yine dilimi tutamadım:
– Çarşafla nasıl yürüneceği, İslam gelenekleriyle nasıl hareket edileceği, seçkin Araplara nasıl davranılacağı meseleleri ders listesine dahil midir?
Benim tamamıyla alay ederek sorduğum sorulara o ciddi bir şekilde: “Elbette ki. Söylediklerinizin hepsi müfredata ayrı ayrı bölümler olarak dahillerdir.” diyerek birkaç saniye sustuktan sonra devam etti:
– Bu bahsettiğim hoca, bir ay içerisinde üniversitede yıllarca öğrendiklerimden daha fazlasını öğretti bana desem inanın ki hiç yalan olmaz. Bir saatlik ders siyasi, tarihî mahiyetteki on kitaba eşdeğerdir. Tüm eğitim öğretiminin temelini yönetim teorisi teşkil eder. Yönetimin daha iyi bir hâle getirilmesinde kültürel ilkelerin uygulanması ile ilgili çok ilginç fikirleri var.
Sohbet bu noktaya geldiğinde beni bir merak sardı. Bir süre dinleyip aniden sözünü kestim:
– Sovyet toplumunda yönetim metodolojisi değişmez: Eğer görev başındaysan herkes sana borçludur. Sana hürmet edeceklerdir. Bütün isteklerin şartsız yerine getirilecektir. Görevlere adım adım tırmanmak istiyor isen mutlaka bir kuyruk bulmayı becerebilmelisin. Bak işte bu yüzden ben de komünist9 olmaya karar verdim. Gelecek ay partiye biletimi alıp tüm hızımla görev için çalışmaya başlayacağım.
Albina:
– Haklısınız ama bir komünist olarak çelişkili felsefeleri bilmek ancak size yardımcı olabilir. Bir koltuğu korumak için ilk aşamada çevrenizdeki görevlileri, himayenizdeki yetkili kişileri doğru yönlendirebilmelisiniz.
Albina’nın komünist olacağımı duyduğunda şaşıracağını, şöyle ki bana daha sıkı sarılmaya çalışacağını düşünüyordum. Ama o kılını dahi kıpırdatmadı. O an hoşaf kâsesindeki bir dilim elmayı çatalla alıp acele etmeden ağzına götürdü. Elma dilimini dişleri arasında bekletip merakla bana bakıyordu. Mercan dişleri arasında ısırdığı elmanın kırmızı kabuğu ile onun alt dudağı yeni tomurcuklanan gül gibi ruhumu okşuyordu. Sanki bu duruşuyla ondan çok hoşlandığımı hissettiği için elmayı çiğnemekte acele etmiyordu. Tat ala ala onun hareketlerini taklit etmek istedim, ancak hoşafta kaynayıp pişen dilimi dişlerimin arasında tutmak istediğimde elmanın kabuğu sıyrılıp masanın üstüne düştü.
Albina elma dilimini hemen ağzına götürüp çiğnedi, yuttu ve ağzında hiçbir şey yokmuş gibi rahatça konuşmaya başladı:
– Gördünüz mü, ben haklıyım. Siz tıpkı benim gibi pişmemiş elma dilimini dişleriniz arasında tutabilirsiniz. Fakat pişmiş elma parçasını tutmayı beceremezsiniz. Aslında bunun sebebini biliyorsunuz. Ama bu konuyu düşünmeyi gereksiz görüyorsunuz. Eğer düşünürseniz yahut bunu gerekli görürseniz o zaman siz de beklenilen her durumda ortaya çıkan olaylar üzerine karar verme alışkanlığı gelişir.
Sözün ardını getirmeden gülümsedi. Tam bir ciddiyetle ve biraz da tenkit edici şekilde beni kendiyle kurs arkadaşı yapmak için hocasını methetti ve sonunda iki sözden ibaret cümlesini kurup bakışlarını benden kaçırmadı:
– Ne diyorsun?
Aslına bakarsan onun teklifini çoktan kabul etmiştim. Çünkü onunla birlikte olmak için bundan daha güzel fırsat ne olabilirdi? Albina sanki yüreğimi okuyormuşçasına: “Bu kurs bir yerde olmamız için değil. Birlikte daha çok bilgi edinmemiz içindir.” deyip ayağa kalkmak için sandalyesini sakince, azıcık geriye itti:
– O zaman yolcu yolunda gerek. Kalkmamız lazım. Yolumuz yarım saat sürecek.
Birlikte üniversiteden çıkıp Moskova metrosunun “Metro Universitetskaya” istasyonuna doğru gittik. İlk fırsatta kâh koluna yapışık kâh söz söylemek bahanesiyle yüzüne dokunuyordum. Bütün bu çılgın hareketlerime tek bir kelime ile, “Böyle davranışlar medeni değil.” diyerek bana ikinci kez verdiği ders, elinin tersiyle vurulan bir tokat etkisi yarattı.
Albina’dan ayrılıp “Volga”ya bindiğimde, her zaman olduğu üzere yine güzel anılar olarak hatırladığım tanışmamızın ilk gününü bir film şeridi gibi gözlerimin önünde canlandırdım. Şimdi beni hayallerden uyandıracak hiçbir güç yoktu. Şoför motoru çalıştırsa da araba hâlâ daha hareket etmemişti. O, verici istasyonunun karşısında ilgimi çeken araba telsiz telefonuyla10 biriyle konuşuyordu. Şimdiye kadar hakkında yalnızca bir iki şey duyduğum, üzerine “Altay 1” yazılı iletişim cihazı dikkatimi çok çekmişti. Yaklaşık bir dakika belki de bundan birkaç saniye daha fazla süren bu sohbet bittiğinde, aşk hayatımın en güzel anlarını hatırlamaya başladım. Arabanın hareket etmesiyle yan tarafa devrilmem bir oldu. Baş editör çaresizce yağmurun altında hâlâ daha duruyordu. Onun bu hâli Sovyet memuru için sıradan olan o tipik mazlum, zavallı ve dalkavuk duruşunu yansıtıyordu. Baş editörün timsalinde görevini korumak adına Sovyet vatandaşı için sıradan bir acizlik durumu olan bu hâl yüreğimde garip duygular uyandırdı. Bu sırada şoför bir şey sordu. Dikkatimi ona vermeye çalıştığımda gözlerim, “Volga”nın güçlü ışıklarıyla aydınlanan yolda Albina’yı aradı. O, hep yaptığı üzere narin elleriyle çiçekli şemsiyesinin gövdesinin tam dibinden tutup, başını onun altında gizleyip her zamanki gibi zarif yürüyüşünü bozmadan gidiyordu. Tam o sırada araba yükseklikleri birbirinden azıcık farklı olan küçük bir meydandan diğer bir meydana geçiyordu. Şoför hızını yavaşlattı. Farlar farklı açıdan ön tarafı aydınlattığında kenardaki su birikintisinde renkli bir parıltı oluştu. Albina bu parlak dünyanın fonunda, alacakaranlık tiyatro sahnelerinde olduğu gibi parlak renklere boyanmıştı. Şoför hızını daha da düşürdü. Biraz daha yüksek bir açıyla değişen far ışınları duvara yansıyıp Albina’yı çevreliyordu. Gözlerimin önünde emsalsiz bir güzellik gerçekleşiyordu. Dünyadaki bütün varlıkların bir araya gelerek oluşturduğu bir sahnede Albina, eşsiz duruşu, nazlı yürüyüşü ve güzelliğiyle meydan okuyordu. Bu sahneyi milyonlarca izleyici aynı anda seyretse bile benim gördüğüm güzelliğinin gerçek yüzünü idrak etmek kimseye nasip olmazdı. Çünkü o benimdi. Benim Albina’mdı!
O, parlak ışıklar altında yeni doğmakta olan güneş gibi semaya doğru yükseliyordu sanki. Çiçekli şemsiyenin parıltısı şafak vakti gökyüzündeki rengârenk bulutlar gibi bir görünüp bir kayboluyordu. Yok, bu sadece rengârenk ışıkların Albina’ya verdiği bir güzellik değildi. Onun sağ tarafa uzanan narin gölgesi ve ıslak yerlerde soyut resimlere benzeyen yansıması hiçbir ressam fırçasının çizemeyeceği bir tablo yaratmıştı. Bir anda kaybolacak bu doğal manzarayı seyretmeye doyamıyordum. Onun hareket eden gölgesi su birikintilerinin parıltısından daha parlak görünüyordu. Arabanın sürati biraz daha azalsaydı hiç şüphesiz ki pencereyi açıp ona seslenecektim. Ya da öylece araç hareket hâlindeyken kapıyı açıp inecektim. Ama zamanı durdurmak imkânsız olduğu için Albina’nın güzelliğinin yarattığı pürüzsüz tabloyu da saklamak hiç mümkün değildi. Bir göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir vakitte gözlerimin önünde yaşanan bu güzellik, ruhuma o kadar huzur verdi ki bütün bu romantik sahneler mahvolduğunda hiç kederlenmedim.
Şimdi yol hikâyemizin ikinci kısmı başlamıştı. Şoför benim “Altay 1” cihazına dikkatle baktığımı sezip soluk almadan telsizden konuşuyordu. Ben ise arka koltukta, görevli kişilerin oturduğu yerde oturduğumu hissetmeyi de unutmadım. Biraz sonra Albina da yanımda benimle birlikte oturuyordu. Önce, artık “Pravda” gazetesinin baş editörüymüşüm gibi hayal ettim. Merhametsizlik beni alt etti. Viktor Afanasyev’i öldürmekle kalmadım, onu defnetmeyi bile unutmadım. Onun Volga’sında “Altay 1” cihazının olduğunu düşünsem de bu telsizle konuşmayı hayal bile edemedim. Çünkü daireye ulaşmıştık.