Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Pehlivan»

Font:

Yaşıtlarım ve gençlerin amaç ve hayallerini gerçekleştirmek üzere kendilerine örnek alabilecekleri bir şahsiyet, başarılı olmak isteyenler için iz bırakan bir kahraman, ulusal onurumuzun timsali olan tarihi Kazak bahadırlarının günümüzdeki benzersiz örneği olarak bildiğim Jaksılık Üşkempirov’un tanınması için bu belgesel romanı kaleme aldım.

Saule Dosjan

• Kendi adını değil de, “ülkenin şerefini yücelteceğim, namını duyuracağım” diyorsan sporda elinden gelenin en iyisini yap!

• Kendini değil, arkanda senin iyi olmanı dileyen halkını düşün!

• Moskova Olimpiyatları’nda mindere çıktığımda ecdadımın ruhuna sığınıp, kendime “Ya burada öl, ya da kazan!” diyerek risk aldım!

Jaksılık Üşkempirov
Grekoromen Güreşte Kazakların ilk
Olimpiyat ve Dünya Şampiyonu


BİRİNCİ BÖLÜM
PEHLİVANIN ÇOCUKLUK YILLARI

PEHLİVANIN ÇOCUKLUK YILLARI

Bir Kahramanın Doğuşu

Bahardı. Talas Nehri boyunca ekinle geçinen halk doğanın bereketli suyla dolu olduğu bir dönemde, Toprak Ana’nın bolca verdiği nimetlerinden yararlanır ve sonbaharda genci yaşlısı zenginleşmek için canla başla çalışırdı. Güneşin gökyüzünde parıldadığı özel bir gündü.

Talas boyu tarihi bir diyar, o gün efsanelere yeni bir efsane daha eklendi. Jambıl Bölgesi’nin Çapayev devlet çiftliği sınırları içindeki Tegistik köyünde bahadır bir alp daha dünyanın kapısını araladı.

Köyün kenarındaki kumalı evin iki odasının ortası ocakla ayrılmıştı.

Bir tarafta ev ihtiyaçlarının satıldığı bir dükkân, diğer yanda ise bu dükkânı işleten Üşkempir’in ailesi yaşıyordu. Bu evin bir sincap kadar çaresiz olan hanımı günün yirmi dört saati meşguldü. Kayınvalidesinin gelini de, dükkânın tezgâhtarı da, ahırdaki onlarca toynaklının bakıcısı da, benekli ineğin sağıcısı da bu evin anası da Küntöre’ydi.

Köylüler gece, gündüz demez, hava iyiymiş, kötüymüş bakmaz, çıkar dükkâna gelirlerdi.

Bir de kışlaktan inerek, yayladan çıkıp gelen bir çoban topluluğu olurdu. Gündüz olduğunda eve çıkar gelir, Küntöre’nin işi var mı, yok mu, umursamaz, hemen ihtiyaçlarını alıp gitmek için taleplerini söylerlerdi. Hatta, gecenin bir yarısı “çocuklarını uyuturmuş, ya da kocasının kollarındaymış” diye akıllarından dahi geçirmezlerdi. Pencerenin camını kırarcasına vurarak, olmadı kapının kolunu çekip koparırcasına silkeleyerek, “dükkânı aç” der bağırırlardı. Köydeki ahaliye “yok” denilmezdi.

6 Mayıs 1951, Müslümanlar için kutsal Cuma günüydü. Cemaatle birlikte namaz kılmak isteyen evin ilk hanımı Batima Mayıs ayında geniş dökümlü uzun eteği ve yanları yaldızlı beyaz kaftanının ucu mavi düğmeli yeleğinden sarkmış vaziyette üst sokaktan mescide yönelmiş kalabalığa katıldı. “Ha bugün, ha yarın” diye doğumu gelmiş olan gelini ise evde yalnız kalmıştı.

Gözlerini ovarak açan bir ruh için huzur olur mu, döşekleri ve yastıkları açık günde kurutmak için dışarıya çıkarıp, bahçedeki ağaçlara serdi. Onları değiştirirken birden sancılandı. Eve yarı sürünerek girerek, başköşedeki yatağa kendini sırtüstü zor attı.

Bir süre sonra canını burnunu getiren doğum sancısı geçmiş gibiydi. “Hadi kalkayım” diye yerden eliyle destek alarak kalkacakken birisi pencere camını vurarak:

“Gel-i-in! Canım Küntöre!” diye seslendi kısık sesli biri.

Yerinden sancılarıyla anca kalkabilen Küntöre gelin pencereye doğru yaklaştı. Cama doğru boynunu uzatınca atının üstünden, elindeki kamçının sapıyla pencerenin ahşap çerçevesini takırdatan civardaki herkesin saygı duyduğu kayını.

Camın arkasından gelinin yüzünü görünce:

“Gel-i-i-n! Yolculuktan dönüyorum. Bana sabunlarından bir tanesini versene” diyerek, başındaki kalpağını çıkardı ve yan taraftaki cebine uzanarak çıkardığı mendiliyle terleyen başını silmeye başladı. Tam bu sırada doğum sancıları tekrar arttı. Küntöre sancılardan ne kadar acı çekse de, saygısızlık yapmamak için aksakala vaziyetini söyleyemedi, duvarın kenarına tutunarak dükkâna geçti. Gazete parçasına sardığı bir kalıp sabunu dışarıda bekleyen aksakala gelini olarak eğilip selamladıktan sonra paketi uzatırken “Oğlun olsun, gözümün nuru!” diyen aksakalın daha sözü yeni bitmişti ki, gelinin rahminde büyüttüğü can içindekilerle birlikte yere düştü. Utancından aklı başından giden gelin yere tutunarak otura kaldı. Kapının eşiği nazik vücuduna kamçı gibi çarpan o bebek “Dünyaya geldim” dercesine ıngalamaya başladı. Bu durum karşısında aklı başından giden aksakal atından yere kendini atarak kaygan zeminde yatan bebeği anında kürekler gibi iki eliyle yerden kaldırdı. Tam o anda Batima ana olayın üstüne gelip, “Bismillah! Bismillah!” diyerek Allah’ın lütfu torununu kayınbiraderinin elinden aldığı gibi dişiyle kindik bağını koparıp, deri ceketinin içine sardı.

Sarmankul aksakal:

“Seyahatten dönüşümde gelinim beni karşıladı ve bir oğul doğurdu. Yoldan gelen er kişiye bundan daha büyük iyilik olabilir mi, Allah-u Teâlâ’nın bundan daha fazla ne iyiliğini görebiliriz ki?!” diye mutluluğunu haykırarak:

“Yenge, bu oğlanın adı Jaksılık1 olsun!” diyerek, hemen oracıkta adını koydu.

Birden dünyaya gelen, köyün asil ve saygın aksakalının yerden kaldırıp o an adını koyduğu, babaannesinin kindik bağını dişleriyle kopardığı tüm Kazakların bahadırı Jaksılık Üşkempirov hayatın kapısını böyle aralamıştı.

Bahadırı Doğuran Ana

“Bahadır anadan doğar” derler, asil Kazak halkının kaderine yazılmış Jaksılık gibi eşsiz bir pehlivanı dünyaya getiren Küntöre ana üç Kazak boyundan biri olan “Küçük cüz2”ün Tabın sülalesindendir. Sovyet Hükümeti zenginlerin mallarına el koyulduğu dönemde Küntöre’nin babası Ömirbay da Aktöbe’den Karakalpakistan’ın Nukus şehrine sürülür. Kaderin oyunu işte, oralarda sürgün döneminde eşini kaybedince tek kızı Küntöre yetim kalır.

Karakalpakistan’a yerleşmeyi benimsemeyen Ömirbay ve kardeşleri Kazak topraklarına dönerek, Jambıl bölgesindeki Sarbarak köyüne gelir ve yerleşirler. Çok geçmeden hayattaki sayılı nefesini tamamlayan babası Ömirbay ölünce biricik Küntöresi uzak akrabalarının elinde büyür. Devlet çiftliğinde işçi olarak çalıştırılan yetim kız başlarda küçük olsa da, son derece zeki ve ağır işlere alışkın güçlü bir genç kız olarak yetişti. Sovyet döneminde, tarımı son derece gelişmiş bir devlet çiftliğinde “sosyalist yarışı” denilen bir de kavram vardı, öylesine güç gerektiren bu yarışlarda buğday dolusu ağır kenevir ipliğiyle dokunan çuvalı tek başına kaldırarak koşuşturan Küntöre’yi gören halk hayranlıkla izlerdi. İki koltuk altına iki çuval buğdayı sıkıştırarak götüreceği yere taşıyan, arabasını herkesten önce boşaltan, orta boylu dolgun yapılı genç kızın kuvvetiyle benim diyen delikanlılara taş çıkartır, dengi olamazlardı. Sonra Üşkempir ile evlendi. Kocası tüm aile işlerini güzel eşine gözü arkadan kalmadan emanet ederek, devlet çiftliğine endişe duymadan çalışmaya gitmeye başladı.

Kasaba bir yana bölgenin dört bir yanından gelen seçkin konuklar başka ocağa yönelmez doğrudan büyükanne Batima’nın konukseverliğiyle Üşkempir ve Küntöre’nin evine misafir olarak gelirdi.

Konuk Günün hangi vaktinde gelirse gelsin, Küntöre koşuşturarak, her şeye yetişirdi. “Konuk geliyor” denildiğinde Batima büyük torunu Altınkülin’i sofrayı hazırlaması için gönderir, erkek torununu Jaksılık’ı ise gecenin bir yarısı olsa da:

“Jakay3, uyan tayım! Yine babanın konukları geliyor”, der alnından öperek uyandırırdı. Jaksılık temiz kalpli bir çocuktu, doğuştan nazikti, gözlerini yumruklarıyla ovuşturur, ibriğe doğru koşardı. Omzuna babaannesinin verdiği işlemeli havluyu asar, bir ibrik suyu ısıtarak, kapının hizasında konuğu karşılamaya hazırlanırdı. Çocuk Jaksılık ibrik kaldırmayı öğrendiğinden beri, tatlı oğlanın kılıklarına doyamayan babaannesinin verdiği terbiyesi buydu.

“Jakay, sen yiğitsin artık… Artık eve gelen konukların ellerine sen su dök ve onların hayır dualarını al. ‘Yağmurla toprak yeşerir, dua ile yurt yeşerir’ der ataların. Her zaman büyüklerinin hayır dualarını al evladım! Bütün hedeflerine ulaşırsın” diye nasihat etmekten asla usanmazdı.

Konukların hayır dualarını aldıktan sonra Jaksılık annesinin yanına koşar, kazanın altına yakacak odun koyup, semaver için odun keser ve yardım ederdi. Sofraları hiçbir zaman toplanmayan sevgili anaların her ocağa refah ve bereket getirdiği doğru olsa gerek! Küntöre’nin tüm içtenliğiyle pişirdiği kazandaki yemeğin tadına bakanlar uzun süre dilinden düşürmez, bu ailenin misafirperverliği, çocuklarının bilgeliğinden her yerde bahsederlerdi.

Üşkempir’in evinin namı böylelikle tüm halka yayıldı. Kış, yaz demeden Üşkempir’in evini soranlar, akrabasının yanına geliyormuş gibi davetsiz çıkar gelirdi. Küçük yaşta yetim kalan ve sıcaklığa hasret olan Küntöre, bu aileye gelin olarak geleli, eksikliğini duyduğu şeyi bulmuşçasına çok mutluydu. Yaşam sevincinin bu ailenin refahı ve birliğine bağlı olduğunu hissetti ve onu sıcak bir şekilde kucakladı. Kayınvalidesi Batima’ya hiç karşı gelmedi, yerini bildi ve bir gelin olarak görevini özverili bir şekilde yerine getirmeye çalıştı. Kayınvalidesinin önünde tek oğlunu ayıp olmasın diye alından koklamazdı.

Büyük olan Altınkül ile beşikteki Şırınkül’ü, kocası Üşkempir ile ikisinin yeri ayrı çifte lalesi, özel muhabbetleriydi. Babaannesinin Jakay’ına ise içinden imrenirdi. Küntöre’nin en büyük oğlu erkek doğmuştu, ama o bebek çok yaşamadı, Üşkempir’in ailesi çok acı çekmiş, yas tutmuştu. Çok geçmeden Altınkül’ü dünyaya geldiğinde: “Allah’ıma şükür, sonrakini soyumu devam ettirip, atımı tutacak bir evlat ver” diyerek, Üşkempir yürekten oğul istemişti. Alnı açık İyilik dünyanın kapısını araladığı ne kadar mutlu olmuştu! Jaksılık’ını bir yandan emzirirken Küntöre ana:

“Çok kişinin girip çıktığı kapı merdiveninde dünyaya gelen ışığım, ecdadın ‘Eşikten yüksek dağ yok’ demesi boşuna mı sanırsın? O yüksek dağı doğarken aşan oğlum, yarın büyürken öylesine bir adam olmayacak! Yerden kaldıran deden o gün yolculuktan geliyordu, hayatın yollarda mı geçecek tayım!” diyerek, dua ederdi. Kutlu ananın dilekleri gerçekleşip, yetişkin olan Jaksılık ömrünün yarısından fazlasını vatanın onuru ve namusunu korumak için yollarda geçirdi.

* * *

Küntöre pancar yetiştiren kadınların başı olunca, devlet çiftliği binmesi için tayı olan bir yılkı verdi. Gün boyu tarlayı gezerek, akşam eve geldiğinde kısrağı sulaması için Jakay’ı gönderirdi.

Delikanlı tereddüt etmeden yılkıya biner nehre götürürdü. Yanında boynundaki pirinç zili çalarak, kayınvalidesinin bir ötesinde, bir berisinde oynaşarak tayı da peşi sıra gidiyordu. Nehre yılkı ile birlikte tayı da girerdi. Hayvan suda eğlenir, kulaklarına gelen nehir suyundan başını dışarı uzatıyor, burun delikleri hızlı hızlı açılır kapanır ve kulaklarını çapraz yapar oynaşırdı. Jaksılık onunla yarışarak yüzerdi. Sakin kısrağın, tayı da nazik olur. Nehrin ortasında tayın karnına sarılır, suyunda gücüyle kaldırarak yüzerdi. Bunu yaparken, Küntöre “geciken oğlunu” aramak için kıyıya geldi ve kayalıklardan onları gördü.

Suda tayla oynayan çocuğu görünce hayvanın toynaklarının balasına zarar vereceğinden endişelenen anası kendini suyun kıyısına atarak:

“Jakay! Bırak tayı aman! Bir yerlerini yaralayacak” diyerek kolunu uzattı. Anasının endişeli sesini duyacak çocuk nerede desene, oyununu sürdürdü. Kayalıklarda başörtüsü dalgalanırken, elini sallayan anasına gözü takılarak oyunu bırakıp, kısrağını da alıp kıyıya doğru yüzdü.

“Jakayım, ne yapıyorsun?” dedi titreyen ses tonuyla anası.

“Jiyşe (anasına yenge der hitap ederdi) suyun içerisinde kaldırırken ağır değilmiş dedi aklı bitmemiş oğlan çocuğu. Tabiatın kuvvetini geliştirdiğini yeni yetme nereden bilebilirdi ki? O olayın ardından Küntöre oğlunu kısrak sulamaya göndermedi.

Şımarık Çocuk Talas Boyunda

Ana sütünün çok besleyici oluşundan mıdır ne, yaşını alana kadar bebek Jaksılık yumru yumru, şiş karnı yerde sarkıp, emeklemeden de yürümeye geçişi geç olmuştu. Sıcak yaz günlerinde büyükanne avludaki ağaç hamur teknesini suyla doldurur ve torununu içine oturturdu. Sonraları yürümeye başladıktan sonra bile babaannesi işlerle yoğun olsa da, Jakay kendisi orada yıkanır beklermiş. Çocukluğundan beri suya düşkün olan Jaksılık büyümüş ve köyün eteklerindeki Talas’a gitmeden duramaz olmuştu. Nehirde balık gibi yüzer, yarıştığında köyün hiç bir çocuğu önüne geçemezdi.

Bazen suya beraberinde gelenleri korkutarak, iki-üç dakika suyun altında kaybolur giderdi. Köyün çocukları “boğuldu mu” diye korkarak ağlamaya başladıklarında da su perisi gibi sıçrayarak suyun altından çıkardı. O zamanlar Talas’ın kanalı genişti. Köyün çocuklarına nehir gibi değil büyük derya gibi görünürdü. Talas sahilinin yeşil çimenlerinde güreşen, rüzgârda rüzgârla yarışan, çocukluğunun balayını hissederek büyüdü. Yaz olunca köyün en küçük erkek ve kızları Talas’tan çıkmazlardı. Yüreğine ateş düşenler ise yeşil çimenlerde dolaşmaktan usanmazdı. Sonunda grup halindeki esmer çocuklar nehri karşılarına alır, suya atlarlardı. Talas’a ilk kez gelenler önce köpekleme yüzmeyi öğrenir, ardından yüzme pratiği yapardı. Sırtüstü yatarak mavi gökyüzünde yüzen bulutların hareketinden bir av ve bir hayvan görüntüsü oluşturmaya çalışarak:

“İşte, ayıya bakın!”

“Şuradaki, deveye benziyor!”

“Bak, bak, oradakiler de köpeğe dönüşüyor!”

“Bu da bir ihtiyar sanki!”

“Ya, şu ihtiyar cadı!” diyerek ellerini enselerinde, yavaşça sırtüstü yatarak yüzerlerdi.

Büyürken yüzmeyi öğrendi ve nehrin diğer yakasına kadar yüzerek yarışmayı keşfettiler. Tamamen kalabalıklaşınca, su altına dalardı. Suyun altında “kim kaça kadar sayarak durabilir” diye yarışırlardı. Talas Nehri’nde büyüyen gençler ne de olsa, yüzücü olmasın da ne olsun?! Özellikle “Joldas” isimli bir çocuk ortada göze çarpıyor ve yarışta finali vermezdi. Köyün yaşlısı, genci Joldas’a “şampiyon!” derdi. Onu cesaretlendirdiklerini görünce kimi hisleri uyanan Jakay onunla arasında “Joldas’ı bir şekilde geçeceğim” diye bir rekabet başlattı.

Bir de nehre tek başına giderek, yüzme çalışması işini çıkardı. Yataktan gözlerini ovalayarak, yalınayak, başlıksız, yeleğini yürürken giyerek, nehre doğru hızlıca yönelirdi. Güneşin kızdırmasına rağmen kel kafası güneş çarpmasına aldırmadan, oyun çocuğu gün boyu yalınayak tabanlarına ağrı batmasına rağmen gururu için amacına ulaşmaya çalışırdı. Diğer çocuklardan önce varıp, gömleğini yola kenarı sahile atarak, buzlu suya atlardı. Gururu huzursuz olan Jakay’ın şimdiki tüm amacı yüzücü Joldas’ı bir şekilde yenmekti! Onunla aynı yaşta bir çocuğa yenilmek Jakay için yaşarken ölmekti! O dönemde bitim kadar yüreğini saran gururdan mıydı, sonunda Joldas’ı bir gün geçti. “Rekor” kırarak artık “köyüm şampiyonu” Jakay olmuştu. Adil bir yarışta yenmişçesine zaferin tadını alan Jakay önceleri kendisine sayısız mücadelenin beklediğinden habersizdi. Bu duygu, çocuğu sürekli olarak yüksekleri dize getirmek için çabalayan insanın doğasıyla tanıştıran ilk yaşam dersiydi. Rakibini yendiği andan itibaren, çocuk içgüdüsel olarak mutluluğun ne olduğunu öğrendi. Çocuk Jakay’ı eğiten ve yetiştiren yaşlı Talas, nice cesurları derinlere çekip, yuttuğu da bilinir. Ancak babaannesinin Jakay’ın tehlike ve belaların hepsinden Huda’nın kendisi koruyarak, büyümüştü. On bir yaşındaydı. O gün çobanlar her yıl olduğu gibi Talas’ta koyunlarını yıkardı. “Koyunları yıkardı” derken “Koyunları yüzdürürlerdi” demek doğru olur. Köyün çocukları da çobanlara yardımlaşır, bağıra çağıra o civarlarda dolaşırlardı. Bir seferinde kayalıkta duran bir çobanın karısı birden kendiliğinden kaybolur. Nehrin kıyısındakiler o yöne baka kalmış, ayağı kayalıklarda kayan kadın suya doğru düşmekteydi. Kıyıdakiler koşup yetiştiklerinde kadının geniş eteğinin suyun yüzeyine yıldız çiçeği gibi yayıldığını, arasından elleriyle çırpındığını görmüş, “Kurtarın! Eyvah! Eyvah” çığlıklarını duymuşlardı. Vahşi nehrin hırçınlığı garibanı sürükleyerek götürdü. Yakada koyunları yıkayan erkek ve kadınların aklı çıkarak, bağırıp çağırırken çocuk Jakay kayalıklardan da derin suya dalar. O an Jaksılık’ın aklına sadece “Yardım etmek gerek!” düşüncesinin olduğu açıktı. Hızla kadına doğru kulaç atarak yöneldi. Gömleğini koluna takarak kıyıya doğru sürükleyerek, yüzdü.

“Hey, o kimin çocuğuydu?!”

“Bu Üşkempir’in Jaksılık’ı” diyerek, kıyıdakiler bağrışıp çağrışırken, yardım için yüzen birkaç yetişkin yiğidin yardımıyla kadını sağ salim sudan çıkardılar.

“Hey, aferin!”

“Adam olacak çocukmuş!”

“Cesaretin artsın!” diyen, köyün büyüğü küçüğü parmak kadar çocuğun yürek yutmuş cesaretine hayran olmayan kalmadı. Neredeyse boğulacak olan kadın ise kendine geldi ve onu yanağından öptü.

Jakay utancından çocukların olduğu yöne doğru kaçtı.

İşte, Jaksılık bu yiğitliği sayesinde ilk kez babasının adını layık olmuş, onu gururlandırmıştı.

Yılanların Yuvasında Uyuyan Yiğit

Köyün batı tarafında kumlu bölgede sanki insan eli ile yapılmış bir tepe vardı. Etrafı delik deşikti. İnsanlar oraya hiç gitmezdi. Çünkü orası yılanlar bölgesiydi. Tepedeki küçük deliklerden bilek kadar yılanlar gündüz gece girip çıkıp, sarmaşıp dururdu. Evdeki nineler ise küçük torunlarına masal anlatırken yılan hikâyeleri ekler destan olarak anlatırlardı. Bu destanlardan biri şöyleydi: “Oradaki kum tepede yılanların şahı Jılanbapı (yılanların piri) yaşıyor. Yılanlara kim zarar verirse, peşini düşer, bulur ve öcünü alırdı. Eğer ki onun yuvasına zarar veren olursa, sülalesini boğar, sokarak öldürürmüş. Yılanların bölgesinden bizim ecdadımız da uzak dururdu”, diye korkutarak anlatılırdı. Korku dolu masalları anlatma nedeni ise çocuklar bunu dinledikten sonra korkusundan o bölgelere gitmezler diye düşünmeleriydi. Kendilerince çocukları tehlikeden korumuş oluyorlardı. Lakin her destanda bir gerçeklik yatar derler.

Allah’ın hikmeti şu beş yaşındaki Jaksılık nedense bu korkunç tepeye koşuşturarak gitmeyi alışkanlık haline getirdi. Güneş tam tepedeyken kumun iyice sıcak olduğu saatlerde gidip yakından izlemeyi öğrendi. Onca yılanın çıkardığı sesleri ilginç bulur, bazen de “acaba yılanlar böyle nefes mi alıyorlar?” diye de düşünürdü. Bir sürü yılanın birden aynı tıslamayı çıkarması insanı ürkütürdü, ama bizim bala için bu bir eğlenceydi.

“Korkusuz, gözü kara nasıl bir çocuk bu?” diye babaannesi onun için endişelenirdi. Oraya gitmesini istemiyorsa da, aklında oyun olan çocuğu evde bağlayıp tutamazdınız. Köy halkının ölürcesine korktuğu bölgeye, yolunu bulup kaçıp giderdi bazen. Soğukkanlılar zaman zaman sessiz olurlardı, ama bazen de hepsi bir ağızdan öyle bir ses çıkartırlardı ki Jaksılık onları dinlemeyi severdi.

Bir gün bizim şapşala güneş mi çarptı ne oturduğu yerde uyuya kalmış. Jakay’ı evin etrafında göremediğinden endişelenen Batima nine torununu aramaya çıkmıştı. Köyde aşık oynayanların arasında, lengi (bir çeşit Kazak çocuk oyunu) sektirenlerin yanında, köyün dışında top oynayanların içinde, hatta, Talas nehrinin boyunda da Jakay’ı bulamayınca entarisini beline sıkıştırıp, topukları bir birine değmeden yılanların bölgesine doğru koştu. O bölgeye geldiğinde ayağının altında yılanlar dolaşmaya başladı. Yalnız torununu arayan babaanne, kendi derdini düşünecek halde değildi. Her tarafa bakınarak tepeye tırmanmaya başladı, uzaktan torununu gömleğinden tanımıştı. Torununu o halde gören babaannenin kalbi hızlı atmaya başladı. Jılanbapı’nın ortasında yatan Jakay’dı! Bilek kadar yılanlar etrafını sarmıştı. Bu görüntüyü gördükten sonra ne kadar da korkutsa da babaanne torununun yanına kadar gitti:

“Bismillah, Bismillah. Ua, Biybatma pirim, sen yar ol!” diye anaların anası Biybatma anaya sığınmaya başlar ve torununa yapışır.

“Yılan mı soktu mu?” diye her yerine korkarak baktığı da doğrudur. Küçük çocuğun her şeyden habersiz uyuduğunu fark edince biraz kendine gelir. Oğlanı eline alır almaz eve doğru koşarak gider. Karşısına çıkan oğlu Üşkempir’e: “Ya, Allah! Jakay’ın nerde olduğundan haberiniz yok! Herkes kendi halinde bir çocuğa sahip çıkamadınız”, diye soluk soluğa kızdı.

“Abartma anne! Uykucu oğlun sokakta uyuya kalmış işte”, diye oğlu işi şakaya vurdu.

“Sen gül, gül! Uyuya kalmış yılanlar bölgesinde. “Kumtöbe’de” buldum çocuğu. Yatıyordu. Çocuk değil, benim bile ödüm çıktı”.

“Ne diyorsun?” diye babası sonradan işin ciddiyetini anladı.

“Onca yılan benim Jakay’ıma dokunmamasına ve bana da bulaşmadıklarına şaşırıyorum” diye biraz kendine geldikten sonra olan biteni çocuklarına anlattı. Ertesi gün kayını aksakal Sarmankul gelmişti, ona da başından geçen olayları anlatınca:

“Yenge, bu gerçekten garipmiş. Eskiler, yılan için ya bolluk, bereket konacak zengine, ya da ülkesini koruyacak olan yiğide rızık olarak görünür derler. Bu Jakay ülkesini koruyan yiğit olur, ya da sınırsız zengin olacak” diye duasını vermiş.

“Amin, oğlum, dediğin çıksın, İnşallah”, diye bu hayra yorulan yoruma sevinen Batima nine, sandıktan 3 metrelik mavi renkli bir kumaşı çıkartıp:

“Bu güzel yorumların için teşekkürüm olsun” diye önüne koyar.

Aksakalı yolcu ettikten sonra oğlu Üşkempir annesine yaklaşarak “Jakem’in dediklerine inandınız mı yoksa?” diye dalga geçti.

“Sus! Köpterek’in en iyi ulu şahsiyetidir kendisi. Ne yaptığını sanıyorsun, böylesi hayırlı bir yorumu dillendiren kişiyle bir de dalga geçiyorsun. Benim Jakay’ım değil babasının, vatanını duyuracak, adına layık bir yiğit olacak!”, diye oğluna kızdığını hissettirdi. Çocuklarının geleceği için büyük umutları olan anneler böyleydi.!

Batima annenin karakteri ağır ve sinirliydi, tüm köy sakinleri bunu iyi bilir ve çekinirdi. Bir tek onunla şakalaşabilen ve karşısında konuşabilen tek oğlu olan Üşkempir’di. Onu görünce yelkenlerini suya indirirdi. On beş hamilelikle kalan tek Emirali’nin gözünden sakındığı, aile reisi Üşkempir ise de konu Jaksılık olunca onun canı ciğeriydi.

Oyun çocuğu olan Jakay “ateşe, suya düşecek” diye herkesi endişelendirirdi ve onun peşinden koşuşturmak ebeveynleri yorulmuştu. Babası oğlunun çalışmaya başlarsa belki büyür diye düşüncesinden dolayı Orazay ikisini 11-12 yaşlarında Moyunkum’daki çiftçi akrabasının evine götürüp bıraktı. Sabahları koyunlar bu çocuklar uykusunu alsın diye beklemezler. Seher vaktinden koyunlar taze otlağa gitmeye hayal ederek melemeye başlardı. İster istemez ikisi de sabahın köründe yengelerinin hazırladığı yoğurtla ekmeği yiyip koyunlarını otlağa götürürdü. Kazakistan topraklarının altı da, üstü de ayrı zenginliğe sahip! Toprağında binlerce güzel bitki açar, güneş yükseldikçe seherin soğuğundan geriye eser kalmazdı. Boyunkum’daki tepelerde Ebucehil çalısı (kalligoum) çoktur. Bazen bu ikili koyunlarını meraya saldıktan sonra bindikleri atları yarıştırırdı.

Bir defasında Kumtepe’nin birine tırmanırken önüne kertenkele çıkıverdi. Kafası vücudundan büyüktü, kuyruğu da uzun, daha önce çocuklar bu kadar korkunç canlı görmemişti… Kendince küçük bir ejderha gibi kafasını uzatmış, çocukları korkutmaya çalışıyordu.

“Allah!” diye Orazay bağırıverdi.

“Hadi çabuk kaçalım şu beladan!”

İkisi kendine gelene kadar kertenkele birden uçmaya yöneldi. Tam da ikisine doğru uçtu. Atlarının ayağı kuma battı mı ne bir türlü hareket etmiyordu. Yer üstünde sürünen canlının uçtuğunu görünce iyice korkmuşlardı. Kertenkele ise tam çocuklara doğru uçarak yere doğru kondu.

“Ya korkmasana bu sadece bir kertenkele!” dedi Ja-kay hemen korkusunu yenmişti. “Aksine hadi biz onu yakalayalım!”

“Ne demek yakalayalım. Hayır, hadi biz kaçalım en iyisi”, dedi Orazay korkusundan. Jakay atından inip, kertenkeleye doğru adım atmaya başladı. Bu korkunç bela kendisine doğru uçarsa ne yapacaktı?!

“Jakay, dikkat et bak sana doğru uçmak üzere”, dedi Orazay korkarak. Jakay da ne de olsa artık geri çekilemezdi. Sonuçta yılanların bölgesinde uyuya kalıp hayatta kalmışlığı vardı.

O an Orazay’ın gözünün önünde ejderha görünen kertenkeleleri göğsü ile kumu bir yandan öbür yana savurduktan sonra kumun altına girip, gözden kayboldu. Buna şahit olan çocuklar şaşkındılar. Peşi sıra çocuklar ellerinde birer çubukla kendini gömdüğü yeri kazımaya başladılar. Tam o sırada “Çocuklar!”, diye seslenen birisini duydular. Onlara seslenen çoban amcaydı. “Hayırdır ne kaybettiniz?”.

Kumun üzerinden bir şey arayan iki çocuğa bakakalmıştı.

“Ya, amcacım, buraya kafası büyük, kuyruğu uzun bir kertenkele girip, gözden kayboldu” dedi çocuklar birbiri ile yarışırcasına.

“Anladım. Doğrusu onun adını ben de bilmiyorum. Lakin çobanlar ona “Batak” derler. Belki siz de onu görmüşsünüzdür. Kuma bir batar, yok olur. Tutamazsınız.

Size doğru uçmasının nedeni Ebucehil çalısının dibinde yuvası olmalı. Yuvadaki yumurtaları korumak için öyle yapmış olabilir. Çocuklar siz de onun yuvasını görürseniz, bozmayın sakın, bunların insana bir zararı olmaz. Tabiatımızın bir parçası onlar da”, dedi çoban amca.

Onu dinleyen çocuk mu olur?

Aynı yerden bir daha geçince kamçılayıp, kertenkeleyi tutmaya karar verdiler. Kendilerince nasıl bir canlı olduğunu daha yakından araştırıp görmek istiyorlardı. Günleri de kertenkele avlamayla geçiyordu. Çocuk aklıyla kamçının gücüyle kertenkeleyi tutacaklardı. Kertenkele kendini avlattırır mı? Yukarıdan uçup 5-6 metre uzağa konar çocuklar gelene kadar izini kaybettirirdi. Çocuklar ne kadar çabalasa da başaramadan bu işin peşini bıraktılar. İkisi de: “Bir tane kertenkele bile tutamadık, bize birde yiğit diyorlar ya”, diye kendilerine bir dönem kızmışlardı.

Koyunları bol köye geleli Jakay ile Orazay kendi hallerindeydi. Sıkılmaya zaman kalmıyordu. Uyanık Jakay her gün bir oyun uydururdu.

Bir keresinde ikisi “avcı olalım” diye kararlaştırdılar.

“Ne ile avlayacağız?”, dedi saf Orazay.

“Keçe otağın duvarında tüfek asılıydı, gördün mü?”

“Abi onu bize verir mi ki?”

“Merak etme hadi kimseye fark ettirmeden sessizce alıp çıkalım.”

“Öğrenirse, bizi öldürür…”

“Korkma dedim ya sana!”

İki bahadır keçe otağın duvarına asılı tüfeği sessizce alıp çıkardılar. Şimdi ne yapacaklardı? Jaksılık Orazay’dan 1-2 yaş büyüktü. Tüfeği büyüklerden gördüğü gibi doldurdu ve omzuna astı. Orazay da ona imrenerek:

“Bana verir misin, omzuma ben asayım”, dedi.

“Olmaz, sen daha küçüksün ateş edemezsin. Tavşan çıkarsa kendim ateş ederim”, dedi Jakay.

İki arkadaş bir birini kollayarak ava çıktılar.

Mayıs sonu otlukta tavşan niye gezsin ki? İki “avcı” bir tepeden diğer tepeye gezerken iyice kayboldular. Tepelerin hepsi bir birinin aynısı. Nerden çıkıp, nereye gideceklerini karıştırdılar.

“Jakay, eve dönelim, susadım ben”, dedi Orazay.

“Evimiz ne tarafta”, dedi Jakay büyükler gibi etrafına bakınarak.

“Hakikaten kayıp mı olduk?”

“Öyle gibi…”

“Jakay, ağlamak istiyorum…”

“Gevezeliği bırak. Bak duyuyor musun, bir yerden köpek avlamasını duyuyor musun?”

İkisi de iyice kulak kesildi.

“Ben bir şey duymuyorum”, dedi Orazay.

“Bu taraftan geliyor sesler”, dedi Jakay. İkisi o yolu takip etmeye başladılar. Biraz zaman geçince tepenin eteğinden gerçekten köpekleri sesini duymaya başladı. İkisi sevinçten göklere uçuyordu. Bir tepeye çıkınca uzaktan 2-3 haneli bir köyü gördüler. Evlerin birine yaklaşınca içerden bir genç çocuk çıktı.

“Çocuklar, nereden geliyorsunuz?”, dedi ikisinin de yorgunluğunu fark edip, şaşırdı.

“Kayıp olduk, bayılmak üzereyiz”, dedi Orazay bitkin vaziyette. Evin köşesine oturuverdi.

“Bu tüfek de ne? Ava çıkıp kayıp mı oldunuz?”, dedi genç bunlarla dalga geçerek.

Şakalaşacak halleri yoktu. Bunu anlayan genç evden iki kâse yayık ayran getirdi. Ayranı içer içmez iki “avcı” kendine geldi. Onlar serin eve girip, ala keçe üzerine kendilerini attılar. Genç ortadaki yuvarlak yer sofrasına et, salatalık turşusunu getirip, çocukları kaldırıp sofraya davet etti.

“Bu yemeğin adı ne?”

Orazay tuzlu salatalığı ilk defa görmüştü.

“Aç isen sorup soruşturmadan yesene”, dedi şakacı genç çocuk.

Jakay da daha önce böyle bir şey yememişti. İkisi de tadına bakıp çok beğendiler.

“Beğendiniz mi?”

İkisi de kafalarının sağlayıp önüne koyulan yemeklere daldılar. Bu sırada eve daha başka çocuklar ve kızlar girip sofraya yerleştiler. Onlar da bu ikisin avcılığa çıkıp kayıp olmasına dalga geçmeye başladılar. O zamanlarda okulu biten çocuklar üniversiteye gitmeden önce 1-2 sene hayvan yetiştirilen kolektif çiftlik ya da devlet çiftliği için yardım ederlerdi, sonra okula davetiye alırlardı. Bu gençler de onlardanmış. Çocukları hem yemeğe, hem de sohbete doyurup, kendi köylerini bulmaya yardımcı oldular. Biraz oturup, sohbet ettikten sonra ikisi de misafirperver ev halkıyla vedalaşarak dışarıya çıktılar.

“Sizin köy o tarafta. Bu yolu kendinize güzergâh edinirseniz evinize ulaşırsınız”, dedi, Edige. Karanlık çökmeye başlarken, kafadar “avcılarımız” koyunlara seslenen dedelerinin sesini duyunca ikisi de sevindi. Az önce genç çiftçilerin evinde yediği turşu bunları ölürcesine susatmıştı. Dilleri ağızlarına sığmadan koşa koşa Düysek dedelerinin evine geldi. O zamanlarda kapılara zincir vurulmazdı, sadece iple bağlanırdı. İkisi de kapıyı açar açmaz kapalı duran kovayı açıp aceleyle su içmeye başladılar.

“Ya, bu nasıl bir su, tuzlu mudur nedir?” diye Jakay Orazay’a söylendi. Orazay ise o kadar susamıştı ki suyun acısını, tatlısını ayırt edecek hali yoktu.

“Hadi, tamam, şimdi Düysek dede gelir, gidelim”, ikisi de evlerine yöneldi. Orazay tüfeği alıp, “karşımıza tavşan çıksaydı şöyle ateş ederdik”, diye nişan alırken, Jakay onu çocuk gördüğü için “Tüfeği ver bana, içinde mermisi var. Yanlışlıkla ateş edersin hadi” dedi.

“Tamam!”, diye kendisinden 2 yaş büyüğünü dinleyerek, önden çıkıp gidiyordu ki tam o sırada Jakay yanlışlıkla tüfeğin tetiğini çekti. Bir anda “tars” diye bir ses çıktı. O sıra Orazay’ın şapkası uçup, yere düştü. Şapkayı uçuran mermi yerden şapkayla birlikte tütüyordu. Bu sefer Orazay’ı Allah kendi korumuştu. Aniden ne olduğunu anlamayan iki dost bu olanlardan hiç kimseye söz etmemek için birbirine söz verdiler.

1.Jaksılık. Kazak Türkçesinde “iyilik” anlamına gelir.
2.Küçük Cüz (Kazakçası: Kişi jüz (Кіші жүз) / زٷج ٸشٸك)) veya Alşın ordası, Batı Kazakistan›ı kontrol eden 3 kabileden oluşur.
3.Jakay/Jake. "Jaksılık" adının kısaltılarak söylenişi.
€0,68