Hüzün Bestesi

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Takdim

Osman ÇEVİKSOY
AYB Edebiyat Akademisi Bşk

Avrasya Yazarlar Birliği olarak edebiyat dünyamıza yeni yazarlar, yeni eserler kazandırmanın mutluluğunu bir kere daha yaşıyoruz. Çünkü AYB Edebiyat Akademisi atölye çalışmalarında yedinci dönemi geride bıraktık.

Yeni bir kuruluş sayılmamıza rağmen Türkiye’de pek çok ilki biz gerçekleştirdik. Bu ilklerden biri de gerçek atölye çalışmalarıyla edebî ürünler üretilen yazarlık okuludur. Her dönem ürünlerimizi, önce çeşitli yayın organlarında yayınladık, dönem sonunda kitaba dönüştürdük.

Çalışmalarımızı çıkar gözeterek değil, emeğimize yüreğimizi de ekleyerek sürdürdük. Sonuçta beklediğimizden daha yüksek bir başarıya ulaştık. Son altı dönemde Türk Edebiyatına altısı ortak kitap, on beşi müstakil kitap olmak üzere toplam yirmi bir eser kazandırdık. Bu kitaplarda yer alan ürünlerle edebiyat dünyamıza elliden fazla yazarın adım atmasını sağladık.

Ortak kitaplarımızla edebiyat dünyasına giren arkadaşlarımızdan yazmaya ve kendini geliştirmeye devam ederek müstakil kitap çıkaranlar oldu. Daha da ileri bir çalışkanlıkla nerdeyse her yıl yeni bir kitap çıkaran; estetik seviyesini her kitapta biraz daha yükselten arkadaşlarımız oldu. Avrasya Yazarlar Birliği olarak bu arkadaşlarımız bizim mutluluk kaynaklarımızdır. Giderek böyle başarılı arkadaşlarımızın çoğalacağına, Türk edebiyatında farklı bir ses, farklı bir renk, farklı bir iz bırakacaklarına içtenlikle inanıyoruz.

“Kardeş Sesler” her dönem sonunda çıkardığımız ortak kitabımızın adıdır. İlkini, 2010’da “Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler” adıyla çıkardık. Sonraki yıllarda “Kardeş Sesler 2011, 2012, 2013, 2014” adlarıyla atölye çalışmalarımıza katılan arkadaşlarımızın ürünlerini kitaplaştırmaya devam ettik. Yedinci dönem sonunda ortaya konan “Kardeş Sesler 2015”te Akif Mollaoğlu, Alper Şenadam, Binnur Karyağdı, Ebabekir Cambolat, Funda Gökçen, Güldane Berk, Mustafa Özcan Revanoğlu, Rabiye Zincirkıran, Recep Koçak, Rumeysa Atasay, Seda Nur Akyol, Sema Tanrıverdioğlu Ersöz, Süleyman Can Numanoğlu olmak üzere on üç arkadaşımız hikâye, deneme ve şiirleriyle yer aldılar. Şiir atölyesinde şair Ali Akbaş, deneme atölyesinde yazar Hüseyin Özbay, hikâye atölyesinde yazar Osman Çeviksoy ve Ataman Kalebozan gönüllü olarak özveriyle çalışıp sonuç aldılar. Her metin; ilgili hoca tarafından estetik, konu, kurgu, ifade, yazım ve noktalama yönlerinden defalarca değerlendirildi. Bu değerlendirmeler ışığında yazarları tarafından son şekli verilen eserler, son kez hoca onayından geçerek AYB Edebiyat Akademisi internet sayfasında, dergilerde ve bu kitapta yer almaya hak kazandı.

Yedinci dönem atölye çalışmalarını içeren Kardeş Sesler 2015’in ilgiyle okunacağına inanıyoruz. Özellikle, gönlünde yazma sevdası taşıyan, çeşitli sebeplerden dolayı atölye çalışmalarımıza katılamamış arkadaşlarımız, bu kitabı ilgiyle ve inceleyerek okuyacaklardır. Böylece ortak konuların farklı yazarlar tarafından, hangi bakış açılarıyla, nasıl kurgulandığını görerek yazarlığın sırlarını ve sınırlarını keşfetmeye çalışacaklardır.

Kardeş Sesler 2015 ve önceki yıllarda çıkarılan ortak kitaplar (6 adet) ve yazar yetiştirme programına bağlı olarak çıkarılan müstakil kitaplar (15 adet), Türkiye’de bir “ilk”in öncü kitaplarıdır. Bir yönden değil, pek çok yönden ilgiyle okunduğunu biliyoruz.

Ulaştığımız başarı seviyesinde en büyük pay, yazarlığın çilesini baştan kabullenmiş, eleştirileri dikkate alarak ve inanarak yazmaya devam etmiş katılımcı arkadaşlarımızındır. Kardeş Sesler 2015’te yer alan arkadaşlarımızı kutluyor, gelecekte her birinin yeni yeni müstakil eserlerle karşımıza çıkmalarını diliyor ve bekliyoruz.

Sema TANRIVERDİOĞLU ERSÖZ

Amsterdam’da doğmuştur. Ortaokul ve liseyi Yıldızeli İmam Hatip Lisesi’nde okumuş, 1997 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bitirmiştir. Çeşitli deneme, şiir ve öyküleri Avrasya Yazarlar Birliği bünyesinde 2013 yılında çıkarılan “Kardeş Sesler 2013” isimli ortak kitapta, ayrıca Kardeş Kalemler, Kurgan Edebiyat, Çaycı, Yeni Dergi ve Ayasofya dergilerinde yayımlanmıştır.

İlk hikâyelerini, Avrasya Yazarlar Birliği bünyesinde bulunan Edebiyat Akademisi’nde Osman Çeviksoy ve Ataman Kalebozan hocaların yönetimindeki Hikâye Atölyesi’nde kaleme almıştır. “Hatıralara düşkün bir insanım. Bu yüzden geçmiş zamanları anlatmayı seviyorum.” diyen yazar, hikâyelerinde en çok Anadolu’yu, bozkır yaşantısını, yaşlıların gözüyle hayatı, ana-evlat ilişkisini irdeler. Modern yaşamın insan ruhuna açtığı yaralara, şehirlerimizdeki kargaşaya eleştirel dille değinir. Öykülerinde ‘sevgi, hasret, vefa’ gibi temaları işler, özellikle kaybettiğimiz değerlere, aile ve manevi hayatın korunmasına vurgu yapar.

Öğrencilik yıllarında şiire olan merakı, Abdürrahim Karakoç, Sezai Karakoç ve Necip Fazıl Kısakürek gibi şairlerin etkisinde gelişmiştir. Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi’nde Türk ve dünya edebiyatından seçkin şairlerin antolojilerini ve poetikalarını okumuş, denemede Hüseyin Özbay hocanın, şiirde ise şair Ali Akbaş hocanın şiir ve edebiyat kültüründen istifade etmiştir.

Şiir ve denemelerinde içsel yolculuğu, toplumsal olayların insan ruhundaki yansımalarını konu alır, zamanı, hayatı ve ölümü sorgular, inanç ve vicdanî sorumluluk temalarını sık sık işler. Yol, şehir, zaman ve kelimeye dair diyeceklerinde hüzün bulmuştur ve adını “Hüzün Bestesi” koymuştur.

Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmeni olan yazar, evli ve üç çocuk annesidir.

Teşekkür

“Sıra dağların mor, sularınsa kırmızı” olduğu günlerden…

“Eteklerimde güneş rengi bir yığın yaprakla semaya ” bakmamışken…

“Suyun insanı boğup ateşin yaktığını’ bilmediğim o efsunlu günlerden elimde kalmış nazende bir hatıra gibiydi yazma hayali.

Devamlı ‘yarınlara bırakılan’, bir türlü sırası gelmeyen… İçimde kaynayıp duran kelimelere ve kalemin dost tebessümüne rağmen, daima ertelenen, ihmal edilen bir arzu…

Ömrün dönemeçleri olduğuna inanırım. Uzun bir yolculuk sonrasına rastlar bu ihmalden vazgeçme kararım. Avrasya Yazarlar Birliği ile tanışmam da, bu kararın akabinde olmuştur.

Dilime üslup, kalemime yol olsun diye çaldım kapısını AYB’nin. Beraberimde çekincelerimi, kararsızlıklarımı da götürmüştüm. Hayal kırıklığına uğramaya müsait bir ruh haliyle girdim içeri. Niyetim sadece Şiir Atölyesi idi. “Olursa bir de ‘Deneme’ olur,” diyordum. Ama içeride öyle bir iklim vardı ki; kendimi yıllar evvel memleketimde bıraktığım baba ocağı samimiyetiyle sarılıp sarmalanmış hissettim. O mekânda bulduğum, tam anlamıyla Anadolu’ydu, tarihti, köklü bir kültürdü. Dersler akarken ben içerde meşeyle harlanmış bir soba ve üzerinde kaynayan çaydanlığın sesini hayal edebiliyordum. Dışarıda yağan karla Sarıkamış hikâyesi doluyordu gözlerime, kâh kara trenlerin geçtiği istasyonlara akıyordu ruhum; kâh muhaceret dönemlerine. Böylece yalnız şiir için gittiğim akademide, kendimi deneme ve hikâye atölyelerine de katılır buldum.

O çatı altında toplandığımız dostlar da aynı yitiğin peşindeydiler. Hayatın bin bir türlü hengâmesinden kaçmış, askıda bıraktıkları kalemle rabıta kurmaya gelmişlerdi. Onlar da “gök kubbede hoş bir sada” bırakabilme arzusundaydılar.

Hocalarımız sadece yazabilmenin değil, iyi yazabilmenin ve iyiyi yazabilmenin kaygısına sahip olmayı telkin etmekteydiler.

Yazdığımız her yazıda samimiyetimizi sorgulamayı, Türkçe’nin parıldadığı müzikal ve estetik kalitesi yüksek yazılar yazmamızı öğütleyen Hüseyin Özbay Hocamıza da yalnız bu güzel rehberliği için değil, öğrencilerine olan nezaket ve hoşgörüsü için de teşekkür ediyorum çünkü kendisi derslerinde, sayımız kaç olursa olsun, hepimizi ayrı ayrı dinlemeye azami gayret gösterir. Mevlana’nın, “Gönlü ve sözü bir olmayan birinin yüz dili bile olsa, o yine dilsiz sayılır” düsturunca, inanarak yazmamızı ve yazdıklarımızı sevmemizi salık verir.

Ve Ataman Hocam, iyi ki var dediğim, her görüşümde yenilendiğim, kalemimin tıkanıp-kelimelerimin düğümlendiği zamanlarda, samimi lisanıyla yolumu açan, onaran, imar eden öğretmenim, sizi de en derin muhabbetlerimle selamlıyor, bütün emekleriniz için size teşekkür ediyorum.

Eleştirirken öğreten ve yüreklendiren, duruşu benim için ciddiyet ve disiplin demek olan Osman Çeviksoy Hocama da en içten şükranlarımı sunuyorum. İlk hikâyelerimi kendilerinin rehberliğinde kaleme aldım. Orda bir hikâyenin içindeydik ve karşımızdaki usta kalem, en güzel sonu yazmak için bize uçsuz bucaksız bir okyanus gösteriyordu. Her bir ders, “ Beyaz Yürüyüş” tü ve dayanıklılık esastı, “Ağlamak Yasak” tı.

“Kelimeler gözlerimde bir avuç kum/ Çıkarıyorum/ Şiir oluyor”

diyen muhterem hocam Ali Akbaş’ın bütün dersleri, her dakikasıyla şiir oluyor. Onunla geçen saatler; hayat felsefesidir, sanat terbiyesidir, destandır, türküdür, Dede Korkut’tur, Yunus’tur, ahenktir, musikidir.

“Soframız Kuş Sofrası” diyen yüreği engin bir şairin sofrasına buyur edilmek ne güzel. Kıymetli hocam ellerinizden öpüyorum.

Türk-İslam kültürünün azametini derinden hissetmiş ve onu yaşatmayı ülkü edinmiş bu kurumun ebeden var olması duasıyla…

PENCEREMDE SONBAHAR

Oturduğum yerden cadde boyunca uzanan ağaçları görebiliyorum. Sonbahar, sarı-kızıl fırçasıyla çoktan inmiş şehre. Etrafta kehribar, safran, kırmızı cümbüşü var. Fırçanın değmediği ağaç kalmamış. Hazana boyanan bu koca şehir hüzünlü bir veda şarkısı mırıldanıyor şimdi.

“Ne çabuk!” diyorum yerimden doğrulurken: “Vedalar ne çabuk geliyor; davetsiz, habersiz, ansızın!”

Hodrionus, son nefesinde kendi kendine şöyle seslenmiş: “Cancağızım, şaşkınım, biriciğim, gövdemin yoldaşı, misafirim: O çorak, soluk, donuk topraklara gidiyorsun şimdi; hınzır şakaların bitti. Az daha bekle, bir daha hiç göremeyeceğimiz bu nesnelere, bu tanıdık kıyılara son bir kez bakalım. Ölüme gözlerimiz açık gitmeyi deneyelim.” Acaba ölüme gözleri kapalı gitmek mümkün müdür ki? Hani çekip elini eteğini evinden, ocağından, vatanından, kalbindeki sızıdan; göğünden, güneşinden? “İşte geldim gidiyorum, şen olasın Halep şehri” deyip yola revan olmak; göz arkada kalmadan? Kaç vedaya nasip olur böylesi, doğrusu bilemiyorum.

 

Gözlerimi kapatınca tanıdığım bütün yaşlıların yüzünü görebiliyorum. Ürkek ve kederliler. Gönüllerini bağladıkları her şey üzüyor onları; duvardaki çivi, kulplu bakır sahan, penceredeki camgüzeli, bir inci tespih, ipleri sünmüş yelek… Her şeye son kezmiş gibi bakmaları, ellerinin uzandığı her varlığa uzun uzun hikâye düzmeleri; ölüme mahkûm yüreklerinin son çırpınışı mıdır? “Acem bahçesindeki” hüznün sebebi; yine vakitsiz, her daim vakitsiz gelecek olan vedalar değil midir? Hiçbir zaman hazır olamadığımız vedalar…

Kitaplığa uzanıp ‘Büyük Saat’i açıyorum. Rastgele bir sayfaya takılıyor gözüm:

“Ben bir gün giderim ki neyim kalır?/ Eksik bıraktığım her şeyim kalır/ Yaz günü kim ister ki öldüğünü/ Eksik bıraktığım her şeyim kalır/ Yaşamam bir beyazlık gibi sanki/ Eksik bıraktığım her şeyim kalır.” Neleri eksik bırakırız ya da yokluğumuzla eksilecek olanlar kimlerdir? Şehit bir yüzbaşının cebinden çıkan fotoğraftaki çocuk mesela? Hayatındaki büyük eksik ne zaman dolabilir?

Çocukluğundan, gençliğinden, sazından sözünden, canından ciğerinden ayrılıyor insanoğlu. Eksile eksile yaşıyoruz, vedalarla yaşıyoruz. Gelmesi mümkün olan ama hiç ihtimal vermediğimiz vedalarla…

Zamandan yana hüsranda oluşumuza sebep, geniş zamanlara namzet bir yüreğimizin olması mıdır? O ki daima sonsuzluğun kıyılarında seyreder, akşamın yaklaştığını, güneşin gurupta kaybolacağını akıl edemez. Etse de konduramaz. Bir ağustos böceği misali güneşe şarkılar söylerken bir gün zemheri kışlarda kalacağını hiç düşünmez. Ya da o günün çok uzak bir gün olduğuna karar verir, geniş zamanlarına onu yaklaştırmaz. O yüzden mi vedaların gelişi hep vakitsiz olur? Orda burada bir yığın iş varken… Yürekte nice hayaller uçuşmaktayken…

Yeniden pencereme dönüyorum. Güz, topluyor yapraklarını… Haşim’ce akıyor hazan şehirden. “Gök yeşil, yer sarı, mercan dallar/ Dalmış üstündeki kuşlar yâda;/ Bize bir zevk-i tahattur kaldı/ Bu sönen, gölgelenen dünyada.”

(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 13.11.2014)

ZAMANI ANLATMAK

Gönül diline libas biçmek mümkün müdür? Hangi kelime taşıyabilir onun ağırlığını, hangi fırça resmedebilir ince sızısını? Var mıdır gönlüne düşeni söze döküp de tatmin olmuş olan? Sözler hep eksik, hep kusurlu hep yavan!

Geçmiş zamanlardan aklımda kalmış bir dörtlük vardır: “ Her şeyde bir duygu söze dizilmez/ Her şeyde bir görüş tasvir edilmez/ Her şey bohça gibi öne serilmez/ Aşktan, imandan, dünyaya kadar!” Bu dizeler bana, hangi kitaptan, hangi şairin kaleminden yadigârdır bilmiyorum ama buradaki düşünceye hâlâ katılıyorum.

Istıraptan, aşktan, saadetten yana konuşmak; mahrem sırları ifşa gibi gelir bana. Bunu gönle ihanet olarak görürüm. Onlar ait oldukları diyarın hanesinde kalmalı, yangını da orda harlanmalı, külü de orda savrulmalı. Çünkü söze düşse eksilecek. Küsecek. Yitecek. Hususi bir lütufken yağmalanıp pay edilecek. Kalbin perdesini çekmek iyidir, sokağa karşı.

Ben kelimeleri zengin bir kalem değilim. “Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım” diyen şairle hemfikirim. Ondandır yollara vuruşum kendimi, dağa, taşa, hatıralara vuruşum. Sırra ermek içindir bütün gayretim.

Zamanı kelimelerde aramaktansa konup kaldıkları eşyalarda aramayı tercih ederim. Bütün yaşananlar bir fotoğraf olup renge-şekle bürünmüştür hafızada. Ben hafızalarda ebedileşen anılara inanırım.

Duvardaki paslı çivi, kelimelerin bilmediği ne çok şey anlatır sahibine. Evini balonlarla taşıyan kahramanın amacı aslında koca bir ömrü, geçmiş bütün zamanını taşımak değil midir?

Tıpkı gurbet yolcularının, memleketlerinin toprağını avuçlayıp hatıra diye bir küçük kavanozla yanlarına almaları gibi. Onlar aslında orada bıraktıkları zamanlarını, çocukluklarını, gençliklerini götürme çabasında değiller midir? Çünkü zaman ancak eşyada vücut bulmakta, hatıralarda solumaktadır.

Ömrünü geçirdiği evden ayrılırken, bir çift ihtiyar bakışın, o beyaz badanalı duvarlarda ne gördüğünü, bir kilimin yıpranmış nakışlarından nereye baktığını, sımsıkı tuttuğu el örgüsü bir kazakla o evden hangi gününü alıp götürmek istediğini ondan başka kim bilebilir?

Bazı yerler orada yaşadığımız en son günle kalırlar hafızamızda. Oraya her gidişimiz o güne dönüş gibi olur. Mesela eski bir mezarlık, ziyaretçileri için tarihi bir vesikayken oraya yakınını bırakan için ise yağmurlu, karlı veya sıcak bir cenaze gününden başka bir şey değildir. O günle donup kalmıştır hafızasında.

Necip Fazıl, ‘Geçen dakikalarım kim bilir neredesiniz?’ diye dursun ben onların nerde bekleşmekte olduklarını biliyorum. Tutunup kaldıkları eşyaları, koca koca asırlarla yerleştikleri binaları, köprüleri, çeşmeleri, mabetleri… Onlar ki yeniçağlarda eski çağların duruşuyla durur, bambaşka bir havayı solurlar. Duvarlarında, işlemelerinde donan kendi zamanlarının bakışıyla bakarlar. Necip Fazıl’ın “Karaca Ahmet” de ‘Taşlarına kapanmış, ağlıyor koca tarih’ dizeleriyle orda donup kalan zamanı yakaladığını görüyorum. Ama orda görüp duyduklarının ne kadarını resmedebildi kalemle; o hazinenin ne kadarı dilinde ne kadarı kalbinde kaldı, onu bilemiyorum.

Yahya Kemal’de “Koca Mustafa Paşa” ya bakarken :’ Türk’ün asude mizacıyla Bizans’ın kaderi/ Karışıp marifet iklimi edinmiş bu yeri’ dizeleriyle orda, yaşadığı çağdan uzak eski bir zamanı yakalamamış mıdır?

Usta kalemler bile acaba hissettiklerinin ne kadarını ifade edebilmişlerdir? Ya da izahlarıyla, ifadeleriyle mutlu olabilmişler midir? Sonuçta tasviri yapılmak istenen kavram, ‘zaman’ gibi koca bir muammayken… Oğuz Atay’ın “Tehlikeli Oyunlar” da : ‘Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor’ cümlesinde bahsettiği; lisanın aciz kaldığı duraklar; ‘zaman’ veya ‘aşk’ gibi tarife sığmayan kelimeler olmasın? “ Bana zaman nedir diye sorarsanız bilmiyorum, sormazsanız biliyorum” diyen filozofun çıkmazı da aynı sokak değil midir?

Bu yüzden zamanı kelimelerde aramaya, ifadeye kalkışmaya; ona tarifler, tanımlar bulmaya hacet yoktur. Zaman, hafızadan eşyaya uzanan yoldadır. Mevsimlerde, iklimlerde, kokuda, renkte, yollarda, eşyalarda… Kayıp giden dakikalar işte bütün bunlarda bekleşmektedir.

(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 18.12.2014)

YOLLAR VE ZAMAN

Yine bir yolculuk arifesindeyim. Çıktığım bütün yolculuklar gibi içimde tatlı bir telaş. Boğazımda garip bir düğüm… Vakit tamam. Kendimi vuruyorum yola. Arkamdan çekiştiren eller yavaş yavaş bırakıyor beni. Ruhuma gider gibi gidiyorum. Bütün yolculuklarım tek bir yolculuk oluyor şimdi.

Necip Fazıl’ın “Otel Odaları” ndan geçiyorum; ‘Zamanın tahtaları kemirdiği’…Cahit Külebi’ nin tarlalarından; ‘Sessizliğin çın çın öttüğü’…

Geçtiğim şehirler, en son gördüğüm yüzleriyle karşılıyorlar beni. Geçtiğim yolları en son bıraktığım mevsimlerinde buluyorum. İnsansız ovalarda, vadilerde, dağlarda rengi değişmemiş zamanın. Issız köylerden kasabalardan geçiyorum; meydanlarındaki çınarlara, yol boyu dizili kavaklara değerek. Onlar, geçen günlerin eldeki tek fotoğrafı gibi kalakalmışlar oldukları yerde. Yazgılarındaki bu derin temsile devam ediyorlar.

Evler… Devasa, heybetli, asık suratlı binaların arasında soluyan; ihtiyar, kederli evler… Belleri bükük, ahşabı solgun… Çizgi çizgi simalarında zamanın asılı kaldığı… Bütün yaşanmışlıkların, bütün günahların, bütün sevapların, hasretlerin, sevdaların yüzlerine bir ifade olup konduğu; bedenlerinde bir duruş olup kaldığı, yorgun harap evler! Kim bilir kaç ömrün hikâyesiyle durur, nice güzlerin, nice baharların nefesini solurlar? Acaba kimlerin ‘geçen dakikaları’ orda bekleşir, orda konaklar?

Zamanın elinden eteğinden düşen çakıllar burada, bu yollarda serili. Bütün yolculuklarım oradan geçtiğim en son âna yolculuk gibidir veya son yolculuğum bütün geçmiş yolculuklarımın toplamıdır. Ömrümü izliyorum penceremden. Yoldaki çakıllardan izler sürüyorum. Geçip gitmemiş hiçbir şey. Koku olup sinmiş, mevsimden elbiseler giymiş, iklimden boyalar sürmüş. Bıraktığım gibi aşina çehreleriyle ayaktalar işte.

Yollar, kimi zaman ‘yağız atların kişneyip, meşin kırbacın şakladığı’ yollar oluyor. Yollar, ‘tekerleri meşeden katar katar kağnıların gittiği,” ‘Rüzgârın bıçak gibi kestiği’ yollar… Bir sonsuzluk çemberi gibi aynı izlerin, aynı kederlerin, aynı sevinçlerin büklüm büklüm ayrılıp deveran ettiği yollar…

Kim bilir bizden düşen çakılları kimler toplayacak, bizim şiirimizi kimler okuyacaktır ‘ Han Duvarları’nda?’

Anlatmak mı, resmetmek mi? Yoksa duymak mı, yaşamak mı en iyi ifade yoludur? Sanırım susmak… Sükûtun anlattığını hiçbir dil anlatamaz. Harabelerde, mezarlarda, köprülerde saklanan tarihin dilini çözmeye hangi lisan muktedir olabilir ki?

Elbet bir gün; Üstad’ ın tasvirindeki heykel misali, yılların, ‘yanaklarından bir gözyaşı olup kaydığı’ ‘ayaklarında sonbaharın ağlayacağı,’ mermerden bir taşımız olacak başucumuzda.

(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 18/12/2014)

ELİME KAYGI BULAŞTI

Kaygı, geceden gelip yerleşti içime. Rüyama süzülüp aktı üşenmeden. Çehreler giydi, bilmediğim simalara türlü çeşit ifadeler, cümleler yükledi. Sevmediğim mekânlara çekti beni, biliyorum o çirkin dekorlar da onun fikriydi. Rüyamda işittiğim bütün düşünceler de ona aitti. Yine başarmıştı artık irademle savaşı başlamıştı. İçimi daraltmasından, bana arzusu doğrultusunda kararlar aldırmasından anlıyordum ki hâkimiyet kurmayı sağlamıştı. Gökyüzü de onunla işbirliği içindeydi. Doldu doldu taştı bulutlar. Doldukça karardı, karardıkça yağdı. Elim yüzüm müydü ıslanan yoksa kurumaya bıraktığım tortulanmış korkularım mıydı? Onca zamandır nice yol kat ettiğim fikrinin sadece zayıf bir ihtimal, hatta bir iyimserlik olduğu hakikatine çarpmak, baştan aşağı bir kova soğuk suyla uyanmak kadar ürperticiydi.

Ve benim müzmin derdim, akan yıllara rağmen yaşlanmayan, eskimeyen, uzaklaşıp seraba dönmeyen kaygılarım her fırsatta dimdik, genç ve bıraktığım gibi gelmekteydi. Hannas’ın döşediği bir dumandı yoluma, Vesvas’dan süzülmüş bir gölgeydi ardımda, sağımda solumda iblisten bakışlarıyla görüp de ruhumda duyduğum baştanbaşa keder, şiddetli bir sancıdan ibaretti.

Geldiği andan itibaren hükümranlığı başlamıştır. Bundan sonra ne ruhuma sözüm geçer ne bedenime. Kendimle baş edemez olurum. Gece uykuya dalarken ağır ve karanlık vücudu zihnimi kuşatmıştır. Gündüz uyanırken içimde derin bir titreyişle, korkunç bir acıyla açarım gözümü. Gün onunla biter ve onunla başlar artık.

O acımasız ve uğursuz eller, yakama yapışmıştır bir kere. Vücudum titrek bir yaprak gibi düşer önüne. Ve o el bir külçe gibi havada savurur beni, sonra bir o duvara vurur, bir bu duvara. Soluk almadan divane gibi çarpıla çarpıla akar günler.

Yıllardır yüzümü güldüren ne kadar hayalim, ne kadar ümidim varsa kaybolmuştur. Yaşam sevincim, solgun ve ölümcül bir yüze dönmüştür artık. O karanlık girdaptan çıkıp da yakalayabileceğim yegâne güç, iyimserlik ve ümittir bilirim ama yakamdaki o bulaşık, o ağır ellerden kurtulmaya kudretim yoktur.

Yenilginin ve korkunun dibe vurduğu anda dizlerinin üstüne çökmüş ruhum, karanlık dehlizin soğuk taşlarında kaybolurken ayaklarının üstüne kalkıp da kılıcını yeniden çekmesi nasıl mümkün olacaktır? Kaygı, haklı olduğunu, ona ispatladıktan sonra, ruhumu yenilgiden ne kurtaracaktır? Bir sihirli söz yetişir bazen imdada, bir anne şefkati bazen, kimi zaman akıl bir temsil bulup getirir önüme. Hepsi bir parça derman serperken dizlerime, o küçük kız gelir, arkasında akıp gitmiş ama kahramanca aşılmış yüzlerce tepeyi işaret ederek. Kilitlemeyi başardığım karanlıkları gösterir ve bir tutam ümit verir; mucizelerin ümidini… Sana senden yakın olanın ve rahmetin ümidini…

Her seferinde ayağa kalkmam o andan sonra olur. Ama o anı yakalayabilmek, o sözleri işitebilmek için zorluk tünelinin sonuna varılmış, çaresizliğin zehirli tadına dokunulmuştur. Yardım, dardayken yetişmiştir.

Artık kaygı toparlanır yavaş yavaş. Arkasına dönüp dönüp söylenmelerine ara vermez tabii. Ama o karanlık sözler bu sefer etrafımdaki duvarı aşamaz. Hükmü bitmiştir artık. Yeni bir delil bulup zayıf ânımı yakalayıncaya kadar ülkemden kovulmuştur. Toparlanıp gitmesi fazla sürmez. Ve bana yaralarımı sarmak için uzun bir zaman kalır.

(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 30.12.2014)
Olete lõpetanud tasuta lõigu lugemise. Kas soovite edasi lugeda?