Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Gülistan»

Font:

Şeyh Sadi Şirazî, İran edebiyatının önemli şair ve yazarlarından biridir. Asıl adı, Ebu Abdullah Müşerrefettin’dir. 1213 yılında Şiraz’da doğmuştur. Rivayetlere göre hayatının üçte birinde tahsille meşgul olmuş, ikinci üçte birini seyahatle geçirmiş, kalanı da ibadete hasretmiştir. Tahsiline Şiraz’da başlamış, Bağdat’ta Nizamiye Medresesi’nde devam etmiş, döneminin büyük bilginleriyle tanışmış, onlardan yararlanmıştır.

Ebu Bekir ve oğlu Sad için Bostan ve Gülistan isimli eserlerini yazmıştır. Gezmeyi çok seven Sadi, Anadolu ve Azerbaycan’ı da dolaşmış, sonunda Şiraz’a dönerek, tenha bir yerde yaptırdığı tekkeye yerleşmiştir. Zamanını okuyup yazarak, ibadet ederek ve ziyaretleri kabul etmekle geçirmiştir.

Sadi, 1292 yılında Şiraz’da vefat etmiştir. Mezarının bulunduğu semt, onun adı ile anılır. Kusursuz bir anlatış biçimi olan Sadi’nin üslubu basit gibi görünür; fakat kolay kolay taklit edilemez.

Sadi, eserlerini manzum ve mensur olarak kaleme almıştır. Eserlerinin toplamı yirmiyi geçmektedir. Bostan, Gülistan dışında Akl u Aşk, Takrîr-i Dibace, Nasihatü’l-Mülûk ve Hevatim öne çıkan eserlerindendir. Bostan ve Gülistan, İslam ülkelerinde medreselerde ders kitabı olarak okunmuş, açıklamaları yapılmış ve çeşitli dillere çevrilmiştir.

“Ey bizim toprağımıza, mezarımıza uğrayan ziyaretçiler! Azizlerin toprağı için olsun şu söyleyeceğim sözleri hatırlayın: Sadi, toprak olmuşsa da ne beis var? O, zaten sağlığında da toprak idi. Sadi, rüzgâr gibi dünyayı dolaştıysa da nihayet kendisini kara toprağa teslim etti. Çok geçmeden toprak onu yiyecek; sonra da rüzgâr o toprakları dünyanın her tarafına savuracaktır.

Mana gülistanı açıldı açılalı hiçbir bülbül Sadi kadar güzel terennüm etmemiştir.

Böyle bir bülbül ölür de toprağından gül bitmezse hayret ederim.”

Sadi Şirazî

1. Bölüm
İktidar Sahiplerinin Âdetleri Hakkındadır

Hikâye

İşittim ki bir padişah bir masumun öldürülmesini emretmiş.

Zavallı, canından ümidi kesince kendi diliyle padişaha sövmeye, hakkında fena sözler söylemeye başlamış. Çünkü hükema: “Her kim canından el yursa gönlünde olanı söyler.” demiş.

Zaruret vaktinde kaçmaya imkân kalmayınca el, keskin kılıcın ucunu tutar. Mağlup kedinin, köpeğe hücum ettiği gibi insan da yere düşünce ağzına geleni söyler.

Padişah, esirin söylendiğini görünce sormuş:

“Bu ne söylüyor?”

İyi huylu vezirlerden birisi: “Cennet; öfkesini tutanlar, suçlunun suçundan geçenler için hazırlanmıştır.” demiş. Bu söz üzerine padişah acımış, onun kanının sevdasından vazgeçmiş.

Birinci vezirin zıddı başka bir vezir, işe karışmış ve “Bizim gibilere padişah huzurunda yalan söylemek yakışmaz. Padişahım, o size sövdü, fena sözler söyledi.” demiş.

Bu ikinci vezirin sözünden padişahın canı sıkılmış ve “Bana onun yalanı senin doğru sözünden daha makbul geldi.” demiş. “Çünkü onun sözü iyiliğe müteveccih idi; seninki ise kötülüğe mebnidir.”

Hükema: “İş bitiren yalan, fitne koparan doğrudan iyidir.” demiş.

Her kim ki, padişah onun sözünü dinler; dediğini yaparsa o adam iyilikten başka bir şey söylemesin. Söyleyecek olursa ona yazıklar olsun.

Feridun sofasının (salonunun) duvarında şu mazmunda beyitler yazılmıştı:

“Kardeş, dünya kimseye kalmaz. Gönlünü cihanı yaratan Tanrı’ya bağla, işte o kadar. Dünya mülküne itimat etme. Çünkü dünya senin gibi çok kimseyi beslemiş; sonunda öldürmüştür. Mademki pak olan can çıkıp gidecektir, ha taht üzerinde ölmüşsün ha toprak üzerinde…”

Hikâye

Horasan padişahlarından biri olan Sebütenkin’in oğlu, Sultan Mahmud Gaznevî’yi vefatından yüz sene sonra rüyada, tekmil vücudu dökülmüş, toprak olmuş, yalnız gözleri yuvalarında dönüyor ve bakıyor bir hâlde görmüş.

Tekmil hükema bu rüyanın tabirinde âciz kalmışlar. Yalnız, bir derviş, padişaha arz-ı tazîmât ettikten sonra tabir edip demiş ki: “Gözleri hâlâ bakıyor, çünkü mülkü başkalarının elindedir. Hasret çekiyor, mülküm ne oldu, kimlerin elindedir, diye bakıyor.”

Nice adlı sanlı kimseleri toprağın altına gömmüşler. Bugün, onların varlığından yer üzerinde bir nişan kalmamıştır. O zayıf, nahif ihtiyarı, Sultan Mahmud’u toprak altına teslim ettiler. Toprak onu öyle yedi ki ondan kemik bile kalmadı. Nuşirevan öldüğü ve çok zaman geçtiği hâlde adaleti sebebiyle mübarek adı diridir. Arkadaş “filan öldü” diye tellâllar nida etmeden iyilik yap ve ömrü ganimet bil.

Hikâye

İşittim ki bir padişahın şehzadelerinden birisi kısa boylu, gösterişsiz imiş. Öbür kardeşleri ise uzun boylu, güzel yüzlü imişler.

Bir gün padişah o kısa boylu oğluna onu beğenmediğini sezdiren manalı bir bakışla bakmış. Zeki şehzade işi anlamış. Babasına lazım gelen hürmeti ifadan sonra şöyle demiş:

“Şah baba! Akıllı kısa, cahil uzundan daha iyidir. Boyca her büyük olanın kıymette daha iyi olması lazım gelmez. Koyun paktır; fil murdardır.

Yer üzerindeki dağların en küçüğü Tur’dur; fakat Cenabıhakk’ın indinde kadir ve mertebece diğer dağlardan daha büyüktür.

İşittin mi bir gün bir zayıf âlim, bir şişman ahmağa şunu demiş: “Arap atı zayıf ise de tavlı eşekten daha iyidir.”

Şehzadenin sözüne babası gülmüş, devlet erkânı beğenmişler, fakat kardeşleri yürekten incinmişler.

Bir insan söz söylemedikçe ayıbı, hüneri gizli olur. Her ormanı boş sanma; içinde bir kaplanın uyumuş olması pek mümkündür.

İşittim ki o sırada çetin bir düşman padişaha yüz göstermiş, harp ilan etmiş. İki ordu karşı karşıya gelmişler. Meydanda ilk evvel atını oynatan, o şehzade olmuş ve düşmana hitaben şöyle demiş:

“Ben o kimse değilim ki cenk gününde arkamı görmüş olasın. Kanlı toprak arasında bir baş görürsen işte o benim (yani başımı verir, dönmem). Harbe giren kendi kanıyla oynar. Kaçacak olursa ordunun kanıyla oynamış olur.”

Şehzade bunu söyledikten sonra düşman askerine hücum etmiş. İşe yarar yiğitlerden birkaçını öldürmüş. Sonra dönüp babasının huzuruna gelerek yer öpmüş ve “Muhterem baba,” demiş. “Şahsım sana hakir görünmüştü. Sakın şişmanlığı hüner saymayasın. Muharebe meydanında da ince belli Arap atı işe yarar, besili öküz bir şey yapamaz.”

Nakletmişler ki düşman çok, bunlar az imişler. Askerin bir kısmı kaçmak istemiş. Şehzade “Yiğitler, çalışın, ta ki kadınlar elbisesi giymeyesiniz.” diye haykırmış.

Şehzadenin bu sözü üzerine süvarilerin hiddeti, şiddeti artıp bir uğurdan hamle etmişler.

İşittim ki hemen o gün içinde düşmanı mağlup etmişler.

Bunun üzerine padişah şehzadenin başını, gözünü öpmüş, onu kucaklamış. Ona karşı hüsnünazarını her gün biraz daha arttırmış. Nihayet onu veliaht yapmış.

Kardeşleri kıskanmışlar, yemeğine zehir koymuşlar.

Çardaktan bu suikastı gören kız kardeşi pencerenin kanatlarını birbirine vurmuş.

Zeki çocuk işi anlayarak yemekten elini çekmiş ve “Hünerliler ölsün de hünersizler onların yerlerini tutsunlar, bu olmayacak bir iş.” demiş.

Dünyada hüma kuşu kalmasa dahi baykuşun gölgesi altına kimse gelmez.

İşi padişaha duyurmuşlar. Padişah diğer oğullarını çağırtıp lazım geldiği surette cezalandırmış. Sonra memleketi çocukları arasında taksim etmiş, her birine memnun olacak bir parçayı vermiş. Bu suretle fitne yatışmış. Münazaa kalkmış.

Zira hükema demişler ki: “On derviş bir kilimde uyurlar, iki padişah bir iklime sığamaz.”

Allah adamı, bir ekmeğin yarısını yerse yarısını fakirlere verir.

Bir padişah yedi iklime malik iken diğer iklimi de zapt etmek arzusunda bulunur.

Hikâye

Birtakım Arap haramileri bir dağ başında yerleşmiş, kervanın yolunu kapatmışlardı.

O civardaki memleketlerin ahalisi, onların hilelerinden korkmuş, üzerlerine giden hükûmet askeri de yenilmişti. Çünkü sarp, varılması müşkül bir dağ başını ele geçirmişler ve orasını kale gibi kendilerine sığınak edinmişlerdi. O taraflardaki memleketlerin durendiş büyükleri bunların mazarratını def için istişare yaptılar ve “Bu tayfa, bu hâl üzere biraz daha kalırsa artık onlar ile başa çıkılmaz.” dediler.

Yeni kök salan bir ağacı bir adam zorlarsa yerinden çıkarabilir; fakat o ağacı bir zaman, hâli üzere bırakırsan birçok pehlivan getirsen dahi onu kökünden koparamazsın. Pınar başını bel ile kapatmak mümkündür. Su çoğalınca fille dahi geçilemez.

İstişare neticesinde bir gözcü gönderip fırsatı gözetmeye karar verdiler.

Gözcü bunları gözetliyordu; nihayet bir gün bunlar bir kavmin üzerine sürülmüş, gitmiş ve yerleri boş kalmıştı. Gözcü geldi, haber verdi. Derhâl başından birtakım işler geçmiş, cenklerde bulunmuş yiğitler gönderdiler. Bu yiğitler dağdaki hendeklerde saklandılar. Nihayet gece oldu, hırsızlar döndüler; uzak yerlere gitmişler, ganimet getirmişlerdi. Silahlarını çıkardılar. Ganimet eşyasını bir tarafa koydular.

Bunların başına ilk hücum eden düşman, uyku idi. Çörek şeklindeki güneş batmış, karanlığa girmişti. Sanki Yunus Peygamberi balık yutmuştu.

Gece, üç saat kadar bir zaman geçince yiğitler pusudan çıktılar, onların ellerini arkalarına bağladılar. Sabah vakti padişahın huzuruna getirdiler.

Padişah bunları görünce hepsinin katline ferman buyurdu.

Nasılsa bunların aralarında henüz gençliğin ilk çağlarında bir delikanlı vardı. Henüz başlayan gençliğinin meyvesi yeni yetişmişti. Yanağında bahçesinin yeşilliği yeni bitmişti.

Vezirlerden birisi padişahın tahtının ayağını öptü, şefaat yüzünü yere koydu ve “Bu çocuk hayat bahçesinden henüz meyve vermemiş, yeni başlayan gençliğinden bir fayda görmemiştir. Onun kanını bağışlamakla bendelerinin minnettar buyrulmasının efendimin kerem ahlakından rica ederim.” dedi.

Padişah bu sözden yüzünü ekşitti, bu söz onun yüce reyine muvafık gelmedi ve şöyle dedi:

“Soysuz kimse iyilerin terbiyesini alamaz. Kabiliyetsiz kimseyi terbiyeye çalışmak, kubbe üzerinde ceviz durdurmak gibidir.

Bunların çoluk çocuklarını, kavim ve kabilesini kesmek daha makul; köklerini, temellerini kazımak, çıkarmak daha iyidir; çünkü ateşi söndürüp korunu bırakmak, yılanı öldürüp yavrusunu muhafaza etmek akıllıların işi değildir.

Bulutlar abıhayat yağdırsa dahi söğüt dalından asla meyve yiyemezsin. Soysuz kimse ile vaktini geçirme; çünkü hasır kamışından şeker yiyemezsin.”

Vezir bu sözü dinledi, ister istemez beğendi; padişahın güzel reyini takdir ile hakikaten böyledir diye tasdik etti ve “Allah mülkünü daim etsin, padişahın buyurduğu mahzı hakikattir.” dedi. “Ancak bu çocuğun o kötülerle arkadaşlığı devam etseydi onların terbiyelerini alacak ve onlardan birisi olacak idi.

Hâlbuki o henüz çocuk denecek kadar gençtir. O güruhun isyan ve tuğyanından ibaret huyları onun tabiatında henüz yerleşmemiştir. Ümit ederim ki iyilerle bir arada bulunarak güzel bir terbiye alır ve akıllı insanların ahlakını benimser.

Peygamberimizin bir hadisinde ‘Ne kadar doğan çocuk varsa Müslüman yaradılışı ile doğar; fakat ebeveyni onu hâli fıtride bırakmayarak Yahudi, Nasrani veya Mecusi yapar.’ buyurmuştur.

Hazreti Lût (musahhah nüshada: Nuh’un oğlu)’un zevcesi kötülerle arkadaş olduğu için hanedanı nübüvvetten olmak şerefini kaybetti.

Hâlbuki Ashabı Kehf’in köpeği birkaç gün iyilerin arkasına düştü, insan şerefi kazandı.”

Vezir bunu söyledi ve padişahın nedimlerinden birtakımı da şefaat hususunda ona yardım etti.

Nihayet padişah: “Doğru bulmadım ama hadi affettim.” dedi ve sözüne şöyle devam etti:

“Bilir misin Zal, kahraman Rüstem’e ne dedi? Dedi ki: Düşmanı ehemmiyetsiz, âciz saymak doğru değildir; çünkü çok gördük ki küçük bir kaynağın suyu çoğaldıkça deveyi yüküyle beraber almış götürmüştür.”

Hülasa vezir çocuğu aldı, evine götürdü. Naz ve nimetle besledi, terbiyesi için edip bir üstat tayin etti. Ona, güzel konuşmayı, güzel cevap vermeyi, padişahın huzurunda bilinmesi lazım gelen her türlü adabı öğrettiler. Çocuk pek iyi yetişti ve herkes artık onu çok beğeniyordu.

Bir gün vezir, padişahın huzurunda çocuğun ahlakından, evsafından biraz bahis ile: “Akıllı insanların terbiyesi ona tesir etmiş, eski cehaleti tabiatından zail olmuştur.” dedi.

Padişah bu sözü işitince gülümsedi ve şöyle dedi:

“Kurt yavrusu, insanlar arasında büyüse de sonunda kurt olur!”1

Bunun üzerinden bir iki yıl geçti; oğlan büyüdü. Mahalle çapkınlarından birtakımları o hırsız oğlana yanaştılar. Onunla arkadaşlığa karar verdiler.

Oğlan bir fırsat düşürdü; veziri, iki oğlu ile birlikte öldürdü. Bitmez tükenmez parayı, malı kaldırdı. Hırsızlar, mağarasında babasının yerine geçti, oturdu; asi oldu.

Padişah, bu vakayı işitince hayretinden ellerini dişleriyle ısırdı, şöyle dedi:

“İnsan kötü demirden nasıl iyi kılıç yapar? Ey akıllı zat, bilmiş ol ki alçak kimse terbiye ile adam olmaz. Misal istersen yağmura bak ki yağmurun tabiatı latif, temiz olduğundan ihtilaf yoktur; böyle olmakla beraber, yağan yağmurun tesiriyle bahçede lale, çorak yerde çer çöp biter.

Çorak yer sümbül bitirmez. Boş yere oraya ümit tohumu ekip zayi etme. Kötülere iyilik etmek iyilere kötülük etmek gibidir.”

Hikâye

Sultan Oğulmış’ın sarayının kapısında bir çavuş oğlunu gördüm; aklı, zekâsı, anlayışı, sezişi ne kadar methedilse ondan ziyade idi. Hem de o küçük çağında alnında büyüklük asarı göründü.

Akıl ve zekâsından dolayı başının üstünde büyüklük yıldızı parladı.

Hülasa o çocuk, padişahın hüsnünazarına mazhar oldu; çünkü surette cemali, hakikatte kemali var idi. Hükema şöyle demişlerdir:

“Zenginlik hüner iledir, mal ile değil; büyüklük akıl iledir yaş ile değil.”

Akran ve emsali o çocuğu kıskandılar, onu bir hıyanet ile itham ettiler, idam edilmesi için boş yere çalıştılar.

Dost, dostu hakikaten severse düşman ne yapabilir?

Padişah çocuğa sordu:

“Bunların sana düşman olmalarına sebep nedendir?”

Çocuk cevaben: “Sayei devletinizde herkesi memnun ettim; fakat hasudu memnun edemiyorum. Çünkü o ancak benim saadetimin ve efendimin ikbal ve devletinin zevaliyle memnun olur.” dedi.

“Kimsenin gönlünü incitmemek elimden gelir; fakat hasuda ne yapayım ki o kendiliğinden ıstırap içindedir.

Hey hasut sana diyorum, sen öl ki kurtulasın; çünkü haset öyle bir hastalıktır ki ölümden başka bir şeyle ondan kurtulmak mümkün değildir.

Bedbahtlar, bahtiyarların saadetinin, mevkiinin zevalini arzu ederler. Yarasa gözlü kimse, gündüz görmezse güneşin ne günahı var? Doğrusunu ister misin, güneşin kararmasından ise öyle bin gözün kör olması daha iyidir.”

Hikâye

Hikâye ederler ki bir Acem şahı halkın malını gasp ederdi. Ahaliye eza ve cefaya başlamıştı. Bu zulüm o dereceye vardı ki nihayet birçoğu onun zulmünün fenalıklarından öteye beriye dağıldılar, onun cevrinin şiddetinden gurbet yollarını tuttular. Halk azalınca memleketin şevketi de azaldı; hazine boş kaldı. Düşmanlar her taraftan zorladılar.

Her kim musibet gününde feryadına yetişecek bir kimse istiyorsa sen ona: “Arkadaş, selamet günlerinde cömertliğe çalış.” de. Para ile alınmış, kulağı halkalı köleyi okşamazsan kaçar gider. Sen lütfet, lütfet ki yabancılar senin kulağı halkalı kölen olsunlar.

Bir gün o padişahın meclisinde Şehname kitabını okuyorlardı. Okudukları bahis Dahhâk’ın saltanatının zevali ve Ferîdun’un saltanata nail olması hakkında idi.

Vezir padişaha sordu: “Ferîdun’un hazinesi, malı mülkü, kölesi, kulları, uşakları, başında damları yok iken nasıl oldu da padişah oldu?”

Padişah cevap verdi: “İşitmişsindir birtakım halk ona hararetle taraftar oldular, başına toplandılar, onu kuvvetlendirdiler. Böylece padişah oldu.”

Bunun üzerine vezir: “Mademki halkın toplanması padişahlığa sebep oluyormuş, o hâlde sen niçin halkı dağıtıyor, perişan ediyorsun? yoksa sen padişah olmak istemiyor musun?” dedi.

Askeri, can ile beslemek lazımdır. Çünkü sultan, asker sayesinde hüküm sürer.

Padişah: “Dağılan asker ve ahalinin toplanması için ne yapmak lazımdır?” diye sordu.

Vezir cevap verdi: “Padişah kerim olmalıdır, ta ki halk onun etrafında toplansın. Merhametli olmalıdır ki, herkes onun sayesinde emin, müsterih olarak yaşasın. Sende ise ikisi de yoktur.”

Zalim insan padişahlık edemez. Nasıl ki kurt, çobanlık yapmaz; zulüm temelini atan padişah da kendi saltanat duvarının temellerini kazmış olur.

Nasihatçı vezirin sözleri padişahın tabına hoş gelmedi: “Bağlayın şunu!” dedi. Veziri zindana yolladı. Çok geçmeden padişahın amcası, oğulları saltanat davasına kalkıştılar ve ordu tertip ederek babalarının mülkünü istediler.

Padişahın zulmünden bıkarak şuraya buraya dağılmış olan ahali öbür tarafa geçtiler; oraya kuvvet verdiler. Nihayet saltanat padişahın elinden çıktı. Diğerlerine geçti.

Bir padişah ahaliye zulmederse dostu bile felaket gününde onun kuvvetli düşmanı olur. Sen halk ile hoş geçin ve düşmanının cenginden korkma; çünkü adil bir padişah için ahalisinin hepsi askerdir.

Hikâye

Bir padişah, acemi bir köle ile gemiye binmişti. Köle deniz görmemiş, geminin mihnetini tecrübe etmemişti. Ağlamaya, inlemeye başladı. Tir tir titriyordu. Onu avutmak için çok uğraştılar; bir türlü sakinleşemiyordu. Padişahın keyfi kaçtı. Herkes âciz bir vaziyette iken gemide bulunan bir hâkim, padişahın huzuruna çıktı. “Müsaade buyurursanız ben onu sustururum.” dedi.

Hâkim emretti, köleyi denize attılar. Köle birkaç kere suya battı çıktı, sonra saçından yakaladılar, onu gemiden tarafa çektiler.

Köle gemiye yaklaşınca iki eliyle geminin dümenine asıldı; oradan gemiye çıktı. Bir köşede uslu uslu oturdu. Hâkimin yaptığı iş padişahı hayrete düşürdü. “Bu işte hikmet nedir?” diye ona sordu.

Hâkim cevap verdi: “Köle evvelce suya batmayı tatmamıştı. İşte huzur ve saadet de böyledir, bir felakete düçar olmayan kimse onun kıymetini bilemez.”

Ey tok kimse! Sana arpa ekmeği hoş görünmez. Hâlbuki sence çirkin olan o arpa ekmeği benim sevdiğimdir. Cennet hurilerine “Araf” cehennemdir. Fakat cehennem halkına soracak olsan Araf için cennettir, derler.

Birisi var yârini sinesine sarmış; birisi var acaba yâr gelir mi diye gözlerini kapıya dikmiş. Bu ikisi arasında ne kadar büyük fark var!

Hürmüz Tâcdar’a: “Babanın vezirlerinden ne fenalık gördün ki hepsini bağlattın, zindana gönderdin?” dediler.

Cevap verdi: “Hepsi mucip olacak bir fenalık görmedim; fakat baktım ki benden son derece korkuyorlar ve kendilerine karşı verdiğim söze katiyen itimat etmiyorlar; kendi zararlarından korkarak canıma kastederler diye korktum ve bu bapta hükemanın sözüyle amel ettim.” Hükema şöyle demişler:

“Ey akıllı kimse, birisi senden korkuyorsa sen onun gibi yüz kişiyle cenk edip başa çıkacak kudrette olsan bile yine ondan kork. Görmez misin kedi, âciz kalınca tırnağıyla kaplanın gözünü çıkarır; görmez misin yılan, çobanı görünce bu adam taşla başımı ezecektir korkusuyla çobanın ayağını sokar.”

Hikâye

Arap meliklerinden birisi hem ihtiyar hem de hasta idi. Hayatından ümidini kesmişti. Derken bir atlı geldi, huzura girdi, müjde verdi: “Efendimin devleti sayesinde filan kaleyi fethettik. Düşmanlar esir oldular; o tarafın tekmil ahali ve askerleri efendimizin fermanına muti oldular.” dedi.

Melik bu sözü işitince içini çekti: “Bu müjde bana değil, düşmanlarıma, yani benden sonra tahta kimler geçecek ise onlaradır.” dedi.

“Gönlümden bir türlü çıkmak bilmeyen bir muradım vardı; yazık ki kıymetli ömrüm o muradımın meydana gelmesini beklemekle geçti. O muradım hâsıl oldu; fakat ne fayda!.. Geçen ömrüm geri gelmeyecek.

Ecel eli, göç davulunu çaldı. Her iki gözüm, başa veda ediniz; ayaklarım, bileklerim, kollarım, hep birbirinize veda ediniz. Düşmanların benim için istedikleri ölüm geldi, başıma kondu. Ey dostlarım, bakınız, hayatım cahillikle geçti. Ben bir gün gelip de öleceğimi düşünmedim ve layıkı veçhile günahlardan sakınmadım. Siz bu hâlime bakın.”

Hikâye

Bir sene Demişk Camii’nde meftun Yahya Peygamber’in baş ucunda itikâfa girmiştim.

Benî Tamin Arap meliklerinden insafsızlıkla meşhur birisi kabr-i şerifi ziyarete geldi; namaz kıldı, dua etti, hacet diledi.

Gerek fakir gerek zengin herkes bu kapının toprağının bendesidir. Hem de zengin olanlar daha muhtaçtırlar.

Namazdan sonra yüzünü bana döndü: “Dervişlerin himmeti var, onların Cenabıhak ile gerçek işleri var. Bana gönülden himmetinizi yoldaş ediniz; çetin bir düşmanım var. Ondan endişeler içindeyim.” dedi.

Cevap olarak: “Kavi düşmandan zahmet görmek istemiyorsan zayıf ahaliye merhamet eyle.” dedim.

Zorlu pazılar, kuvvetli pençelerle zavallı bir âcizin kolunu kırmak hatadır.

Düşkünlere, biçarelere acımayan kimse korksun; çünkü bir kere yıkılacak olursa kimse elinden tutup onu kaldırmaz. Her kimse kötülük tohumunu eker de iyilik biçeceğini umarsa yanlış fikre saplanmış, saçma bir hayale bağlanmış olur. Kulaktan pamuğu çıkar, halkın dileklerini dinle, halka adalet göster. Şayet göstermeyecek olursan unutma ki bir adalet günü vardır.

Âdemoğulları bir vücudun azaları gibidirler. Çünkü aynı cevherden yaratılmışlardır.2

Vücudun bir yerinde bir dert, bir ağrı hâsıl olursa diğer azanın kararı kalmaz. Onlar da rahatsız olurlar.

Sen ki başkalarının mihnetinden keder duymuyorsun, sana ihsan adım vermek yakışmaz.

Hikâye

Bağdat’ta duası kabul olan bir derviş zuhur etti. Haccacı Zâlim’e haber verdiler. Haccac onu çağırdı. “Bana bir hayırlı dua et.” dedi.

Derviş, “Yarabbi Haccac’ın canını al.” dedi.

Haccac: “Derviş, Allah için söyle, bu nasıl duadır?” dedi.

Derviş: “Bu, hem senin için hem de tekmil Müslümanlar için hayırlı bir duadır.” dedi.

Ey eli altındakileri inciten yüksek elli kimse! Ne vakte kadar böyle pervasızca zulüm edebileceksin. Cihandarlık ne işine gelir; senin ölmen daha iyidir; çünkü insanları incitiyorsun.

Hikâye

İnsafsız meliklerden birisi bir âbide sordu:

“İbadetlerden hangisi efdaldir?”

Âbit cevap verdi: “Senin için öğleye kadar uyumak efdaldir; çünkü uyuduğun müddetçe halkı incitmezsin…”

Bir zalimi öğle vakti uyumuş gördüm de “Bu fitnedir, fitnenin uyumuş olması iyidir.” dedim.

Uykusu uyanıklığından iyi olan kötü yaşayışlı kimsenin gebermesi iyidir. Fitne uyumuştur. Allah onu uyandırana lanet etsin.

Hikâye

İşittim ki padişahlardan birisi bir gece sabaha kadar işret etmiş. Son derece sarhoş bir hâlde, şöyle diyormuş:

“Bize cihanda şu dakikadan daha hoş bir zaman yoktur; çünkü iyiyi, kötüyü düşünmediğimiz gibi kimseden de kaygımız yoktur.”

Mevsim kış mevsimi imiş. Çıplak bir derviş açıkta saray civarında yatıyormuş. Padişahın sözünü işitip şöyle demiş:

“Padişahım, ikbalce âlemde eşin yoktur. Tutayım ki kimseden kaygın yok; fakat bizim için kaygılanmaz mısın?”

Dervişin sözü padişahın hoşuna gitmiş. İçinde bin altın bulunan bir keseyi pencereden dışarı uzatmış ve “Derviş, aç eteğini.” demiş.

Derviş: “Eteği nereden bulayım ki elbisem yoktur.” demiş.

Bu söz üzerine padişahın merhameti artmış, bir kat hilat ile beraber altın kesesini dervişe göndermiş.

Derviş az vakit içinde o parayı telef etmiş, tekrar saraya gelmiş.

Âşığın gönlünde sabır, kalburda su durmadığı gibi kalenderlerin avucunda da para durmaz.

Derviş, padişaha öyle bir zamanda gelmiş ki padişahın onunla görüşmeye, onun hâlini sormaya vakti yokmuş. Mabeyinciler dervişin gelişini, hâlini padişaha arz etmişler.

Padişah kızıp yüzünü ekşitmiş. Böyle olması da tabiidir; çünkü zekâ ve tecrübe sahibi insanlar demişler ki: Padişahlar çok zaman memleketin mühim işleriyle meşgul olurlar, himmetlerini büyük şeylere sarf ederler; öyle vakitlerde adi işler için avamın kendilerini işgal etmelerine kızarlar.

Münasip zaman gözetmeyen kimseye padişahın nimeti haram olsun. Söylemek için zamanı müsait görmedikçe söyleme; çünkü hem kadrin kıymetin zail olur hem de sözün güme gider.

Padişah, dervişin hâlini anlayınca: “O kadar parayı az müddette telef etmiş olan bu müsrif, yüzsüz dilenciyi kovun. O bilmiyor mu ki beytülmal hazinesinde hakiki fakirlerin hakları vardır; yoksa hazine, şeytanların kardeşleri olan müsrifler için yemlik değildir.” demiş.

Parlak bir günde, gündüzün, kâfurî mum yakan ahmağı çok geçmeden görürsün ki kandiline koyacak yağ bulamaz.

Nasihat etmeye muktedir bir vezir demiş ki: “Padişahım, bence bu gibi kimselerin nafakalarını günü gününe vermek daha münasiptir. Böyle olursa israf yapamaz; fakat onları terbiye için dahi olsa efendimizin buyurduğu veçhile onu kovmak, bir daha ona bir şey vermemek muvafık değildir. Çünkü bir kısmı bunu hasisliğe hamleder. Sonra birisine bir kere bir şey verip ümide düşürmek arkasından onu meyus ederek incitmek himmet sahiplerine yaraşmaz.”

İnsan ya lütuf ve ihsan kapısını açmamalı ve kimseyi tamaha düşürmemeli; yahut açtıktan sonra huşunetle kapatmamalıdır.

Hicaz ilinde Kâbe yolunda susayanların acı su etrafına toplandıklarını kimse görmemiştir. Her nerede tatlı bir çeşme bulunursa insanlar, kuşlar, karıncalar, onun etrafına toplanırlar.

Kuş, dane bulunan yere gelir; hiçbir şey bulunmayan yere gitmez.

Hikâye

Eski padişahlardan birisi memleketi idarede gevşeklik ederdi. Askere de sıkıntı çektirirdi.

Derken çetin bir düşman yüz gösterdi; askerleri de ondan yüz çevirdiler.

Padişah hazineyi askerlerden diriğ ederse askerler de kılıca el vurmayı ondan esirgerler. Eli boş, işi ah ve feryat olan kimse harp zamanı nasıl kahramanlık gösterebilir?

Padişahlarına vefasızlık eden o askerlerden birisinin benimle dostluğu vardı. Onu ayıpladım ve “Azıcık hâlinin fenalaşmasıyla eski efendisinden yüz çeviren ve senelerce yediği nimetin hukukunu unutan kimse insan değildir, nimeti inkâr eden soysuzdur, haknâşinastır.” dedim.

Asker şöyle dedi: “Hâlimi sana anlatırsam beni mazur görürsün. Atım arpasız kalmak, eyer keçesi rehinde bulunmak yakışır mı? Padişah askere paraca bahillik ederse ona askerin canı ile cömertlik etmesi mümkün müdür?”

Askere altın ver ki asker başını versin. Eğer askere altın vermezsen başını alır başka diyara gider.

Karnı tok yiğit şiddetle saldırır, karnı aç ise şiddetle kaçar.

Hikâye

Vezirlerden birisi mazul oldu, dervişlere katıldı. Dervişlerin sohbetinin bereketi ona tesir etti; gönül perişanlığından kurtuldu. Bir müddet sonra padişahın tekrar teveccühüne mazhar oldu. Yine onu iş başına çağırdı. Fakat vezir kabul etmedi ve “Akillerin indinde mazul olmak meşgul olmaktan daha iyidir.” dedi.

Bir müddet sonra padişahın tekrar teveccühüne mazhar oldu. Yine onu iş başına çağırdı. Fakat vezir kabul etmedi ve “Akillerin indinde mazul olmak, meşgul olmaktan daha iyidir.” dedi.

Çekilip selamet köşesinde oturanlar köpeklerin dişlerini, insanların ağızlarını bağladılar. Kâğıdı yırttılar, kalemi kırdılar, kusur bulan insanların ellerinden, dillerinden kurtuldular…

Vezir kabul etmeyince padişah ona: “Memleketin işlerini vaktiyle düşünmek için bize akıllı, işin üstesinden gelir bir vezir lazımdır. Kimi biliyorsunuz, bize tavsiye ediniz.” dedi.

Vezir şöyle cevap verdi: “Akıllı, fikirli insan, kendisini böyle işe atmayandır.”

Hüma kuşu kemik yediği ve canlı mahluku incitmediği için tekmil kuşlardan eşreftir…

Karakulağa demişler ki: “Niçin arslanın peşinde dolaşıp duruyorsun?”

Karakulak şöyle cevap vermiş: “Onun avının fazlasını yiyorum ve onun şevketi sayesinde düşmanların şerlerinden emin olarak yaşıyorum.”

Bunun üzerine: “Pekâlâ.” demişler; “Onun himayesine, gölgesine girdiğini ve onun nimetiyle geçindiğini ikrar ediyorsun, niçin ona daha fazla yaklaşmıyorsun, eğer fazla yaklaşacak olursan seni has bölüğüne alır ve halis muhlis bendelerinden sayar.”

Karakulak cevap vermiş: “Evet onun nimetiyle besleniyor, sayesinde düşmanlarımdan emin olarak yaşıyorum. Bununla beraber onun hırçınlığından emin değilim.”

Ateşe tapan birisi ateşi yüz yıl söndürmeden yaksa o ateşe düştüğü dakikada ateş onu yakar.

Padişaha nedim olan kimse bazen altın bulursa da bazen de başı gider.

Hükema demişler ki: “Padişahların günü gününe uymaz. Tabiatları daima değişir. Bundan sakınmak lazımdır. Bazen selam versen incinirler, bazen sövsen hilat verirler.”

Yine hükema demiş: “Çok zarafet, nedimler için hüner ise de hakimler için ayıptır.”

Sen kadrini, kıymetini, vekarını muhafazaya çalış; oyunu, zarafetini nedimlere bırak.

Hikâye

Arkadaşlarımdan birisi kendisine yâr olmayan talihinden şikâyet etti ve dedi ki: “Ailem çok, kazancım az; zaruret yüküne tahammül edemiyorum. Çok kere düşünüyorum, başka iklime gideyim; çünkü orada nasıl yaşasam, kimse benim iyime, kötüme vâkıf olmaz.

Gurbet ilde nice kimseler aç yatar; fakat kim olduğunu kimse bilmez. Çok can dudağa gelir, kimse ona ağlamaz.

Bununla beraber gitmek de istemiyorum; çünkü düşmanlarım arkamdan gülecek, namusumla oynayacak; ailem için bir şey kazanmak ümidiyle gittiğimi mürüvvetsizliğime, hamiyetsizliğime hamledecek ve şöyle diyecekler:

‘Şu hamiyetsize bakın, böyle insan hiçbir zaman bahtiyarlık yüzünü göremez. Yalnız kendisinin istirahatını düşündü; karısını, çocuklarını zaruretler içinde bıraktı.’

Muhasebe ilminde, size malum olduğu üzere, bir şeyler bilirim. Eğer senin yüksek mevkiin sebebiyle ve tavsiyenle kalbimin rahatlığını mucip olacak bir vazifeye geçecek olursam ömrüm oldukça sana minnettar olurum.”

Onun bu teklifine karşı ben: “Dostum,” dedim, “padişah işinde iki şey var: Birisi ekmek ümidi, diğeri can korkusu. Bu ümit ile o korkuya düşmek ise akıllı işi değildir.”

Arazinin, bahçenin harcını ver diye fakirin evine kimse gelmez. Ya gönül perişanlığına, kedere razı ol; yahut böbreğini karganın önüne koy.

Refikim dedi ki: “Bu söz benim hâlime muvafık değildir ve benim sualime cevap olamaz. ‘Her kim hıyanete çalışırsa hesapta eli titrer.’ dediklerini duymadınız mı?”

Doğruluk Allah’ın rızasını muciptir. Doğru yolda gidenlerden azanları görmedim.

Hükema demiştir ki: “Dört kimse dört kimseden korkar ve can yürekten incinir: Harami padişahtan, hırsız bekçiden, fasık gammazdan, fahişe muhtesipten.”

Hesabı temiz olanın teftiş ve murakkabeden ne korkusu olur?

Azil zamanında düşmanın sana bir şey yapmaması için memuriyet zamanında ulu orta gitme.

Kardeş! Sen temiz ol, kimseden korkma. Çırpıcılar kirli olan elbiseyi taşa çarparlar.

Ona dedim ki: “Şu tilkinin hikâyesi senin hâline münasiptir: Bakmışlar ki tilkinin birisi düşe kalka kaçıyor.

Birisi ona sormuş: ‘Ne afet, ne felaket var ki bu kadar korkuya sebep oldu?’

Tilki demiş ki: ‘Develeri angaryaya tutuyorlarmış diye işittim.’

Tilkiye demişler: ‘Ahmak! Senin deve ile ne münasebetin, deveye ne müşabehetin var?’

Tilki cevap vermiş: ‘Susunuz. Eğer hasutlar, garezkârlar benim için bu devedir, derler de yakalanırsam benim deve olmadığımı anlatarak beni kurtarmak için kim çalışır? Iraktan tiryak gelinceye kadar yılan sokan ölür gider.”

“Sen de hakikaten faziletli ve dindarsın; fakat hasutlar pusuya girer; haksız davacılar bir bucakta oturur, gözetirler. Eğer bunlar senin güzel ahlakının hilafını anlatırlar ve sen padişahın divanına çıkarılarak suale, itaba maruz olursan, o sırada senin lehinde kim söz söyleyebilir? Binaenaleyh ben onu münasip görüyorum ki kanaat mülkünü bekleyesin, büyüklük fikrini bırakasın. Nitekim, akıllılar şöyle demişlerdir:

1.Gürk zade akıbet gürk şevet.
2
Beni Âdem âzay yekdiğerindeKi der âferineş zi yek gevherend.

[Закрыть]
€1,83