Loe raamatut: «Şimdi ve Sonsuza Dek », lehekülg 6

Font:
3 ay sonra

Sekizinci bölüm

Bahar güneşi Emily’nin yattığı odanın perdelerinden içeri girmiş, tıpkı nazik bir öpücük gibi uyandırmıştı.  Yavaş ve sakin sabahlar gün geçtikçe Emily’nin daha da çok hoşuna giden bir şey olmaya başlamıştı. Sunset Limanı’nın sessizliğinin keyfine varmaya başlamıştı.

Emily yatağında döndü, kırpışan gözleri açılmıştı. Bir zamanlar ailesinin olan bu yatak odası şimdi onun sayılırdı. Burası yenilediği ilk oda olmuştu. Güvelerin delik deşik ettiği battaniye gitmiş, yerine çok güzel bir kırkyama örtü gelmişti. Yataktan kalkarken krem rengi güzel bir kilim ayaklarının altında yumuşacık bir his veriyordu, dört direkli yatağın direklerinden birine tutunarak ayağa kalktı. Duvarlardan gelen taze boya kokuları arasında şimdi zımparalanmış ve verniklenmiş şifonyerine doğru gitti ve içinden çiçekli bir bahar elbisesi çıkardı.  Çekmeceler kıyafetlerle düzenli şekilde doldurulmuştu, hayatında bir kez daha düzen vardı.

Emily, ustaca temizleyip eski haline getirdiği boy aynasındaki görüntüsüne hayran kalmıştı. Ardından perdeleri sonuna kadar açtı, baharla birlikte Sunset Limanı’nı kaplayan coşkulu renkler mutluluk veriyordu; bahçede açelyalar, manolyalar ve nergisler açmıştı, araziyi çevreleyen ağaçlar yemyeşil yapraklarını çıkarmıştı ve deniz, pencereden bir gümüş parçası gibi parıldıyordu.  Pencereyi iterek açtı ve derin bir nefes aldı, havadaki tuzun tadını alabiliyordu.

Pencereden eğildiği sırada ileride bir yerlerde bir hareket gördü. Daha iyi görebilmek için kafasını kaldırdı. Daniel çiçek adalarından biriyle ilgileniyordu. Tamamen görevine odaklanmıştı. Birlikte çalıştıkları son üç ay içerisinde Daniel’ı bu alışkanlığıyla tanımıştı. Daniel bir şeye başladığında o işe bütünüyle odaklanır ve bitirene kadar durmazdı. Emily’nin ona saygı duyduğu bir özelliğiydi ama bazen tamamen dışlanmış gibi hissediyordu. Son bir kaç ay içerisinde yan yana çalışıp tek kelime etmedikleri bir çok gün geçmişti. Emily, Daniel’ın zihninde neler döndüğünü anlayamıyordu, onu okumak imkansızdı. Emily’yi itici bulmadığının tek göstergesi günbegün buraya geliyor ve mobilya taşıma, yerleri zımparalama, vernikleme ve kanepe döşemelerini değiştirme isteklerini yapıyordu. Daniel hala para almayı reddediyordu ve Emily,  bütün günlerini bedavaya çalışarak nasıl idare ettiğini merak ediyordu.

Emily pencereden geri çekildi ve yatak odasından çıktı. Üst kat koridor artık düzenli ve temizdi. Duvarlardaki tozlu resim çerçevelerini kaldırmış yerine tüm olayı hareketi yakalamak olan eksantrik İngiliz fotoğrafçı Edward Muybridge’in fotoğraf baskılarını asmıştı. Dans eden kızların dizisini seçmişti çünkü ona göre inanılmaz güzellerdi; geçiş anı ve hareket gözleri için şiir gibiydi. Parmak izleriyle kaplı duvar kağıdı sökülmüştü ve Emily koridoru temiz beyaz renkle boyamıştı.

Emily aşağıya doğru indi, burası her geçen an daha da kendi eviymiş gibi gelmeye başlamıştı. Ben’in hayatına davetsiz bir misafir olarak girdiği yıllar şimdi bir anda çok uzakta gibiydi. Sanki burası en başından beri hep bulunması gereken yermiş gibi geldi.

Telefonu her zaman durduğu yerde, kapının yanında duruyordu. Sonunda bir rutin içine girmiş gibiydi, yavaşça kalkmış, giyinmiş ve şimdi de telefonuna bakıyordu. Şimdi bahar gelmişti ve rutinine yeni bir bölüm eklemişti; önce kasabaya gidiyor, ev için  bir şeyler almaya gittiği yerel bitpazarına uğramadan önce kahve ve kahvaltı yapıyordu. Bugün Cumartesi’ydi, yani bakabileceği daha çok açık dükkan olacaktı, ve bugün daha fazla mobilya bulabilmek niyetindeydi.

Amy’ye bir mesaj attıktan sonra Emily arabasının anahtarlarını aldı ve dışarı çıktı. Bahçe boyunca yürüdüğü sırada etrafına baktı ama Daniel’ı göremedi. Son üç ay boyunca Daniel’ın varlığı Emily’nin hayatında bir istikrar kaynağı haline gelmişti. Emily bazen, Daniel sanki her zaman orada, eliyle uzanabileceği kadar yakında olacakmış.

Emily, sonunda tamir ettirdiği arabasına bindi ve  kasabaya doğru kısa bir yolculuk yaptı; yolda beyaz bir at arabasının yanından geçmişti. Midilli’ye binmek Sunset Limanı’nın turistik aktivitelerinden biriydi; Emily küçük bir çocukken at arabalarına bindiğini hatırlayabiliyordu, onların varlığı kasabanın sonunda o uzun kış uykusundan uyanmaya başladığını gösteriyordu.  Arabayla gidiyordu, ana cadde üzerinde yeni, küçük bir lokanta açıldığını fark etti. Biraz ileride bar-komedi kulübü kapılarını daha uzun saatler açık tutmaya başlamıştı. Daha önce gözlerinin önünde bu kadar dönüşen bir yer hiç görmemişti. Bu yeni yaz cıvıltısı çocukluğundaki yaz tatillerini en fazla hatırlatan şey olmuştu.

Emily limanın yanındaki küçük otoparka park etti.  Şimdi burası teknelerle dolmuştu ve direkleri nazik gelgitle birlikte bir inip bir kalkıyorlardı. Emily yenilenmiş huzur hissi içerisinde tekneleri izledi. Sanki hayat yeni başlıyormuş gibi geliyordu. Uzun zamandır ilk kez, kendinde istediği bir gelecek görüyordu: bu evde yaşamak, onu güzelleştirmek, huzurlu ve mutlu olmak. Ama bunun sonsuza dek sürmeyeceğini biliyordu. Sadece üç ay daha idare edebilecek kadar parası vardı. Bu hayal dünyasının hemen bitmesini istemeyen Emily evdeki bazı antikaları satma kararı aldı. Şimdiye kadar sadece evinde olması gerekmeyenleri satsa da bu ona acı veriyordu, sanki babasından bir parça veriyormuş gibi hissediyordu.

Emily yeni lokantadan kahve ve simit simit kaptı ve ardından Rico’nun dükkanına gitti. Burası babasının her yaz ziyaretine geldiği yerdi. Yaşlı sahibi Rico hala buradaydı. Emily, Cumartesi günü buraya ilk geldiğinde tanınmadığı için mutluydu (bunun iki sebebi Rico’nun azalmış görme yeteneği ve küçülen hafızasıydı) çünkü bu ona, babasının gölgesi altında yaşamaktansa kendini yeni biri olarak sunma, taze bir giriş yapma fırsatını veriyordu.

Karanlık dükkana eğilerek girdi ve “Günaydın, Rico," dedi.

Karanlıkların içinden ruhani bir ses “Kim o?” diye yanıt verdi.

“Ben Emily.”

"Ah Emily, tekrar hoş geldin."

Emily, adamın sadece onu hatırlarmış gibi yaptığını, o dükkana her gittiğinde bir önceki ziyaretinin adamın hafızasından silinip gittiğini biliyordu. Emily ironiyi fark etti; Sunset Limanı’nda onu en çok seven kişi, onun kim olduğunu hatırlayamayan biriydi.

“Evet, West sokağındaki büyük evde oturan, şu sandalye takımını almaya geldim,” diye seslendi, etrafına bakıyor, adamı arıyordu.

En sonunda tezgahın arkasından çıkıverdi. “Evet, tabii, buraya not almıştım.” Gözlüklerini ince burnunun üzerine taktı ve masasındaki defterde bu kişinin gerçekten Emily olduğunu ve ona gerçekten altı sandalye sattığına dair el yazısıyla alınmış notunu arıyordu. Emily bu dükkana ilk gelişinin ardından dersini almıştı(bir kilim ayırtmıştı ama almaya gittiğinde kilim çoktan satılmıştı); Rico bir şeyi not almıyorsa o gerçekleşmezdi.

“Tamamdır,” diye ekledi. "Altı yemek sandalyesi. Emily. Sabah dokuz. Ayın on ikisi, Cumartesi. O gün bugün, değil mi?”

“O gün bugün,” diye yanıtladı bir gülümsemeyle. “Ben doğruca arkaya gidip alırım, olur mu?”

“Ah, tabi, tabi, sana güveniyorum Emily, sen değerli bir müşterimizsin.”

Arka tarafa giderken kendisine sırıttı. Sandalyenin kim tarafından tasarlandığını bilmiyordu ama onları gördüğü saniyede yemek odası için mükemmel olduklarını biliyordu. Bazı yönlerden geleneksel sandalyeler gibi görünüyorlardı – ahşap, dört-uzun bacaklı, bir geri, bir koltuk – ama onlar biraz ilginç bir şekilde, her zamanki yemek sandalyesinden daha uzun boylu arka destekle tasarlanmıştı. Odanın tek renk düzeniyle harika bir uyum sağlayacak parlak bir siyaha boyanmışlardı. Onları tekrar görmek Emily’yi heyecanlandırdı, olabildiğince hızlı şekilde alıp ait oldukları yere götürmek istiyordu.

Sandalyeler ağırdı ama Emily son birkaç ay içinde güçlendiğini fark etti. Evin etrafında bu kadar fiziksel emek vermek, spor salonlarında hiç geliştiremediği kaslarını ve gücünü kazandırmıştı.

“Harika, teşekkürler Rico,” dedi ve sandalyeleri çıkışa doğru sürüklemeye başladı. "Bu akşam düzenlediğim garaj satışına geliyor musun? O iki Eichholtz Rubbinstein sehpayı satıyorum, sadece biraz bakıma ihtiyaçları var. Onları almak isteyebileceğini ve Serena’ya restore ettirebileceğini söylemiştin, hatırladın mı?”

Serena yaşam dolu ve sonsuz enerjisi olan, Maine Üniversitesi’nde bir sanat öğrencisiydi. Birkaç haftada bir, iki saatlik araba yolculuğu yaparak buraya geliyor, mobilya tamiri yaparak dükkandaki işlere yardımcı oluyordu. Her zaman kot pantolon giyer, uzun siyah saçları omuzlarına düşerdi. Emily bu kızın genç bir yaşta sahip olduğu iç huzuru ve kendinden emin iç gücünü kıskanmadan edemiyordu. Emily ilk başlarda ona pek güvenmese de o, Emily’ye karşı her zaman arkadaşça davrandığı için Emily’de ona artık öyle davranıyordu.

“Evet, evet,” diye yanıtladı Rico, hatırlar gibiydi ama Emily, onun bunu tamamen unuttuğuna emindi.  “Serena da gelecek.”

O bunları not defterine not aldığı sırada Emily onu izliyordu. Adamın adresi sorma utancını yaşamaması için “West sokağındaki eski ev,” diye hatırlattı. "Sonra görüşürüz!"

Emily aldığı sandalyeleri arabasının bagajına yükledikten sonra kasabanın içinden doğru eve gitmek üzere yola koyuldu; mavi bahar çiçekleri, parıldayan okyanus ve masmavi gökyüzü keyif veriyordu. Evin önüne park ettiği sırada ne kadar değiştiğini görünce şaşırdı. Bahar eve renk getirmiş ve bahçedeki çimleri canlandırıp kalınlaştırmıştı ama ev, aynı zamanda içinde biri yaşıyormuş, bir kere daha seviliyormuş hissi veriyordu. Kontrplakların hepsi gitmişti, pencereler artık temiz ve şimdi boyanmış görünüyordu.

Daniel şimdiden iyi bir başlangıç yapmış, Emily’nin bugün satmayı planladığı her şeyi çimlerin üzerine dizmişti.   İlk başta çöplük olduğunu zannettiği ama daha sonra araştırıp bir başkası için hazine değerinde olduğunu keşfettiği çok şey vardı. Evde tutmak istemediği bütün eşyaları kataloglamış, ardından Craigslist’e koymadan önce gerçek değerlerini keşfetmek üzere internete bakmıştı. Montreal’den buraya sadece TinTin kitapları için gelen kadından mesaj almak onu şok etmişti.

Evde bulunan eşyaları listelemeye gecelerini harcadıkça babasının bu eski alışkanlığında ne bulduğunu anlamaya başlamıştı.  Parçaların tarihi, yanlarında taşıdıkları hikayeler, hepsi Emily’ye büyüleyici gelmeye başlamıştı. Bu değersiz yığının içinde antika bulmanın verdiği haz daha önce hiç tatmadığı bir heyecan veriyordu.

Arada bir, hayal kırıklıkları da yaşanmıyor değildi. Daniel’ın balo salonundan çıkardığı antik Yunan arpı, Emily’nin araştırmalarına göre 30.000 Amerikan Doları ediyordu ama ne yazık ki çok kötü durumdaydı; arp tamircisi asla tekrar çalınabilir duruma getirilemeyeceğini söylemişti. Ama aynı adam, Emily’ye bağışlar alan yerel müzenin numarasını verdi. Müzenin bağış karşılığında arpı, babasının ismini taşıyan bir plaka ile sergileyeceklerini öğrenmek onu duygulandırmıştı. Hafızasını canlı tutmanın bir yolu gibiydi.

Bahçeye bakmak Emily’yi bir üzüntü ve umut karışımıyla dolduruyordu; babasının evi doldurduğu bu eşyaların gittiğini görmek onu üzüyordu ama evin yeni hali ve gelecekte bir gün nasıl görüneceği ona umut veriyordu. Gelecek bir anda parlak görünmeye başladı.

Sandalyeleri evin içine sürükledi ve “Geldim,” diye seslendi.

“Buradayım!” diye yanıt verdi, sesi balo salonundan geliyordu.

Emily sandalyeleri koridora bıraktı ve onu bulmaya gitti. Yemek salonundan yürüyüp gizli kapıdan geçtiği sırada “Bütün o şeyleri bahçeye çıkarak iyi iş çıkarmışsın,” diye seslendi. “Yardım edebileceğim bir şey var mı?”

Balo salonuna girdiği anda dona kaldı, söyleyecekleri boğazına dizildi. Daniel beyaz atlet giymişti kasları gözüküyordu, Emily bunları sadece tahmin edebilmişti. Onun fiziğini ilk gez gerçekten görebiliyordu ve bu sahne karşısında nutku tutulmuştu.

“Evet,” dedi Daniel, “şu kitaplığın diğer ucundan tutup dışarı taşımama yardım edebilirsin. Emily?" Daniel Emily’ye doğru baktı ve kaşlarını çattı.

Emily ağzının açık olduğunu fark ettiği anda kapadı ve dikkatini topladı. “Tabi. Evet.”

Daniel’ın durduğu yere doğru gitti ve kitaplığın diğer ucundan tuttu, göz temasını sürdürmesi mümkün olmuyordu.

Daniel kitaplığı kaldırmak için doğruldu, bütün yük kollarına binmişti ve Emily’nin gözleri sürekli buraya kayıyordu.

Emily Daniel’dan hoşlandığının farkındaydı, ilk tanıştıkları andan itibaren böyle olduğunu da kabul etmişti ama o Emily için her zaman bir gizem olarak kalmıştı. Aslında, artık ortada daha büyük bir gizem vardı çünkü geçirdikleri bunca zaman içinde Daniel, kendisi hakkında pek bilgi vermemişti. Emily’nin tek bildiği, Daniel’ın görünürden uzak ve gizli tuttuğu, bir çeşit karanlık yön, bir travma veya kaçmaya çalıştığı başka bir sırrı vardı.  Emily, travmatik bir yaşamdan kaçmanın nasıl hissettirdiğini biliyordu ve Daniel’ı hiçbir zaman bu konuda zorlamamıştı. Evin sırlarını gün yüzüne çıkarmak ancak yutabileceği bir lokmayken Daniel’ın sırlarıyla uğraşmak fazla gelecekti. Hislerini içinde tutmuştu, ikisinin de hazır olmadıkları bir zincirleme reaksiyon yaratmak üzere içinde kopan fırtınalar dışarı çıkmasın diye umut ediyordu.

*

Gün ortasından hemen sonra ilk müşterileri gelmeye başlamıştı, bu sırada Emily ve Daniel şezlonglara oturmuş ev yapımı limonata içiyorlardı. Emily Serena’nın geldiğini hemen fark etti.

"Hey!" diye seslendi Serena, el sallıyordu, Emily’nin üstüne atladı ve ona sarıldı.

“O sehpalar için geldin değil mi?” dedi Emily, o boynundan iner inmez. Serena’nın kolayca kurabildiği bu fiziksel yakınlık Emily’yi birazcık rahatsız ediyordu. “Hemen şu köşedeler, senin için getireyim onları.”

Serena, çimlerdeki mobilya labirenti boyunca Emily’yi takip etti. Yürürken “O senin erkek arkadaşın mı?” diye sordu, dönüp Daniel’a bakıyordu. “Kusura bakma ama çok seksi olduğunu söylemek zorundayım.”

Emily de güldü ve omzunun üzerinden Daniel’a doğru baktı. Daniel’ın üzerinde hala beyaz atleti vardı ve bahar güneşi pazıları üzerinde dans ediyordu, bu sırada bakkaldan Karen’la konuşuyordu.

“Değil,” dedi Emily.

“Seksi değil mi?” diye haykırdı Serena. "Kızım, kör müsün?"

Emily başını salladı ve güldü. "Demek istediğim, erkek arkadaşım değil," diye düzeltti.

"Ama o gerçekten çekici," diye ısrar etti Serena. “Yüksek sesle söyleyebilirsin.”

Emily sırıttı. Serena onun aşırı ahlaklı davrandığını düşünüyor olmalıydı.

Serena’nın almaya geldiği sehpaların yanına doğru yürüdüler. Genç olan onlara göz atmak için diz çöktü, saçlarını omuzlarından birinin üzerinden geçirdi, güneşten karamel rengine bürünmüş teni açığa çıkmıştı. Hiçbir makyajın yaratamayacağı ışıltı ve sıkılığıyla genç kadınlara özel bir güzelliği vardı.

"Sen bir şey yapmayı düşünüyor musun?" diye sordu Serena, tekrar Emily’ye bakıyordu.

Emily neredeyse boğuluyordu. “Daniel hakkında mı?”

“Neden olmasın?” dedi Serena, “Çünkü sen yapmazsan ben yapacağım!”

Emily dona kaldı, bahar güneşine rağmen üşüdüğünü hissediyordu. Güzel ve kaygısız Serena’nın Daniel ile birlikte olduğu düşüncesi onu o kadar güçlü bir şekilde kıskandırmıştı ki Emily kendine şaşırdı. Daniel’ın ona hızla aşık olacağını gözünde canlandırabiliyordu, nasıl olmayabilirdi ki? Otuz beş yaşındaki bir adam Serena gibi bir kadına nasıl karşı koyabilirdi? Bu DNA’larında yazıyordu.

Serena hızla kaşlarını kaldırıp indirdi ve gülümsedi. "Sadece şaka yapıyorum! Vay canına, ölüm haberi almış gibiydin!”

Emily, Serena’nın onunla dalga geçmesinden ötürü sinirlenmekten kendini alamadı. Böyle şakalar genç ve kaygısız insanların yapabileceği bir şeydi. Ama onun gibi yorgunlar için bundan zevk almak zordu.

“Neden böyle bir şaka yaparsın ki?” diye sordu Emily, gerginliğinin sesine yansımaması için uğraşıyordu.

“Söylediğimde yüzünde belirecek ifadeyi merak ettim,” diye yanıtladı Serena. “Ondan hoşlanıyor musun diye görmek için. Ki bu arada, bu konuda kesinlikle bir şey yapmalısın. Biliyorsun onun gibi bir adam uzun süre yalnız kalmaz.”

Emily kaşlarından birini kaldırdı ve başını salladı. Serena, iki kişi arasındaki ilişkilerin ne kadar karmaşık olabileceğini anlayamayacak veya yaşlandıkça insanları yavaşlatan duygusal yükün çoğaldığını bilemeyecek kadar gençti.

“Hey,” dedi Serena, uzaklara bakıyordu. “Ahırdaki eşyalara bakma fırsatın oldu mu? Bahse girerim ki orada tonla heyecan verici şey var.

Emily arkasına baktı. Çimlerin öbür ucunda gölgenin altında, yalnız ve unutulmuş bir halde bekleyen ahşaptan yapılmış bir ahır vardı. Dışarı binalarını keşfetme fırsatını henüz yakalayamamıştı. Daniel, ona seralardan ve onları nasıl eski haline getirmek istediğinden ve orada çiçek yetiştirip satmaktan bahsetmişti ama bunun çok masraflı olduğunu da eklemişti. Ama ahır ve diğer dış binalardan bahsetmemişti, Emily’de onları unutmuştu.

“Henüz değil,” dedi Serena’ya dönerek. “Ama senin veya Rico’nun sevebileceği bir şey bulursam haber veririm.”

“Harika,” dedi Serena, sehpaların her iki eline birer sehpa aldı. “Bunlar için teşekkür ederim. Ve Bay Ateşli konusunda harekete geçmeyi ihmal etme. Hala gençsin!”

Emily gözlerini yuvarladı ve kendi kendine güldü, genç kız havalı havalı uzaklaşırken o da arkasından bakıyordu. Yirmili yaşlarının ilk yarısında bu kadar kendine güveni var mıydı? Böyle olsaydı bile hatırlayamıyordu. Amy, ikisi arasında her zaman kendine güvenen, Emily’de daha çekingen olan olmuştu. Belki de bu yüzden her zaman böyle kötü ilişkiler içinde bulmuştu kendini ve belki bu sebepten Ben ile olan ilişkisi bu kadar uzamıştı; başka birini bulamama korkusu ve yeni birini tanımanın getirdiği rahatsız edici garip hissin yarattığı acıdan kaçınmak istemişti.

Emily, Daniel’a doğru baktı, müşterilerle nasıl konuşuşunu, kendisine has dikkatli tavırlarını ve tekrar yalnız kaldığı anda nasıl kendi dünyasına geri dönüp kaybolduğunu izliyordu. Emily onunla tanıştığı günden beri ilk kez kendisinden bir parça gördü. Ve bu, onu daha çok tanımak istemesine sebep oluyordu.

*

Serena’nın ahıra olan ilgisi Emily’nin içinde merak canlandırmıştı. O akşam, arka bahçe satışı bittikten sonra dış binaları gezmek üzere cesaretini toplamıştı. Kaybolan gün ışığı arazinin daha da güzel görünmesine sebep olmuştu ve Daniel’ın gösterdiği özen daha görünebilir hale gelmişti. Emily’nin çocukluğundan hatırladığı bir gül ağacına çok güzel bakmıştı.

Kırık seranın yanından geçtiği sırada gözünde bir anı canlanmıştı; parlak kırmızı domatesler saksıların içinde büyüyor ve annesi, başında büyük bir şapkayla ve elindeki gri sulama kabıyla onları suluyordu.  Seranın arkasında eskiden elma ve armut ağaçları vardı. Belki Emily bir gün onları tekrar dikebilirdi.

Kırık seranın yanından geçti ve ahıra doğru gitti. Kapının üzerinde asma kilit vardı. Emily paslanmış asma kilidi eline almış, bu ahırla ilgili hatıralarını aklına getirmeye çalışıyordu. Ama hiç yoktu. Gizli balo salonu gibi ahırı da keşfetmek çocukken aklına gelmemişti.

Kilidi elinden bıraktı ve kilit kapıya doğru düşerek bir ses çıkardı, ardından ahırın etrafında dolaşarak başka bir giriş bulmaya çalıştı. Küçük, kirli pencere parçalanmıştı ama onun geçebileceği kadar büyük değildi. Sonra bir yama yapıldığını fark etti; tahtalardan biri belli ki kırılmış veya çürüğe yenik düşmüştü ve yerine geçici olarak ama asla düzeltilmemek üzere uyduruk bir kontrplak parça çakılmıştı. Emily, babasını buradayken canlandırabiliyordu, elinde çekiç, kontrplak parçayı deliği kapamak için çakıyordu; ertesi gün gelip daha güzel bir çözüm bulmayı düşünüyordu.  Tabi bunu hiç yapmamıştı. Ahırı tamir ettikten sonra buralardan uzaklaşıp asla dönmemeye karar vermişti.

Emily derin bir iç geçirdi, zihnini fuzuli yere işgal eden bu hayal onu yıldırmıştı. Başa çıkması gereken yeterince acı yaşamıştı, sahteleriyle de başa çıkamazdı.

Emily ufak bir manevrayla kontrplağı yerinden oynatmayı başardı, tahmin ettiğinden daha büyük bir delik açılmıştı. Buradan kolayca geçti ve kendini karanlık ahırın içinde dikilirken buldu. Havada garip bir küf kokusu vardı ama Emily bunun tam olarak ne olduğunu bilemiyordu. Ama etrafında olan şeyleri tanımıştı. Ahır fotoğraflar için derme çatma bir karanlık odaya çevrilmişti. Bunun babasının bir hobisi olup olmadığını hatırlamaya çalıştı ama aklına gelen bir şey yoktu. Ailenin fotoğrafları çekmeye bayılırdı, Emily bunu hatırlayabiliyordu ama bu sevda uğruna karanlık oda yapacak kadar yoğun olmamıştı.

Emily, üzerinde birkaç tepsinin yan yana durduğu uzun ve geniş masaya doğru yürüdü. Emily, bunların fotoğrafları basmak için kullanılan sıvıların döküldüğü tepsiler olduğunu filmlerden gördüğü kadarıyla biliyordu. Masa boyunca asılı olan çamaşır ipinin üzerinde fotoğrafların asıldığı mandallar hala duruyordu. Bütün bu şey Emily’de merak uyandırmıştı.

Ahırın içinde ilgi çekici başka şeyler bulmak için dolaştı. İlk başta dikkate değer pek bir şey yoktu. Sadece baskıda kullanılan sıvıların durduğu şişeler, film makaraları için eski teneke kutular, uzun lensler ve kırık kameralar vardı. Daha sonra asma kilitle kilitlenmiş bir kapı daha buldu. Emily bu kapının nereye açıldığını ve arkasında ne olduğunu merak etti. Anahtarını bulmak için etrafa baktı ama bulamadı. Anahtarı aradığı sırasında fotoğraf albümleriyle dolu bir kutu buldu, üst üste, gelişigüzel şekilde yığılmışlardı. En üsttekini aldı, üzerindeki tozu üfledi ve kapağını açtı.

İlk fotoğraf siyah-beyaz, çok yakından çekilmiş bir saatin yüzüydü. Bir sonraki de siyah beyazdı ve boyunca örümcek ağı olan kırık bir pencerenin fotoğrafıydı. Emily sayfaları birer birer çeviriyordu, fotoğraflara kaşlarını çatarak bakıyordu. Ona göre profesyonel fotoğraflar gibi görünmüyorlardı, daha çok tecrübesiz bir el çekmişti, ama fotoğrafçının ruh halini yansıtan melankolik bir havaları vardı. Hatta, Emily fotoğraflara baktıkça çekilen konudan çok fotoğrafçının zihnine baktığını hissetti. Fotoğraflar, Emily büyük bir ahırda olmasına rağmen klostrofobik ve üzgün hissettiriyordu.

Birden bire arkasından bir gürültü geldi. Emily arkasını döndü, kalbi çarpıyordu ve elindeki fotoğraf albümünü yere düşürdü. Orada, ahıra girdiği boşlukta küçük bir köpek duruyordu. Bir sokak köpeği olduğu belli oluyordu, tüyleri keçelenmiş ve dağınıktı, orada dikilmiş Emily’ye bakıyordu, kendi küçük arazisinde birinin duruyor olması onun kafasını karıştırmıştı.

Bu kokuyu açıklıyor, diye düşündü Emily.

Daniel’ın bu başı boş köpekten haberi olup olmadığını merak etti.  Köpeği ve karanlık odayı yarın devam edecek bahçe satışı sırasında sormaya karar verdi, onunla konuşmak için bir nedeni olduğu için heyecanlandığını fark etti.

Sesli bir şekilde “Tamam, sakin ol,” dedi köpeğe. "Ben gidiyorum."

Sanki Emily’yi dinliyormuşçasına kafasını çevirdi. Albümü tekrar kutuya koymak üzere yerinden kaldırdı, ardından fotoğraflardan birinin yere düştüğünü gördü. Yerden aldığı sırada bir doğum günü fotoğrafı olduğunu fark etti. Küçük çocuklar, ortasında kaleye benzeyen kocaman, pembe bir doğum günü pastasının durduğu masanın etrafında oturmuşlardı. Birden bire Emily neye baktığını anladı, Charlotte’un doğum günü fotoğrafıydı bu. Charlotte'un beşinci doğum günü. Charlotte'un son doğum günü.

Emily gözlerinin dolduğunu hissetti. Resmi titreyen ellerinde sıkıca tuttu. Charlotte hakkında pek hatırası olmadığı gibi onun son doğum günü de bunların arasında değildi. Hayatı sanki ikiye bölünmüş gibiydi, ilk kısım Charlotte’un hayatta olduğu zamanlar ve ikinci kısım o yaşamını yitirdikten sonrasıydı; her şey ikinci kısımda kırılıyordu, anne babasının suskunluğun verdiği yük fazla gelmiş ve evlilikleri bitmiş, ve büyük final olarak babası sanki yer yarılmış içine girmişti. Ama bu olanların hepsi Emily Jane’in başına gelmişti, sonradan olmayı seçtiği Emily’nin, yıkıntıdan tekrar inşa ettiği insanın başına değil. Emily, Charlotte’lu hayatın kanıtına baktıkça eskiden olduğu, geride bıraktığı çocuğa daha yakın hissetmişti

Köpek havladı ve Emily ona doğru baktı. "Tamam," dedi, "anladım. Gidiyorum."

Albümü kutuya koymak yerine bütün kutuyu aldı, bu sırada bir altındaki kutunun da fotoğraflarla dolu olduğunu fark etmişti. Ardından geri çıkmak üzere girdiği deliğe doğru yavaş yavaş gitti. Kafası düşüncelerle patlayacak gibiydi. Gizli balo salonu, gizli karanlık oda, ahırdaki kilitli kapı, kutular dolusu fotoğraf… bu ev daha ne sırlar barındırıyor olabilirdi?