Loe raamatut: «Şimdi ve Sonsuza Dek », lehekülg 8

Font:

On Birinci Bölüm

Ertesi sabah, kapı çaldığında, Emily’nin pijamalarını değiştirecek bile vakti olmamıştı.

Merdivenlerden aşağı hızla inerken, dün gece hakkında düşündü. Çok fazla uyumuştu, kendini uykuya vermişti. Şimdi, Daniel’ı da o duygu seline sürüklediği için utanmış ve kafası bulanık hissediyordu. Bir de, o hiç olmaması gereken öpücük vardı. Gözlerine bakabileceğinden bile emin değildi.

Kapıya gitti ve çekerek açtı.

“Erkencisin,” dedi, gülümseyerek ve normal davranmaya çalışarak.

“Evet,” dedi Daniel, adım atarken. Elleri ceplerindeydi. “Belki kahvaltı ederiz diye düşündüm?”

“Tabii,” dedi, eliyle onu içeri davet ederken.

“Hayır, ben dışarıya çıkarız diye düşünmüştüm?” Tuhaf bir şekilde boynunun arkasını ovuşturmaya başlamıştı.

Emily, gözlerini kısarak onun ne dediğini anlamaya çalıştı. Sonra kafasına dank etti ve küçük bir gülümseme dudaklarına yayılmaya başladı. “Yani, çıkıyormuşuz gibi mi?”

“Şey, evet,” diye yanıtladı Daniel, kıvranarak.

Emily sırıttı. Tüm mütevazılığıyla kapısının önünde duran Daniel’ın ne kadar tatlı gözüktüğünü düşündü. “Sadece mektup hakkında kötü hissettiğin için bunu istemiyorsun, değil mi?” diye sordu.

Daniel’ın ifadesi, dehşete dönüşmüştü. “Hayır! Alakası yok. Soruyorum çünkü senden hoşlanıyorum ve-” İç geçirdi ve sanki sözcükler boğazında yok oldu.

“Sadece şaka yapıyordum,” diye yanıtladı Emily. “Ben de seninle çıkmak isterim.”

Daniel gülümsedi ve başını salladı, fakat hala orada tuhaf tuhaf bakarak dikiliyordu.

“Hemen şimdi mi diyorsun?” dedi Emily, şaşırmıştı.

“Sonra da olur?” dedi aceleyle. “İstersen öğle yemeğine de çıkabiliriz?” Ya da Cuma akşamı? Cuma akşamını mı tercih edersin?” Daniel’ın enerjisi sönmüş gibiydi.

“Daniel,” dedi Emily, gülerek ve durumu kurtarmaya çalışarak. “Şimdi olur. Daha önce hiç biriyle kahvaltı için çıkmamıştım. Çok tatlı.”

“Buna başlamak için yanlış bir yol seçtim, değil mi?” dedi Daniel.

Emily başını salladı. “Hayır,” dedi, ona kendini iyi hissettirmeye çalışarak. “Gayet iyi gidiyorsun. Ama makyaj yapabilmem için bana biraz vakit vermelisin. Saçımı da tarayacağım.”

“Böyle harika görünüyorsun,” dedi Daniel, sonra aniden kıpkırmızı oldu.

“Özgürlüğüne kavuşmuş bir kadın olabilirim,” diye cevapladı Emily, “ama gene de bir randevuya pijamalarımla gitmek istemem.” Utanarak gülümsedi. "Uzun sürmez."

Sonra döndü ve merdivenlerden, adımlarında bahar esintisiyle yukarı çıktı.

*

Plastik sıranın malzemesi Emily’nin bacaklarının arka kısmına yapışıyordu. Sandalyesinde kımıldandı, ellerini eteğinin kumaşında dolaştırdı ve bu, birkaç ay önce, New York’ta şık bir restoranda Ben’in karşısında, ona evlenme teklif etmesini bekleyerek oturduğu anı hatırlattı.  Şimdi ise, Daniel’ın karşısında, Joe’s adında, Sunset Limanı’nın en yeni lokantasında sessizce ve tuhaf hislerle oturmuş, Daniel’ın kahvaltıyı masaya koyuşunu seyrediyordu.

“İşte,” dedi Emily, Joe denen adam kimse ona minnet duyup, bakışlarını Daniel’a çevirmeden. “İşte buradayız.”

“Evet,” diye yanıtladı Daniel, kupasına bakıyordu. “Ne konuşmak istiyorsun?”

Emily güldü. “Bir konu mu lazım?”

Daniel birden bire afallamış gibi gözüktü. “Öyle demek istememiştim. Yani sadece konuşalım demiştim. Sohbet. Herhangi bir şey hakkında.”

“Yani, ev dışında bir şey mi diyorsun?” dedi Emily, küçük bir gülümsemeyle.

Daniel başını salladı. "Kesinlikle."

“Peki,” diye başladı Emily, “ne kadar zamandır gitar çaldığını anlatmaya ne dersin?”

“Uzun zamandır,” diye yanıtladı Daniel. “Çocukluğumdan beri. Tahmin edecek olsam, on bir yaşımdan beri derdim.”

Emily, Daniel’ın iletişim kurma şekline alışmıştı, en çok bilgiyi en az kelimeyle anlatıyordu. Bir duvarı boyarken ya da biraz daha çivi uzatmasını söylerken genellikle bu bir sıkıntı yaratmıyordu. Ama bir lokantada birbirlerinin karşısında otururken, bu, işleri pek de kolaylaştırmıyordu. Daniel’ın randevuları için, Sunset Limanı’nın yeni ve ucuz lokantasını neden seçtiğini anlayabiliyordu Emily. Dünyadaki en resmi olmayan yerdi. Daniel’ı takım elbise içerisinde, Ben’in onu götürdüğü gibi şık restoranlarda hayal edemedi.

Hemen sonra, Joe geldi. “Kahvaltınızda her şey yolunda mı?” diye sordu.

“Gayet iyi,” diye gülümseyerek cevapladı Emily.

“Kahvenize biraz daha eklememi ister misiniz?” diye sordu Joe.

“Ben istemiyorum, teşekkürler,” dedi Emily.

“Ben de,” diye cevapladı Daniel.

Konuyu anlayıp onları yalnız bırakmak yerine, Joe, elinde kahve demliğiyle bulunduğu yerden kıpırdamadı.

“Siz çıkıyor musunuz?” dedi.

Daniel, yer yarılsa da içine girsem bakışı attı. Emily’yi ise bir kıkırdama aldı.

“İş görüşmesindeyiz aslında.” dedi, sesi son derece ciddiydi.

Kahve demliğini alıp başka müşterilerin masalarına musallat olmadan önce “Ah, tamam, sizi yalnız bırakayım,” diye yanıtladı Joe.

Dikkatini yeniden Daniel’a yönelten Emily, “Buradan gitmek istiyormuş gibi görünüyorsun,” dedi.

“Seninle alakası yok,” dedi Daniel, mahcup gözüküyordu.

“Rahatla,” dedi Emily, gülerek. “Sadece dalga geçiyorum. Ben de burada biraz klostrofobik hissediyorum." Omzunun üzerinden baktı.  Joe yakınlaşmaktansa, ortalarda dolanıyordu. "Yürüyüşe gidelim mi?"

Daniel gülümsedi. “Elbette. Bugün limanda bir festival var. Biraz uyduruk.”

“Uyduruk şeyleri severim,” dedi Emily, tereddütünü hissedebiliyordu.

“Güzel. Tekneleri suya indiririz. Her sene aynı gün olur. Burada insanlar bunu bir çeşit kutlamaya çevirmiş durumda. Bilmiyorum ama belki eski zamanlardan hatırlarsın?”

“Aslında, hatırlamıyorum,” dedi Emily. “Görmek isterim.”

Daniel utangaç görünüyordu. “Benim de bir teknem var,” dedi. “Uzun süredir kullanmadım. Muhtemelen paslanmıştır. Motorun da çalışmayacağına iddiaya girebilirim.”

“Nasıl kullanmazsın?” dedi Emily.

Daniel gözlerini kaçırdı. “O da başka bir günün hikayesi olsun,” dedi sadece.

Emily dokunmaması gereken bir yaraya dokunduğunu hissetti. Tuhaf randevuları gittikçe daha da tuhaflaşıyordu.

“Hadi festivale gidelim,” dedi Emily.

“Gerçekten mi?” diye sordu Daniel. “Sadece ben dedim diye gitmek zorunda değiliz.”

“Gitmek istiyorum,” diye cevapladı Emily. Gerçekten de istiyordu. Uzun sessizlikler ve yan bakışlara rağmen Daniel ile birlikte olmaktan hoşlanmıştı ve randevunun bitmesini istemiyordu.

“Hadi,” dedi hevesli hevesli, masanın üzerine para bırakırken. Ayağa kalkıp ceketini sandalyenin arkasından almadan önce, “Hey, Joe, parayı buraya bıraktık, umarım sorun olmaz.” diye seslendi yaşlı adama.

"Emily, bak, önemli değil,“ dedi Daniel. “Benimle saçma bir festivale gelmek zorunda değilsin.”

“İstiyorum,” diyerek onu ikna etmeye çalıştı Emily. “Gerçekten istiyorum.”

Daniel’a onu izlemekten başka çare bırakmayarak, çıkışa doğru yürümeye başladı.

Sokağa çıkar çıkmaz, Emily, uzaktan, limandaki helyum balonları görebildi. Hava güneşliydi ama havayı serinleten ince bir tabaka bulut da vardı. İnsanlar sokaktan, aşağı, limana doğru yürüyorlardı ve Emily teknelerin suya indirilmesinin burada ciddi bir olay olduğunu fark etti. O ve Daniel, limana doğru kalabalığı takip ettiler. Onlar yürürken bir bando canlı müzik çalıyordu. Sokak boyunca, yol kenarında, tezgahlar pamuk şeker ve tatlılar satıyorlardı.

"Bir şey almamı ister misin?" dedi Daniel, gülerek. “Bu randevuda yapılacak cinsten bir şey değil mi?”

“"Bunu çok isterim," diye cevap verdi Emily.

Daniel’ın etrafı çocuklarla çevrili pamuk şeker makinesine doğru kalabalığı yararak gidişini, ona dev, mavi ve parlak bir pamuk şeker alışını ve kalabalığın içinden dikkatlice taşıyarak geri gelişini kıkırdayarak seyretti. Pamuk şekeri ona abartıyla uzattı.

“Neli bu?” Emily parlak renge bakarak güldü. “Mavi parlak tatta bir pamuk şeker olduğunu bilmiyordum.”

“Bence üzümlü,” dedi Daniel.

“Parlak üzüm,” diye ekledi Emily.

Pamuk şekerden bir parça kopardı. Bunlardan bir tane yemeyeli yaklaşık otuz yıl olmuştu ve kopardığı parçayı ağzına atar atmaz tahmin ettiğinden çok daha tatlı olduğunu fark etti.

“Ah, diş ağrısı!” diye bağırdı. “Sıra sende.”

Daniel, parlak mavi kabartıdan bir avuç aldı ve ağzına sokuşturdu. Birden yüzünü ekşitti.

"Oh Tanrım. İnsanları çocuklarını bununla mı besliyor?" dedi.

“Ağzın mavi oldu!” diye bağırdı Emily.

“Seninki de,” dedi Daniel.

Emily güldü ve yavaş yavaş su kenarına doğru inerlerken kolunu onunkine doladı, adımları bandonun çaldığı müzikle eşleşmişti. Teknelerin birbiri ardına suya indirilişini seyrederken, Emily başını Daniel’ın omzuna yasladı.  Kasaba halkının mutluluğunu hissedebiliyordu ve bu, burayı ne kadar çok sevdiğini yansıtmaya yetiyordu. Baktığı her yerde gülümseyen yüzler görebiliyordu, çocuklar kaygısızca etrafta koşuşturuyorlardı. Hayatındaki karanlık olaylar onu değiştirmeden önce, o da aynı bu çocuklar gibiydi.

"Bu aptalca, özür dilerim," dedi Daniel. "Seni buraya getirmemeliydim. İstersen gidebiliriz."

"Gitmek istediğimi nereden çıkardın?" diye cevapladı Emily.

"Üzgün görünüyorsun," dedi Daniel, ellerini cebine sokarak.

“Üzgün değilim,” diye yanıtladı Emily, dalgın bir şekilde. "Hayat hakkında düşünüyorum. Geçmişim hakkında." Sesi alçalmıştı. “Ve babam hakkında.”

Daniel başını salladı ve bakışlarını suya çevirdi. "Burada ne aradığını buldun mu? Soruların cevaplandı mı?"

"Buraya gelirken hangi soruları yanıtlamayı istediğimi bile bilmiyorum," Emily ona bakmadan yanıtladı. "Ama bir şekilde, o mektubun onlara cevap olduğunu hissediyorum."

Daniel konuşmadan önce uzun bir sessizlik oldu. “O zaman bu gideceğin anlamına mı geliyor?”

Ciddi bir ifade takınmıştı. Emily, ilk kez onun gözlerinde bir şey okuduğunu düşündü. Bir özlem. Ona olan özlem mi? "Kalmayı hiç planlamıyordum," dedi sessizce.

Daniel uzaklara baktı. "Biliyorum. Ama fikrini değiştirdiğini sanıyordum."

"Sadece onla alakalı değil," diye cevap verdi Emily. “Bu bunu finansal olarak kaldırıp kaldıramayacağımla ilgili. Üç aydır biriktirdiğim paradan harcıyorum. Ve Trevor Mann başarılı olursa, geri kalanını da yasal ücretler ve vergilere harcamam gerekecek."

"Bunun olmasına izin vermeyeceğim," dedi Daniel.

Durdu ve yüzünü inceledi. "Bu senin için neden bu kadar önemli?"

Daniel, bunu düşünmemiş olmasına şaşırarak baktı ve “Çünkü yasal olarak benim de orada olmaya hakkım yok,” dedi. “Sen gidersen, ben de giderim.”

“Haa,” dedi Emily, yerle bir olmuştu. Araziyi kaybetmenin, Daniel’ın da evsiz kalacak olmasından daha fazlasını ifade ettiğini düşünmüştü. İçinde o olduğu için evi umursadığını düşünmek istemişti ama belli ki yanlış anlamıştı. Daniel’ın gidecek başka yeri var mı diye merak etti.

Aniden, kalabalık arasındaki Belediye Başkanı’nı fark etti Emily. Gözleri yaramazca genişledi. Daniel’a döndü ve kalabalığa karıştı.

Onu izlerken "Emily, nereye gidiyorsun?" dedi, bıkkın bir şekilde.

“Hadi!” diye bağırdı, onu takip etmesini isteyerek.

Belediye Başkanı bakkala girerken, Emily insan güruhu arasından kendine yol açtı. Kapının üstündeki zil, Emily, Belediye Başkanı’nın arkasından içeri girerken öttü, sonra bir kere de Daniel onun arkasından içeri girerken. Belediye Başkanı arkasını döndü ve onları tanıdı.

Belediye Başkanı arkasını döner denmez, Emily heyecanla “Merhaba!” dedi. "Beni hatırladınız mı? Emily Mitchell. Emily Jane."

"Oh evet, evet," diye cevapladı Belediye Başkanı. "Festivalin tadını çıkarıyor musun?"

"Evet," diye cevap verdi Emily. “Burada bulunabildiğim için mutluyum.”

Belediye Başkanı, acelesi olduğunu ve gününe devam etmek istediğini iletir gibi gülümsedi. Ama Emily’nin ödün vermeye niyeti yoktu.

“Sizinle konuşmak istiyordum,” dedi. "Bana yardım edebilir misiniz diye merak ettim."

“Ne ile ilgili, canım?” diye cevapladı Belediye Başkanı, onu geçip raftan bir paket un alırken.

Kendini onun önüne attı. "Trevor Mann."

Belediye Başkanı durakladı. "Ha?", bakışlarını önce tezgahın arkasındaki Karen’a sonra Emily’ye kaydı. “Gene ne yaptı?”

“Benim arazimi istiyor. Mülkle ilgili yasal bir boşluk olduğunu ve oturmak için bir sertifikaya ihtiyacım olduğunu söyledi.”

"Eh," dedi Belediye Başkanı, biraz telaşlı görünüyordu. “Burada her şey insanlar ile alakalı, biliyorsun. Önemli olan tek şey bu. Bu konularda oy kullananlar onlar ve sen de pek arkadaş canlısı davranmıyorsun."

Emily'nin ilk içgüdüsü onun iddiasını çürütmekti ama haklı olduğunu fark etti. Daniel hariç, Sunset Limanı’nda ona arkadaşça davranan tek kişi Rico idi ve onun da adını bile bir unutup, bir hatırlıyordu. Trevor, Karen, Belediye Başkanı, hiç birinin ona karşı iyi şeyler hissetmek için bir sebebi yoktu.

“Roy Mitchell’in kızı olmakla bu işten yırtamaz mıyım?” dedi utangaç bir gülümseme ile.

Belediye Başkanı güldü. “O köprüyü çoktan yaktın sanırım, değil mi? Sakıncası yoksa, şimdi biraz alışveriş yapmalıyım.”

“Tabii ki,” dedi Emily, Belediye Başkanı’nın yolundan çekilerek. “Karen,” diyerek, kasanın arkasındaki kadını selamladı. Sonra Daniel'ın kolunu yakaladı ve onu mağazadan dışarı çıkardı.

Marketten çıkarken, kapının üzerindeki zil, veda etmek için çaldı ve Daniel "Tüm bunlar neydi?" diye kulağına fısıldadı.

Kolunu bıraktı. "Daniel, ben gitmek istemiyorum. Ben aşık oldum. Yani, kasabaya.” diye ekledi onun gözlerindeki paniği görür görmez. “Bana aradığım cevapları bulup bulmadığımı sormuştun ya? Biliyor musun, bulamadım. Babamın mektubu pek de bir şeyi cevaplamıyor. Bu evde hala keşfetmek zorunda olduğum bir sürü şey var.”

“Tamam…” dedi Daniel, bu konuşmanın tam olarak nereye gittiğini anlayamayarak. “Peki para durumu ne olacak? Ve Trevor Mann? Burada kalmanın sana bağlı olmadığını söylemiştin.”

Emily sırıttı ve kaşlarını kaldırdı. “Sanırım, bir fikrim var.”

On İkinci Bölüm

Ertesi gün, Emily erken uyandı ve aklında Sunset Limanı halkının onu sevmesini sağlayacak bir planla direk kasabaya indi. Onun bunu yapması için harekete geçiren şey tabii ki oylarını almaktı ama sonra ne olursa olsun onlarla arkadaş olmak istediğini fark etti. İzin önemliydi, ama onu alabilsin ya da alamasın, onun için daha önemli olan şey, yanlışlarını düzeltmekti. Sonunda, buradaki herkese ne kadar soğuk ve ilgisiz davrandığını fark etti ve kendini çok kötü hissetti. Bu, o değildi. Onun için oy verseler de, vermeseler de, ya da onunla arkadaş olsalar da, olmasalar da, bu değişikliği yapmak zorunda olduğunu hissetti. New York’taki Emily’yi bir kenara bırakıp, eskiden olduğu gibi arkadaş canlısı küçük kasaba insanı olmanın vakti gelmişti.

Fark etti ki, her şeye bakkaldaki Karen’dan başlamalıydı. Kestirme yolu takip etti ve Karen daha kapıyı açarken oraya vardı.

“Oh,” dedi Karen, yaklaşanın Emily olduğunu görünce. “Kasayı açıp çalışır hale getirmem için bana beş dakika verebilir misin?” Sesi düşmanca değildi ama Karen’ın herkese haddinden fazla arkadaşça davranan biri olduğu düşünüldüğünde, bu ılık selamlama Emily’den pek hoşlanmadığının açık bir işaretiydi.

“Aslında, bir şey almaya gelmedim,” dedi Emily. “Seninle konuşmak istiyorum.”

Karen durdu, eli hala kilitteki anahtardaydı.” “Ne hakkında?”

Kapıyı iterek açtı, Emily de onu takip ederek içeri girdi. Hemen hemen perdeleri kaldırdı ve dönerek açılan ışıkların ve tabelaların ve kasanın uğultusu etrafı sardı.

“Tamam,” dedi Emily, affedilmeye çalışan biri gibi etrafta onun peşinden dolanıyordu, “Senden özür dilemek istedim. Kötü bir başlangıç yaptığımızı düşünüyorum.”

“Üç aydır kötü bir başlangıç yapıyoruz,” diye yanıtladı Karen, marketin koyu yeşil önlüklerinden birini kalın karnına bağlarken.

"Biliyorum, diye cevap verdi Emily. “Buraya ilk geldiğimde biraz soğuk davrandım çünkü yeni bir ayrılık yaşamıştım ve işimi kaybetmiştim ve hayatım biraz karanlıktı. Ama şimdi işler iyi gidiyor ve senin bu toplumun önemli bir parçası olduğunu biliyorum bu yüzden yaşadıklarımızı unutabilir miyiz?"

Karen tezgahın etrafında yürüdü ve Emily’ye bir bakış attı. Ve sonunda “Olabilir ama denemeliyim,” dedi.

“Harika,” dedi Emily, neşeyle. “O zaman, bu senin.”

Karen gözlerini açtı ve Emily’nin uzattığı küçük zarfa baktı. Kuşkuyla aldı. "Bu nedir?"

"Bir davetiye. Evde bir akşam yemeği partisi veriyorum. Kasabanın insanları evi nasıl yenilediğimi görmek ister diye düşündüm. Yemek ve kokteyl yapacağım. Eğlenceli olacak."

Karen şaşkın baktı ama yine de davetiyeyi aldı.

“Hemen cevap vermek zorunda hissetme,” dedi Emily. "Hoşça kal!"

Bakkaldan koşarak çıktı ve bir sonraki noktaya doğru sokakta yürümeye başladı. Yürürken, bu kasabayı ne kadar sevmiş olduğunu fark etti. Şirin mimarisi, çiçek sepetleri ve ağaçlıklı sokakları ile gerçekten güzeldi. Festivalden kalan flamalar hala asılıydı, bu da hala devam eden bir kutlama varmış hissi yaratıyordu.

Emily'nin sonraki durağı benzin istasyonu oldu. Buraya geldiğinden beri çok da benzine ihtiyacı olmadığı çünkü araba kullanmadığına kendini inandırarak şimdiye kadar buraya gelmekten kendini alıkoymuştu, ama aslında gerçek olan buraya ilk geldiğinde onu eve bırakan adamla karşılaşmak istememesiydi. Herkesin arasında en kaba ona davranmıştı ve eğer Sunset Limanı’ndaki insanlarla arasını düzeltecekse, o, mutlaka davetli listesinde olmalıydı. Kasabadaki tek benzin istasyonu ona ait olduğunu için, herkes tarafından tanınıyordu. Eğer ondan onay alırsa belki diğerleri de onun izinden gidebilirdi.

Kapıyı açıp, kafasını içeri uzatıp, “Merhaba,” dedi çekinerek. "Birk, değil mi?"

"Ah," dedi adam. “Ya da kar fırtınasında beliren ve bir daha hiç görünmeyen gizemli yabancı.”

İlk karşılaştıklarında giydiği aynı yağlı kot pantolonu giydiğini fark ederek, “O benim,” dedi Emily. “Ben aslında hep buradaydım.”

“Öyle mi?” dedi Birk. “Aylar önce gittiğini sanmıştım. Bütün kışı o eski, esintili evde mi geçirdin?”

"Evet," dedi Emily. “Sadece artık esintili sayılmaz. Evi restore ediyordum.” Sesinde gururlu bir ton hakimdi.

“Şimdi lanetli biri gibi olacağım,” dedi adam. “Keşke büyük tamiratları yapmadan önce biraz bekleseydin. Bu gece bir fırtına geleceğini biliyor musun? Yüz yıldır Maine’e vuracak olan en kötü fırtına.”

"Oh hayır," dedi Emily. Neşeli ruh haline hiçbir şeyin zarar verebileceğini düşünmemişti ama kader her zaman onu gerçekliğe döndürmek için yoluna çıkaracak bir şeyler buluyordu. "İlk tanıştığımızda kaba davrandığım için özür dilemek istedim. Beni o korkunç durumdan kurtardığın için sana düzgün bir teşekkür ettiğimi bile sanmıyorum. Bu mazeret değil, ancak hala New York modunda idim. Beni affedebileceğini umarım."

"Önemli değil," dedi Birk. “Teşekkür edesin diye yapmadım, yaptım çünkü yardıma ihtiyacın vardı.”

"Biliyorum, diye cevap verdi Emily. "Ama yine de teşekkürlerimi kabul edin."

Birk başını salladı. Teşekkürü kolayca kabul etmeyen gururlu bir adama benziyordu. "Daha uzun kalmayı planlıyor musun?"

“Eğer param yeterse, bir üç ay daha,” dedi Emily. “İmar kurulundaki Trevor Mann beni evden çıkarıp araziyi almak için elinden geleni yapıyor.”

Adını duyar duymaz, Birk gözlerini devirdi. "Ah, Trevor Mann hakkında endişelenme. Her yıl belediye başkanlığına aday oluyor ama daha hiç kimse onun için oy kullanmadı. Aramızda kalsın, sanırım onda Napolyon kompleksi var."

Emily güldü. "Teşekkürler, bu beni çok daha iyi hissettirdi." Çantasını karıştırdı ve parti davetiyelerinden birini çıkardı. “Birk, kasabadaki insanlar için evde bir akşam yemeği partisi veriyorum. Sen ve karın gelmek istersiniz herhalde değil mi?" Zarfı uzattı.

Birk, biraz şaşkın baktı. Emily, adamın en son ne zaman bir akşam yemeği partisine davet edildiğini, hatta hiç davet edilip edilmediğini merak etti.

“Çok naziksin,” dedi Birk, zarfı aldı ve kot pantolonunun büyük ceplerinden birine koydu. “Gelebilirim diye düşünüyorum. Biz burada kutlamaları seviyoruz. Flamaları fark etmişsindir.”

“Ettim,” diye cevapladı Emily. “Tekne gösterisi için limandaydım. Harikaydı.”

"Geldin mi?" dedi Birk, daha öncekinden daha da şaşkınlık içerisinde.

"Evet," dedi Emily, gülümseyerek. “Hey, bana bir iyilik yapabilir misin? Eğer, akşamdan önce, gelecek fırtınaya karşı evle ilgili önlem almak istiyorsam hemen eve dönmeliyim ama hala dağıtmam gereken bir sürü davetiyem var. Benzin almak için uğradıklarında bu davetiyeleri sahiplerine iletmen mümkün olur mu?”

Birk’ten bu kadar büyük bir iyilik istediği için kendini kötü hissediyordu ama yaklaşan fırtına davetiyeleri kendi dağıtma planını alt üst etmişti. Partiye katılmalarını istediği her kişiye onları tek tek iletmenin hiç vakti değildi. Ama eğer eve gidip evi fırtına için hazırlamazsa, kasaba halkı için parti düzenleyebileceği bir yeri de olmayacaktı zaten!

Birk kocaman bir kahkaha attı. Eğer yıllar boyu bir partiye davet edilmemişse, bunu organize edenlerden biri hiç olmamıştı. "Eh, bakayım?" Listende kimler var?" Emily ona zarfları teslim etti ve o da zarfları karıştırmaya başladı. "Dr. Patel, evet, o vardiyasından sonra uğrar. Kitapçıdan Cynthia, Charles ve Barbara Bradshaw, evet, evet, bütün bu insanlar er ya da geç buraya uğrarlar.” Kafasını kaldırdı ve gülümsedi. “Senin için bunları dağıtabilirim.”

"Çok teşekkür ederim, Birk," dedi Emily. "Sana borçluyum. Görüşürüz?"

Birk, Emily arkasını dönerken el salladı ve ona emanet tatlı davetiyelere bakarken küçük kahkahalarından birini attı "Oh, Emily. Bunlardan birini kasabanın panosuna neden koymazsın ki? Burada yaşayanların çoğu ona günlük olarak bakar. Böylece daha fazla misafirin de olabilirdi, burada sadece seçebildiğin kişiler var. Yani daha fazla misafir istediğini varsayarak söylüyorum.”

"Evet!" diye bağırdı Emily. "Mümkün olduğu kadar çok insanla aramın iyi olmasını istiyorum. Sizinle hiç tanışamamış gibi hissediyorum ve hepinizi gerçekten tanımak istiyorum.” Burada da arkadaşlarım olsun istiyorum.”

Her ne kadar duygularını gizlemek için elinden geleni yaptıysa da Birk etkilenmiş hissediyordu. “Eski evi restore ediyor olman kesinlikle bunun bir yolu. Buralardaki herkes eski evi görmek isteyecektir.”

"Tamam. Eğer yardımcı olacağını düşünüyorsan panoya bir duyuru koyacağım. Teşekkürler, Birk." Emily, yardımcı olduğu için ona minnettardı. Aynı aylar önce onu kar fırtınasından kurtarıp, sadece birine yardımcı olmak için kendi yolundan olduğu zamanki gibi. Onu daha yakından tanımak için can atarak, kendi kendine gülümsedi.

"Bir yabancı olma, duydun mu beni?" diye ekledi Birk, kapıya doğru yürürken.

"Olmayacağım!" Emily kapıyı kapatmadan önce son bir kez içeri baktı.

Kasabanın duyuru panosuna doğru hızlıca ilerledi, bir kalem ve bir parça kağıt aldı ve diğer duyuruların arasına, partisi için bir duyuru yazdı ve panoya iliştirdi. Gelecek kişilerin katılacaklarını iletmelerini umdu, böylece en azından gelecek kişi sayısını bilebilecek ona göre yemek yapabilecekti.

Davetiyeyi asar asmaz, arabasına atladı ve Daniel’ı gelecek fırtınaya karşı uyarmak ve evi hazırlamak için eve doğru yola koyuldu.

Onu balo salonunda buldu. İnanılmaz gözükmeye başlamıştı. Tiffany pencereler, renkleri duvarda çizgiler halinde yansıtıyordu, bu da, sanki mümkünmüş gibi temizleyip tavana astıkları şamdandan daha bile güzel görünmesine sebep oluyordu. Balo salonuna girmek, masmavi bir denize adım atmak gibiydi, bir hayal dünyasına.

“Kasabadakilerden duyduğuma göre kötü bir fırtına geliyormuş,” dedi Emily, Daniel’a.

Yaptığı işi bıraktı. "Ne kadar kötü?"

"Ne demek kadar kötü?" dedi Emily, bıkkın bir şekilde.

“Yani gelen zor günlere hazırlanmamızı gerektirecek kadar kötü mü?”

"Sanırım," dedi.

"Tamam. Pencereleri üzerlerine tahta çakarak kapatmalıyız.”

Üç ay önce sökmek için uğraştıkları tahtaları geri takacak olmak Emily’yi tuhaf hissettirmişti. Bunca zamanda aralarındaki çoğu şey değişmişti. Evde birlikte çalışmak onları bağlamıştı. Bu yere olan ortak sevgileri onları bir araya getirmişti. Bu ve her ikisinin de Emily’nin babasının ortadan kaybolmasıyla ilgili paylaştıkları acı.

Ev hazır olduğunda ve ilk şişko yağmur damlaları yere vurmaya başladığında, Emily, Daniel’ın odunlar arasındaki bir boşluğu doldurmaya çalıştığını fark etti.

“Müştemilata dönmeyi düşünmüyorsun herhalde, değil mi?” diye sordu. “Çünkü bu ev çok daha dayanıklı. Bunca zamanda en az bir ya da iki kötü fırtına atlatmış olmalı. Senin küçük, çürük müştemilatın gibi değil.”

“Müştemilatım çürük değil,” diye itiraz etti Daniel, sırıtarak.

Tam o sırada, gökler açıldı ve yağmur evin üzerine boşalmaya başladı. Çıkan ses olağanüstüydü, sanki davula vuruluyor gibiydi.

"Vay be," dedi Emily, kaşlarını kaldırarak. "Daha önce böyle bir şey duymamıştım."

Perküsyon yağmuruna, aniden, çığlıklar atan bir rüzgar da eşlik etmişti. Daniel, yeniden boşluk doldurma işine döndü ve Emily birden onun müştemilata doğru baktığını fark etti.

“O karanlık oda hakkında endişelisin değil mi?” diye sordu.

"Evet," diye yanıtladı Daniel, bir iç çekişle. "Komik. Yıllardır oraya gitmedim ama bu fırtına tarafından yok edilme düşüncesi beni üzüyor."

Aniden, Emily orada olduğu zaman karşılaştığı sokak köpeğini hatırladı. "Aman Tanrım!" diye bağırdı.

Daniel ona ilgiyle baktı. "Ne oldu?"

“Bir köpek var, ahırda yaşayan bir sokak köpeği. Onu fırtınada bırakamayız! Ya ahır çöker ve altında kalırsa?” Emily bu düşünceyle panik olmaya başlamıştı.

"Sorun değil," dedi Daniel. “Ben gidip onu getireceğim. Sen burada kal."

"Hayır," dedi Emily, kolundan çekiştirerek. "Oraya gitmemelisin."

"O zaman, köpek bırakmak mı istiyorsun?"

Emily iki arada kalmıştı. Daniel kendisini herhangi bir tehlikeye atmasını istemiyordu, ama aynı zamanda o çaresiz köpeği, orada, fırtınada bırakamazdı.

"Hadi köpeği alalım," diye cevap verdi Emily. "Ama seninle geliyorum."

Emily yağmurluk ve çizme buldu ve ikisi de giyindiler. Emily arka kapıyı açar açmaz bir yıldırım gökyüzünü kırarak parladı. Büyüklüğü onu soluk soluğa bırakmaya yetmişti, sonra da havada büyük bir gürültü koptu.

“Sanırım tam üzerimize düştü,” dedi Daniel’a, sesi fırtınanın içinde yok olup gitmişti.

“O zaman çıkmak için harika bir zaman!” alaycı cevabı geldi Daniel’dan.

İkisi de, çamurun içine batmış, biçilmiş çimenlikte güçlükle yürüdüler. Emily, Daniel’ın bu bahçeyi ne kadar umursadığını biliyordu ve biliyordu ki her adımıyla buraya zarar verdiğini düşünmek onu yiyip bitiriyordu.

Yağmur damlaları Emily’nin yüzüne doğru püskürürken, geçmişten gelen bir anı, onu içinde bulunduğu fırtınadan daha sert sarsmıştı. Küçük bir kızken, Charlotte ile birlikte, fırtınada kaldığı günü hatırladı. Babaları onları evden fazla ileri gitmemeleri için uyarmıştı ama Emily küçük kız kardeşini sadece biraz daha ileri gitmek için ikna etmişti. Sonra fırtına gelmişti ve kaybolmuşlardı. Her ikisi de dehşete kapılmış, rüzgar küçük vücutlarını hırpalarken, ağlıyorlardı.  Birbirlerine kenetlenmiş, ellerini sıkıca tutmuşlardı ama yağmur onları ıslak ve kaygan bir hale getirmiş ve bir noktada Charlotte’a tutunamaz hale gelmişti.

Emily bu anı aklında canlanınca olduğu yerde donup kalmıştı. Orada, korkmuş, yedi yaşında küçük bir kızkenki anı tekrar yaşıyormuş gibi hissetti, Charlotte’u fırtınada kaybettiğini söylediğinde babasının suratındaki korkunç ifadeyi hatırladı.

"Emily!" diye bağırdı Daniel, sesi rüzgarda tamamen kaybolmuştu. "Hadi!"

Bugüne geri döndü ve Daniel’ı takip etti.

Sonunda ahıra varabildiler, buraya gelmek için büyük, vahşi bir bataklıktan geçmiş gibi hissediyorlardı. Çatı çoktan kuvvetli rüzgar yüzünden uçup gitmişti, Emily geri kalan kısmı için de çok büyük umut beslemiyordu.

Daniel’a deliği gösterdi ve birlikte içeri sığındılar. Açık tavandan yağmur üzerlerine yağmaya devam ediyordu, Emily ahırın nasıl suyla dolduğunu görmek için etrafına baktı.

“Köpek neredeydi?” dedi Daniel, Emily’ye. Yağmurluğa rağmen iliklerine kadar ıslanmış gözüküyordu, ve saçları parçalar halinde yapışmıştı.

“Buradaydı,” dedi, bıraktığında köpeğin olduğu karanlık köşeyi göstererek.

Ama, köpeğin olacağını tahmin ettiği yere gittiklerinde sürprizle karşılaştılar

"Aman Tanrım," diye çığlık attı Emily. “Yavrular!”

Daniel’ın gözleri pembe, tüysüz ve kırışık yavrulara baktıkça kocaman oldu. Yeni doğmuşlardı, muhtemelen bir günden bile kısa bir zaman önce.

“Bütün bunlarla ne yapacağız?” dedi Daniel, gözleri ay gibi açılmıştı.

“Ceplerimize koyalım?” diye cevapladı Emily.

Toplamda beş yavru vardı. Her cebe birer tane koydular ve Emily kalan yavruyu eline aldı. Daniel, anne köpeği, yavrularını rahatsız ettikleri için onlara öfkeyle bakarken gördü.

Ceplerinde kıvranan yavrularla, deliğe doğru yürürlerken, ahırın duvarları sallanmaya başlamıştı.

Ahırdan eve doğru yürürken, Emily yağmurun içerideki her şeye verdiği zararı görebiliyordu ve artık hepsinin mahvolacağından emindi – babasının fotoğraf albümleri, Daniel’ın gençlik fotoğrafları, bir koleksiyoncuya verilse oldukça para edebilecek olan eski araç gereçler. Bu düşünce onun kalbini kırdı. Zaten fotoğraf kutularından birini eve almıştı ama üç tane daha vardı. Bu değerli anıları kaybetmeye katlanamazdı.

Bir anda, kutuları bulduğu yere doğru koşmaya başladı. Kutularda babasının ve Daniel’ın fotoğraflarının olduğunu biliyordu ve en üstte bulduğu babasının fotoğraf albümleriyle doluydu. Elindeki yavruyu kutunun üstüne attı ve kutuyu kucakladı.

“Emily,” dedi Daniel. "Ne yapıyorsun? Tüm bu yer üzerimize yıkılmadan buradan çıkmalıyız!”

"Geliyorum," dedi. "Ben, sadece, onları bırakmak istemiyorum."

Başka bir kutu daha almak için bir yol bulmaya çalıştı, ikinciyi birincinin üstüne koydu ve çenesiyle destekledi, ama çok ağır ve hantal olmuştu. Tüm fotoğraf kutularını kurtarmanın bir yolu yoktu.

Daniel geldi. Anne köpeği yere bıraktı ve ona bulduğu ipten bir tasma yaptı.. Sonra Emily’nin aile fotoğraflarından iki kutu aldı. Babasının kalan üç kutusunu da almışlardı ama Daniel’ınkilerden hiçbirini almamışlardı.

“Seninkiler ne olacak?” diye bağırdı Emily.

“Seninkiler daha önemli,” diye yanıtladı Daniel, metanetle.

"Sadece benim için" diye cevap verdi Emily. "Peki ya —"

Daha cümlesini bitirmeden ahırdan korkunç bir gıcırdama sesi geldi.

“Hadi,” dedi Daniel. “Gitmek zorundayız.”

Emily’nin karı çıkmaya fırsatı olmadı. Daniel, kendininkiler pahasına, onun değerli aile fotoğrafları kucağında, ahırdan çıkıyordu. Fedakarlığı, Emily’yi duygulandırmıştı ve neden onun ihtiyaçlarını kendininkilerin üzerine koyduğunu merak etmeden edemedi.

Ahırdaki delikten dışarı çıkarlarken, yağmur hiç olmadığı kadar şiddetli yağmaya başlamıştı. Rüzgar o kadar güçlüydü ki, Emily neredeyse hareket edemiyordu. Rüzgara karşı savaştı ve çimenliğe doğru yavaşça ilerledi.

Aniden arkasında olağanüstü bir gürültü koptu. Emily şok içerisinde çığlık atarak geri dönüp baktığında, evin yanındaki büyük meşe ağacının yerden sökülüp, ahırın üzerinde düştüğünü gördü. Eğer ağaç bir dakika önce düşmüş olsaydı, her ikisi de içeride ezilmiş olacaklardı.