Loe raamatut: «Küçük Bey»

Font:

Biyografi

Natsume Sōseki1 (Gerçek adı Natsume Kinnosuke; 9 Şubat 1867-9 Aralık 1916) modern Japon romanının en önemli temsilcilerinden biridir.

O zamanlar Edo adıyla anılan Tokyo şehrinde, halihazırda beş çocuğu olan bir ailede dünyaya gelen yazar, kendisini istemeyen anne babası tarafından çocuksuz bir aileye evlatlık olarak verildi. 9 yaşına geldiğinde kendisini evlat edinen çiftin boşanması üzerine öz anne babasının yanına dönmek zorunda kaldı.

Okulda Çince ve İngilizce öğrenirken Çin ve İngiliz edebiyatlarıyla da ilgilenmeye başladı; 15 yaşına geldiğinde, ileride yazar olmak istediğine karar vermişti. Ailesi bu kararına şiddetle karşı çıkınca Tokyo Kraliyet Üniversitesi’nde mimarlık öğrenimine başladı.

1887’de tanıştığı şair Masaoka Shiki’den haiku2 yazmayı öğrendi. Yine o tarihlerde yazdıklarını “Sōseki” (Çincede “inatçı” anlamında kullanılan bir ifade) mahlasıyla imzalamaya başladı. 1890 yılında aynı üniversitenin İngiliz Edebiyatı bölümüne girdi; okulu bitirdikten sonra bir lisede İngilizce öğretmenliği yaparken üniversitedeki akademik çalışmalarını da sürdürdü. Japon hükümeti tarafından İngiliz edebiyatı araştırmaları için iki yıllığına Londra’ya gönderildi. Burada oldukça zor günler geçiren yazar, psikolojik sorunların da baş göstermesi üzerine ülkesine geri döndü, üniversitedeki görevinden de ayrıldı.

Edebiyat dünyasına haikularla giren Natsume Sōseki, bir süre renku ve haitaishi türünde şiirler yazmaya devam etti. 1905 yılında Ben Bir Kediyim adlı ilk romanının yayımlanmasıyla adını duyurmaya başladı. İlk romanlarından bir diğeri olan Küçükbey (Botchan) ilk olarak 1906 yılında yayımlandı. Yazarın öğretmenlik deneyimlerinden de izler taşıyan roman, günümüzde Japonya’da en çok okunan romanlardan biridir.


2000’li yıllarda dünya çapında ün kazanan Natsume Sōseki’nin yazdıkları bugün 30’dan fazla dile çevrilmiş durumdadır. Siyasetbilimci Kang Sang-jung’un “Natsume Sōseki bugün yüz yüze geldiğimiz sorunları yıllar önce tahmin etmişti, geleceğe dair öngörüleri onu önümüzdeki yıllarda daha da ünlü bir edebiyatçı haline getirecek,” diye söz ettiği yazar, 49 yaşında mide ülseri sebebiyle yaşamını yitirmiştir. 1984 yılında fotoğrafı banknotlara basılan Natsume Sōseki, yakın tarihin neredeyse bütün büyük Japon yazarlarını derinden etkilemiştir.

Birinci Bölüm

Ailemden miras aldığım pervasız tabiatım yüzünden çocukluk dönemimde zarar ve ziyandan başka bir şey yoktu. İlkokuldayken okulun ikinci katından aşağı atlamış, kalça çıkıklığından bir hafta kadar yatmak zorunda kalmıştım. Aranızda neden böyle bir düşüncesizlik yaptığımı merak eden olabilir. Özel bir sebebi yoktu. Yeni binanın ikinci katından boynumu uzatırken sınıf arkadaşlarımdan biri “Böbürlenip duruyorsun ama buradan aşağı atlayamazsın. Korkak tavuk!” diye alay ettiği için yaptım. Eve hademenin sırtında dönünce babamın gözleri kocaman açılmıştı. “Ne biçim çocuksun, hangi aptal ikinci kattan atladığı için kalçası çıkar?” dediğinde “Bir dahaki sefere kırık çıkık olmadan atlayabileceğimi göstereceğim,” diye cevap vermiştim.

Akrabalarımdan birinin verdiği batı tarzı parlak bir çakının ağzını güneşe tutmuş arkadaşlarıma gösterirken biri, “Parlak olmasına parlak ama iyi kesiyormuş gibi görünmüyor,” dedi. “Kesemeyeceği şey var mı ki? Her şeyi kesebileceğini garanti ediyorum,” dedim. “Öyleyse parmağını kesip göster,” dedi bana. “Parmak mı? Öyle olsun,” deyip sağ elimin başparmağını verev şekilde derince kestim. Neyse ki çakı küçüktü ve başparmağımın kemiği sertti de bu sayede hâlâ bir başparmağım var. Gerçi yara izi ölünceye kadar silinmeyecek.

Bahçemizin yirmi adım doğusunda, güneye uzanan küçük bir sebze bahçesi vardı ve ortasında bir kestane ağacı yükseliyordu. Kestaneler canımdan daha kıymetliydi. Olgunlaştıkları zaman, sabah uyanır uyanmaz arka kapıdan çıkar, düşenleri toplayıp okulda yerdim. Sebze bahçesinin batı tarafında Yamaşiroya denen tefecinin bahçesi vardı. Bu tefecinin Kantaro adında on üç, on dört yaşlarında bir oğlu vardı. Kantaro kesinlikle çelimsizin tekiydi ama yine de bambu çitlerin üzerinden atlayıp kestaneleri çalmaya gelirdi. Bir gün, akşam vakti katlanır kapının gölgesine saklanmış, sonunda onu yakalamıştım. Kaçış yolu bulamamış, olanca gücüyle üzerime atlamıştı. Rakibim benden iki yaş büyüktü. Korkaktı ama güçlüydü de. Dazlak başını göğsüme dayayıp güçlü bir şekilde ittiği sırada başı kayıp çizgili kimonomun kolundan içeri girdi. Engel olduğundan elimi kullanamadım. Düşünmeden elimi sallayınca Kantaro’nun başı sağa sola yalpalayarak sallandı. Kıyafetimin içinden kolumu ısırdı. Canım yanınca onu çitlere doğru itip çelme takarak karşı tarafa düşürdüm. Yamaşiroya’nın toprağı, sebze bahçemizden yaklaşık 180 cm alçaktaydı. Kantaro, bambu çitin üst kısmını kırıp kendi taraflarına tamamen baş aşağı düşerken “Ah!” diye ses çıkardı. Düşerken kimonomun kolunu da koparınca kolum aniden serbest kaldı. O akşam annem, Yamaşiroyaların evine özür dilemeye gitti, gelirken kimonomun kolunu da geri getirdi.

Bunların dışında bir sürü yaramazlık da yaptım. Marangoz Kaneko ile balık satıcısı Kaku’yu yanıma alıp Mosaku’nun havuç tarlasını harap ettim. Yeni yeni yeşeren havuç filizlerini korumak için tarlaya saman sermişlerdi, biz de bu samanların üzerinde yarım gün boyunca sumo güreşi yaptığımız için bütün filizler ezilivermişti. Furukava adındaki kişinin çeltik tarlasındaki su kuyusunun borusunu tıkadığım için şikâyete gelindiği de olmuştu. İçi oyulmuş kalın bir Moso bambusu toprağa gömülmüş, içinden de su fışkırıyordu. Bu borular, çeltik tarlasına su sağlayan bir düzenekmiş meğer. O zamanlar bu düzeneğin ne işe yaradığını bilmediğimden taş ve sopa parçalarını su borusuna sıkıştırıp doldurdum. Suyun akmadığına emin olunca da eve geri döndüm. Yemek yerken gelen Furukava öfkeden kıpkırmızı olmuştu, fırtına gibi esip gürledi. Yanılmıyorsam ailem maddi zararını karşılayıp konuyu kapadı.

Babam beni biraz olsun sevmezdi. Annemin gözdesiyse sadece ağabeyimdi. Ağabeyimin solgun bir yüzü vardı. Tiyatroyu sever, genelde kadın karakterleri canlandırırdı.

Babam beni her gördüğünde, “Bu çocuk asla adam olmayacak,” derdi. Annem, “Şiddet, şiddet, başka bir şey yok. Bu çocuğun geleceği hakkında endişeliyim,” derdi. Gerçekten de bir baltaya sap olamadım. Sonuç gördüğünüz gibi. Geleceğim konusunda endişelenmekte haksız değillermiş. Eh, neyse ki en azından hapse düşmedim.

Annem hastalıktan ölmeden iki ya da üç gün önce, mutfakta takla atıp sırtımı kuzineye çarpmıştım ve canım bir hayli acımıştı. Annem çok sinirlenmişti. Bana “Yüzünü bile görmek istemiyorum,” dediği için akrabalarımızın yanına kalmaya gitmiştim. Kısa bir süre sonra öldüğü haberi geldi. Bu kadar çabuk ölebileceğini düşünmemiştim. Hastalığının bu kadar ciddi olduğunu bilseydim daha uslu olurdum diye düşünerek eve geri döndüm. Ağabeyim itaatsiz olduğumu, benim yüzümden annemin erkenden öldüğünü söyledi. Sinirlenip ağabeyime tokat atınca epeyce azarlandım.

Annemin ölümünden sonra babam ve ağabeyimle birlikte üç kişi yaşamaya başladık. Babam hiçbir şey yapmayan bir adamdı. Beni her gördüğünde “Seni işe yaramaz serseri,” derdi. Neden işe yaramaz olduğumu hâlâ bilmiyorum. Tuhaf biriydi.

Ağabeyim işadamı olacağını söyler, sürekli İngilizce çalışırdı. Kadınsı ve kurnazdı. Bu yüzden anlaşamıyorduk. Neredeyse her on günde bir kavga ederdik. Bir keresinde şogi3 oynarken alçakça şahımın önünü kesmiş, ben zor duruma düşünce mutlu olup alay etmişti. Çok sinirlendiğim için elimde tuttuğum şogi taşını iki kaşının arasına fırlattım. Alnının ortası yarılınca biraz kan aktı ve gidip babama yetiştirdi. Babam beni evlatlıktan reddedeceğini söylemeye başladı.

O zaman artık yapacak hiçbir şey olmadığını kabullenip evlatlıktan reddedilmeye hazırlandım fakat on yıldır bize hizmet eden Kiyo ismindeki hizmetçimiz ağlayarak affedilmem için yalvarınca babamın öfkesi yatıştı. Olanlara rağmen babamdan korkmuyordum. Öte yandan Kiyo için üzülüyordum.

Duyduğuma göre hizmetçi aslında soyluymuş ama hükümet4 yıkılınca ailesi yoksullaşmış. Bu yüzden de evimizde hizmetçilik yapacak duruma gelmiş. Yaşlı bir kadındı. Bu yaşlı kadınla ne tür bir yakınlığımız vardı bilmiyorum ama bana karşı olağanüstü bir sevgi beslerdi. Garip bir durumdu. Annem ölmeden üç gün önce bana olan güvenini tamamen yitirmişti. Babama her zaman yük oluyordum. Mahalledekiler de baş belası haydut diyerek beni dışlıyordu. İşte Kiyo’nun çok değer verdiği çocuk böyle biriydi. Kesinlikle insanların sevebileceği bir özelliğimin olmadığını kabullendiğimden diğer insanların bana tahta parçasıymışım gibi davranmalarını hiç kafama takmadım. Aksine Kiyo’nun aşırı şımartmalarını şüpheli buldum. Bazen mutfakta kimse olmadığında “Senin dürüst, iyi bir karakterin var,” diye beni sık sık överdi ancak ben sözlerinin anlamını kavrayamazdım. “İyi bir karakterim olsaydı Kiyo dışındaki insanlar bana biraz daha iyi davranırlardı,” diye düşünürdüm. Böyle şeyleri her söylediğinde cevap olarak pohpohlanmaktan nefret ettiğimi söylemem artık sıradanlaşmıştı. Bunun üzerine yaşlı kadın iyi bir karakterim olduğu için böyle şeyler düşündüğümü söyler, memnun bir ifadeyle yüzüme bakardı. Beni kendisi yaratmış da eseriyle gurur duyuyormuş gibi bakıyordu. Birazcık tedirgin ediciydi.

Annem öldükten sonra Kiyo, bana daha da fazla ilgi göstermeye başladı. Çocuk zihnimle, bana bu kadar sevgi göstermesini tuhaf bulurdum. Can sıkıcı olduğunu, böyle davranmayı bırakmasının daha iyi olacağını düşünürdüm. Acınası gelirdi bana bütün bunlar. Buna rağmen beni sevmeye devam etti.

Fakir olduğu halde ara sıra kendi parasıyla bana kintsuba5 ya da kobaiyaki6 satın alırdı. Gizlice karabuğday unu stoklar, soğuk gecelerde ben uyurken sessizce yatağıma soba7 getirirdi. Bazen güveçte kızarmış udon8 satın aldığı bile olurdu. Sadece bunlarla da kalmazdı. Çorap, kalem, defter de verirdi. Bundan çok sonraları üç yen9 verdiği bile olmuştu. Aslında borç istememiştim. Kendi isteğiyle odama gelip “Hiç harçlığın yoktur. Zorluk çekiyorsundur değil mi? Bunu al lütfen,” dedi. Tabii ki “Gerek yok,” dedim ama ısrar edince aldım. Aslında çok mutlu olmuştum. Üç yen parayı keseme, kesemi de göğüs cebime koyup tuvalete gittim. Bu sırada para kesem tuvaletin içine düşüverdi. Yapacak hiçbir şey yoktu. Yavaşça tuvaletten çıkıp Kiyo’ya gerçeği anlatınca hemen bambu bir sopa alıp geleceğini ve kesemi çıkaracağını söyledi.

Bir süre sonra kuyudan su sesi gelince çıkıp baktım. Kiyo, ipini sopanın ucuna bağladığı keseyi yıkıyordu. Yıkadıktan sonra kesenin ağzını açtım. Bir yenlik banknotun rengi değişip kahverengi olmuştu, üstündeki desenlerse silinmek üzereydi. Kiyo, onları mangalda kurutup “Böyle daha iyi oldu, değil mi?” diyerek bana teslim etti. Biraz koklayıp “Pis kokuyor,” deyince “O halde geri ver onları değiştirip geleceğim,” dedi. Nerede, nasıl bir oyun yaptı bilmem, kısa süre sonra banknotumun yerine üç gümüş yen getirdi. Bu parayı ne için kullandığımı unuttum. Yakında geri ödeyeceğimi söyledim ama ödemedim. Şimdi keşke on katını geri verebilsem diyorum ama yapamıyorum.

Kiyo, sadece ağabeyimin ve babamın etrafta olmadığı zamanlarda bir şeyler vermeye dikkat ederdi. Bana soracak olsanız, etraftakiler hiçbir şey alamazken benim gizlice bir şeyler elde etmemin en çok nefret ettiğim şey olduğunu söylerdim. Ağabeyimle aramız kesinlikle iyi değildi ama yine de ondan gizli şekerlemeler, renkli kalemler almak istemiyordum. Kiyo’ya neden sadece bana verip ona vermediğini sorardım. Bunun üzerine Kiyo, kaygısız bir şekilde, ağabeyime babamın zaten pek çok şey aldığını, o yüzden de ona vermesine gerek olmadığını söylerdi. Bu konuda haksızdı. Babam dikkafalı olabilirdi ama sevdiğine iltimas geçecek bir adam değildi; ne var ki Kiyo’nun gözünden bakınca durum öyle görünüyor olmalıydı.

Beni sevdiği için böyle düşündüğüne şüphe yoktu. Soylu bir aileden gelse de eğitimsiz, yaşlı bir kadındı ve bu yüzden açıklamaya çalışmanın pek anlamı yoktu. Sadece bunlarla da kalmıyordu. Kayırmacılığı korkutucuydu. Gelecekte, parlak bir hayatım olacağına ve takdire şayan birisine dönüşeceğime kanaat getirmişti. Diğer taraftan sürekli ders çalışan soluk yüzlü ağabeyimin asla işe yarar biri olamayacağına kendi kendine karar vermişti. Sevdiklerinin gelecekte seçkin insanlar, nefret ettiklerininse bedbaht olacağına inanırdı. O zamanlar ne olacağıma dair bir fikrim yoktu fakat Kiyo önemli biri olacağımı söylediği için öyle veya böyle bir şeyler olurum herhalde diye düşünürdüm.

Şimdi düşününce aptalca geliyor. Bir keresinde Kiyo’ya nasıl bir insan olacağım diye sormuştum. İşin doğrusu onun da özel bir hayali yok gibi görünüyordu. Sadece çekçeğe bineceğime ve gösterişli bir evde oturacağıma emin olduğunu söyledi.

Kiyo, kendi evim olursa onu da yanıma almamı istedi. “Lütfen, beni işe alın,” diye defalarca üzerine basa basa ricada bulundu. Ben de sanki kendi evim olacağına inanır gibi “Olur, seni de alırım,” diye cevap veriyordum sadece. Hayal gücü çok yüksek bir kadındı. “Nereyi seviyorsun? Kojimaçi mi yoksa Azabu mu?” diye sorardı. Bahçeye eğlenmek için salıncak kurmak, bir odayı batılı tarzda döşemek gibi planlar kurardı kendi kendine.

O zamanlar kendi evimin olması gibi bir isteğim yoktu. Her zaman, “Batı tarzı da Japon tarzı da tamamen gereksiz. Bu yüzden böyle şeyler istemiyorum,” diye cevap verirdim. Bunun üzerine Kiyo, “Hiç hırsın yok, kalbin tertemiz,” diyerek tekrar beni överdi. Ne söylesem beni överdi zaten.

Annemin ölümünden sonra beş altı yıl daha böyle yaşayıp gittik. Babamdan azar işitiyor, ağabeyimle kavga ediyor, Kiyo’dan şekerlemeler ve övgüler alıyordum. İstediğim herhangi bir şey yoktu. Elimdekiler bana yetiyordu. Diğer çocukların da genellikle benim gibi olduğuna inanıyordum. Gelgelelim Kiyo fırsat buldukça zavallı ve talihsiz biri olduğumu söylediği için ben de artık öyle olduğuma inanmaya başlamıştım. Bunun dışında bir derdim yoktu. Sadece babamın harçlık vermemesine canım sıkılıyordu.

Babam, annemin ölümünden altı yıl sonra ocak ayında beyin kanamasından öldü. Aynı yılın nisan ayında özel ortaokuldan mezun oldum. Haziran ayında da ağabeyim ticaret lisesinden mezun oldu; bir şirketin Kyuşu’da yeni açılan şubesinden teklif alınca orada çalışmaya gitti. Bu arada ben Tokyo’da kalıp çalışmalarıma devam etmek zorundaydım.

Ağabeyim evi satıp malı mülkü toplayarak buradan ayrılacağını söylemeye başladı. Umursamadığımı, canı ne istiyorsa onu yapmasını söyledim. Ne olursa olsun ona yük olmaya niyetim yoktu. Hem zaten bakımımı üstlense bile kısa sürede vazgeçeceği kesindi çünkü mutlaka bir sebep bulup kavga edecektik. Sorumluluğumu alırsa ona minnet etmek zorunda kalırdım. Hiçbir şey olmasa bile sütçülük yapar geçimimi sağlarım diyordum.

Ağabeyim ikinci el eşya satan birini çağırıp atalarımızdan kalan çerçöp ne varsa yok pahasına sattı. Evi de arazisiyle birlikte çok zengin birine, bir tanıdık aracılığıyla devretti. Bu sayede eline epey para geçmiştir ama miktarını bilmiyorum elbette. Ben bundan bir ay öncesinde evden taşınmıştım, geleceğime yön verene kadar şimdilik Kanda’da, Ogawamaçi’deki bir pansiyonda konaklıyordum.

Kiyo on yıldan fazladır yaşadığı evin başkalarının eline geçmesinden dolayı büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştı ama kendi evi olmadığı için elinden bir şey gelmiyordu. “Biraz daha büyük olsaydın burası sana miras kalırdı,” deyip duruyordu ısrarla. Biraz daha büyük olduğumda ev bana kalabiliyorsa şimdi de kalmalıydı. Yaşlı kadın hiçbir şey bilmediği için yaşım daha büyük olsa bile yine ağabeyimden küçük olacağımı anlayamıyordu.

Ağabeyimle yollarımız böylece ayrıldı. Sorun Kiyo’ya ne olacağıydı. Ağabeyimin kesinlikle yanında birini götürecek durumu yoktu. Zaten Kiyo’nun da ağabeyimin peşinden gitmeye niyeti yoktu. Ben de o sıralar ucuz ve ufak bir pansiyona tıkılıp kalmıştım. İşler ters gittiğinde hemen ayrılmak zorunda kalabilirdim. Yapabileceğim bir şey yoktu. “Bir yerlerde hizmetçi olmayı düşünür müsün?” diye sorunca, “Sen kendi evine taşınıp bir eş bulana kadar elden bir şey gelmez. Bu yüzden yeğenimin yanına gitmeye karar verdim,” diye cevapladı. Yeğeni mahkeme kâtibiymiş. Şimdilerde hali vakti yerinde olduğundan “Gelmek istersen gel,” diye iki üç kez teklifte bulunmuş ama Kiyo, “Hizmetçi olsam bile yıllardır yaşamaya alıştığım ev daha rahat,” diyerek kabul etmemiş.

Ne var ki artık durumlar değişmişti. Bilmediği bir eve hizmetçi olarak gidip her şeye yeniden başlamaktansa yeğeninin yanına gitmenin daha iyi olduğunu düşünüyordu. Yine de bana bir an önce kendi evime çıkmamı ve evlenmemi söyledi, o zaman gelip bizimle yaşayacaktı. Bir yabancı olan beni, aralarında kan bağı olan yeğeninden daha çok seviyordu.

Ağabeyim Kyuşu’ya doğru yola çıkmadan iki gün önce pansiyonuma gelerek 600 yen verdi. Bu parayı istersem iş kurmak istersem okul giderlerimi karşılayıp eğitimime devam etmek için dilediğim gibi kullanabileceğimi söyledi ve bana bir daha yardım etmeyeceğini de ekledi. Yöntemine hayran kalmıştım. Açıkçası 600 yen olmadan da idare edebilirdim ama benzeri görülmemiş samimiyeti çok hoşuma gittiği için teşekkür edip parayı aldım. Daha sonra 50 yen daha çıkarıp bunu Kiyo’ya vermemi söyledi. İtirazsız kabul ettim. İki gün sonra Şinbaşi İstasyonu’ndan ayrıldıktan sonra ağabeyimi bir daha hiç görmedim.

Yatarken 600 yeni nasıl kullanacağımı düşündüm. Ticaret yorucuydu ve başarılı olamayacağım kesindi. Hem zaten elimdeki 600 yenle ticaret gibi bir iş yapmam mümkün değildi. Başarılı olsam bile şu an sadece ortaokul mezunuydum ve bu durum ileride utanmama yol açardı. Okul harcamalarında kullanıp eğitimime devam etmeye karar verdim. 600 yeni üçe bölüp her yıl 200 yen kullanırsam üç yıl daha okuyabilirdim. Üç yıl boyunca elimden geleni yaparsam bir şeyler başarabilirdim. Bundan sonra hangi okula gideceğimi düşündüm fakat derslerden hiçbirini sevmiyordum. Özellikle yabancı dili ve edebiyatı hiçbir şekilde istemiyordum. Önüme modern şiir koyduklarında 20 satırın içinden tek birini bile anlamıyordum. Her halükârda sevmediğim bir şey olacağından hangisini seçersem seçeyim aynı olacağını düşündüm. Neyse ki fizik okulunun önünden geçerken öğrenci alım duyurusunu fark ettim. Bunun kaderim olduğunu düşünüp hemen içeri girdim, duyurunun bir kopyasını alıp kayıt işlemlerini yaptırıverdim. Şimdi düşününce o anki hareketimin atalarımdan miras aldığım pervasızlığımdan doğan bir hata olduğunu anlıyorum.

Üç yıl boyunca herkes kadar çalıştım fakat özellikle öne çıkan bir yönüm olmadığından her zaman sınıfın en başarısızlarından biriydim. Yine de inanılmaz bir şey oldu ve üç yılın sonunda mezun oldum. Ben bile durumu garip buldum fakat itiraz etmeden diplomamı aldım.

Mezuniyetimden sekiz gün sonra müdürden çağrı gelince ne istiyor acaba diye düşünerek yanına çıktım. Şikoku’daki bir ortaokulda matematik öğretmenine ihtiyaç varmış. Aylık 40 yen ödeyeceklermiş. Gitmek ister misin diye sordu. Üç yılımı okuyarak geçirmiştim ama doğruyu söylemek gerekirse öğretmen olmaya ya da kırsala gitmeye hiç niyetim yoktu. Gerçi öğretmenlik dışında yapabileceğim bir şey de yoktu. Hal böyle olunca teklifi hemen kabul ettim. Bu da miras aldığım pervasızlığımın kötü sonuçlarından bir diğeriydi.

Öğretmenliği kabul ettikten sonra görev yerime taşınmak dışında bir seçeneğim yoktu. Son üç yılımı yedi metre karelik evde geçirmiştim ve en ufak bir sorun yaşadığım olmamıştı. Oradaki günlerim kavga da etmeden bitmişti. Ömrümün nispeten en tasasız dönemiydi. Yine de bu küçük evimden ayrılmak zorundaydım. Doğduğumdan beri Tokyo’dan dışarı tek çıkışım, sınıf arkadaşlarımla Kamakura’ya geziye gittiğimiz zamandı. Bu kez gideceğim yer Kamakura’dan çok daha uzaktı. Haritadan bakınca sahilde, iğne ucu kadar küçük görünüyordu. Saygın bir yere benzemiyordu. Nasıl bir şehir olduğunu ve orada ne tür insanların yaşadığını bilmiyordum. Ama kaygılanmıyordum. Endişeye gerek yoktu. Sadece gidecektim. Yolculuk biraz yorucu olacaktı, o kadar.

Evi boşalttıktan sonra da ara sıra Kiyo’nun yanına giderdim. Yeğeni beklediğimin aksine iyi biriydi. Gittiğim her seferinde eğer evdeyse çeşitli yollarla misafirperverliğini gösterirdi. Kiyo da beni yeğeninin yanında öve öve bitiremezdi. Okuldan mezun olunca Kojimaçi yakınlarında ev alacağımı ve devlet dairesinde iş bulacağımı söyleyip duruyordu. Benim adıma yaptığı planları dinlerken utanır, kıpkırmızı olurdum. Bu sadece bir iki kez yaptığı bir şey de değildi. Ara sıra konuyu küçükken yatağı ıslatmama kadar getirdiğinde şaşkına dönerdim. Kiyo’nun övgülerini dinlerken yeğeni ne düşünüyordu bilmem. Kiyo geri kafalı bir kadın olduğu için benimle arasında feodal zamanlardaki türden bir efendi-uşak bağı olduğunu düşünüyordu. Görünüşe bakılırsa yeğeninin de efendisi olduğumu düşünüyordu. Yeğeni için ne utanç verici bir durum!

Düzenlemeler yapılmıştı. Gideceğim tarihten üç gün önce Kiyo’nun kuzeye bakan, dört buçuk metre karelik odasını ziyaret ettim. Nezle olmuş yatıyordu. Benim geldiğimi görünce hemen kalkıp “Küçükbey, ne zaman bir ev tutacaksın?” diye sordu. Mezun olunca paranın cebime kendiliğinden dolacağını sanıyordu. Seçkin biri olduğuma inanırken beni hâlâ Küçükbey diye çağırması oldukça saçmaydı. Kısaca, şimdilik bir evimin olmadığını söyledim.

Kırsal bölgeye gittiğimi duyunca epeyce hayal kırıklığına uğradı. Dağılan gri zülüflerini dikkatlice düzeltti. Onun için üzülüyordum. “Gidiyorum ama yakında döneceğim. Gelecek yaz tatilinde kesinlikle burada olacağım,” diyerek teselli etmeye çalıştım. Yine de garip bir yüz ifadesiyle bana bakıyordu. “Ne hediye alayım gelirken? Ne istersin?” diye sorunca, “Eçigo’nun bambu yaprağına sarılmış tatlı pirinç jölesini yemek istiyorum,” dedi. Böyle bir tatlı hiç duymamıştım. Her şeyden önce Eçigo gideceğim yerin çok uzağındaydı. “Benim gideceğim kırsal bölgede o tatlıdan olacağını sanmıyorum,” dediğimi duyunca “Hangi yöne gidiyorsun ki?” diye sordu. “Batıya,” deyince, “Hakone’den önce mi sonra mı geliyor?” diye sordu. Artık zor sabrediyordum.

Trenin kalkacağı sabah gelip bana yardım etti. Gelirken yol üzerinde çeşitli şeyler satan bir dükkâna uğrayıp diş macunu, kürdan, el havlusu satın alarak keten çantama koydu. Bunlara ihtiyacım yok desem de bir türlü ikna edemedim. Çekçeğe binip istasyona geldik. Demiryolu platformuna çıkarken gözlerini yüzümden ayırmadan kısık sesle, “Tekrar bir araya gelir miyiz bilinmez. Kendine iyi bak,” dedi. Gözleri yaşla doldu. Ben ağlamadım fakat ağlamak üzereydim. Tren hareket etti. Artık iyiyim diye düşünüp başımı pencereden uzattım, geriye baktım. Hâlâ ayakta duruyordu. Öyle küçük görünüyordu ki…

1.Japoncada önce kişinin soyadı yazılır. Natsume yazarın soyadı, Sōseki ise adıdır.
2.Geleneksel bir Japon şiir türü. Masaoka Shiki, en ünlü haiku şairlerindendir.
3.Japon satrancı. (ç.n.)
4.Tokugava Şogunluğu’nun çöküşünden bahsediyor. (ç.n.)
5.Şekerli fasulye tatlısı. (ç.n.)
6.Bir tür pirinç keki. (ç.n.)
7.Karabuğday çorbası. (ç.n.)
8.Beyaz Japon eriştesi. (ç.n.)
9.Japon para birimi. (ç.n.)

Tasuta katkend on lõppenud.

€1,49