Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Çöküş», lehekülg 5

Font:

Benzer bir şekilde Britanya’nın coğrafi açıdan korunaklı olması da eski anacıl kültürün yaklaşık MÖ 2500’e kadar bozulmadan kalmasını sağladı. Bu tarihte ise Kıta Avrupası’ndan gelen Beaker halkı adaya ulaştı. Onlardan önceki Neolitik insanlar müşterek mezarlara gömülürken Beakerlar bireylere ait kabirlere sahipti ve diğer Sahra-Asyalılar gibi mezarlarının büyüklükleri arasında fark vardı. Onlardan önce adada savaş ve şiddete dair çok az iz varken, Beakerlar maden işlemedeki üstün yeteneklerini çok büyük ölçekte silah üretimi için kullandılar, yüksek kaleler ve surlar inşa ettiler.168 Sonunda Kıta Avrupası’nı etkisi altına alan çaresiz savaş korkusu Britanya’yı da sardı. Köyler yüksek çitlerle çevrildi ve muhtemelen işgalciler karşısında savunmasız kalan Neolitik halklar göllerin ortasına inşa ettikleri yapay adacık ve platformlarda (crannog) yaşamaya başladılar. Bu adacıklar karaya tahta köprülerle bağlanıyor, çatışma ânında köprüler yıkılarak düşmanların platforma ulaşması engelleniyordu.

Bu sırada Avrasya’da ise Sahra-Asyalılar hem batıya hem doğuya göç etmeye devam ediyordu. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Şanglar MÖ 2000 civarında (artık neredeyse tamamen çölleşmiş olan) Orta Asya’nın bozkırlarından geçerek Çin’e ulaşmıştı. Ödünç aldıkları bazı Hint-Avrupa ve Sami kelimelerinden dolayı onların da Sahra-Asyalı olduğunu kesin olarak biliyoruz; örneğin bey ya da din adamı anlamına gelen han sözcüğü Sami dillerindeki cohen (yüksek haham) kelimesine, destansı kahraman ya da tanrı anlamlarına gelen bagadur sözcüğü ise Hint-Avrupa dillerindeki tanrı anlamına gelen baga kelimesine çok yakın.169 Ancak Sahra-Asyalı oldukları Çin’e getirdikleri kültüre bakıldığında da çok açık. Barış ve cinsiyetler arası eşitliğin hüküm sürdüğü “Altın Çağ” adeta aniden sona ermişti. DeMeo’nun sözleriyle,

Güney Mısır, Mezopotamya ve Orta Asya’ya hâkim militarist topluluklar gibi Şanglar da otoriter ve kadınlarla çocukları hor gören alışkanlıklar geliştirmişti: kutsal krallık, erkek tanrılar, büyük servetlerin gömüldüğü devasa tapınak mezarlar, tanrılara insan kurban etme, askerî kast sistemi ve kölelik gibi.170

Yaklaşık beş yüz yıl sonra Orta Asya çöllerinden gelen başka bir topluluk olan Çular da (ya da Zular – Chou / Zhou) Çin’i istila etti. Onlar daha da savaşçıydılar. Ayrıca Şanglar’a kıyasla daha fazla toplumsal baskı uygulamaya başladılar. Bronz silahların ve iki tekerlekli savaş arabalarının yardımıyla kısa sürede büyük bir bölgeyi işgal ettiler. Askerlerden oluşan bir asiller sınıfı oluşturdular. Kalelerinden oluşan şehirlerde lüks bir hayat sürüyorlardı. Yönettikleri köylüler ise kale dışındaki sefalet içinde geçen yaşamlarını idame ettirmeye çalışıyordu. Çular’ın yönetimi altında ataerkillik daha da güçlendi. “Törensel dul cinayetleri” ve kız çocuklarının öldürülmesi yaygınlaştı. DeMeo’nın da yazdığı gibi, “Yönetici Çu kastının üst düzey kadınları bile büyük baskı altındaydı, aslında köleden farkları yoktu.”171 İlk başlarda alt sınıftan gelen kadınlar bir nebze de olsa hâlâ özgürdüler. İstedikleri erkekle evlenme, boşanma, halk içinde dans etme ve şarkı söyleme hakkına sahiptiler. Ancak zamanla Çular’ın kadın düşmanı tavırları toplumun geneline yayıldı ve sonunda Çin kültürü tamamen ataerkil hale geldi.

Hint-Avrupalılar, Avrupa’nın çoğunu ele geçirdikten sonra MÖ 2. binyılın başlarında doğuya göç etmeye başladılar. MÖ 1800’e gelindiğinde İran’a varmışlardı (İran kelimesi Hint-Avrupalı, yani Ari/ Aryan’dan gelmektedir). Burada da kendilerini yönetici sınıf ilan ettiler. MÖ 3. binyılda Hindistan’ın kuzeyindeki İndüs Vadisi, kökenleri muhtemelen Ortadoğu’nun çöllerine dayanan Harappa adlı bir halk tarafından fethedildi. Harappalar, Hindistan’ın yerli halkı Dravidyanları köleleştirerek dünyanın ilk “medeniyetlerinden” birini kurdular. Ancak MÖ 1500 civarında -zaten artan çölleşme nedeniyle çöküşte olan- uygarlıkları işgalci Hint-Avrupalılar tarafından yıkıldı. Hint-Avrupalılar, Harappalardan da öteye giderek anasoylu ve eşitlikçi Dravidyanları güneye sürdüler. Asker-yöneticiler, din adamları ve üreticilerden oluşan “kast sistemini” Hindistan’a getiren de Hint-Avrupalıların ta kendisi oldu. Fethedilen Dravidyanlar ise serf ve ırgatlardan oluşan dördüncü kastı, yani Shudrus’u ya da “dokunulmazları” oluşturdu. Bu kast sistemi günümüzde hâlâ varlığını sürdürüyor ve müthiş bir eşitsizliğe neden oluyor.

Atacıl kültür sadece daha geniş bir coğrafyaya yayılmakla kalmıyor aynı zamanda etkisi de gitgide artıyordu. Bazen -Sümerlerde olduğu gibi- Sahra-Asyalılar fethettikleri Neolitik insanların bazı anacıl özelliklerini özümsüyordu. Ancak MÖ 2000’e gelindiğinde anacıl kültürden geriye kalan son izler de tamamen silindi. Sümer’de anasoyluluktan ya da kadınların miras hakkından eser kalmadı. Tanrıçalar ilk dönem Sümer dininin vazgeçilmez bir parçası olsa da bu tarihte artık önemlerini yitirmişlerdi. Sadece erkek tanrıların eşleri olarak adları anılıyordu.172 Artık erkek “gök tanrıları” vardı. Mitolojide hem kadınlara hem doğaya yönelik yeni ve baskıcı bir tavır belirdi. Bunun en öne çıkan örnekleri, erkeklerin devasa yılanlar ve ejderhalar karşısında verdikleri mücadeleleri anlatan yeni “kahramanlık efsanelerinin” ortaya çıkmasıydı. Sümerler bunun bir yansıması olarak, Jaquetta Hawkes’ın “zina yapan kadınlara ve söz dinlemeyen çocuklara verilen cezaların… gitgide daha da fazla gaddarlaşması”173 olarak betimlediği bir tavır geliştirmeye başladılar.

Sümer’de de toplumsal baskılar ve eşitsizlik MÖ 2000’den sonra artmışa benziyor. MÖ 2300 gibi geç bir tarihte bile Urukagina adlı bir Sümer kralının, maddelerinden biri de tapınak topraklarında üretilen ekinlerin -geleneklerin aksine- din adamları yerine fakirlere verilmesi gerektiğini belirten bir reform programı uyguladığını görüyoruz (Reform paketinde ürünlerin eskiden fakirlere dağıtıldığının söylenmesi bunun muhtemelen Sahra-Asyalılar öncesi döneme dayanan bir uygulama olduğunu düşündürüyor).174 Ancak sadece 500 yıl sonra Mezopotamyalı başka bir kral olan Hammurabi 252 maddeden oluşan ünlü kanunnamesini yazdı. Kanunların hepsi de zalimlik ve acımasızlık içeriyordu. Başka insanlarla empati kurma yetisinden kesinlikle yoksundular. Örneğin tarlalarına zarar veren çiftçiler köle olarak satılıyor ya da bir erkek karısını ya da kızını borç karşılığında emanet verebiliyordu. Riane Eisler, geç dönem Sümer’de gittikçe güç kazanan atacıl kültürü şöyle özetliyor:

Özel mülkiyet ve siyasi iktidarın askerî liderlerin elinde merkezileşmesi üzerine kurulu katı bir hiyerarşik sisteme uyum sağlamak için akrabalık ilişkileri ciddi bir dönüşüm geçirmişti; kadınlar karar alma süreçlerinden tamamen uzaklaştırıldı.175

Bu sırada savaşın doğası da değişiyordu. Daha önceleri savaşlar kısa sürüyor, sıradan insanlar arasında gerçekleşiyor ve çoğunlukla sadece yılın hasat zamanından sonra vuku buluyordu. Ancak şimdi krallar ve asiller, imparatorluk kurmaktan bahsediyor ve yılın her zamanı savaşabilecek profesyonel ordulara ihtiyaç duyuyordu. Bunun sonucunda savaşlar hem daha sıklaştı hem de vahşileşti. Daha önce de altını çizdiğimiz gibi, Akad Kralı Sargon ilk imparatorluğu kurmuştu. Ancak MÖ 2. binyılın sonuna gelindiğinde Ortadoğu, topraklarını genişletmek ve servetlerini arttırmak için birbirleriyle acımasızca savaşan Elamlılar, Asurlular, Hititler, Mitanniler, Kassitler, Kenanlılar ve Suriyeliler gibi insan topluluklarıyla dolup taşmıştı. Savaşmak, Mısırlılar için de MÖ 1600 civarında çok daha önemli hale geldi. İlk defa onlar da profesyonel ordu kurdular ve yeni topraklar ele geçirmek için büyük savaşlar düzenlemeye başladılar.

Ortadoğu bundan sonra -aslında günümüze dek- birbirleriyle savaşan ve adeta birbirlerinin zalimliğini geçmek için yarışan farklı etnik ve dinsel kökenlere sahip insanların bir arada yaşamaya çalıştığı kaotik bir ortam haline geldi. Baring ve Cashford’un da belirttiği gibi, “Tunç Devri ilerledikçe savaşların ve kayıpların sayısı hesabı tutulamayacak derecede artmaya başladı, ta ki Asurluların barbarlığı Mezopotamya uygarlığından geriye kalan son izleri de tamamen silene dek.”176 MÖ 1200’ler ile 600 yılları arasında hüküm süren Asurlular, belki de dünyanın görüp göreceği en kana susamış halktı. Yaklaşık 600 yıl boyunca yeni topraklar ele geçirmek ve zaten daha önce fethettikleri bölgelerden haraç alarak daha fazla mal ve para toplamak için aralıksız her sene askerî harekât düzenlediler. Haraç ödemeye gücü yetmeyen herkes, son Asur krallarından Sennaçerib’in (MÖ 704-681) Babil’i işgal ettikten sonra sarf ettiği şu sözlerde belirttiği muameleye maruz kalıyordu: “Genç yaşlı demeden herkesi öldürdüm, cesetleriyle şehrin geniş sokaklarını doldurdum.”177 Hayat her yerde daha vahşi, tehlikeli, şiddet ve ıstırap dolu bir hal alıyordu. Yaklaşık MÖ 1250’de Demir Çağı başladığında, Ortadoğu’ya Baring ve Cashford’un deyimiyle “saldırganlık yaratan… vahim bir endişe ve felaket korkusu”178 hâkimdi.

Avrupa’da da durum -eğer daha da kötü değilse- çok benzerdi. MÖ 13. yüzyılda Mısırlıların “Deniz İnsanları” dediği gizemli bir halk Akdeniz’de dehşet saçmaya başladı. Bunlar sadece bir asırda, kendilerinden önce gelen tüm topluluklardan çok daha fazla yıkım yaratan ve yaklaşık 300 yıl boyunca devam eden bir kaos ve çöküş dönemi başlatan yağmacı vahşi çetelerdi. Sadece bir yüzyıl içerisinde Mısır ve Hitit İmparatorlukları ile (Truva şehri de dahil olmak üzere) Miken (Antik Yunan) uygarlığı tarih sahnesinden silindi, kentler yıkıldı ve terk edildi. Bunda doğal afetlerin bir rol oynamış olması muhtemelse de tarihçiler asıl sorumlu olarak Deniz İnsanları’nı görüyor.

Bu sırada Hint-Avrupalılar, Orta ve Batı Avrupa’da birbirleriyle savaşıyordu -Yunanlılar Romalılarla; Keltler Yunanlılar ve Romalılarla; Cermenler ise Keltler, Yunanlılar ve Romalılarla. Liste böyle uzayıp gidiyordu. Sahra-Asya kurumaya devam ediyor ve yeni Hint-Avrupalı (ve diğer Sahra-Asyalılardan oluşan) göçmen dalgaları Avrupa’nın batısını işgal ediyordu. Önlerine çıkan yeri fethedip, orada yaşayanları öldürüyor ve müthiş bir karmaşaya sebep oluyorlardı. Bu istila, tarihçilerin “Halkların Göçü” (Völkerwanderung) dediği MS 300-600 arasındaki dönemde doruk noktasına ulaştı. Bu, Sahra-Asya’da gerçekleşen tarihte yaşanmış en büyük göç dalgasıydı. Yüzlerce kabile -Gotlar, Franklar, Vandallar, Hunlar, Avarlar vs.– Orta Asya’dan kaçarak Avrupa’ya akın etti ve Roma İmparatorluğu’nu harabeye çevirdi. Kendilerinden önce bölgeye varmış Hint-Avrupalıları da daha batıya göç etmeye zorladılar.179 Bugünkü Avrupa uygarlığını yaratan, bu kargaşanın ta kendisiydi. İnsanların devingenliği zamanla durağanlaştığında kıtanın bugünkü etnografik haritası da az çok ortaya çıkmıştı. Fin-Ural dillerini konuşan Finlandiya, Macaristan ve Estonya’nın halkları dışında kalan Avrupa, içinde sadece Cermenler, Slavlar, Latinler ve Keltler’i barındıran artık tamamen “Ari” bir coğrafya olmuştu.

Sahra-Asya’nın üç büyük dini olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık birlikte varolmaya başladığında ise -Müslümanlık MS 1. binyılın ortalarında doğarak en son gelen din olmuştu- durum daha da vahimleşti. Bu dinler, Sahra-Asyalıların ruhsal dünyasının bir parçası olan cinselliğe, insan bedenine, kadınlara ve doğaya karşı olumsuz tavrı adeta kanunlaştırdılar. Bu yetmezmiş gibi üstüne üstlük bir de yeni bir husumet ve ötekileştirme dalgası yarattılar: inananlar ve inanmayanlar ya da müminler ve kafirler arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen kavga. Samiler, Ortadoğu’da Yahudi ve Arap kabileleri diye ikiye ayrıldılar. Araplar İslamiyet’i benimsediğinde aralarındaki uçurum o kadar büyüdü ki -bugün hâlâ çözülememiş olan ve- tüm vahşetini ilk günlerdeki gibi koruyan bir çatışma başladı. Müslümanlar, Hıristiyanlarla da savaşırken Hıristiyanlar ise Yahudileri baskı altında tutuyor ve öldürüyordu. Hatta Hıristiyanlar buldukları ilk fırsatta kendi aralarında da farklı mezheplere ayrıldılar ve birbirleriyle savaşmaya başladılar.

Benzer bir durum Çin’de de söz konusuydu. Ülkeyi birkaç asır boyunca yönettikten sonra Çular’ın gücü MÖ 8. yüzyılda azalmaya başladı. Çin kendi içinde birbirleriyle savaşan farklı devletlere bölündü. İlk başlarda bu devletlerin sayısı birkaç düzineyi aşmıyordu. Ancak savaşlar sürdükçe bazı devletler güçlendiler ve kendilerinden daha küçük olanları fethedip topraklarına kattılar. Sonunda -tam 300 yıl sonra- geriye sadece yedi ana krallık kalmıştı. Elbette onlar da birbirleriyle savaşmaya başladılar. Bu durum sonraki 250 yıl boyunca devam etti. En sonunda MÖ 220’de Çin (Ch’in) halkı tüm ülkeyi kendi çatısı altında birleştirdi. Ancak sadece on beş yıl sonra tekrar iç savaş başladı ve Hanlar denen bir topluluk tarafından yok edildiler.

Tüm bu vahşet, kadınlara ve diğer toplumsal gruplara yönelik zalimliğe eşlik etti. İnsanların birbirleriyle barış içinde yaşamasını engelleyen psikolojik durum, kadınlara ve cinselliğe karşı da hastalıklı derecede olumsuz bir tavrın ortaya çıkmasına neden oldu. İbraniler kız ve erkek çocuklarının birlikte oynamasını yasakladı. Mastürbasyon yapmak ölümle cezalandırılan bir suç olarak tanımlandı. Bir erkeğin yalnız bir kadınla konuşması, hatta ona bakması bile suç sayıldı.180 Asurlular, kadınlara karşı en az düşmanlarına olduğu kadar gaddardılar. Kocalarından çalan kadınlar ölümle cezalandırılabiliyordu. Bir kadın kocasından kaçan bir kadına yardım eder ve onu saklarsa her ikisinin de kulakları kesiliyordu. Bir kadın başını örtmeden sokağa çıkarsa fıçı tahtasıyla dövülüyordu.181 Ortadoğu, Hindistan ve Çin’deki kadınlar -özellikle de üst sınıfa mensup olanlar- toplumdan kopuk bir şekilde yaşamaya zorlanıyor, aile bireyleri dışında herhangi bir erkekle konuşmalarına ya da yanlarında bir erkek refakatçi olmadan dışarı çıkmalarına izin verilmiyordu.

Bu kadar aşırı bir kadın düşmanlığının ortaya çıkması Avrupa’da daha uzun zaman aldı; muhtemelen Sahra-Asya’dan uzakta olduğu için Neolitik dönemin anacıl kültürü varlığını orada daha uzun süre koruyabilmişti. Kadınlar, Hint-Avrupalı istilası başladıktan sonra bile Eski Avrupa kültürünün en etkili olduğu birkaç yerde asırlar boyunca yüksek mevki sahibi olmaya devam ettiler. Örneğin İspanya’nın Bask bölgesinde, İrlanda’da ve İskoçya’nın kuzeyinde evlenme, boşanma ve istedikleri kişiyle arkadaşlık kurma özgürlüğüne sahiptiler. Hatta bir çift evlendiğinde genellikle gelinin ailesinin yanına taşınıyordu.182 Ancak Avrupa’nın geri kalan “uygar” kısmında kadınların toplumsal mevkisi neredeyse Ortadoğu’daki kadar düşüktü. Antik Yunan’da -ki burası demokrasinin doğduğu yer olarak bilinir- kadınların mülkiyet ya da siyasi hakları yoktu. Karanlık bastıktan sonra evden çıkmaları yasaktı. Antik Roma’da da dışlanarak (“eskort kızlar” olarak istihdam edilmedikleri sürece) sosyal faaliyetlere katılmalarına izin verilmiyordu. Bir kadın kız çocuğu doğurduğunda babanın bebeği öldürme hakkı vardı.183

Kadın düşmanlığı, Hıristiyanlığın yayılmasıyla Avrupa’nın tümünde etkili olmaya başladı. Erkekler (özellikle de ruhban sınıfına mensup olanlar) kadınları onları baştan çıkaran “kötü” varlıklar olarak görmeye başladılar. Kadınlar, şeytan tarafından kolayca yoldan çıkarılabilen -ve çoğu zaman onun için çalışan- doğuştan günahkârlardı. Bu tutum Orta Çağ’da vuku bulan cadı avlarıyla doruk noktasına ulaştı. Bazı tahminlere göre 1485-1784 yılları arasında en az dokuz milyon masum kadın, çoğunlukla dini nedenlerden ötürü cinsellikten uzak durmak zorunda kalan ruhban sınıfının emriyle “cadı” oldukları gerekçesiyle öldürüldü. Piskoposlar “tehlikeli” -yani çoğu zaman zeki, bağımsız, refah seviyesi yüksek ve aşırı güzel- kadınların kökünün kazınmasını, Tanrı’nın onlara verdiği ilahî bir görev olarak görüyordu. Bu nedenle öldürdükleri kadın sayısıyla böbürleniyorlardı. Örneğin İspanyol Engizisyon Mahkemesi’nden Torquemada (neredeyse hepsi kadın) yüz binden fazla insanı idam ettirdiği için gurur duyuyordu. Tarihçi Gordon Rattray Taylor, kadın cinayetlerinin -Engizisyon Mahkemesi’nin dinsel zulmüyle birlikte- İspanya’nın nüfusunun sadece iki asırda yirmi milyondan altı milyona düşmesine neden olduğunun altını çiziyor.184

İnsan ırkının tarihi bu… Yani, yüzyıllar boyunca süregelen bir şiddet, baskı ve sefalet öyküsü. Tarihin genelde “ileri” doğru gittiğini düşünür, onun zamana yayılmış bir iyileşme ve gelişme hikâyesi olduğuna inanırız. Bazı açılardan -özellikle teknoloji, tıp ve bilim tarihi söz konusu olduğunda- bunun doğru olduğu ve insanoğlunun müthiş bir ilerleme kaydettiği şüphesiz. Ancak bu bölümde anlattığımız tarihsel dönemi bir önceki bölümdekiyle kıyasladığımızda, insanlık tarihindeki en önemli olayın ani ve müthiş bir gerileme olduğu ortaya çıkıyor -ahenkten kaosa, barıştan savaşa, hayatı kutsamaktan can sıkıntısı ve kasvete, akıl sağlığından deliliğe doğru geçen dramatik bir dönüşüm.

Ancak hikâye burada bitmiyor. Dünya üzerinde bu toplumsal çılgınlığın ulaşmadığı ve ataerkillikten, savaştan ve toplumsal baskıdan yakın bir tarihe kadar uzak kalabilmeyi başarmış pek çok yer vardı. Bir sonraki bölümde Çöküş’ten etkilenmemiş bu kültürleri inceleyeceğiz.

4
“Çökmemiş” Halklar

M.Ö. 300 YILINA gelindiğinde atacıl kültür Avrasya’nın tamamına yayılmıştı. MÖ 1200’de Beakerlar İngiltere’den İrlanda’ya geçtiğinde bu kültür en batıdaki bu ada ülkesine de ulaşmış oldu. MÖ 300’de ise doğudaki en uç noktaya vardı. Yayoi halkı Kore’den Japonya’ya göç etmiş ve Jomon ve Ainuların anacıl kültürlerini fethetmişti.

Artık atacıl kültürün yayılması -en azından bir süreliğine- tamamlanmıştı. Avrupa’daki Etrüskler ve Basklar ve Hindistan’daki Dravidyanlar gibi Avrupa ve Asya’nın çeşitli yerlerine dağılmış büyük Neolitik insan grupları hâlâ vardı. Ancak çoğu, Sahra-Asyalılardan etkilenmiş ve anacıl kültürlerinden uzaklaşmaya başlamıştı. Sadece birkaç erişilmez ve yaşamaya çok da elverişli olmayan bölgede Sahra-Asyalılarla tanışmadan önceki gibi yaşamaya devam edenler vardı -örneğin İskandinavya’nın kuzeyinde yaşayan Laplanderler veya Sibirya, Moğolistan ve Hindistan’daki ormanlarda yaşayan kabileler gibi.

Ancak Avrasya’nın dışındaki durum çok farklıydı. Aslında Sahra-Asya’nın “çökmüş” insanlarının bu dönemde dünyaya hâkim olduğunu söylemek zor. Yaklaşık MS 1600’e kadar dünyanın kabaca yarısı hâlâ “çökmemiş” -yani Sahra-Asyalı olmayan ya da onlarla temas etmemiş- insanlardan oluşuyordu. Bu tespit Avustralya, Kuzey ve Güney Amerika’nın çoğu, -Pasifik Okyanusu’ndaki Mikronezya ve Polinezya adaları gibi- pek çok küçük ada ülkesi ve Afrika’nın büyük çoğunluğu için -her ne kadar erken bir dönemden beri atacıl kültürün etkisine maruz kalmış olsalar da- kesinlikle geçerliydi.

Dünyadaki yerli halklar ile günümüzün Sahra-Asyalıları (yani Avrupalılar, Amerikalılar ve Çinliler gibi ataları binlerce yıl önce Sahra-Asya’dan göç etmiş insanlar) arasındaki fark, bu kitabın temel konularından birini teşkil ediyor. Bu farklara sıklıkla değineceğiz. Bu nedenle şimdi ayrıntıya girerek okuyucuyu sıkmak istemiyorum. Ancak en yüzeysel tahlil bile yerli halkların -birkaç istisna dışında- Eski Avrupa, Ortadoğu ve Asya’nın “çökmemiş” Paleolitik ve Neolitik insanlarının ruhsal dünyasını koruduğunu gösteriyor. Sonuç olarak onlar savaş, eşitsizlik, cinsellik ve insan bedenine gösterilen düşmanlık gibi atacıl kültürün özelliklerinden bağımsız bir hayat sürmüşe benziyorlar.

Elbette bazı istisnalar da var. Bunun iki temel sebebi olabilir. Birincisi, ekolojik nedenlerden ötürü bazı ilk insanlar atacıl bir kültürü zaten benimsemişlerdi. Bunun en iyi örneği tabii ki Sahra-Asyalıların ta kendisi. Ortadoğu’da yaklaşık olarak MÖ 12.000’de ve Avustralya’nın güneydoğusunda MÖ 11.000-7000 arasında olanlar çevresel etmenlere bağlıydı. Her iki durumda da savaş ve toplumsal şiddet aşırı kuraklıkla aynı döneme denk gelmiştir.185 İkinci nedeni ise tespit etmek çok daha kolay: Avrupalı sömürgecilerle tanışmaları sonucunda son zamanlarda -ve üstelik ciddi anlamda- değişen yerli halkların varlığı.

Aborijinler

Avustralya Aborijinlerinin son derece barışsever bir yaklaşımı benimsediklerinden ve topluluk içinde var olan düşük yoğunluklu çatışmanın da büyük ölçüde ayinselleştirilmiş olduğundan ve nadiren kan döküldüğünden daha önce bahsetmiştik. Aborijinler aynı zamanda fazlasıyla eşitlikçilerdir de. Antropolog Robert Lawlor’a göre onlarınki “insanların her şeyi herkesle paylaştığı açık bir toplum.”186 Kabilelerin şefleri ya da liderleri, kanunları, suç ve ceza tanımları yok. Kararları genellikle yaşlılar alıyor. Bu nedenle diğerleri üzerinde belli bir otoriteye sahipler. Ancak her ne olursa olsun, kabilenin geri kalan üyelerinin alınan kararlara uymama hakkı saklı. Lawlor’ın da dediği gibi, “Aborijinlerde akrabalık ilişkilerini belirleyen kurallar dışında başka bir hukuki yaptırım uygulamaya ihtiyaç duyulmuyor.... Kabilenin yaşlı üyeleri büyük saygı görmelerine rağmen baskıcı ya da yasal bir rol oynamıyorlar.”187 Hukuki bir sistemin yokluğunda bireyler ya da gruplar arasında anlaşmazlık doğarsa herkese açık toplantılar düzenlenerek iki taraf biraraya getiriliyor ve mağduriyetlerini dile getiriyorlar. Her iki tarafın da kabul ettiği bir çözüm yolu bulunana kadar toplantılar düzenlenmeye devam ediyor.

İlk bakışta Aborijinlerin ataerkil olduğu fikrine kapılmak mümkün. Çünkü erkekler birden fazla kadınla evlenebiliyor -ancak fiilen çoğunun sadece bir karısı var- ve evlendikten sonra kadın genellikle kendi klanından ayrılarak kocasınınkiyle yaşamaya başlıyor. Ancak görünüşte var olan bu ataerkillik aslında çok yüzeysel. Örneğin Aborijinlerin çok eşliliği, İslami kültürdekinden çok farklı. Bunun nedeni büyük ölçüde ekonomik ve toplumsal koşullardan kaynaklanıyor. Çünkü Aborijin erkekler geleneksel olarak geç yaşta evleniyorlar ve bu da bekar kadınların sayısının erkeklerinkinden her zaman daha fazla olduğu anlamına geliyor. Kadınlar genellikle ergenlik sonrasında hemen evlenirken erkekler 20’li yaşların ortasına, hatta bazen 40 yaşına kadar bekliyorlar. Kadınlar “tam” varlıklar olarak algılandıkları için olgun, hayatı olduğu gibi kavrayabilme kapasitesine sahip ve dolayısıyla evliliğe erken yaşta hazır görülüyorlar. Erkeklerin ise evlenmeden önce kendilerini “tamamlamaları” ve uzun bir eğitim sürecinden geçerek hayatı olgun bir şekilde kavramayı öğrenmeleri gerekiyor. Bu nedenle -bazı erkekler daha evlenemeden öldükleri için- evlenme yaşı gelmiş kadınların sayısı erkeklerinkinden her zaman daha fazla oluyor. Bu dengesizliği aşmak için bazen erkeklerin iki eşi olabiliyor.

Ayrıca Aborijinlerin evlilik kurumunda Sahra-Asyalıların (özellikle de çokeşliliğe izin veren) kültürlerinin aksine, cinsel baskı ya da sahiplenme yok. Aborijinler cinsel ilişki konusunda son derece özgürler. Aslında kadınlar da fiilen çokeşliler denebilir çünkü evlilik dışı ilişki yaşamaları olağan karşılanıyor. Genç gelinlerin genellikle kendi yaşlarında “yavukluları” oluyor. Daha olgun kadınlar ise kendilerinden küçük, genç ve bakir erkeklerle birlikte olarak onlara cinsel deneyimlerinden faydalanma imkânı sunuyor.188

Kadınların da kendilerine has eğitim yöntemleri var. Ancak onlarınki erkeklerinki kadar uzun ve karmaşık değil çünkü kadınların erkeklerin edinmesi gereken ruhani bilgilere zaten doğuştan sahip olduğu düşünülüyor. Lawlor bu konuda şunları yazıyor:

Aborijin kadınlar dile getirmeseler de erkeklerin ruhsal dünyasının doğal yaradılışın temellerinden doğuştan bir şekilde kopuk ya da uzak olduğunu düşünüyorlar. Kırılgan erkek egosunun sürekli dışarıdan takviye görmesi gerektiğini kabul ediyorlar. Bu nedenle erkeklerin ruhsal dünyasının doğa ve toplumla uyumlu bir şekilde işleyebilmesi için ona şekil veren özel törenlerin düzenlenmesini destekliyorlar.189

Aborijinlerin bazı ataerkil eğilimleri ise sömürgeciliğin bir sonucu. Yakın zamana kadar kadınların toplumsal rolünün oldukça az olduğu düşünülüyordu; hatta bu husus tamamen gözardı ediliyordu bile diyebiliriz. Bunun nedeni, Aborijinlerin kadın ve erkeklerin faaliyetlerini geleneksel olarak birbirinden ayrı tutmasıydı. İlk antropologlar da (tabii ki hepsi erkekti) genellikle erkek Aborijinlerle görüşme yapmıştı. Konuştukları az sayıda kadınsa sırlarını açığa vurmakta oldukça isteksizdi. Bu, antropologların kadınların “cahil” olduğunu varsaymasına yol açtı. Gerçekteyse kadınların görevi -yani kutsal alanlar ve törenler hakkındaki bilgelikleri- en az erkeklerinki kadar önemliydi. Ancak kadınların bunu açıkça dile getirmemesi erkeklerin ruhani liderler ve kabilenin temsilcileri olduğuna dair yanlış bir fikrin doğmasına neden oldu. En sonunda antropolog Lesley Mearns’ın deyişiyle “Dini meseleler hakkında Aborijin olmayan Avustralyalılarla konuşmak fiilen sadece erkeklerin sorumluluğu haline geldi.”190

Amerikan Yerlileri – İstisnalar

Amerikan Yerlilerinin genelde anacıl ve barışsever olduğu düşüncesi ilk başta kulağa garip gelebilir. O halde savaş başlıkları, çığlıkları ve baltalarıyla muharebeye atlarını dört nala süren ve düşmanlarının derisini yüzmek için sabırsızlıkla bekleyen o vahşi yerli savaşçılar kimdi diye sorabilirsiniz. Ancak bu popüler imgenin aslında sadece tek bir yerli kültürüne ait olduğunu hatırlamakta fayda var: içlerinde Siyular, Çeyenne ve Pawnee gibi kabilelerin de olduğu 18. ve 19. yüzyılda Kuzey Amerika’nın ortasındaki düzlük alanlarda yaşayan Ova Yerlilerine (Plains Indians). Amerika’nın tam göbeğinde -Avrupalıların ele geçirmek için çaresizce uğraştığı yerde- oldukları için ön plana çıkan ve daha görünür olan onların kültürü olmuştur. Üstelik Avrupa baskısına karşı müthiş bir direniş sergiliyorlardı. Ova Yerlileri kesinlikle vahşiydi. Kabileler, Avrupalıların yanı sıra sürekli birbirleriyle de savaşıyordu. Bu nedenle Büyük Düzlükler (Great Plains), antropolog Elman R. Service’in de dediği gibi, tam yüz yıl boyunca “kabileler arası yaşanmış en yoğun çatışmalara ev sahipliği yapmıştı.”191 Ova Yerlileri aynı zamanda katı bir toplumsal tabakalaşmaya da sahiptiler: savaşçılar başarılı oldukları oranda toplumsal mevkileri yükseliyordu.

Ancak Ova Yerlilerini tüm Amerikan Yerlilerinin temsilcisi olarak görmek yanlış olur. Onlar, yerliler arasında var olan çeşitli kültürlerden sadece bir tanesiydi. Daha da önemlisi, kültürleri Avrupa etkisiyle ortaya çıkmış yapay bir gelişmeydi. Service’in de yazdığı gibi, “Ova Yerlilerinin kültürleri tamamen yerli değildi, zaten uzun süre de ayakta kalamadı.”192 Bu kültür, ancak Avrupalılar Kuzey ve Güney Amerika’nın diğer yerlilerinin çoğunu yok ettikten sonra ortaya çıktı. Kültürel yozlaşma ve kitlesel göçler sonucunda doğdu. Ova Yerlilerinin kültürünün ayrılmaz bir parçası olan silah ve atlar Avrupalılardan alınmıştı. Kabileler kendilerini birbirleriyle savaşmaktan alıkoyamıyordu çünkü aldıkları silah ve atların sayısı sürekli değişiyor, bu da kabileler arasındaki güç dengesini bozuyordu. Ayrıca kabileler arasında yoğun çatışmalar olsa da, bunlar Avrupa’da yaşananlara göre oldukça zararsız kalıyordu. Çok sayıda kayıpların verildiği uzun savaşlar Avrupa’nın aksine nadiren gerçekleşiyordu. Kabileler genelde at çalmak için küçük akınlar düzenliyordu. Bu akınlar çoğunlukla ölümle sonuçlanmıyor, nadiren kayıp verilse bile sayı çok düşük oluyordu.193

Güney Amerika’nın en ünlü üç uygarlığı da yani İnkalar, Mayalar ve Aztekler- Avrupa, Ortadoğu ve Asya’nın atacıl kültürleriyle çarpıcı benzerlikler taşıyordu. Örneğin bu tespit, ulaştıkları yüksek teknolojinin gelişme seviyesi için geçerli. Mayalar, günümüzde Meksika, Honduras ve Guatemala’nın bulunduğu toprakların büyük bölümüne yayılmıştı. MS 1. binyılın ilk yüzyıllarında kurularak üçlü arasında ilk gelişen uygarlık oldular. Çoğu açıdan da en gelişmişleriydiler. Karmaşık bir hiyeroglif yazı tipi, ileri seviyede matematik ve astronomi, günümüzde dünyanın çoğunda kullanılan Miladi (Gregoryan) takvimden çok daha isabetli bir takvim geliştirmişlerdi. Sıfır rakamını ilk onlar keşfetmiş, sanatçıları ve duvar ustaları belki de Antik Yunan hariç diğer antik medeniyetlerle yarışan eserler vermişti. Pamuktan dokunmuş kıyafetler giyiyor ve narince işlenmiş mücevherler takıyorlardı. Bu sırada İnkalar -ki Mayalardan yaklaşık bin yıl sonra ortaya çıkmışlardı- yollar ve asma köprüler yapıyor, devasa taş blokları yontarak büyük tapınaklar, kaleler ve saraylar inşa ediyordu. Mısırlılar gibi büyük piramitleri ve şık anıt mezarları vardı.

Bu insanlar örgütlenme ve yönetim konusunda da Sahra-Asyalılar gibi çok yetenekliydiler. Örneğin Aztek kenti Tenochtitlan (günümüzdeki Meksiko) yirmi “ilçeye” ayrılmıştı. Her birinin kendi din adamları, okulları, tapınakları ve seçilmiş memurları vardı. Her “ilçenin” üç başmemuru bulunuyor ve altmışı biraraya gelip devlet şürasını oluşturuyordu. Şüra, dört üyesini şehrin başmemurları olarak seçiyor, her başmemur kentin bir çeyreğini temsil ediyordu. Aynı zamanda krala ya da Azteklerin deyişiyle “baş insana” danışmanlık yapıyorlardı. İnkaların çağdaşı olan Azteklerin çok gelişmiş bir eğitim sistemi de vardı. Çocuklara okullarda çiftçilik, savaş, tarih ve din dersleri veriliyordu. Özel okullardaysa hem kız hem erkek çocukları din bilgini olmak için yetiştiriliyordu. Benzer bir şekilde, İnkalar da devasa imparatorluklarını dört parçaya ayırarak her birini ayrıca eyaletlere bölmüştü. Her eyaletin kendi başkenti vardı ve eyaletler iki ya da üç “sancağa” taksim ediliyordu.

Ancak aynen Sahra-Asyalılarda olduğu gibi bu yaratıcılık ve işlevsel zekâ aynı zamanda oldukça karanlık bir başka yanla dengelenmişe benziyor. Bu yenilikleri mümkün kılan ruhsal dünya aynı zamanda savaşa, toplumsal tabakalaşmaya ve (daha kısıtlı ölçüde de olsa) ataerkilliğe yol açmıştı. “Eski Dünya”nın atacıl insanları gibi bu uygarlıklar da iktidar ve servet tutkusuyla yanıp tutuşuyordu ve -bunun bir sonucu olarak- aynı imparatorluk kurma içgüdüsüne sahiptiler. Aztek İmparatorluğu beş, İnka İmparatorluğu ise yedi milyondan fazla insanı fethetmişti. İnkaların toprakları kuzeyden güneye 3218 km boyunca uzanıyordu. İlk Mayalar savaşçı gibi gözükmese de MS 900’e gelindiğinde birçok küçük krallığa bölünmüşlerdi. Surlarla çevrili kale şehirler etrafında merkezileşen bu krallıklar sürekli birbirleriyle savaşıyordu.

Bu sırada Aztek kültürü o kadar yüksek bir vahşet ve zalimlik seviyesine ulaşmıştı ki onları fetheden İspanyol askerler bile (ki onların da kesinlikle melek olduğu söylenemez) yaptıkları karşısında şaşkına dönmüştü. Ova Yerlileri gibi Aztekler de nadiren uzun süren meydan muharebeleri düzenliyor ve savaşları çoğunlukla ölümle sonuçlanmıyordu. Savaşmaktaki asıl amaçları kurban etmek için mümkün olduğu kadar çok insan toplamaktı. 260 günden oluşan Aztek yılında her biri bir tanrıya adanmış birçok dini festival vardı. Çoğu festivalde aynı anda binlerce insan kurban ediliyordu. Amaç tanrıların güç ve enerjiye olan büyük iştahlarını doyurmaktı. Örneğin bir keresinde Aztek askerleri kendi tebaalarından olan Huaxtec halkından yirmi bin kişiyi yakalayarak Tenochtitlan’a getirmişti. Bu insanlar Aztek piramitlerinden birinin basamaklarını tırmanarak en tepedeki tapınağa çıkmaya zorlanmış, hedeflerine vardıktan sonra kalpleri yerlerinden sökülerek başları kazığa oturtulmuştu. Yılın dört ana dini festivalinden biri olan Deri Yüzme Bayramı’nda, kurbanlar bağlanarak taş platformlarda dört deneyimli savaşçıya karşı mücadele vermeye zorlanıyordu. Savaşçılar hünerlerini kurbanlarının derisini acıdan bayılana kadar keskin bıçaklarla lime lime soyarak gösteriyordu. Ardından kurbanın kalbi yerinden çıkarılıyor ve yüzülen deriler onu ilk yakalayan asker ya da din adamları tarafından giyiliyordu.

168.Bewley, 1994.
169.DeMeo, 1998.
170.a.g.e., s. 348.
171.a.g.e., s. 350.
172.Baring & Cashford, 1991; Eisler, 1987.
173.Hawkes, 1973, s. xxv.
174.Stone, 1976.
175.Eisler, 1995, s. 116.
176.Baring & Cashford, 1991, s. 162.
177.Baring & Cashford, 1991, s. 289 içinde.
178.a.g.e., s. 286.
179.Griffith, 2001.
180.DeMeo, 1998.
181.Griffith, 2001.
182.a.g.e.
183.a.g.e.
184.Taylor, 1953.
185.DeMeo, 2002.
186.Lawlor, 1991, s. 247.
187.a.g.e., s. 251.
188.Cowan, 1992.
189.Lawlor, 1991, s. 202.
190.Mearns, 1994, s. 279.
191.Service, 1978, s. 134.
192.a.g.e., s. 133.
193.Antropolog W. W. Newcomb, Ova Yerlilerinin çok sık savaşmasını üç temel unsura başvurarak açıklıyor (1950). Her şeyden önce, yerli kabileler Avrupalı işgalciler geldiğinde anavatanlarından kaçmak zorunda kalmıştı. Bunun sonucunda diğer kabilelerin topraklarına mecburen tecavüz etmişler ve bu da kaçınılmaz olarak çatışmalara neden olmuştu. İkincisi, yerliler topraklarıyla birlikte geçim kaynaklarını da yitirdikleri için artık hayatta kalmak adına atlara bağımlı hale gelmişti. Bunun nedenlerinden bir tanesi de avladıkları bizonların sayısının azalması ve bu hayvanların yaşam alanlarının onlardan gitgide uzaklaşmasıydı. Bunun sonucunda kabileler birbirleriyle “at için rekabet” etmeye başlamıştı.
  Üçüncü olarak ise Avrupalı sömürgecilerin etkisini unutmamak gerekiyor. Avrupa yapımı silahlar (Avrupalılardan kürk ve hayvan postu karşılığında alınıyorlardı) savaşları çok daha vahşileştirmişti. Sömürgeciler -özellikle de tüccarlar- kabileleri birbirlerine ve sömürgeci güçlere karşı kışkırtarak yerlilerin çaresizliğini bilinçli bir şekilde sömürüyordu.

Tasuta katkend on lõppenud.

2,47 €