Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Yol Romanı»

Font:

ÖN SÖZ

İlkokul ve ortaokul yıllarımda fenci idim, liseye geçince yaşam şartlarımın maddi durumumuzdan dolayı son derece kısıtlı ve derslere çalışma zamanımın, yanlarında kaldığım tanıdık ailelerde hemen hemen hiç olmasından, fen derslerine gereken ağırlığı veremeyeceğimden edebiyatı seçtim. Çünkü ancak dersi derste dinleyip öğreniyor ve yalnızca bununla yetinebiliyordum. Dil derslerini, ortaokul ikinci sınıfta Türkçe derslerimize giren Atilla Turan, edebiyatı ise, lisede edebiyat derslerimize gelen merhum hocam Nejat Birdoğan sevdirdi. Hatta mitolojiye ve pek bilinmeyen mitolojik çağlara duyduğum özel ilgi de bu dönemde başladı. Bu ilgi de üniversitede Hitit, Sümer ve Akkad dilleri bölümünü seçmeme sebep oldu.

Azerbaycan edebiyatı ile tanışmamı sağlayan ilk eser, Seyit Muhammed Hüseyin Şehriyar’ın “Heyder Babaya Salam” poemidir.

1973 yılından itibaren Güney Azerbaycan edebiyatı ile ilgili yayınları elde etmeğe başladım, o zamanlar öğretmenlik yıllarımdı. Ancak Azerbaycan edebiyatı ile ilgili yayınlar son derece kısıtlı idi. Kuzey Azerbaycan edebiyatını, ancak Azerbaycan Kültür Derneği ile temas kurduktan sonra tanıyabildim. Şimdi Iğdır vilayetine bağlı olan Aralık kasabasında öğretmenlik yaparken dernekle teması merhum ağabeyim Ahmet Karaca vasıtasıyla kurdum ve o yıldan sonra da derneğin yayınlarını takip etmeğe başladım.

Üniversite yıllarımda hem Güney hem de Kuzey Azerbaycan edebiyatı ile daha yakından ilgilenmeğe başladım. Kuzey Azerbaycan, Demir Perde ötesinde olduğundan dolayı buradaki yayınlar pek elimize geçmiyordu, kütüphanelerde de bu tür eserler yok denecek kadar azdı. Bizler ancak, Müsavat Partisi saflarında mücadele ederek Azerbaycan Cumhuriyeti’ni kuran ve Bolşevik işgaline karşı çıktıklarından dolayı vatanı terk etmekten başka çareleri olmayan, Türkiye’ye gelerek Azerbaycan Kültür Derneği’ni kuran büyüklerimizin elinde bulunan eserlerden, yazdıkları yazılardan Nizami, Nesimi, Mirze Elekber Sabir, Celil Memmedguluzade, Mehmet Emin Resulzade, Mirza Bala, Hüseyin Cavid, Ahmet Cevat, Cafer Cabbarlı, Muhammed Hadi, Seyid Azim Şirvani, Elmas Yıldırım ve diğerlerinin sanat dünyası ile tanışıp onlarla yetinebiliyorduk.

Derken yıllar yılları kovaladı ve Azerbaycan’da yayınlanan eserler seyrek de olsa Türkiye’ye akmaya başladı. Özellikle merhum bilim adamımız Prof. Dr. Abbas Zamanov’un şahsi kütüphanesini Atatürk Üniversitesi’ne hediye etmesi bizlerin Azerbaycan edebiyatını daha da yakından tanımamıza büyük vesile oldu. Merhum kardeşim İbrahim Bozyel’in, sevgili ağabeyim Prof. Dr. Yavuz Akpınar’la çıkardığı Kardeş Edebiyatlar dergisinin de bu yoldaki unutulmaz hizmetlerini anmadan geçemem. Sovyetler Birliği’nin dağılmasına çok az bir zaman kala merhum şairimiz Bahtiyar Vahapzade, Nebi Hazri, Elçin Efendiyev gibi şahsiyetlerin ve diğerlerinin ülkemize gelişleri, kendileriyle birlikte hem kendi, hem de Azerbaycan’ın tanınmış simalarının eserlerini hediye etmeleri kelimenin tam anlamıyla o sahada görülen boşluğu doldurmaya başladı. Ancak bunlardan da yalnızca Türk Dünyası’na ilgi duyanlar faydalanıyordu.

1985 yılında TRT Türkiye’nin Sesi Radyosu Azerbaycan Türkçesi bölümüne girdim ve kısa zamanda radyonun başına getirildim. Eşim Fatma hanımla 1988 yılında yaptığımız 38 günlük Azerbaycan seyahatimiz şahsen bana çok şeyler kazandırdı. Eserlerini okuduğum merhum millî şairimiz Memmed Araz’ı, Ferman Kerimzade’yi, Ferman Eyvazlı’yı, Şahmar Ekberzade’yi, Memmed İsmail’i, Feridun Ağasıoğlu’nu, Mem-med Aslan’ı, Mövlud Süleymanlı’yı, Halil Rıza Ulutürk’ü, Sabir Rüstemhanlı’yı ve adlarını sayamayacağım kadar olan şair ve yazarlarımızı şahsen görmek ve onlarla tanışmak bahtiyarlığına eriştim. 1980’li yıllardan başlayarak Azerbaycanlı şair ve yazarların eserlerini Türkiye Türkçesine aktarma işini yürütmeğe başladım. Kültür Bakanlığı kanalı ile yayınlattığım ilk kitap Güneyli şairimiz Savalan’ın “Apardı Seller Sara’nı” adlı eseri idi. Onu Memmed Emin Resulzade’nin “Asrımızın Siyavuşu”, Mövlud Süleymanlı’nın “Göç”, Memmed Araz’ın “Seçilmiş Eserler” adlı çalışmalarım takip etti.

Memmed Araz ne yazık ki, Türkiye’de layık olduğu şekilde tanınmamıştı, hâlâ da bu durum devam ediyor görüşündeyim. Oysaki Mem-med Araz Azerbaycan’ın bağımsızlık yolunu aydınlatan sönmez meşalelerin başında gelen bir şahsiyettir. Merhum millî şairimizin Parkinson hastası olması seyahat etmesine ve hatta canından da çok sevdiği Türkiye’sine gelmeğe yıllarca engel olmuştu. Çok şükür ki, Azerbaycan’ın bağımsızlık kararına varmasından sonra Diyanet Vakfı’nın geleneksel olarak düzenlediği Kutlu Doğum Haftası çerçevesinde açtığı Yüce Peygamberimizle ilgili şiir yarışmasına katılarak birinciliği kazanmış ve bu vesile ile muhterem eşleri Gülhanım muallime ve sevgili kızları İrade Hanımla gelerek Türkiye’yi ziyaret etmişti. Yapılan yarışmaya yollanan eserlerin değerlendirmesini de şahsımızın yaptığını söylemek durumundayım.

Çağdaş Azerbaycan edebiyatçıları, müstesna birkaç sima dışında Türkiye’de pek tanınmıyor dersem yanlış yapmam kanısındayım. Oysa Azerbaycanlı şair ve yazarlar Türkiye’deki edebi çalışmaları son derece ilgiyle ve yakından takip ediyorlar. Son dönemlerde Azerbaycan’da kullanılan dilde Türkiye Türkçesine ait söz varlıklarının süratle çoğalmasında radyo ve televizyon yayınlarının etkisi yadsınamaz bir konumda olsa da, asıl olarak hakkını teslim edeceğimiz durum, Azerbaycanlı şair, yazar ve gazetecilerin Türkiye’de kullanılan dile duydukları sevgiden ve ilgiden kaynaklanmaktadır. Açık yüreklilikle şunu belirtmek durumundayım; Türkiye’de tarihî Türk büyüklerine duyulan sevgi, özellikle de Atatürk’ü örnek gösterirsem, bizler onları Azerbaycanlılar kadar değerlendiremiyoruz dersem hata yapmış olmam. İrade Tuncay’ın “Yol Romanı” bu savımı doğrular niteliktedir.

İrade Tuncay 9 Kasım 1959 yılında aydın bir Azerbaycanlı ailesinin ilk evladı olarak Bakü’de dünyaya geldi. Merhum babası Memmed Araz yalnızca Azerbaycan’ın değil Türk dünyasının millî şairidir. İlk, ortaokul ve liseyi (o vakitler Azerbaycan’da ilk ve orta tahsil 11 yıldı) Bakü’de okudu. 1976 yılında Bakü Devlet Üniversitesi Gazetecilik bölümüne girdi. Üniversite yıllarında çeşitli gazeteler ve Azerbaycan Devlet Tv-Radyo kurumuyla yakın temasta oldu. 1982 yılından itibaren televizyonun Gençlik ve Edebi Dram bölümünde yönetici ve redaktör olarak çalıştı, sevilen birçok programa imza attı. 1994 yılında buradan ayrıldı ve 2002 yılına kadar yazar olarak yaşamını devam ettirdi. 2002 yılında “Space” televizyonuna şube müdürü olarak girdi ve burada “Bir İçim İnsan” başlığı altında hazırladığı seri programda “Hamide Cavanşir”, “Kerim Mihmandarov”, “100 Genç Delikanlı”, “21 Azer İhtilali”, “Memmed Araz”, “Cafer Cabbarlı” adlı filmlerin senaryosunu yazarak yapımcılığını yürüttü. 2006 yılında Space Tv’den ayrılarak “Adalet” gazetesinin genel yayın yönetmenliğini üstlendi ve o yıldan beri bu görevini yürütmektedir. Çeşitli yayın organlarında yüzlerce makalesi ve söyleşileri yayımlanan yazarın, “Sarı Odalar” ve “Yol Romanı” adlı eserleri Azerbaycan’da ta Türkiye’de de ilgiyle karşılanmıştır.

İrade Tuncay 2007 yılında, “Kadın Jurnalistler Birliği” tarafından düzenlenen “Basının Gelişiminde Yaptığı Yardımlar”dan dolayı ödüle layık görülmüştür. Aynı yıl “Basın Konseyi”nin, “Medya Açarı” ödülünü kazanmıştır. Azerbaycan’ın sevilen yazarı Akil Abbas’la evli olan İrade Hanım’ın Tuğrul ve Tuncay adlı iki oğlu vardır.

1. 9. 2013
Gölbaşı-Ankara

YOL ROMANI

WOMAN IN LOVE

…Ne güzel yol. Hiç bitmesin, ancak bitecek. Her şey gibi… Yol boyunca gözlerini dolduran yeşillik de sararıp solacak ve yok olup gidecek… Kendisi gibi…

Life is moment in space…

Hayat, yaşanan andır…

Tek bir an…

–Güzel…

–Bana güzel deme…

–Kulaklığı çıkarsana, neden demeyeyim?

–Adımı söyle, adım var benim…

–Yine başlama… Oraya bak.

–Bakıyorum, çok güz… hoştur, iyidir.

Evet, bu kelimeyi de sözlüğünden çıkarmış oldun. Söylenişi çok iğrenç. Ama yol çok güz… hoştur.

–Burada kaç gün kalacağız?

–İki gün güz… hanım.

–Az değil mi?

–İşimiz var ama dönmeliyiz.

(Dönmek…Dönmeği hiç istemiyor).

–O işler sonra da yapılabilir…

–Yine geliriz…

(Gözleri bir vakitler çok güzeldi. Şimdi ise gördükleri gerçek mi, yalan mı, ondan emin olmak için bakıyor. Gözler de oraya buraya kayıp duruyor. Gözler kayıyor, bakışların ise nerede olduğunu Allah biliyor.)

–Neyi dinliyorsun, kulaklığı çıkar.

–Sevdiğim parçaları.

–Ben söylerim, kulaklığı çıkar.

–Peki, çıkardım, rahatla…

(Elbette, söylersin… Söylersin… Neyi söyleyeceksin?)

 
Life is moment in space…
When the dream is gone..
It’s a lonelier place
I kiss the morning good-bye
But down inside yonu know
We never know why…
 

Bu dünyada yaşam bir anlık

Arzular gerçekleşmediğinde, hayat çok garip bir yer oluyor…

(…Dinlemeğe izin vermedi.)

–Bak, nerdeyse varıyoruz. Çok yazık, şehri tanımıyorum, yoksa…

–Ben tanıyorum, seni gezdiririm.

–Onu demiyorum, araba kullanamayacağım.

–…Şuradan sağa dön, bir sokak yukarıya doğru ilerle.

–Neden?

–Yanılmıyorsam orada bir otel var.

–Bizim için yer bile ayırmışlar…

–Kendi paramızla kalsak ne olur…

–Doğru diyorsun. Burası mı?

–Dur, aynı yer, ancak… Gel bir soralım.

***

Yüzünü odanın geniş penceresine dayamış dışarı bakıyor.

Her şey değişmiş. Otelin adı da, tipi de, iç dizaynı da… Değişmiş. Kendisi de değişmiş, son geldiğin zamandan beri tam yirmi yıl geçmiş. Ama Kür ırmağı kendi mecrasını değiştirmeden akıp duruyor. İnsanların bunları değiştirememesi ne güzel. İyi ki onlar ırmakların, denizlerin arzusuna hükmedemiyor, yoksa yok olup giderlerdi…

–Buraya uyumaya mı geldin? Zamanımız kısıtlı, gidip dolaşalım.

–İnsaflı ol lütfen, yüzlerce kilometre araba kullandım.

–Hıı, çok insafsızım. Cıva gibi olunca…

–Yine başlama… Ben hep cıva gibiyim…

***

Bu köprü de, kale de, heykel de aynen yerinde duruyor.

–Zannedersem burada bir yerlerde yemekhane vardı.

–Burada birkaç saat bulundun, aklında pek bir şey kalmaz, ama ben bu şehri iyi biliyorum.

–Hayır unutmadım, buralarda olmalı.

–Tam vse peli, burada her yer kafe ve restoranlarla dolu…

–Orayı şimdi bulurum. İlginç bir yerdi. Millî süprüntüleriyle doldurmuşlardı.

–Of be, bunların karakteri böyle, her tarafı bu şekilde süsleyip püslüyorlar. Bana göre buralarda Pirosmani’nin… bunlar bodruma ne diyordu?

–…

–Ne ise. Onun yaptığı resimlerin bulunduğu, sık sık geldiği bir kafe, bir meyhane vardı. Arayalım…

…Bu kafe Pirosmani’nin yeri değil elbet. Burası da ırmağın kıyısında. Güzel manzarası var, ama Pirosmani’nin yeri değil… Acaba ne içmeyi seviyormuş? Evde yapılan beyaz şarabı mı?

–Arım, balım peteğim…

(Yine gözlerinin içine bakıyor. Acaba içinden gelerek mi söylüyor? O kadar yalan duymuş ki…)

–Seni dinliyorum.

–Buraları beğendin mi?

–Buraya ilk geldiğimizde sevmiştim…

(Melodi yine kulaklarında çınlıyor.)

 
The road is narrow and long
When eyes meet eyes
And the feeling is strong
I turn away from the wall
I stumble and fall
But ı give you it all.
 

Gideceğimiz yol dar ve uzun… Bakışlarımız çakıştığında, duygularımız coştuğunda tökezliyorum, düşüyorum. Ama dünyayı sana bırakıyorum…

–Güz… Gülüm, ne düşünüyorsun?

–Hiç…

–Yine…

–Hiç…

–Neden düşüncelisin?

–Neşeli anlarımı fazla gördün mü?

–Benim de yegâne isteğim senin hep neşeli olmandır.

–Geç olmadı mı?

–Luçşe pozdno, çem nikoqda (Hiç olmamaktansa geç olması daha iyi. Geç olsun, iyi olsun).

–Böyle giderse Rusçayı tam sökeceksin.

(…Beynindeki dosyaları da bilgisayarında olduğu gibi silebilseydi… Tam tersine, oradan sildikleri beynine yükleniyor.)

–Gülüm, yemekten sonra nereye gidelim?

–Tamara’nın yanına.

–Ne, Ta… Hangi Tam…

–Yine başlama, yaşayan Tamara’yı demiyorum, heykel Tamara, Çariçe Tamara…

–Orası çok yukarıda. Füniküler çalışıyor mu bir bakalım? Ya da taksi ile…

…Çariçe elbette yüksekte olmalı. Bu Çariçe ne kadınmış ama. Tam “Women in love”. Bu millete ne önce, ne de sonra onun gibisi gelmedi. Yirmi yaşında hâkimiyeti eline geçiresin, o kadar erkeği emrin altına alasın, sarayın dedikodu yuvası değil de şairlerin, filozofların mekânı olsun, Rustaveli sana âşık olup şiirler dizsin… Genç ve yalnız bir kadın yaslanabileceği bir yer aramaktadır. En büyük yardımcısı güzelliğidir. Rustaveli onu şöyle tasvir ediyor; fiziği kristal, bakışları Tanrı’nın gazabından daha sert, yürüyüşü aynen dişi aslanınki gibi şahane… Dünyanın birçok hükümdarı onu elde etmek istiyor… Ne kadınmış bu Çariçe. O zaman da ne erkekler varmış meğer. Çariçe’ye sahip olmak için idamı bile göze alıyorlarmış. Çariçeler, zayıflıklarını elbette kimselere gösteremezdi, güçlü olmaya mahkûm idiler. Aşk yaşadığı gecenin ertesi sabahı âşığının kafası kesiliyormuş…

İyi de şu serseri Rus prensi onun hayatına nereden gelip de girebilmiş? Siyasi birlik falan da söz konusu değildi, kadının kendisi onu tutup zirveye çıkarmış. Çariçeler de yanlış yapabiliyor. Ancak sonra hatasını tamir etmiş ve prensi kovarak çocukluk arkadaşını sarayına getirmiş. Rustaveli de bu aşk üçgeninde fazla olduğunu anlayarak başını alıp Filistin’e gitmiş.

–Hayır, şoförler oraya hiçbir vasıtanın gitmediğini söylüyor. Her taraf kapalı, yarın gideriz.

–Yirmi yıl önce oraya gitmiştim, sana da göstermek istiyordum. Gitmiştim, kendimi çariçe olarak görüyordum. Gençtim…

–Şimdi ne var ki?

–Şimdi… Giden gitmiş, yiten yitmiş…

–Tamam, yine başlama. Şuraya bak…

–Baktım ve gördüm.

…Şu aynı sokak, aynı dönemeç…

–Önceleri bu sokakta hediyelik eşya satıyorlardı…

–Şimdi de meyve satıyorlar. Yoruldum, otele dönelim.

***

(Kar gibi beyazlaşmış, seyrelmiş saçlarını sıvazlaya sıvazlaya, bir zamanlar bu saçların simsiyah ve gür anlarını görmediğini düşünüyor…)

–Nasıl gençleştiğinin, zindeleştiğinin farkında mısın?

–Hıı, herkes senden dolayı öyle diyor.

–Elbette öyledir. Kiminle düşüp kalkarsan ona da benzersin…

–İyi be…

–Biliyor musun, şimdi aklıma geldi, senin gençliğini hiç görmedim. Hatırlamıyorum…

–Kendim de hatırlamıyorum, harcadım gitti.

–Bunu anlaman için seni sıkboğaz mı etmeliydim?

–Affın yok biliyorum, ama… Yapabiliyorsan affet…

–Karakterimi yeterince tanıyorsun…

(Kız doğru diyordu, beni hiç tanımadın, yorgunluğumu tanımadın…)

–Bitti dedim, geçmişi hatırlama, geleceği düşün.

–Bütün olanlar, yaşananlar…

–Benden ne istiyorsun?

–Hiçbir şey, kimseden hiçbir şey istemiyorum. Anlamaya çalışıyorum. Bu keşmekeşin, kaosun sebeplerini…

–Uyu, yarın konuşuruz.

(“Yarın konuşuruz” ifadesi onu çıldırtıyor. Hiç konuşmuyorlar, suç kimde peki? Kimi affetsin-kendisini mi, onu mu? Freud’un felsefesine dalsın, erkekler ömür boyu annelerine benzeyen kadınları arar dururlar. Yakın bir arkadaşı ona, “Freud doğru söylemiyor-erkekler hep kendilerine benzer kadın ararlar. Lanet olsun gecenin bu vaktinde felsefe konusu kafasını karıştırmış.)

***

İçinde, “Kutsal Meryem Ana, oğlunu bizim günahlarımız uğrunda kurban ettin. Bizi affet, evlatlarımızı bizlere bağışla”-diyor. Kahır, yumruk olup gırtlağında düğümlenmiş onu boğuyordu. Doğru düzgün dua edip etmediğini bile bilmiyor. Ne farkı var peki..! O da annedir. İlahî bir çocuk doğurmuş. Günahkâr kulları doğru yola döndürme mutluluğunu vermiş. (Döndür Tanrım, döndür!)

Bu muhteşem kilisenin içinde kendini bir kum tanesi gözünde görüyor. Başını kaldırıp çarmıha gerilen Peygamber’in yüzünde akseden ıstıraba bakıyor. Herkesin yerine acı çeken… Kutsal Meryem Ana, sen her bir insanı seviyorsun ama! (Unuttun mu beni, Tanrım?!)

–Ne muhteşem, çok iyi bir yer seçmişler, şehrin her tarafından görünüyor.

–Aşağı inelim mi?

–Burada kalacak değiliz herhalde…

… Sıcak yaz güneşinin altında kavrulan ırmak kalbine bir serinlik yayıyor. Irmağın sahilinde dolaşmayı seviyor. On gün önce başka bir ırmak sahilinde idi, orada çektiği fotoğrafları bilgisayarının hafızasına aktarmıştı. Şimdi de durmadan çekiyor, bunları da aktaracak.

–Şu artisti tanıyor musun?

–Hayır.

–Tanıyorsun canım. Öleli bir yıl bile olmadı, büstünü yapmışlar, hem de şehrin tam ortasına. Bu milletin böylesi alışkanlıkları var… İlginç bir kadındı. Babası da, annesi de tanınmış artistlerdi, önceki eşi de meşhur bir artist idi. Yaşı elliye merdiven dayayınca meşhur futbol yorumcuları Maharadze ile birlikde yaşamaya başladı.

–Ne var bunda?

–Hiiç, büstünü gördüm de o olay aklıma geldi. Orta yaş bunalımı herkesi etkiliyor.

–Şu bunalım falan bence anlamsızdır ve insanların uydurmasıdır.

–Psikologların… Ben dönmek istemiyorum.

–Söz veriyorum, yine geliriz.

–Verdiğin sözleri hiç tutmadın ama…

–Onu söyledin, söyledin… Anladım… Geçti…

(Geçti elbette. İki gün de çok çabuk gelip geçti. Life is moment in space. Hayat yaşanan andır. Kadın güzel icra ediyor, arzular gerçekleşmediğinde, hayat çok garip bir yer oluyor.

Zaman azdır, az…)

***

-Bir şeyi unutmadık değil mi…

–Her tarafa baktım.

–Belgelerimizi alayım çıkalım. Yolumuz uzak.

Oturur oturmaz kulaklığı çıkarıp takıyor hemen.

I kiss the morning good-bye…

Elveda, sabahı öpüp gidiyorum. Seheri mi, şehri mi?!

–Güzel! Bu yolculuğu beğendin mi?

–Bana güzel deme, ben güzel değilim.

–Peki nesin?

–I am a woman in love!

–Ne?!

–Hiiç, şarkının sözlerini diyorum.

–Kulaklığı çıkar, yine neyi dinliyorsun…

–Hatırladım, biliyorsun, onlar meyhaneye “duhan” diyor…

Bakü-Tiflis
Temmuz, 2010

SEVGİ ADASI

Tanrım, bu nefret volkanından, gazap fırtınasından, kinle dolu selden bıkıp usandım artık… Bu şehrin balçıklı gözyaşlarından ve kurşun gibi ağır havasından bıktım…

Gideyim, kaçıp uzaklaşayım…

Telefonumun hafızasındaki fotoğraflara bakıp da Mart ayının son günlerini hatırlayıp yazıyorum.

***

-Nereye gideceğiz?

–Canını sıkma, bir yer bulunur elbet.

–Evde kalamıyorum, duvarlar üstüme üstüme geliyor.

–Canını sıkma dedim.

–Sıkılıyorum, rahatsız oluyorum…

***

…Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği Nevruz’u kutluyor. Büyükelçiliğin ziyafet salonunda bulunan davetlilerin çoğu tanıdık. Herkesle birkaç kelime sohbet ederek vakit geçiriyorum. Kafamı meşgul eden ise bayram tatili. Gitmek, kaçmak, buralardan bir müddetliğine de olsa uzaklaşmak istiyorum… Ve birden fısıltıyla:

–Yarın Kıbrıs’a uçuyoruz, biletleri aldım.

Gözlerine bakıyorum, galiba doğru söylüyor.

–Kıbrıs’a? Hazırlık yapmamız gerekiyor ama.

–Ne hazırlanması be, hiçbir şey almana izin vermeyeceğim. Küçücük bir çanta o kadar.

–Hmm… (Sen öyle düşün, ben küçücük bir çanta ile tatile mi çıkarım. Aman ne güzel sürpriz oldu… Ahh, beyim madem böyle maharetiniz vardı neden şu geçen otuz yılda göstermediniz?!) Peki, gideriz diyorum, daha doğrusu mırıldanıyorum. Deminden beri kayıtsızlıkla seyrettiğim ziyafetin bayram atmosferi bütün benliğimi sarıyor.

Kıbrıs’a cennet adası diyorlar, ama değil, sevgi adasıdır. Afrodit, Kıbrıs’ta dünyaya gelmiş. Güzellik ve aşk tanrıçası. Orada üzücü olaylar da vuku bulmuş. Otello, Yago, Desdemona… Üzücü olan hiçbir şeyi hatırlamak istemiyorum. Geliyorum ilahem, geliyorum!

***

İskeleden geçip uçağa ayak basar basmaz bayram tatilini Kıbrıs’ta geçirmek isteyen vatandaşlarımızla ilgili bir problem ortaya çıkıyor. Aynı bilet on, on beş kişiye satılmış. Bir kavga gürültüdür başlıyor (uçak da bir hayli rötar yapıyor), ancak herkes kendine bir yer bulup oturabiliyor. Uçak çarter olduğundan dolayı Kıbrıs hava sahası kendine kapalı, Antalya’ya iniş yapacak sonra gideceğiz. Uçuşlarda da en rahatsız olduğum şey bu tür in-bin işleridir, ancak elden ne gelir, madem iki ayak da obadan aldın katlanacaksın… Yanımda oturan beye bakarsan benim durumum mükemmel. Akil Abbas’ın uçak fobisi ve bu fobiyi alt etmenin de kendine has yolları var. Bu sefer o yolu denemedi. Bir hafta içki ve sigara içmeyeceğine dair söz verdi. Bitişik koltukta oturan Dr. Seyfettin Esat (gazeteci Azer Ayhan’ın kayınpederidir, onlar da ailece bizim uçaktalar) Akil’in heyecanını duyuyor galiba ve bir sohbettir tutturmuş gidiyor. Uçakta bir sürü tanıdık sima var. Bu durumdan hoşnut olduğumu söylersem yalan olur. Seyahatlerde hep bizimkilerden uzak olmaya çalışırım, ancak şimdiye kadar kısmet olmadı. Nereye tatile gidersen git, orada bulunan her yüz kişiden doksanı bizimkiler oluyor. (Bir de bu milletin maddi durumu iyi değil diyorlar). Üstelik gideceğimiz yerde bunlardan başka da var mı bilmiyorum?

…Hostes, “içinizde doktor olan biri varsa arka sıraya doğru gelsin lütfen” diye anons ediyor. Dr. Seyfettin, Hipokrat yeminine uyarak bütün araç gereçleri üzerinde olmak kaydıyla yerinden kalkıp gidiyor. Biraz sonra da dönüp, “Yolculardan birisi fenalaşmış, Antalya havalimanına haber vermişler, belki de oradan hastaneye götürürler!”-diyor.

(Kimin nazarı dokundu acaba? Üstelik orada beni nelerin beklediğini de bilmiyorum.)

Uçak Antalya havalimanına iniyor. Gerçekten ambulans bekliyor ve doktorlar merdivenleri hızla çıkarak uçağa giriyor. Galiba bu vatandaşımız tatile gidemeyecek, doğal olarak ailenin diğer üyeleri de…

Uçak Kıbrıs’a doğru yeniden havalanıyor. Sağ salim varırsam eğer, orada öğretim üyeliği yapan Cavanşir Kuluyev’i arayıp bulacağım. Epey zamandır görüşemedik. Zehir gibi dilinin hatırı için onu bulacağım… İkimiz de akrebiz, birbirimizi iğneleriz.

–Ercan Havalimanı’na inmek üzereyiz lütfen kemerlerinizi bağlayınız. Lefkoşa’da hava…

Uçuşumuz gecikmeleriyle birlikte tahminen beş saat sürdü. Hıı, bir de uyarı –pasaportlara mühür falan vurdurmak gerekmiyor, sizlere Kuzey Kıbrıs’a gelişinizle ilgili bir belge verecekler. Malum-resmî olarak tanınmayan bir ülkeye gider de yolunuz daha sonra Avrupa’ya düşerse, sizi rahatsız emeğe başlıyorlar. Şu Avrupalılar ne sahtekârmış! Orada ne kadar İngiliz gördüğümü biliyor musunuz?

Ercan Havalimanı çok küçük, ancak son derece bakımlı ve temiz. Gümrük ve vize işlerini bitirdikten sonra nihayet açık havaya çıkıyoruz. Birkaç saattir sigaraya hasret kalanlar tellendire tellendire içmeğe başlıyor. Bizleri otellerimize götürecek otobüsler bekliyor, gelip adlarımızı ve gideceğimiz yerleri sorarak öğreniyorlar ve arabalara bindiriyorlar. Bu arada turistleri karşılayan rehberlerden çok farklı olan, uzun boylu ve sarışın birisi toplandığımız yere doğru geliyor:

–Akil Abbas Bey kim?

Aha, beyefendiyi burada da tanıdılar. Rica falan olacak mı acaba? Alçakgönüllülüğü ile de çok meşhur olan Akil Abbas galiba tanınmasından dolayı hiç memnun olmadı, hem de hiç…

–Merhaba Sayın Milletvekili, konaklayacağınız otelin sahibiyim, sizi arabamla götürmeğe geldim. Valizleriniz otobüste kalsın.

Arabaya biniyoruz, karanlık çökmüş, Lefkoşa’dan ayrılıp Girne’ye doğru gidiyoruz. Arabanın direksiyonu sağda, kendimi son derece rahatsız hissediyorum. Karşıdan gelen arabalar şu anda bize çarpacaklar gibi geliyor bana. Kıbrıs, yıllarca İngiltere’nin yönetiminde kalmış, trafik de bundan kaynaklanıyor.

–Kıbrıs’a gelişiniz ilk mi?

–Evet.

–Hava kararmış, ancak istiyorsanız biraz anlatayım. Girne yaklaşık olarak otuz kilometre kadar Lefkoşa’dan uzakta. Kıbrıs’ın gözde tatil beldelerinden birisidir. Sağımızda Beşparmak Dağları uzanıyor, solda ise Akdeniz. Şehrin nüfusu altmış bin kadar. Güzel ve tarihî bir kalesi var, umarım beğenirsiniz.

–Kıbrıslı mısınız?

–Yoo, hayır, ben Türkiye’den gelip buraya yerleştim.

–Memleket neresi?

–İstanbul’da doğup büyüdüm, ancak dedelerim Diyarbakırlıdır.

–Kürt müsünüz?

–“Hayır” diyemem, nesil karışmış. Bir dönem Türkiye’nin içişleri bakanı vardı Abdülkadir Aksu, o benim akrabam.

(Abdülkadir Aksu’yu Ankara’da Tuncay’ın mezuniyet töreninde yakından görme fırsatı yakalamış, konuşmasını da dinlemiştim. Birkaç yıl bakanlık yaptı, aksanı değişmemiş, tertemiz Kürt’tür. Buralarda da “bakan” adı anıldığında büyük önem taşıyor.)

Milletvekili Bora Bey’le siyasi tartışmaya girişiyoruz. Şu “besleme” krizinden, Kıbrıs’la Türkiye arasında oluşan gerginlikten, Ada sakinlerinin maddi durumundan, Türklerle Rumların mücadelesinden, yalnızca askerlerin girebileceği “yasak” şehirden konuşuyoruz. Vay anasını, burada da mı siyaset? İstemiyorum, savaşı da, mücadeleyi de, karmaşayı da kendime yasakladım. Yalnız ve yalnız sevgi. Afrodit, ben geldim!

…Yol boyu ışıkları göz kamaştıran gazinolar karşımıza çıkıyor. Hangi ülkede kumar oynamak yasaklanmışsa o ülkelerin kanun sever vatandaşları paralarını burada harcamaya geliyor. Nice nice insanların bu gazinolarda ocakları sönüyor… Dur! Bundan sana ne kız! Yasak, yasak, yasak! Ancak olumlu duygulara kapılacaksın, baksana deniz göründü, Ay ışığında gümüş gibi parlıyor. Yakamoz-Ay ışığının denizden yansımasına deniyor.

…İşte, bu da otelimiz, Akapulka. Ne de kocaman bir alana sahip! Bora Bey bizi önce danışmaya götürüyor, odalarımızı alıyoruz. Holde oturan insanlara göz gezdiriyorum-karşımda mozaik bir manzara var, sarışın Avrupalılar, siyahi…

Otel sahibi;

–İran’dan çok turist geliyor.

Evet be, orada da bayram tatili var ya. Galiba ilk izlenimlerim beni az da olsa şaşırtıyor; yorgunluktan olsa gerek. Bana garip görünüyorlar. Akşam yemeği için geç olsa da açlıktan kıvranıyorum, zaten uçakta salatadan başka bir şey vermemişlerdi. Yemekhanede biraz atıştırdıktan sonra odamıza götürüyorlar. Otelin yerleştiği alan büyük dedim ya, üstü açık otobüs konukları kalacakları yerlere taşıyor; semtler arasında çalışan bir araç sanki.

Yorgunum, çook yorgunum. Sabah göz kapaklarını açar açmaz çarıklarımı ayaklarıma geçireceğim ve dalacağım Ada’nın caddelerine …

***

…Denizden doğan güneşin ışıkları otelin duvarlarında yansıyor. Gözlerimi açıp yatakta sağa sola dönüyorum. Kendimi öyle ağır hissediyorum ki, kalkmaya heves bile duymuyorum. Hayır, galiba bu yorgunluktan değil, üşüyor gibiyim. Giyiniyorum, çarıklarımın, yani yazlık ayakkabılarımın iplerini bağlıyorum, aynanın karşısında en son pozlar…

Kendi kendime;

“Hüsnüne hiçbir söz olamaz

Gözlerin müthiş güzeldir” –diyor ve Sayın Milletvekilini uyandırmaya çalışıyorum. Kahvaltıya inmeliyiz, yemekhane de biraz uzakta. Otel büyük bir alan üzerine kurulu dedim ya.

€0,77