Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Sefiller I. Cilt», lehekülg 13

Font:

II
Çifte Dörtlü

Toulouse, Limoges, Cahors ve Montauban adlı dört Parisli öğrenciydi onlar; Paris’te okuyan öğrencilere, Parisli denirdi o dönem.

Bu öğrencilerin her biri sıradan gençlerdendi. Herkes tarafından bilinen, benzer yüzlere sahiplerdi. Sanki rastgele insanlar arasından seçilen dört sıradan gençten ibaretlerdi. Ne iyi ne kötü ne bilge ne cahil ne dâhi ne de aptal; sadece yakışıklı, yirmili yaşlarının başında, akılları bir karış havada dört delikanlı. Paris’teki gençlere o dönemlerde Oscar adı verilirdi, bizim için onlar da dört Oscar’dı.

“Onun için Arabistan’ın güzel kokularını yakın!” diye haykıracak derecede romantik gençlerdi. Onları mutlaka görmeliydiniz! İnsanlar yeni yeni kendilerini geliştirmeye başlamış, İskandinav ve Kaledonya zarafetini benimsiyorlardı. Saf İngiliz stili ancak daha sonraları hâkim olacaktı ve Arthurların ilki Wellington, Waterloo Savaşı’nı henüz kazanmıştı.

Birbirleriyle çok yakın olan bu dört Oscar, kendilerini şöyle adlandırmışlardı: Toulouselu Félix Tholomyès, Cahorslu Listolier, Limogeslu Fameuil ve Montaubanlı Blachevelle. Doğal olarak, her birinin birer metresi de vardı. Blachevelle, İngiltere’den gelme olduğundan bu adı taşıyan Favourite ile birlikteydi; Listolier, takma adını bir çiçekten alan Dahlia ile beraberdi; Fameuil, Joséphine’in bir kısaltması olan Zéphine’e körkütük âşıktı. Tholomyès; güneş gibi güzel, parlak saçları nedeniyle Sarışın olarak adlandırılan Fantine’le birlikteydi.

Favourite, Dahlia, Zéphine ve Fantine; gençliklerinin baharında, işçi olarak çalışan genç kadınlardı. Her biri de güzel, kıvrak, çekici dört genç kadındı. Entrikalardan biraz rahatsızlardı ama yine de yüzlerinde emeğin dinginliğini ve ruhlarında kadının ilk düşüşünde hayatta kalan o dürüstlük çiçeğini koruyorlardı. Kendi aralarında, kızların en küçüğüne “Genç”; kendilerinden üç yaş büyük olan, yirmi üç yaşındaki Fantine’e “İhtiyar” diyorlardı. Hiçbir şeyi gizlememek adına ilk üçü, hâlâ ilk yanılsamalarında olan Sarışın Fantine’den daha deneyimli, daha umursamaz ve hayatın kargaşasında daha da özgürleşmiş genç insanlardı.

Dahlia, Zéphine ve özellikle Favourite hakkında çok fazla şey söylenebilirdi. Henüz yaşları çok ilerlememiş olsa da hepsinin evvelce başka sevgilileri olmuştu. Özellikle de Favourite; Adolph, Alphonse ve Gustave adında üç erkekle daha yakınlaşmıştı. Oynaşmayı seven bir kızdı. Hem fakir hem de oynaşmayı seven biri olmak çok kötü bir durumdu. Bu tür kadınlar birinin üzüntüsünü diğeri ile hafifletmeye çalışırdı ama her ikisi de aynı yola sürüklerdi insanı. Onlar bahtsız kadınlardı. Yaşadıkları düşüşler ve sonrasında taşlanmalarının nedeni de işte bu düşmüş oldukları yanılgılardı. Kusursuz ve erişilmez olan her şeyin görkeminde boğulurlardı. Ne yazık! Ya bu bakire kızlar açsa ne olacaktı? Onlar, kendilerine vadedilenlere kanıp her şeyi yaparlardı.

İngiltere’de doğmuş olan Favourite; Dahlia ve Zéphine ile tanışmış, çabucak onlarla kaynaşmıştı. Hayatının çok erken dönemlerinde kendi ayaklarının üzerinde durmayı öğrenmişti. Babası bekâr, yaşlı bir matematik profesörüydü. Acımasız bir adamdı ve yaşına rağmen ders vermek için çalışmaya devam eden bir palavracıydı. Bu profesör, gençlik döneminde dışarıda dolaşırken genç bir kadının eteğinin bir yere takıldığını görerek yardımına koşmuş, bu tesadüfi karşılaşma sonucunda genç kıza âşık olmuştu. Sonuç olarak da bu aşkın meyvesi olan Favourite dünyaya gelmişti. Babasıyla zaman zaman sokakta karşılaşır, tamamen kayıtsız bir şekilde onunla konuşurdu. Bir sabah uyandığında kaldığı daireye bir kadın gelmiş ve ona: “Beni tanıyor musun Matmazel?” diye sormuştu.

“Hayır.” diye cevap vermişti genç kız ona.

“Ben senin annenim.”

Genç kız bu duruma şaşırıp kalmış; bu sırada yaşlı kadın evde bulduğu yemeklerle karnını doyurarak sonra da yanında getirdiği, sahip olduğu tek şey olan şilteyle kızın yanına yerleşmişti. Bu huysuz ve dindar yaşlı anne, Favourite ile hiç konuşmamıştı. Saatlerce tek kelime etmeden orada oturmuş, kahvaltı etmiş, neredeyse dört kişinin yiyebileceği yiyecekleri bir akşamda tüketmişti. Kızı hakkında kötü konuşup sabahtan akşama kadar komşuları gezerek onu çekiştiren bir kadındı.

Dahlia’nın hayatına bir göz atacak olursak bu genç kızın en güzel yeri elleri ve tırnaklarıydı. Öyle ki elleri bozulacak diye korkusundan, çalışacağı yerlerde onun bunun metresi olmaktan çekinmezdi. Başka türlü tırnaklarını nasıl güzel tutabilirdi ki? Ancak erdemli kalmak isteyen biri, ellerine acımazdı.

Zéphine’e gelecek olursak, Fameuil’yi kibarca “Evet, efendim.” deme şekliyle fethetmişti. Kibarlığı ve hanımefendi davranışları en önemli özelliklerindendi ve o da bu özellikleriyle istediğini her zaman elde etmeyi başarıyordu.

Bilgi ve felsefe iki ayrı şeydir. Yaşamlarını sürdürme felsefesini başaran bu üç genç kadından Favourite, Zéphine ve Dahlia felsefe; Fantine ise bilgiden yanaydı. Onların gayet serbest hayatlarına karşılık Fantine oldukça mazbut bir kadındı.

Güzeldi, Tholomyès’i gerçek anlamda büyük bir aşkla seviyordu. Süleyman bunu görse sevginin, bilgeliğin bir parçası olduğunu söylerdi. Aşk konusunda Fantine’in sadece tek bir aşkının varlığını ve aşkına sadık genç bir kadın olduğunu söylemekle yetineceğiz. Dördünün arasında yalnızca o, tek bir kişi tarafından sevilip sevmeyi tercih eden biriydi.

Fantine, tabiri caizse insanların küllerinden yeniden çiçek açan varlıklardan biriydi. Toplumsal gölgenin en akılalmaz derinliklerinden çıkmış olmasına rağmen alnında anonim ve bilinmeyenin işaretini taşıyor, anne ve babasının kim olduğu bilinmiyordu. Anne ve babasını hiç tanımamıştı. Adına sadece Fantine denmişti. Neden Fantine, bunu kimse bilmiyordu. Asla başka bir ismi de olmamıştı. Fakirlikle olgunlaşmış bir kızdı, doğduğu dönemde Direktuvar İdaresi hüküm sürüyordu. Bir soyadı yoktu; bir ailesi, bir vaftiz adı, bağlı olduğu bir kilise yoktu. Çok küçük bir çocukken, sokakta çıplak ayak koştuğu sırada birisi onun durumuna acıyarak yanına alıp büyütmüştü. Yağmur yağdığında bulutlardan dökülen yağmur damlalarının altında ıslanmaktan çok hoşlandığı için bu ismi almış olabilirdi. Ona Küçük Fantine deniyordu. Kimse de bundan fazlasını bilmiyordu. Bu insan canlısı, hayata işte bu vesileyle girmişti. On yaşındayken Fantine, bulunduğu kasabayı terk ederek yakın kasabalardaki çiftliklere çalışmaya gitmişti. On beş yaşında, daha fazla kazanmak için Paris’e gelmişti. Fantine, gerçekten güzel bir kadındı ve elinden geldiğince saf kalmayı başarmıştı. Bembeyaz dişleri olan çok güzel bir sarışındı. Çeyizi olarak altın ve incilerini bizzat üzerinde taşıyordu; altınları başından aşağı dökülüyor, incileri gülümseyen dudaklarından ortaya çıkıyordu. Yaşamını idame ettirmek için çok çalışıyordu. Hem ruhundaki hem de yüreğindeki açlığı dindirmek için âşık oldu. Tholomyès’e körkütük âşıktı.

Onunki sadece bir aşk değil, aynı zamanda tutkuydu. Latin mahallesinin öğrencileri ve sokağın kalabalığı onların aşklarının şahidi oldu. Fantine, ilk başlarda çok utandığından Tholomyès’ten kaçtı; kaçan kovalanır misali bir durum yaşandı aralarında. Aslında onu görmeye can atıyor olsa da kendisini çekmesini bildi. Ancak sonunda aşk galip geldi. Blachevelle, Listolier ve Fameuil’nin yanında en büyükleri Tholomyès’ti. Dört gencin arasında en zeki olan da oydu.

Tholomyès, genç yaşına rağmen yaşlı bir yüze sahipti. Ancak dört gencin arasında en zengin olan da oydu; dört bin franklık bir geliri vardı, dört bin frank! Sainte-Geneviève dağ kasabalarında müthiş bir servet. Tholomyès; otuzlu yaşlara yakın olmasına rağmen hızlı çökmüş, kendisine doğru dürüst bakmamıştı. Yüzünde kırışıklıklar vardı, dişlerinin bazıları dökülmüştü ve kendisinin de sürekli üzüntüyle bahsettiği üzere, başının arkasında yavaş yavaş kelleşmeye başlayan bir kısım vardı. Bu hâliyle otuzdan ziyade, kırklı yaşlarının üzerinde görünüyordu. Midesi de sağlam değildi ve bir gözüne hastalık bulaştığından sürekli yaşarıyordu. Ama bunların hiçbiri umurunda değildi; dişleriyle alay etmeyi, saçlarına gülüp geçmeyi, ağlayan gözlerine sürekli gülmeyi hayat felsefesi olarak benimsemişti. Kısacası sefalet yüzünden vaktinden önce çökmüştü. Yaşlılık alametleriyle birlikte şehveti de artmıştı, birçok güldürüler ve sayfalar dolusu şiirler yazmıştı. Vaudeville’de reddedilmiş bir sürü eseri bulunuyordu. Tüm bunlara ilave olarak, zayıfların gözünde çok büyük bir güç olan her şeyden son derece şüphe duyan bir karaktere sahipti. Olgun tavırları ve çökmüş yüz hatları nedeniyle grubun liderliği görevini üstlenmişti.

Bir gün Tholomyès, diğer üçünü bir kenara çekerek şöyle dedi:

“Fantine, Dahlia, Zéphine ve Favourite’e geçen yıl bir sürprizimiz olacağını söylemiştik, biliyorsunuz. Onlara bu konuda ciddi anlamda da söz vermiştik. Sözümüzde durmadığımızdan temcit pilavı gibi sürekli bu durumu burnumuza sokuyorlar, sürekli olarak bana ‘Tholomyès, sürprizinizi ne zaman ortaya çıkaracaksınız?’ diye sorup duruyorlar. Aynı zamanda ailelerimiz de bize bu konuda yazıyor ve her iki taraf da bizi baskılıyor. Bu yüzden de bence zamanı geldi, sözümüzde durarak artık onlara bekledikleri sürprizi hazırlayalım.”

Bunun üzerinde Tholomyès sesini alçaltarak o kadar neşeli bir şey söyledi ki dört kafadar aynı anda coşkulu bir şekilde sırıtarak onu alkışladı ve Blachevelle: “İşte ben buna fikir derim!” diye haykırdı.

Bulundukları yerden ayrılıp dumanlı bir kahveye girdiler, gizli konuşmalarının geri kalanını orada tamamladılar. Ve bir sonraki pazar günü için sevgililerini davet etmeye karar vererek oradan ayrıldılar.

III
Dörde Dört

Bugünlerde, kırk beş yıl öncesinin öğrencilerinin o ülkede nasıl yolculuk yaptıklarını hayal etmek zordur. Paris’in banliyöleri artık hiç de eskisi gibi değildir, çevredeki yaşamın fizyonomisi son yarım yüzyılda tamamen değişmiş; o zamanlarda tarlaların bulunduğu yerler, yerini trenlere bırakmıştır. Küçük sandalların yerini vapurlar almaya başlamış, insanlar eskiden Saint-Cloud’dan bahsederken bugünlerde Fécamp’tan konuşmaya başlamıştır. 1862 senesinde Paris, artık Fransa’nın önemli şehirlerinden biri hâline gelmiştir. İşte bahsetmiş olduğumuz o dört çift de o sırada yaşanabilecek tüm taşra çılgınlıklarını birlikte yaşamıştır.

Tatil dönemi başlıyordu ve sıcak, oldukça güneşli bir yaz günüydü. Önceki gün, yazmayı bilen tek kişi olan Favourite, dördü adına Tholomyès’e şunları yazmıştı: Mutluluktan kendimizi dışarı atmanın tam zamanı. Bu yüzden de hepsi sabahın beşinde kalktılar. Sonra bir arabaya binerek Saint-Cloud’a gittiler, kurumuş şelaleye bakarak bir ağızdan haykırdılar: “Su akarken kesinlikle çok güzel görünüyordu!” Havuzu seyredip bir süre oyalandıktan sonra Tête-Noir’da kahvaltı ettiler; büyük havuzun etrafında, ağaçların altında havuza yüzük atma oyunu oynadılar. Diogenes’in fenerine çıktılar, Pont de Sevres’in rulet tesisinde makaron için kumar oynadılar, Pateaux’da çiçek topladılar; etrafta mutlu mesut dolaşarak, elmalı turta yiyerek mükemmel bir gün geçirdiler.

Genç kızlar sanki kafeslerinden kaçmış bülbüller gibi neşeyle şakalaşıp gevezelik ediyorlardı. Ne güzel şeydi gençlik, bunu sonuna kadar yaşıyorlardı. Zaman zaman genç delikanlılara küçük dokunuşlar yapıyorlardı. Gülüyor, konuşuyor, tazeliklerin keyiflerini çıkarıyorlardı; tıpkı yavru kuşlar gibiydiler. Ah, kim olursanız olun, siz de gençlik yıllarınızı hatırlamıyor musunuz? Sizler de başınızda esen kavak yellerinin sarhoşluğuyla, çayır çimen dolaşıp her şeye sevinmez miydiniz? Gülerek, yağmur altında sevdiğiniz kadının elini tutarak yokuş aşağı hiç koşmadınız mı? Yanınızdaki sevgiliniz “Ah, yeni pabuçlarım! Ne hâle geldiler!” deyip hayıflanmasına rağmen sizinle birlikte koşmaya devam etmedi mi?

Hemen şunu belirtelim ki bu gülen ve neşeyle dolaşan gençlerin tek eksikleri o an yağacak olan bir yağmurdu ve öylesine eğlenceye dalmış durumdaydılar ki Favourite’in anaç sesi onları durdurdu:

“Patikalarda sürünen bir dolu sümüklü böcek var; çocuklar, yağmur geliyor!”

Kızların hepsi o anda, en kederli insanı bile neşelendirecek kadar güzeldi.

Ne tesadüftür ki o dönemlerin ünlü şairlerinden olan M. le Chevalier Labouisse da o gün Saint-Cloud’daydı; ağaçların altında dolaştığı sırada, sabah on sularında onların oradan geçtiğini görmüş ve genç kızları eski Yunan güzellik ilahelerine benzetecek kadar onlardan etkilenmişti. “Gerçekten o tanrıçalardan olacak kadar güzeller, sadece bunların çok daha fazlalıkları var.” diye aklından geçirmişti.

Favourite bugün gerçekten bir çocuk gibiydi; yirmili yaşlardaki üç arkadaşının yanında en büyükleri olmasına karşın yeşilliklerin arasından ilk önce o koşuyor, hendeklerin üzerinden atlıyor, dikkati dağılmış olmasına karşın etrafta koşuşturarak genç bir dişi ceylan gibi yanındaki kızların eğlencelerine başkanlık ediyordu. El ele tutuşmuş olan Dahlia ve Zéphine, tıpkı bir Rönesans tablosunu andırıyorlardı ve belki de bunun gayet farkında oldukları için daha güzel olduklarını da bildiklerinden, birbirlerinden hiç ayrılmıyorlardı. Zéphine ve Dahlia saçlarını topuz şeklinde toplamışlardı.

Listolier ile Fameuil, birkaç adım onlardan ileride gidiyor ve Fantine’e profesörleri, Mösyö Delvincourt ile Mösyö Blondeau arasındaki farkı anlatmaya çalışıyorlardı. Blachevelle ise sanki bu pazar gezintilerine, Favourite’in güzel şalını taşımak için çıkıyormuş gibi onu hiç elinden bırakmıyordu. Bunda elbette ki onun Favourite’e olan aşkının da büyük payı vardı.

Tholomyès, etrafına topladığı bir grubu, bir şeyler anlatarak güldürüyordu. Çok neşeliydi ama yine de gücünün farkındaydı. Üzerindeki başlıca süsü; örgülü bakır telden kayışları olan, fil ayağı desenli bir bastondu. Elinde iki yüz frank değerinde sağlam bir sigaralık taşıyordu ve her şeyine özen gösterirken ağzında puro denen tuhaf şeyi de tutmayı ihmal etmiyordu. Onun açısından herhangi bir şeyi beğenebilmesi pek güçtü, pahalı zevkleri vardı ve bunların en başında da puro içmek geliyordu.

“Bu Tholomyès gerçekten tuhaf bir adam!” diye konuştu diğerleri saygıyla. “Hayret bir şey! Bu ne enerji böyle!”

Fantine’e gelince onu seyretmek, büyük bir zevkti. O gün öylesine mutluydu ki bembeyaz dişlerini her an gösterecek biçimde kahkahalar atıyordu. Uzun beyaz iplerle dikilmiş olan hasırdan şapkasını başında taşımaktansa elinde taşımayı tercih ediyordu. En ufak bir esintide dağılmaya müsait, kolayca çözülebilen gür, dalgalı saçlarını sürekli sıkıca bağlaması gerekiyordu; söğüt ağaçlarının altında tıpkı bir peri kızı gibi görünüyordu. Pespembe narin dudakları büyüleyici kıvrımlara sahipti. Dudaklarının şuh biçimde yukarı kalkmış köşeleri, uzun, gölgeli kirpikleri karşısındaki insanı etkileyecek derecede muazzam bir güzelliğe sahipti. Sade ancak bir o kadar da zevkli giyinmişti; elbisesi narin bedeninin bütün hatlarını meydana çıkarıyor, ayakkabılarının atkıları devrin modasına uygun bir şekilde bileklerinde birleşiyordu; elbisesinin üzerine Fransız ipeğinden yapılmış leylak renginde ince bir ceket giymişti. Daha önce de belirttiğimiz gibi, ondan çok daha özgür davranan diğer üçü, kişiliklerinin verdiği etkiyle olacak, açık saçık yazlık elbiseler giymişlerdi; elbiselerini ve şapkalarını süsleyen çiçekler, kendilerinden daha güzel değildi. Ancak onların bu cüretkâr kıyafetlerinin yanında Sarışın Fantine’in saflığı, şeffaflığı, masumluğu ve aynı anda hem gizemli hem de açıkça sergilemekten çekinmediği suskunluğu, nezaketin cezbedici bir lütfu gibi görünüyordu. İnce ve duygulu bir göze göre o, üçünden de çok daha güzel ve alımlıydı. Yaşamda da genel olarak durum böyle değil midir? En bilge insan; herkes tarafından, en güzel olmasına rağmen hep en sade olarak görülmemiş midir?

Onun sahip olduğu bu güzelliği tarif etmek güçtü. Masmavi gözleri, uzun kirpikleri, ufacık elleri ve ayakları, bembeyaz teni, bileklerinde yer yer belli olan morumsu damarları, kıvrak bedeni ile tam anlamıyla genç ve taze bir güzellikti; hafifçe dolgun olan yüzü, çehresinin çok daha çocuksu görünmesine neden oluyor, onu büsbütün çekici hâle getiriyordu. Öylesine yapmacıksız tavırları vardı ki gören onun muazzam bir terbiyeyle yetişmiş olduğunu düşünürdü. Şayet kibar bir ailenin kızı olarak ünlü davet ve salonlarda salınmış olsaydı nice yazarların adına methiyeler düzeceğine, onu tanrıçalara benzeteceğine hiç şüphe yoktu.

Fantine, çok güzel bir genç kadındı ve bunun farkında bile değildi. Böylesine muhteşem görünmesine karşın o sadece zavallı bir işçi kızdı. Tanrı vergisi güzelliği de onun sahip olduğu tek süsüydü. Nereden geldiği bilinmiyor olsa da geçmişi gölgelerin ardında kalan bu genç kadın, safkan zarafetten oluşuyordu. Her türlü dış ve iç güzellikleri kendisinde toplamış, müstesna bir varlıktı.

Fantine’in ne kadar neşeli olduğundan bahsetmiştik ancak bir o kadar da mütevazıydı.

Onu dışarıdan dikkatle inceleyen bir gözlemci; yaşının, mevsimin ve yaşadığı aşkın vermiş olduğu sarhoşlukla, karşı konulmaz bir çekingenlik ve alçak gönüllülük timsali olduğunu söyleyebilirdi. Biraz aklı karışmış gibi de görünüyordu. Onun için söylenebilecek tek bir gerçek vardı: Tholomyès’in metresi olduğu. Ancak gözlerinde hiç değişmeyen ve karşısındaki insanları pek az yanıltan o kutsal bakire bakışı, yüzünden hiç kaybolmuyordu; yaşadığı aşk, onu hiçbir suretle kirletmemişti.

Birdenbire yüzünü kaplayan ciddi ve neredeyse katı saygınlık ifadesi; yaşadığı neşenin bir anda yok olmasına, düşüncelere dalmasına neden olsa da hiçbir zaman dış görünüşünde tuhaf ve rahatsız edici bir ifade olmuyordu. Tanrıçaları dahi kimi zaman kıskandıracak bir duruşa sahipti. Alnı, burnu, çenesi, her şeyiyle bütün olarak orantılı çehresinin etrafa yaydığı dinginlik onun gerçek kişiliğini temsil ediyordu. Dudaklarının kenarındaki masum kıvrımları, karşısındaki insanı bir anda aşka düşürecek kadar çekici ve cezbediciydi bu iffet abidesi güzel genç kadının.

Aşk; hatalarla dolu bir yoldur, her zaman da böyle olmuştur. Fantine ise hataların üzerinde yüzen masumiyetin vücut bulmuş hâlidir.

IV
Tholomyès, Mutluluktan Bir İspanyol Şarkısı Söylüyor

Tatilin başladığı o gün çok güzeldi. Sanki tüm doğa da bu gençlerle birlikte tatil yapıyor ve gülüyordu. Saint-Cloud’un çiçek tarhları havayı mis gibi kokularıyla dolduruyordu. Seine’den gelen hafif rüzgâr, yerlerdeki bütün yaprakları havalandırıyor; rüzgârda sallanan yasemin ağaçlarının dallarından arıların vızıltıları duyuluyordu. Çayırlıklardaki civanperçemleri, yoncalar ve yulaf başaklarının üzerini kelebekler süslüyor; Fransa Kralı’na atfedilmiş yemyeşil bahçelerinden kuş cıvıltıları yükseliyordu.

Güneşin ışıltılarına, tarlaların, çiçeklerin, ağaçların yemyeşil göz kamaştıran manzarasına dört neşeli çiftin gülen gözleri eşlik ediyordu.

Bu cennet gibi bahçelerin arasında durmaksızın gülüyor, çeşitli maskaralıklar yapıyor, yerlerde yuvarlanıyor, birbirleriyle şakalaşıyor, bütün günün keyfini çıkarıyorlardı. Bir tek Fantine çekimser duruyordu; biraz önceki canlılığı sanki kaybolmuş, üzerine tuhaf bir durgunluk çökmüştü. “Her zaman aklın karışmış gibi bakıyorsun.” dedi Favourite, onun bu durumunu fark edince.

Aşk böyle bir şeydir işte. Mutlu çiftlerin hayata ve doğaya karşı en derin çağrısıdır aşk; her şeyden, her dokunuştan, her bakıştan gözlere aktarılır. Bir zamanlar, tarlaların ve ormanların içinde özellikle âşıklar için yaratılmış, sonsuza dek birlikte olmaya karar vermiş ve birbirlerini çok seven çiftlerin yüreklerini aydınlatan bir perinin var olduğu söylenirmiş. Bu peri sayesinde bahar geldiğinde insanların yüreğinde o tatlı kıpırtılar başlarmış. Tüm asilzadeler, yoksullar, saraylılar, kasaba halkı; dediklerine göre hepsi bu perinin tebaasıymış. Güler, eğlenir, avlanır ve bu perinin dokunuşlarıyla insanlar gerçekleşen aşkın parıltısıyla ne büyük değişime uğrarmış! İşte, bizim gençler de şimdi bu nimetlerden faydalanıyorlardı. Fırsat buldukça kırlara koşuyor, güneşin altına serilerek konuşup koklaşıyor, birbirlerine tatlı sözler söyleyerek aşkın en güzel zamanlarını birlikte yaşıyorlardı. Güzel kadınlar işte böylesi muhteşem aşklara kendilerini teslim ediyorlar, yaşadıkları aşkın asla bitmeyeceğini düşünüyorlardı. Filozoflar, şairler, ressamlar ise bu coşkuları gözlemliyor ve bundan ne çıkaracaklarını bilemez hâlde şaşkına dönüyorlardı. Cythera bu anlarda kendinden geçer, Watteau kendi kendine hayıflanır, Pleblerin ressamı Lancret sanki masmavi gökyüzüne doğru uçmuş gibi aşağıdaki âşıkları izler, Diderot ise bütün aşk şiirlerine ilham olması için kollarını âşıklara açardı.

Kahvaltıdan sonra dört çift; Hindistan’dan yeni gelen, adı şu anda hafızamızdan tamamen silinmiş olan, o dönemde tüm Paris’i Saint-Cloud’a çeken bir bitkiyi görmek için Kral Meydanı olarak adlandırılan yere gittiler. Uzun saplı, tüylü, yapraksız ve iplik kadar ince sayısız dalları olan, minik milyonlarca beyaz tomurcukla kaplı tuhaf ve sevimli bir çalıydı gördükleri. Çiçeklerle süslenmiş bu çalı şekillendirilerek budanmıştı. Her zaman büyük bir meraklı kitlesi onu görmeye geliyordu.

Tholomyès çalıyı gördükten sonra, “Şimdi sizlere eşeğe binmeyi öneriyorum.” dedi neşeyle. Eşeklerin sahibiyle belli bir fiyatta anlaştılar ve böylece Vanvres’den yola çıkarak Issy’ye dönmeye karar verdiler. Issy’de tuhaf bir olay meydana geldi.

O zamanlar Bourguin’e ait olan gerçek millî park, tamamen açıktı. Kapılardan geçtiler, mağaralara girip eğlendiler, ünlü ayna dolabının gizemli küçük etkilerini denediler, etrafta görülebilecek ne varsa her yeri büyük bir neşeyle ziyaret ettiler. Bernis Papazı tarafından kutsanarak iki kestane ağacının arasına kurulmuş salıncakta sallandılar.

Birbiri ardına bu güzellikleri salıncakta sallayan delikanlılar, uçuşan etekleriyle kızların kahkahalarını büyük bir zevkle izliyor; kızlar ise zevkten dörtköşe, geçirdikleri zamanın keyfini çıkarıyorlardı. Tam bu sırada Tholomyès o güne kadar hiç yapmadığı bir şey yaparak, muhtemelen iki ağaç arasına kurulmuş bir salıncakta sallanan güzel bir kızdan ilham alınarak bestelenmiş bir İspanyol şarkısını mırıldanmaya başladı:

 
Ben Badajozluyum,
Aşk beni çağırıyor;
Alev alev yanar gözlerim,
Sana ait tüm ruhum;
Her şeyi göze alıyorum,
Kendimi sana bırakıyorum.
 

Fantine onun sesini duyar duymaz sallanmayı bırakmıştı. Kimse onun bu şekilde bir şarkı söylemesini beklemiyordu, Fantine ise bu durumdan oldukça rahatsız olmuştu. “Bu şekilde keyifsiz davranmandan hoşlanmıyorum.” dedi Favourite, durumdan huysuzlaşan Fantine’e.

Eşekleri sahiplerine teslim ettikten sonra, yeni zevkler keşfettiler. Seine’de sandalla gezintiye çıktılar, kimisi artık biraz oturup dinlenmek istediğinden sohbet etmek için Passy’de karaya çıktılar. Okuyucunun hatırlayacağı üzere, o sabah saat beşten bu yana ayaktaydılar ama Favourite yerinde duramıyor, içi içine sığmıyordu. “Ah ama bugün pazar, yorgunluk diye bir şey yok! Pazar günü kimse yorulamaz.” diye bağırdı neşeyle.

Bunun üzerine dört çift, saat üçe doğru mutluluktan sarhoş olmuş hâlde, o zamanlar Beaujon’un tepelerini kaplayan Champs-Élysées ormanlarını aşarak dağların eteklerine tırmanmaya başladılar.

Zaman zaman Favourite neşeyle haykırarak: “Peki ya sürpriz, sürpriziniz ne olacak?” diye mızmızlanıyordu.

“Sabırlı olun.” diye yanıtlıyordu Tholomyès.

1,74 €