Loe raamatut: «Türkiye’yi Sarsacak 10 Gün»
Sebebi varlığım Anne ve Babama ithaf olunur…
ÖNSÖZ
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…
“Türkiye’yi Sarsacak 10 Gün” kitabı uzun zamandır düşündüğümüz ama gerçekleşmesi ancak bugün mümkün olan bir proje.
Tanzimat’tan bu yana kıblemiz olan Batı, inşa ettiği düşünce dünyasıyla bu tür projeksiyonlara çok açık bir zemin oluşturmuştur.
Anglosakson kültürü postmodern bir söyleme dönüştüren kozmopolit Amerikan kültür ve zihin dünyası, her şeyin mümkünlüğünden yola çıkarak olabildiğince çok senaryo ve fikir üretmektedir.
Shakespeare’den Sherlock Holmes’a, James Bond’dan David Beckham’a kendine mütemadiyen kültürel ihraç ürünleri yaratan İngiliz-Yahudi medeniyeti, yeryüzünün her bir köşesini bilfiil işgal ederken aynı zamanda insanlığın zihin dünyasını felç edecek virüsü de yaymaya çalışmaktadır.
İngiltere’nin York şehrinden ABD’nin New York şehrine nasıl bir yol inşa edilmişse bugün bütün insanlık -başta Avrupa halkları olmak üzere- ABD, İngiliz ve Yahudi medeniyetinin tasallutu altındadır.
Kıta Avrupa’sı halkları, Doğu medeniyeti halkları, kadim Mezopotamya halkları bu postmodern sömürge zihniyetinin tesiri altında can çekişmektedir.
İslam medeniyetinin düştüğü bu durum, Batı medeniyetinin de sarsılmasına yol açmaktadır.
Sömürgeleştirilerek yaşanmaz hâle getirilen İslam havzası ve Doğu dünyası, Batı’nın korunaklı dünyasını şu anda en çok tehdit eden yapıya bürünmüştür.
Batı dünyasının kendince aldığı geçici tedbirler, steril dünyalarını ters yüz edecek gelişmelere gebedir.
Her gün televizyonlarda seyredip, gazetelerde okuyarak kanıksadığımız Akdeniz’de yaşanan göçmen ölümleri, Batı dünyasının steril alanlarının kuşatma altında olduğunu ortaya koymaktadır.
İslam medeniyetinin ve Türkiye’nin dirilişi, Batı medeniyetinin de yeniden nefes almasını sağlayacak en büyük kurtuluş olacaktır.
Yemen’den Myanmar’a, Doğu Türkistan’dan Libya’ya, Somali’den Bosna’ya, Filistin’den Çeçenistan’a kadar şu anda Batı’nın biz Müslümanlara reva gördüğü kaos düzenini kanıksamış olsak da Şii veya Sünni diye birbirimizin boğazına sarılıyor olsak da Allah Müslümanlara rağmen İslam’a yardım edecektir, etmektedir.
Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı, yaşamakta olduğu dönüşüm, ufuk açıcı, iç açıcı gelişmeleri de beraberinde getirmektedir.
1839 yılından bu yana kâbus gören Türk insanı, bugün yeniden diriliş rüyası görmektedir.
Dünyanın her bir yanındaki Müslümanları yakından ilgilendiren Türkiye’deki gelişmeler, ABD, İngiltere ve İsrail tarafından kaygıyla izlenmektedir.
Türkiye’nin yaşamakta olduğu sancılı süreç, AK Parti’yle veya AK Parti’siz de yaşanacak olan bir süreçti.
Türk insanına giydirilmiş deli gömleği daha fazla taşınamazdı, taşınamadı.
Batı medeniyeti kendi istikametini bulmuş bir Türkiye’yle yaşamak istemez, istememektedir.
Bu nedenle herkesin kendi yoluna gitme vakti yakındır.
Herkesin kendi yoluna gitme zamanı gelmiştir.
Türk ordusunun, Türk devletinin, Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Farisilerin, Peştuların, Belucilerin, Çerkezlerin, Pomakların, Arnavutların, Boşnakların velhasıl bütün Müslümanların çıkış yolu daha iyi Müslüman olmak ve adalet peşinde koşmaktır.
İyi Müslüman adil Müslüman’dır.
“Türkiye’yi Sarsacak 10 Gün” kitabı on senaryoyu konu almaktadır.
Bu senaryoların geçmiş anlatımları gerçek, gelecekte olacaklar ise salt bir öngörüdür.
Kitabın kimseyi incitmek gibi bir maksadı yoktur.
Elbette incinenler de olacaktır.
Buna da yapacak bir şey olamaz.
Kitabın can alıcı iki sarsıcı olayı, iki önemli ismin, Fethullah Gülen’le Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ölümleri üzerinden bir muhayyile inşa etmektedir.
“Her nefis ölümü tadacaktır.” kutlu buyruğu erteleyemeyeceğimiz, öne alamayacağımız kaçınılmaz sonu, ölümü muştulamaktadır bize.
Bu kitabın yayımlanmasında emeği geçen pek çok insan oldu.
Bunlar arasında bana ilham kaynağı olan Dursun Erkılıç, Hasan Yılmaz, İsmail Hakkı Pekin, Mehmet Metiner, Lütfü Şehsuvaroğlu, Zekeriya Akman gibi dostlarımı sayabilirim.
“Türkiye’yi Sarsacak 10 Gün” kitabının her bir bölümünü on ayrı ismin yazmasını planlarken üslup ve dil farklılıkları nedeniyle bu mümkün olamadı.
İş bana kaldı.
Kitabın örnek baskısını okuyarak kıymetli tenkitleri ile katkıda bulunan Meltem Banko, Ali Burak Topaloğlu, Ramazan Kurt, Cemal Toptancı, Hasan Köroğlu, Muhammed Toprak, Mehmet Fatih Topaloğlu ve Yakup Göksu’ya şükran borçluyum.
Tacettin Ural ve Ayşe Büşra Erkeç’e de katkıları için minnettarım.
Nisan 2015 AnkaraYasin Topaloğlu
RECEP TAYYİP ERDOĞAN’IN ÖLDÜĞÜ GÜN
Çok uzun zaman olmuştu Ramallah’ta doğduğu ve büyüdükleri Kober köyünü terk edeli.
Şimdi Gazze’de, sahile yakın bir evde ayakta durmaya çalışıyorlardı.
Çoğu zaman aç karnına uyuyorlardı.
Kendi neyse de kardeşlerinin durumuna çok üzülüyordu.
Var gücüyle kardeşlerini hem okutmaya hem de onlara bir meslek edindirmeye çalışmıştı. Bunun için Muhammed’i soba da üreten bir tenekeci ustasına çırak olarak vermişti.
Muhammed çok sakin mizaçlı, okumaya istekli biriydi.
Hem okula devam ediyor hem de fırsat buldukça dükkâna gidip harçlığını çıkarmaya çalışıyordu. Ablasının yükünü azaltmak için problem çıkarmamak en büyük isteğiydi.
Diğer kardeşi Süleyman ne okumaya heves etmişti ne de çalışmaya.
Varsa yoksa atış talimlerine gidiyor, hem ablasını hem de iki yaş büyüğü Muhammed’i eleştirerek “Niye okuyorsunuz ki? Okuyup da Gazze’ye belediye başkanı mı olacaksınız? Sanki tağutun askerleri üç gün sonra Gazze’yi bir daha yerle bir etmeyecek mi?” diyordu.
Ablası ve Muhammed, ona hak vermekle birlikte yine de okumaya ve çalışmaya ikna edemiyorlardı Süleyman’ı.
Gazze’ye yerleşmezden önce, İsrail tankları evlerini yerle bir edinceye kadar ne güzel bir hayatları vardı.
Yedi kardeştiler ve yoksulluklarına rağmen evlerinden neşe, yüzlerinden gülücük eksik olmuyordu.
Şimdi oturdukları akşam sofrasında, eskiden zeytin ekmek yeseler bile harala gürele yerlerdi.
Çok uzun zaman derme çatma o evde yaşamışlardı.
TİKA’nın, Gazze’yi yeniden inşa etme faaliyetleri çerçevesinde bahçeli bir evleri olmuştu.
Ablası birden televizyona dikkat kesildi.
Dehşete düşmüştü.
Süleyman da televizyonu pürdikkat izlemeye başladı.
Kalktı ve televizyonu kurcaladı.
İnanamıyordu!
Bir gün o da büyük adam olacaktı; onun gibi bir adam…
Televizyonda diğer kanallara baktılar hüzünlenerek.
Haber doğruydu.
Ablası hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Muhammed de sessiz sessiz ağlıyordu.
Kendilerini bir anda dehşetin içinde bulmuşlardı.
Süleyman dışarı çıktı.
Ablasının feryatları oraya kadar geliyordu.
Sahile doğru yürümek istedi.
O anda çok büyük bir patlama sesi duydu.
Kıyamet kopar gibiydi.
Birden İsrail’in tüm Filistin bölgesini havadan ve karadan var gücüyle bombaladığı günler geldi aklına.
Sonra gökyüzü aydınlandı.
Rengârenk oldu.
Tel Aviv’de havai fişek patlatıyorlardı.
Demek haber duyulmuştu.
***
Şimon Peres’in canı sıkkındı.
ABD başkanlarının İsrail’i eleştirmelerinden bıkmıştı.
Telefonda ABD dışişleri bakanına ağzına geleni söylüyordu.
Başkan haddini aşıyordu.
Bakana “Biz başkanları getirdiğimiz gibi götürmesini de biliriz!” dedi eski günleri hayal ederek.
Tam o anda koşuşturma sesleri odanın içini doldurmaya başladı.
Neler oluyordu?
Hemen yan kapıdan sığınağa sıvışmayı düşündü.
Cümlesini tamamlamadan telefonu kapatmıştı ki odasının kapısı açıldı.
İçeriye özel kalem müdürü destursuz girdi.
Tıknaz biriydi, zorlukla nefes alıyordu. Elinde bir kâğıt tutuyordu.
“Müjde! Müjde!” dedi.
Adam hem heyecandan hem sevinçten neredeyse boğulacak gibiydi.
Kâğıda baktı… Gözlüğünü düzeltti… İnanılmazdı!
Özel kalem müdürünün sevincine hak verdi.
Kendisi de eğer yalnız olsaydı takla atabilirdi odanın içinde.
Gözleri parıldamaya başladı.
İsrail yeniden o görkemli, o haşmetli günlerine dönebilir miydi acaba? Dünyayı parmaklarında oynatabilirler miydi?
Davos’u hatırladı.
Dünyanın gözü önünde “Siz çocukları öldürmesini iyi bilirsiniz!” diye kükreyen adam geldi gözlerinin önüne.
İyi ama o çocuklar yarının teröristi olacaklardı.
Soba borusundan roket atar yapıp İsrailli çocukları öldüreceklerdi.
Yoksa onlar çocuk öldürmezlerdi.
Onlar Filistinli çocukları öldürüyorlardı.
Bir nevi önleyici savaştı o zaman yaptıkları.
“Deccal” ölmüştü.
Devletleri ellerinden neredeyse alınmıştı, Tel Aviv merkezli kanton bir devlet olmuşlardı.
Orduları terhis edilmiş, güvenlik güçlerinin mantar tabanca kullanması dahi yasaklanmıştı.
Birden gözü ekrana takıldı.
Kumandayı aldı, Türk kanallarını aramaya başladı.
***
Gaziantep’te “Deccal”in daha önce ziyaret ettiği bir gecekondu bölgesinden yayın yapan mahallî bir kanala takıldı.
Elif nine, başörtüsünün ucuyla gözyaşlarını sildi.
Daha dün gibiydi.
Gaziantep Valisi Süleyman Kamçı ile birlikte mezbeleden farksız evine gelmişti.
Hiç yüksünmeden kendilerinin oturduğu yere oturmuştu.
Bir akşam uyurken iki çocuğunun da cardınlar1 tarafından yenen burunlarını anlattı.
Yokluktan, değil evin eksiğini gediğini kapatmak, çoğu zaman kuru ekmeğe bile para yetiştiremiyordu.
Cardınların bıraktığı kötü hatıra yüzünden artık okuldaki diğer çocukların yüzüne bakmaz olduğu oğluna bir mektup yazdırmıştı ona yollamak için.
Mektubun ardından bir süre zaman geçmişti ki Perilikaya Mahallesi Muhtarı Ahmet Dalyan evin kapısına dayandı.
Muhtar kerhen oturmuştu rengi atmış derme çatma koltuğa.
O koltuğu da zaten çöpten almışlardı.
Muhtarın telefonu davul zurna sesi tonunda çalmaya başladı.
Telefonu açtı muhtar. “Derhâl efendim!” diye ayağa kalktı.
Telefonu Elif nineye verdi.
Kulaklarına inanamadı. Yarın Gaziantep’e gelecekti. Akşam yemeğine evine misafir olacaktı.
Daha dün gibi olup bitmişti her şey.
Elif nine, Olay TV’ye geçmişte yaşadıklarını anlatıp anlatıp gözyaşlarını siliyordu.
“Ne çok seveni varmış!” dedi Peres.
***
Kanal D’de Aydın Doğan’ın açıklamalarına dikkat kesildi.
Türkiye’de ne olup bittiğini anlamak için Türkçe bilen ve İstanbul’da uzun yıllar görev yapan MOSSAD ajanı danışmanını çağırdı.
Kumandayı uzattı.
Bugün onlar için şenlik günüydü.
Neredeyse 40 gün 40 gece düğün dernek yapılmasını ilan ettirecekti.
Türk medyasının beyaz limuzinli, siyah fraklı şövalyesi, Fransa’nın Paris’inin, Paris’in Şanzelize’sinin ‘köylüğü’nde doğmuş gibi davranan “Hürriyet” gazetesinin yayın yönetmeni Sedat Ergin, patronu Aydın Doğan’a haber verdiğinde Doğan, Boğaz’ı seyreden terasta viskisini yudumluyordu.
Evin kâhyası şarap almayı unutmuştu.
Sadece Petrus marka şarap içerdi.
Her ne kadar şişesi 10 bin dolar idiyse de bunu düşünecek değildi ya!
Ertuğrul’u mu çağırsaydı…
Onun arabasında her daim birkaç Petrus şarabı vardı.
Aydın Doğan hep merak etmişti; şarap faturalarını Ertuğrul mu ödüyor yoksa temsil giderleri arasında gazeteye mi kakalıyordu?
“Nihayet!” dedi. “Nihayet!”
Müjdeyi şansölyeye verse miydi?
“Nasıl olsa haber almıştır.” dedi.
Kâbus bitmişti.
Yeniden başlıyordu her şey.
Eski günleri, o güzel günleri hatırladı.
Tek eksiğinin erkek evlat olduğu o güzel günlerde her şey yolundaydı.
Mesut Yılmaz’ı ropdöşambırla karşıladığı, uğurladığı zamanları hatırladı.
“Ne günlerdi be!” diye hayıflandı.
Sirkeci’de yedek parça dükkânı olduğu günlerden nerelere gelmişti.
Bir gün az daha kirada oturduğu dükkânın sahibini gırtlaklayacaktı.
Birkaç ay kirasını geciktirince konuya komşuya iyice rezil olmuştu.
Sonra ne olmuşsa olmuş hem kirasını koçlar gibi ödemeye başlamıştı hem de işler bayağı bir düzelmişti.
Ford bayiliği o günlerde gelmişti.
Daha dün gibiydi.
Koçlar kestirmişti sürüyle.
Yine geçmişe daldı.
Ya o şarabını içerken 28 Şubat’ın kudretli ve müstakbel genelkurmay başkanı Çevik Bir’in esas duruşta talimatlarını almasına ne demeliydi?
“Ah ah!” dedi.
Yıllardır Hilton’un bir imar planını halledememişti.
Bir rafineri bile kuramamıştı.
Milyarlarca avro bankalarda repoda bekliyordu.
Şükür bir derdi, sıkıntısı yoktu.
Kredi kartlarına taksit yaptırıyor da değildi.
Ama güç başka bir şeydi.
“Milliyet” ve “Vatan”ı satmak zorunda kalmıştı.
Oysa o hep almaya alışkındı.
Dışbank’ı, İş Bankası’nın kredisiyle almıştı. Petrol Ofisini de İş Bankası’yla birlikte almışlardı. Derken hop gelmişti milyarlarca avrocuklar.
Hilton işi elinde patlamasaydı iyiydi.
Adam miting meydanlarında bas bas bağırmıştı Hilton arazisi ile ilgili.
Ya şu zıpçıktı Fatih Altaylı’ya ne demeliydi?
Yok efendim hiçbir yolsuzluğa göz yummazmış!
“Ulan senin…” dedi. Sevincinin ortasında bile aklına geldiğinde ifrit olmuştu Altaylı’ya.
Keşke şu Altaylı’yı, eşek Altaylar’dan gelinceye kadar bir pataklatsaydı.
Sanal âlemde ne diyorlardı: Yok insanın bilmem kaç kemiği varmış, o kadar kemiği dururken, gele gele gelip biri kalbini kırarmış.
Altaylı da hem kalbini kırmış hem de ne kadar süfli biri olduğunu ortaya koymuştu.
TV’de her seyrettiğinde kanı tepesine sıçrıyordu Altaylı’yı.
Almanya’da her yıl kanını değiştirdiği kliniğin doktorları, “Stresten uzak dur.” diyorlardı.
Söylemesi kolaydı tabii…
Ne de olsa “Deccal”le aynı ülkede yaşamıyorlardı bu doktorlar.
Hemen medya yöneticilerini çağırdı.
Adının, olabildiği kadar bütün gazete ve dergilerin künyelerine en büyük puntolarla yeniden yazılmasını emretti.
Bütün televizyon kanallarında en hızlı, ritmi en yüksek programlar yayımlanmasını söyledi.
Ertuğrul’a en iyi arka kapak güzeli fotoğrafını, ön sayfaya taşımasının iyi olacağını hatırlattı.
Ertuğrul Özkök, tam o anda en son aldığı Petrus şaraplarını yine gazeteye ödettiğini düşünüyordu. Maaşından ödeyecek olsaydı kredi kartına taksit yaptırmak zorunda kalırdı.
Amiral gemisinden indiğinden bu yana arayan soran kalmamıştı neredeyse.
Neredeydi o Manukyan’ın dükkânının telefonu gibi çalan telefonlarının olduğu günler…
Genelkurmayın basın müşaviri bile nazlanıyordu telefonuna çıkmak için.
Bakanlar açmıyordu telefonunu; oysa o bakanların telefonunu açmazdı geçmiş zamanlarda.
Ertuğrul Özkök, sevinçten Petrus şaraplardan birini çoktan midesine indirmişti.
Kafası hafif değil, bayağı dumanlanmıştı.
Aydın Doğan, Rahmi kardeşine verdi haberi.
Duymuş olabilirdi Rahmi.
Olsun, dedi. Hiç olmazsa geyik yaparız! diye düşündü.
***
Rahmi de sevinçliydi.
Ona da Türkiye’yi dar etmişti.
O da onursal başkanlığa terfi etmişti kendi holdinginde; bir de yetmiyormuş gibi tekneyle kendini denizlere atmıştı.
Yanılıp “Bir milyar doları var.” demişti bir canlı televizyon yayınında galeyana gelerek.
Zaten hiç hazzetmezdi televizyon yayınlarından.
Olacak olmalıydı ya.
Olmuştu.
Sonra bu beyanını kös kös yalanlamış ve ardından kâbus günleri başlamıştı.
Topu topu 15 yılda bir TÜPRAŞ’a konabilmişlerdi, bir de zar zor Yapı Kredi’yi almayı başarmışlardı.
Eğer Karamehmet her şeyi birbirine karıştırıp işlerini içinden çıkılmaz hâle getirmesiydi o da mümkün olmazdı ya…
İşler kesattı.
Devletin bütün ihalelerinden dışlanmışlardı.
‘Cillop’ gibi işler yeni yetme adamlara veriliyordu.
“Aldık!” diye sevindikleri işler bile iptal ediliyordu.
Otoyol ve köprü özelleştirmesinde yanlarına Murat Ülker’i almışlardı oysa.
Yoksa patron Murat Ülker’i de mi çizmişti?
Rahmi, Murat, Pensilvanya’nın parasını işlettiği için mi yedi çiziği? diye düşündü.
Turkcell işinde de Murat’a geçit vermemişti “Deccal”.
***
ABD Ankara Büyükelçiliği acil koduyla başkentlerine haberi bildirdiklerinde ABD başkanı uykusunun en güzel yerindeydi.
First lady, henüz Beyaz Saray’daki gecelere alışamamıştı.
Kocası da traktör gürültüsünü andıran bir gürültüyle horluyordu.
Bin kere söylemişti ameliyat olmasını.
O ise sızlanmıştı. Yok kan tutuyormuş, yok korkuyormuş…
Kulaklarına pamuk tıkamayı denemiş, olmamıştı, kocasının burnuna bant takmıştı o da olmamıştı.
Beyaz Saray’ın başkanlık sekreterleri hangi durumlarda başkanın uyandırılması gerektiğini çok iyi biliyorlardı.
Fethullah Gülen’in kırmızı bültenle aranıp INTERPOL üzerinden istenmesi ve Türkiye’nin bu konuda ısrarcı olması Türkiye ile ilişkileri germişti.
Fethullah Gülen gibi küresel bir şebekenin liderini nasıl kelepçeleyip teslim edebilirlerdi?
Yüzlerce ülkeye nasıl ellerini kollarını sallayarak girebilirlerdi Fethullah Gülen olmazsa?
Orta Asya’da ve Uzak Doğu’da Rusya’yla Çin’i nasıl kuşatabilirlerdi?
Geçmişte Fethullah Gülen, araları bozulduktan sonra defalarca Beyaz Saray’a haber gönderip “Uzun Adam” konusunda uyarmıştı kendilerini.
Beyaz Saray sekreteri, haberi kahvaltıda vermeye karar verdi.
Ankara büyükelçiliği acil koduyla göndermiş olabilirdi mesajı ama kendilerinin acelesi yoktu.
***
Fethullah Gülen’in yakın çalışma arkadaşlarından Osman Şimşek, Hocaefendi’nin yerine geçen adama bir türlü ısınamamıştı.
PKK’nın Hocaefendi’nin cenazesine yaptıklarından ötürü Türkiye’den tekrar ABD’ye dönmüş hatta Türk vatandaşlığından da çıkmıştı.
Hocefendi’nin yokluğuna alışamamıştı.
Hocaefendi’nin ölümünden sonra çok büyük bir kriz yaşanmıştı Hizmet Hareketi’nde.
Hele merkez üsleri Türkiye’de, darbeler, bel kemiklerini bile kırmıştı.
Bir avuç şakirt kalmıştı; onlar da yeraltına çekilip uyuyan hücrelere dönmüştü.
Hareketin başta “Zaman”, “Today’s Zaman”, “Meydan”, “Millet”, Samanyolu, STV Haber, Mehtap TV, Irmak TV, Gaziantep’ten Kürtçe yayın yapan Dünya TV, Cihan Haber Ajansı olmak üzere Türkiye’deki bütün medya organları, TMSF’ye devredilmişti.
Hizmet Hareketi’nin fonlarını yöneten Gaziantep’teki Nakıpoğlu, Kayseri’deki Boydak ailelerinin ve Hocaefendi’nin “tebessümüne tüm varlığını bağışlayacağını” söyleyen Akın İpek’in tüm mallarına MASAK raporları çerçevesinde kara para olduğu gerekçesiyle el konmuştu.
Rahmetli Hocaefendi ne gülmüştü Akın İpek’in o cümlesine.
“Köftehor!” demişti. “Benim paramı mı bana bağışlıyorsun!”
Kaynak Holding ve Bank Asya’nın içinde olduğu hareketin tüm okulları, şirketleri, vakıfları ve üniversiteleri de devletin kontrolüne geçmişti.
“Uzun Adam” Afrika, Orta Doğu, Uzak Doğu, Orta Asya, Asya’daki bütün devlet başkanlarını ve ülkeleri ziyaret ettiğinde sonuç alıcı hamleler yapmıştı.
Çoğu okulları kapanmış, ticaret imkânları azalmıştı.
Eskiden Pensilvanya’ya gelenlere/gelmek isteyenlere bazen aylar sonrasına randevu veriyorlardı.
Şimdi kapılarını ancak yerel güvenlik birimleri, CIA ve FBI’ın alt düzey elemanları ziyaret ediyordu. Onlar da üst perdeden “hiçbir işe yaramadıklarını” eskiden ima ederken son zamanlarda yüzlerine söylemeye başlamışlardı.
Türkiye’den aldıkları en son haberi büyük bir yaranmışlıkla vermişlerdi ama o da bir işe yaramamıştı.
Onlar haberi ABD’nin Ankara Büyükelçiliğinden önce alıp hem FBI’ya hem CIA’deki refiklerine bildirmişlerdi.
Hemen her ülkede onaramayacakları darbeler almışlardı.
Sözde dostları birer birer terk etmeye başlamıştı hareketi.
Devşirdikleri kalemşörler, başta Ahmet Turan Alkan, Mümtazer Türköne, Şahin Alpay, Nazlı Ilıcak, Ali Bulaç olmak üzere hepsi tekkeyi terk etmişlerdi.
Osman Şimşek “Nereye gömecekler acaba?” diye sordu kendi kendine.
Uzaktan kumandayı aldı.
Gayriihtiyari 1’i tuşladı. Samanyolu Haber 1 numarada kayıtlıydı.
Hocası dünyayı hep Samanyolu Haber’den izlerdi.
Ama o da artık “havuz medyası”na katılmıştı.
Silmemişti hâlâ.
Nostaljik olarak devam ettiriyordu.
***
Emine Erdoğan, Çamlıca Camisi’nin haziresine gömüleceğini söylemişti eşinin.
Recep Tayyip Erdoğan bir insan ömrüne sığdırılamayacak kadar çok iş başarmıştı.
İstanbul Büyükşehir belediye başkanı seçilmişti ilk olarak.
Üç hükûmet kurmuş, başbakanlığını yapmıştı.
Halkın seçtiği ilk cumhurbaşkanı olmuştu.
Türkiye başkanlık rejimine geçmiş ve iki defa başkan seçilmişti.
Bir tek muhtar olamamıştı!
Başkanlığının ikinci döneminde de TBMM, dört partinin yasa teklifi ile Meclisin manevi şahsiyetine mündemiç, ilga edilmiş hilafeti ihya ederek kendisini Cumhuriyet Dönemi’nin ilk halifesi ilan etmişti.
Tel Aviv’den Londra’ya, Berlin’den Paris’e, Riyad’dan Tahran’a, Yeni Delhi’den Pekin’e, Moskova’dan Washington’a dünya ayağa kalkmıştı.
Fener Rum patriğinden Vatikan’a, Anglikan Kilisesi’nden Mormonlara kadar TBMM’nin hilafeti ihya etmesi protesto edilmişti.
Ama 100 milyon nüfuslu Türkiye’nin ve yeryüzündeki tüm Müslümanların tek bir yürek olarak hilafeti sahiplenmesi karşısında çok da çığırtkanlık yapamamışlardı.
Özellikle Hint Müslümanları -Keşmir başta olmak üzere- destek yürüyüşleri yapmıştı.
Arakan, Keşmir, Doğu Türkistan, Aşkabat, Duşanbe, Taşkent, Bişkek, Şam, Halep, Musul, Kerkük, Necef, Tahran, Bakü, Kahire, İskenderiye, Trablusgarp, Marakeş, Somali, Bosna, Kosova, Berlin, Kudüs, Kuzey Londra, Kuzey Kıbrıs, Nahçıvan ve Köln’de kalabalık yürüyüşler tertip edilmiş, dünya Müslümanlarının hilafete destekleri Türkiye’ye moral olmuştu.
Recep Tayyip Erdoğan halife olarak Yemen, Irak, Suriye, Libya, Mısır, Sudan, Nijerya, Somali ziyaretleriyle buralardaki iç savaşlara son vermiş ve bu ülkeler İslam Milletleri Topluluğuna katılarak yeni bir dünyaya adım atmışlardı.
İslam dinarı tedavüle sokulmuş, dünyanın beşten büyük olduğu ortaya çıkmış, Malezya, Mısır, İran ve Türkiye BM Güvenlik Konseyine girmişti.
İslam ülkeleri arasında gümrük birliğine geçilmiş, Nahçıvan Paktı kurularak savunma alanında yeni bir dünyanın temeli atılmıştı.
Şii-Sünni çatışmaları İran’la girişilen müşterek çabalar sayesinde sona ermiş, Vahhabilik, Suudi Arabistan’ın resmî ideolojisi olmaktan çıkmıştı.
Türk ordusu 120 yıl sonra Kudüs’e girmiş ve üç dinin mukaddes şehrini yeniden huzurun ve esenliğin başkenti yapmış, Mescid-i Aksa’daki İsrail postalları sökülüp atılmıştı.
Mekke ve Medine yeniden eski sadeliğine kavuşmuş, Kâbe’nin etrafına hoyratça yapılan binalar sessiz sedasız yıkılarak Mekke’ye yakışan sükûnet sağlanmıştı.
Dünyanın en ücra köşesinde yaşayan bir Müslüman’ın gözyaşından ve kanından halife kendini sorumlu ilan etmişti.
ABD, Avrupa ve Rusya’da İslam düşmanlığı sona ermiş, bu durum Hristiyanlar için de bir ferahlık getirmişti.
Kudüs’ün yeniden üç dinin huzur şehrine dönüşmesinden sonra, İsrail ordusu silahlardan arındırılmış, başkenti Tel Aviv olan bir Yahudi kantonu kurulmuştu.
Mervan Barguti, İsrail zindanlarından çıkmış, Filistin devletinin ilk devlet başkanı seçilmişti.
Halid Meşal başbakan, İsmail Haniye dışişleri bakanı olmuştu.
Fergana Vadisi’nden Fizan’a, İsfahan’dan Keşmir’e, Halep’ten Kosova’ya, Bosna’dan Hakkâri’ye tüm İslam havzasında büyük bir kalkınma seferberliği baş göstermişti.
Müzikten mimariye, edebiyattan şehirleşmeye İslam medeniyeti yeniden dünyaya hayat vermeye başlamıştı.
Yoksulluk ve faizle mücadele başlatılmış, Kahire başta olmak üzere mezar evlerde, gecekondularda, çarpık konutlarda yaşayanlar insan hak ve onuruna yaraşır yerleşim birimlerine taşınmıştı.
***
Recep Tayyip Erdoğan sabah namazını kıldıktan sonra iki sayfa Kur’an okumuş, ardından günlük programına göz atmıştı.
Rusya devlet başkanını saat 11.00’de kabul edecekti.
Rus devlet başkanı, ABD başkanının ricasını iletecekti.
Başkan, Türkiye’nin IMF’den ayrılma isteğini yeniden gözden geçirmesi için aracılık yapıyordu.
Oysa kendisi bırak IMF’de kalmayı, eski dünyanın sömürge aygıtı bu kurumun lağvedilmesinden yanaydı.
Sert bir lodos dalgasının sesiyle pencereden Boğaz’a baktı.
Hilafet ilan edildikten sonra Dolmabahçe Sarayı’nı hem konaklamak hem de devletin işleri için kullanmaya başlamıştı.
Emine Hanım yan dairede kalan torunlarına bakmaya gitmiş olmalıydı.
Güneş doğmuştu.
Pencereye yürüdü.
Bahar göz kırpmaya başlamıştı.
Ne çok bahar görmüştü.
Saatine baktı.
Güneşin doğmasının üzerinden yaklaşık bir saat geçmişti.
İki rekât kuşluk namazı kılmak istedi.
Seccadesine yöneldi. Tekbir aldı. İlk rekâtta Yasin Suresi’ni okumaya başladı.
Uzun uzun okudu. Gözleri yaşardı.
Rükûya eğildi, secdeye vardı.
Ve secdeden kalkamadı.
Emine Hanım ilk gördüğünde namaz kıldığını düşündü.
Hafif yan tarafa doğru düştüğünü görünce kalp krizi geçirdiğini zannetti.
Yanına yaklaştı.
Recep Tayyip Erdoğan kuşluk namazı kılarken secdede vefat etmişti.
Emine Hanım, yarım asırdan fazla yol arkadaşlığı yaptığı eşinin ölümüne içli içli ağlamaya başladı.
Zor zamanlardan geçerek, zor zamanlarda konuşmuşlar, çile çekmişler, birbirlerine göz kulak olup kol kanat germişlerdi.
Ayrılık günü gelmişti demek.
Sakin bir şekilde kocasını seccadeye yatırdı.
İslam milletinin 21. yüzyıldaki ilk halifesi Rabb’ine yürümüştü.
Görevlilere haber verdi.
Başkan Yardımcısı Ahmet Davutoğlu’nun haberdar edilmesini söyledi.
Acı haber kısa zamanda yayılmıştı.
Cenaze namazı Çamlıca Camisi’nde kılınacaktı öğle vakti, vasiyeti gereği.
Devlet töreninde bando, mızıka, boru trampet yoktu artık, o yüzden devlet töreni de yapılacaktı.
Ahmet Davutoğlu saraya yeni intikal etmişti.
Cenaze için bir gün beklenmesi gerektiğini anlattı.
Yurt dışından geleceklere zaman tanınması gerektiğini belirtti.
Başta THY olmak üzere İstanbul’a seferi olan tüm hava yolu şirketlerinin bütün uçakları dolmuş, ek seferler konmuştu.
İnsanlar bulabildikleri her vasıtayla akın akın İstanbul’a geliyorlardı.
TCDD’nin yapıp işlettiği Musul-Kerkük, Kudüs-Şam-Halep, Tahran-Tebriz hızlı trenlerinde yer yoktu.
TCDD ek seferler koymuştu.
Bosna, Mostar, Priştine, Arnavutluk, Batı Trakya, Bulgaristan, Makedonya’dan otobüslerle insanlar İstanbul’a akın ediyorlardı.
İstanbul valisi geçici olarak olağanüstü hâl ilan etti.
Üçüncü havaalanının park yerleri çoktan dolmaya başlamıştı.
Diğer iki havaalanında da benzer bir durum yaşanıyordu.
Boğaz’daki üç köprü, Marmaray ve tüp geçitlerde otobüs, özel araç ve demir yolları harıl harıl Anadolu yakasına insan taşıyordu.
İDO’nun koyup işlettiği Tel Aviv, Hayfa, Lazkiye, Antakya, İskenderun, Mersin, Antalya, İzmir, Söke, Çeşme, Ayvalık, Ecebat’tan, Odesa, Köstence, Varna’dan, Soçi, Batum, Trabzon ve Samsun’dan kalkan deniz otobüsleri bir süre önce Recep Tayyip Erdoğan tarafından açılan Kanal İstanbul’dan İstanbul’a giriyorlardı.
Genelkurmay başkanı tören elbisesini giymişti.
Seçilmiş ilk cumhurbaşkanı, Türkiye Devleti’nin ilk başkanı, TBMM’nin halife ilan ettiği Recep Tayyip Erdoğan’ın cenaze namazını o kıldıracaktı.
İstanbul, İstanbul olalı böyle bir gün yaşamamıştı.
İslam ülkelerinin bütün devlet başkanları, Avrupa devletlerinin liderleri, bilinen bilinmeyen bütün ülkelerin temsilcileri cenaze namazına gelmişti.
Recep Tayyip Erdoğan yeni yüzyıla kalıcı tesirler bırakarak ölmüştü.