Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Kefensiz Gömülenler»

Font:

Bu kitap,

Âzat Türkistan yolunda kızıl kurşunlara hedef olarak kefensiz gömülmüş “Tirik Ruhlar” Mahmudhoca Behbûdî, Çolpan, Fıtrat, Kâdirî, Gazi Âlim Yunusoğlu, Osman Nâsır, Ubeydullah Hocayev gibi masum ve mazlum milyonların aziz hatıralarına ithaf edilmiştir.


SÖZ BAŞI

Özbek şair ve yazar Şükrullah Yusufoğlu’nun “mâtemnâme” diye tarif ettiği Kefensiz Kömilgenler adlı romanı, Stalin döneminde Sovyetler Birliği’nde yaratılan korku toplumunun facialarla dolu hikâyesini anlatır. Yazar bize, eserinde bizzat şahit olduğu yaşanmış olayları anlatmaktadır. Eser boyunca isimleri zikredilen kişiler, gerçek şahsiyetlerdir. Aynı şekilde olayların cereyan ettiği yerler de hayalî yerler değildir. Bu, insanlığa dünya cennetini vaat eden, ancak netice itibariyle acı, gözyaşı ve ölümden başka hiçbir şey vermeyen Sovyet ideolojisinin, yüz milyonlarca insanı kendi şahsî hayatları, kendi şahsî düşünce ve hayalleri olmadan yaşamaya mecbur ettiği bir dönemdir.

Romanda, Rusların patronu olduğu parti diktatörlüğünü kurmak ve devam ettirmek için herkesi hiç itirazsız mutlak itaate zorlayan, parti ideolojisi dışındaki fikirleri asla kabul etmeyen, şüphe belirtisi taşıyan “acaba” sorusunun sorulmasına dahi tahammül göstermeyen, buna rağmen soru sormak cesaretini gösterebilenlerle birlikte hatta soru sormak ihtimali bulunanları bile hiç yaşamamış sayarak en ağır şekilde cezalandırıp yok eden bir idare anlayışı gözler önüne serilir. Yazar bu manzarayı tarif ederken bütün insanlığın bundan ibret almasını ve bir daha böyle bir felâketle karşılaşılmaması için dikkatli davranılmasını ister. Yazarın tarifine göre, bütün Sovyet imparatorluğu bir hapishane manzarası arz etmektedir. Sovyet imparatorluğunda herkes mahkûmdur; herkes, kaderini parti diktatörlerinin belirlediği, geçmişi ve geleceği olmayan adi bir eşya durumundadır. Roman bize, esas itibariyle Sovyet edebiyatının genel karakterini, her meslekten ve her milletten milyonlarca masum insanın Sovyet hapishanelerinde ve Sibirya’daki çalışma kamplarında hangi sebeplerle ve nasıl mahvedildiğini göstermektedir.

Kitabın başında, yazar Şükrullah Yusufoğlu’nun hayatı ve eserleri hakkında kısa bilgi verilmiştir. Birinci Bölüm’ü teşkil eden Kefensiz Kömilgenler romanının metninden sonra, bir başka Sovyet şairinin hayatı ve âkıbeti hakkında kaleme aldığımız “Bir Şairin Hazin Hikâyesi: ÖZBEK ŞAİR OSMAN NÂSIR’IN HAYATI” ve “TÜRKİSTAN’DA ‘KIZIL KIRGIN’ KURBANLARI” adlı iki yazı, romanda anlatılan olayların sebep ve sonuçlarını geniş surette ele alması sebebiyle kitaba “İkinci Bölüm” olarak dâhil edilmiştir. Şükrullah Yusufoğlu, eserlerini severek okuyup ezberlediği ve şiirde kendisine örnek aldığı Osman Nâsır’ın adını eserinin birçok yerinde telâffuz etmektedir. O da tıpkı Şükrullah gibi benzer sebeplerle tutuklanmış, Sibirya’ya sürgün edilmiştir. Şükrullah ölmeden evine dönebilmiş, Osman Nâsır ise bir daha Türkistan’ı görememiş, Sibirya’da kefensiz gömülmüştür.

Bengü Yayınları mensupları kitabı yayımlamak nezaketini gösterdiler. Bu sebeple, yayında hizmeti geçen herkese teşekkür ediyorum.

Prof. Dr. Şuayip KARAKAŞ
İstanbul Aydın Üniversitesi Öğretim Üyesi
İstanbul-2021

ŞÜKRULLAH YUSUFOĞLU VE ESERLERİ HAKKINDA

Hayatı

Şükrullah Yusufoğlu’nun hayatı ile ilgili bilgiler, 2006 yılında tarafımıza yazdığı “Özim Hakımda” başlıklı mektubu, kendisinin Kasasli Dünya (Taşkent 1994) ve Yahşilikniŋ Cezâsı-Cevâhirat Sandığı (Taşkent 1995) adlı kitapları ile kendisi hakkında yazılmış yazılardan müteşekkil Umrbâkiylik-Şükrullâ İcâdınıŋ Turfa Kırraları (Taşkent 2001) ve Sâbir Mirveliyev’in Özbek Edibleri (Taşkent 1993) adlı kitaplardan derlenmiştir.

Şair Şükrullah Yusufoğlu, 1921 yılında Taşkent’te dünyaya gelmiştir. Babası Hâfız Yusuf, demiryolu idaresinde sağlık memuru olarak çalışan ve görevli gittiği Sırderya boylarında kızamık, çiçek, veba gibi bulaşıcı hastalıklara karşı aşı yapan dindar bir hekimdir.1 Gafur Gulam’ın anlattığına göre, babası Arap ve Fars dillerini biraz bilen2 ve aynı zamanda şiir ve mûsıkîyi de sevdiği için edebiyat ve sanat erbabı kimselerle de dostluğu bulunan bir şahsiyettir.3 Hâfız Yusuf’un evi, âlim ve müderrislerin de toplanarak tefsir, hadis gibi dinî ilimlerin yanı sıra Ali Şîr Nevâî’nin eserleri hakkında sohbetler ettikleri bir mekândır. Bu dostlarından biri, hâne sahibinin bir oğlunun dünyaya geldiğini duyunca, şu dört mısraı söyleyerek doğumuna tarih düşürür ve çocuğa “Şükrullâhan” adını verir:

 
“Birâderimge beribdi tâzeden cân,
Ömr-i azîzige bersin aman.
Târîh-i tevellüdi nâmı cüz olub,
Kemâlige yetsin Şükrullâhan.”
 

Pavel Ulyaşov’a anlattığına göre, şairin annesi Zeynep Hanım da malûmat sahibi bir kadındır. Mahalledeki çocuklara okuma-yazma öğretir, Nevâî, Fuzûlî gibi klâsik şairlerin gazellerini ezberinden okur. Şair, annesinden bahsederken, bu aydın kadının “ilk öğretmeni” olduğunu, şiirdeki kafiye ve durakları çocuk yaşında ondan öğrendiğini, “şiirin âhengini kulağına ilk üfleyen”4 kişinin de annesi olduğunu söyler. Şair, kendi ifadesine göre, çocuk yaşlarından itibaren “daima şiir muhitinde yaşamıştır.”5 Babası Hâfız Yusuf, mesleği gereği hekim olarak şehir şehir dolaşıp evde çok az bulunduğu için Şükrullah’ın terbiyesiyle daha ziyade annesi meşgul olur.6

Şair, 1935 yılında Taşkent Pedagoji Bilim Yurdu (=Öğretmen Okulu)’ndan, mezun olunca, Karakalpakistan’da köy öğretmeni olarak çalışmaya başlar. Birkaç yıl sonra girdiği Taşkent Devlet Pedagoji Enstitüsü’nün Özbek Dili ve Edebiyatı Bölümü’ndeki eğitimini 1944 yılında tamamlayıp Filoloji Fakültesine asistan olur.7 İkinci Dünya Savaşı devam ederken askere alınır; fakat enstitüde son sınıfta okuduğu için Almaata’dan Taşkent’e geri gönderilir.8 Bundan sonra bir süre Taşkent Devlet Dârülfünûnu’nda yüksek lisans eğitimine devam eder. Fransız komedi yazarı Molière’in eserleri üzerindeki ilmî çalışması yarım kalır. Savaştan sonraki yıllarda Taşkent’te çeşitli matbaa ve yayınevlerinde çalışır.

Pedagoji Enstitüsü’nde okuduğu yıllarda, eserlerini severek okuduğu Süleyman Çolpan, Abdullah Kadirî, Osman Nâsır gibi şair ve yazarlar, Sovyet rejimini kabul etmeyen millî aydınlar olarak tasfiye edilirler. Şükrullah da 1930’ların sonlarına tesadüf eden bu “katağan” (= ağır baskı ve katliam) yıllarında ilk şiirlerini yazmaya başlar. Şiir yazarken Çolpan ve Osman Nâsır’ı kendisine örnek alır, onların üslûbunu devam ettirmeye çalışır.9 İlk gençlik yıllarında, Pedagoji Bilim Yurdu (= Öğretmen Okulu)’nda okurken, şair Osman Nâsır’ın yeni yayımlanan her eserini kısa zamanda ezberler; ezberlediği bu şiirleri, sohbet toplantılarında heyecanla okur. Kendisi, bu şairlerin tesirinden söz ederken, “Bizi, Osman Nâsır gibi şairlerin eserleri edebiyata soktu,” demektedir.10 Şair, o yılları mektubunda şu cümlelerle hatırlamaktadır: “O yıllarda, Özbek halkının en müstesna kabiliyet sahipleri olan Abdullah Kâdirî, Çolpan ve bilhassa şiirlerini severek ezberlediğim Osman Nâsır’ın milliyetçi ve halk düşmanı suçlamasıyla hapsedilmeleri, beni son derecede kaygılandırmış ve tarif edilmez derecede öfkelendirmişti. Bu üzüntüm, bu öfkem, 1938-1939 yıllarında enstitüdeki öğrenciliğim sırasında şu dört mısradan ibaret şiir hâlinde kalbimi yarıp çıkmıştı:

 
Vücudumu dilip pâre pâre
Eyle, asla vicdanımı satmam,
Halk derdini yerleştirdim gönüle,
Öldür, ölümden de dönmem.
 
 
Vücudumnı tilib tilke-tilke,
Aslâ, vicdânımnı satmaymen!
Halk derdini câyladım dilge,
Öldir, ölimden hem kaytmaymen.
 

Özbek halkının en iyi ve en masum evlâtlarını Sovyet hükûmetinin, halk düşmanı ve milliyetçi diyerek iftira ateşinde yaktığı o dönemde böyle bir şiiri âşikâr etmek, Sovyet hükûmetinin siyasetine karşı isyan sayılırdı ve şairin kendi canına kastetmesi mânasına gelirdi.”

Şair, ilk şiir ve destanlarının Özbekistan basınında 1938-1939 yıllarında çıkmaya başladığını da mektubunda haber vermektedir. Sâbir Mirveliyev, Şükrullah’ın “Baht Kânunu” adlı ilk şiirinin 1939 yılında neşredildiğini kaydetmektedir.11

Şükrullah, 1946 yılında, Gafur Gulam ve Aybek’in tavsiyesiyle Yazarlar Birliği’ne üye kabul edilir. O sırada Aybek Yazarlar Birliği’nin başkanıdır; Şükrullah da müşavir tayin edilir. Aynı yıl Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi Sekreteri Andrey A. Jdanov (1896-1948)’un ideolojiden sapma ve kozmopolitizm hakkındaki açıklaması ve Leningrad’da yayımlanan edebî dergiler hakkında alınan tedbir, bütün şair ve yazarlarla birlikte bilhassa Şükrullah gibi sanat hayatına yeni atılmış olan gençleri endişeye sevk eder. Herkeste bir tedirginlik başlar. O günlerde Şükrullah’ın kendisinden Şark Yulduzı dergisinde yayımlanmak üzere bir şiir istenir. Genç şair, 1939 yılında Karakalpakistan’da öğretmenlik yaptığı sırada Aral denizi için yazdığı “Deŋizde Bir Tün” başlıklı şiirini verir. Bu şiir yüzünden başına gelmedik felâket kalmaz. Bazı tenkitçiler, onun bu şiirini, A.A.Jdanov’un “ideolojisizlik/ideolojiden sapma ve kozmopolitizm” hakkındaki açıklamasına örnek gösterirler. Şair, “şiirde emeğe yer verilmiyor, sadece deniz manzarası methedilmekte,” denilerek suçlanır.12 Şairin felâketine sebep olan bu şiiri şöyledir:

DENİZDE BİR GECE
 
Yavaş yavaş çöktü, gömüldü güneş,
Minik dalgalara gark oldu deniz.
Şafakta kıpkızıl olunca ufuk,
Hüsnünü göz göz kılıp parladı ay-kız.
 
 
Vapur yavaşça süzüldü yerinden,
Dalga gibi canlanıp çırpındı bayrak.
Milyonla yıldız gibi gözleri cezbeder.
İlyiç ışıklarının parladığı sahil.
 
 
Himmet sandığı masmavi açıldı deniz,
Eriyen kalay gibi, nura gömüldü.
Ayın nuru, iz bırakmadan süzülen vapur,
Tıpkı kaymak kesen bir bıçak gibiydi.
 
 
Vapur gider gecenin koynun yarıp,
Göze görünür sadece gök ve su.
Yarım gece oldu ay ağdı sehere,
Sevinçten gözlere girmez uyku.
 
 
O zaman dostlarla şirin sohbetler,
Deniz dalgası gibi canlanırdı.
Zevklerine yeni zevkler katar
İlk seher göğünde cilvelenen yıldız.
 
 
Zemine saçılan gökteki yıldızlar,
Birer birer derilir gibi azalıp bitti.
Denizin sahilinde yanan bir alev gibi
Güneş doğarak kızıl ışıklar saçtı.
 
 
Kızıl bayrak sanki altın renge boyanıp
Gönüllere ferahlık verip dalgalanıyordu.
Aral balıkçısının neşeli türküsünü
Rüzgâr bizim türkülere bağlıyordu.
 
 
Türküler sahili sahile bağlar,
Vatanımın denizi güzellikte eşsiz.
Her nereye varsam mihnet, saadet,
Ergin kızlar gibi görünür güzellik.
 
DEŇİZDE BİR TÜN
 
Aste-aste çökdi, şonğıdı kuyaş,
Meyde tolkınlarge kömildi deŋiz.
Şafakdan ufknıŋ beri kızargaç,
Hüsnin köz-köz kılıb balkıdı ay-kız.
 
 
Parohod sılcıdı este ornıdan,
Tolkınday tavlanıb yelpindi bayrak.
Million yulduzlardek közni tartardı
İlyiç çirakları parlagen kırğak.
 
 
Sehâvet sandığı kök açdı deŋiz,
Erigen kalaydey, nurge çömildi.
Ay nurı, parohod süzedi beiz,
Kaymak keseyatgen pıçakdey edi.
 
 
Parohod baradı tün koynın yarıb,
Közge körinedi fakat âsmân, suv.
Yarım keçe boldı ay ağdı-seher,
Şâdlikden közlerge kelmeydi uyku.
 
 
Hemân dostlar bilen şirin suhbetler,
Deŋiz tolkınıdek alar edi evc.
Zevkleriŋe yene zevkler koşadı
İlk seher kökide yulduz urıb mevc.
 
 
Kökdegi yulduzlar saçılgen teŋe,
Bir-bir terilgendek bitdi kemeydi.
Deŋiz kırğağıda yangen elenge
Kebi kuyaş çıkıb, elvan nur yaydı.
 
 
Kızıl bayrak göya zerge boyalıb,
Dillerge zevk berib yelpiner edi.
Aral balıkçısın şâd koşığını
Bizniŋ koşıklarge yel ular edi.
 
 
Koşıklar kırğaknı kırğakka ular,
Vatanım deŋizi gözellikke bay.
Kayerge barmagıl, mehnet, saâdet
Yetük kızlar kebi körgizer çıray.
 

Şair, sadece tabiî güzellikleri ve deniz manzarasını terennüm ettiği için “idealsizliğe” örnek gösterilerek çok ağır bir şekilde cezalandırılmasına sebep olan bu şiirini, öğretmen olarak çalıştığı yerden Taşkent’e dönerken gemi yolculuğu sırasında hangi duygularla yazdığını şöyle ifade etmektedir:

“Karakalpakistan ve Harezm diyarının güzelliğini gördüm, meftun oldum. Ormanlarında kaplanlar kükrer, adı sanı bilinmedik kuşlar öter. Sabahtan akşama kadar balıkçı şarkılarının yankılandığı ve sadece Özbekistan’ın değil, bütün Orta Asya’nın aynası olan Aral denizinin gönül okşayıcı titreşimleri arasında gemi ile Taşkent’e doğru yol aldım.”13

Komünist Partisi Merkez Komitesinin sanat ve edebiyat hakkındaki kararının bölgelerdeki “icra”sının nasıl takip edildiğini göstermek üzere örnek olarak bu tür şiirlere ihtiyaç olduğu ilân edilmiştir. Aslında bu, 1948-50 yıllarında, aydınların tekrar asılsız suçlamalarla yeniden tasfiyesi için başlatılmış olan bir hazırlıktır.

İşin esası şudur ki, 1930’lu yıllardaki edebiyat politikası, savaş yılları (1941-1945)’nda biraz değişikliğe uğramıştır. Bütün herkesi savaşa seferber edebilmek maksadıyla edebî eserlerde millî konuların ve tarihî büyük şahsiyetlerin söz konusu edilmesine izin verilir. Savaş yıllarında Hamid Âlimcan Mukanna, Aybek Mahmud Târâbiy, Maksud Şeyhzâde ise Celâliddin Mengüberdi adlı dramalarını yazarlar. Aybek de meşhur Nevâiy romanını kaleme alır. Savaştan sonra zafer sarhoşu olan Stalin tanrılaştırılır, aleyhinde konuşmak ve onu tenkit etmek tamamen imkânsız hâle gelir. Artık Komünist Partisinin mutlak hâkimiyeti ve şiddetli baskı politikası altında ezilen yeni bir hayat başlar. Sosyalist ideoloji savaş öncesine nazaran daha şiddetli bir şekilde tatbik edilir, Sovyet rejimini idealleştirme çalışmalarına büyük önem verilir.14 İkinci Dünya Savaşından sonra Komünist Partisi Merkez Komitesi, söz konusu yeni dönemin prensiplerini belirlemek üzere 1946-1948 yıllarında edebiyat ve sanat meseleleri hakkında önemli kararlar alır. Komite, edebiyatın bütün gücünün partiye olan bağlılığından kaynaklandığını tespit ederek, yeni dönemde edebiyatın şu görevleri yerine getirmesine karar verir:

“Sovyet edebiyatının vazifesi, gençlerin parti ideolojisi doğrultusunda eğitilmesi konusunda devlete yardımcı olmak, gençlerin taleplerini karşılamak, yeni nesli güçlü, yaptığı işe inanan, engellerden korkmayan ve her türlü engeli yenmeye hazır kimseler olarak yetiştirmekten ibarettir.”

Kararda, ideoloji karşısında lâkayt davranmanın ve inançsızlığın Sovyet edebiyatı için yabancı ve halkın menfaatleri için zararlı olduğu önemle belirtilir.

“Dünyadaki en ilerici edebiyat olan Sovyet edebiyatının gücü, halkın ve devletin menfaatlerinden başka menfaat gözetmemesindedir. Zaten başka türlü olması da mümkün değildir.”

Merkez Komitesi, şair ve yazarları, hayatı gerçeğine uygun şekilde tasvir etmeye, Sovyet toplumu ve Sovyet insanı hakkında ideolojik ve estetik bakımlardan yüksek eserler vermeye çağırır.15

Şükrullah’ın ilk eserlerini verdiği 1945-1956 yılları arasındaki edebî hayat kısaca değerlendirilecek olursa, bu dönemde parti baskısının edebiyat ve sanatın üzerinde daha da şiddetlendiğini belirtmek gerekir. Komünizm ideolojisi, sanat hürriyetini açıkça boğar. Komünist Partisi sanat hayatına kaba şekilde müdahale eder. Emredici tavırlar sergilemek, yazarları takip etmek, baskı ve işkence altında tutmak suretiyle edebiyat partinin sadık hizmetkârı hâline getirilmeye çalışılır. Maksud Şeyhzâde, Said Ahmed, Şühret, Şükrullah gibi kabiliyet sahipleri haksız yere hapse atılır, bazıları uzak ülkelere sürgün edilirler. Aybek, Mirtemir, Türâb Tola, Mirkerim Âsım gibi yazarlara “milliy mahdudlik”16 damgası vurulur. Sanat hayatına “konfliktsizlik nazariyesi” hâkim olur. Bu nazariyeye göre, Sovyet hayatının sadece olumlu ve güzel taraflarını göstermek ve bu hayattaki zıtlıkları ve çirkinlikleri tasvir etmemek gerekir. Edebî eserde, hayatta ve insanlar arasında görülen çatışmaları tasvir etmek, haksızlıklardan söz etmek, yanlışlıkları ve çirkinlikleri göstermek, Sovyet toplumuna ihanet olarak değerlendirilir. Bu anlayışa muhalefet eden veya muhalefet etmek ihtimali bulunan sanatkârlar takip altına alınır, siyasî suçlu sayılırlar. Siyasetin edebiyata olan bu müdahalesi, sanat hayatında ciddi olumsuzluklara sebep olur.17 Şükrullah, edebiyatı ideolojinin kölesi hâline getiren bu uygulamanın, esas itibariyle “hiçbir şeye aldırmayarak hakikati söyleyen dili keskin insanlardan kurtulmak, böylece bütün herkesi korkutmak” maksadına hizmet ettiğini belirterek, Kefensiz Kömilgenler’de Sovyet sanat anlayışı hakkında şu değerlendirmelerde bulunur:

“Semerkand, Buhara, Hive gibi şehirleri kuran ve büyüklüğü karşısında çağların hürmetle eğildiği Nevâî, Uluğbey ve Bâbür’leri yaratan Özbek halkına cahil, yoksul, dilenci denilmesi doğru mu? Hayır, bu doğru değil, diyebilir misiniz? Diyemezsiniz! Niye? Başka bir ülkenin radyosunu dinlediğinizi birisine açıkça söyleyebilir misiniz? Bizde din hürriyeti yok, diyebilir misiniz? Söyleyin de görün! Söyleyemezsiniz! Fakat içinizden bütün bunların doğru olmadığını hissediyor musunuz? Hissediyorsunuz! Sadece siz değil, başkaları da hissediyor mu? Hissediyor! Eğer siz de, o da, kısacası çoğunluk bu memnuniyetsizliği dile getirecek olursa, o zaman ne olur? Bu, açık bir memnuniyetsizliğe dönüşmez mi? O zaman ne olur? Ne olacak, memnuniyetsizlik had safhaya ulaşır. Sonunda halk isyan eder. Böyle bir tehlikenin önünü almak için ne yapmak gerek? Tek çare, halkı korkutmak! Bunun için seni de, beni de hapsediyorlar. Hiçbir şeye aldırmayarak hakikati söyleyen dili keskin insanlardan kurtulmak, böylece bütün herkesi korkutmak.” (s. 74)

“Yani kendi sevdiğin, kendi zevk aldığın, kendi hakikat saydığın şeyleri değil, sadece başkalarının hoşuna gidecek şeyleri terennüm etmen gerekiyor. Hayata kendi gözünle değil, başkalarının gözüyle bakman gerekiyor. Ancak o zaman eserlerin ideolojik ve halkçı sayılır, övgüye lâyık görülür. Ancak o zaman ödüller de, makam ve mevkiler de senindir; meclislerin aranan kişisi ve baş tacı olursun. Ancak o zaman seni başka ülkelere güvenerek gönderirler. Aksi hâlde başın tenkitten kurtulmaz, yazdığın eserler basılmaz, sen de daima gözaltında yaşarsın.

Sen eğer bu durumu halkı aldatmak, okuyucunun zihnini bulandırmak ve aşağılanmaya alıştırmak olarak görür de feryat etmeye kalkarsan, hata etmiş olursun. O zaman seni sosyalist gerçekçiliğe karşı çıkmakla suçlarlar. Mahkemenin beni itham ettiği suçlardan biri de bu oldu.” (s. 91)

“İster tutuklulukta olsun, ister âzatlıkta olsun, bir Sovyet şairinin bundan farklı düşünmesi, bundan farklı yazması mümkün değildir. Sovyet basınında hayattan şikâyet eden karamsar şiirler basılamaz.

Eserinin yayımlanıp okuyucuya ulaşmasını isteyen bir sanatkârın, kendi gördüklerini, kendi bildiklerini, bizzat gönlünden geçenleri değil, hayatın çirkinliklerini, noksanlıklarını değil, bilâkis Komünist Partisinin programına uygun şekilde davranarak övgüye değer güzel ve faydalı taraflarını yazması gerekir.

Henüz komünizme erişmişliğimiz filân yok! Hayatımızda eksiklikler, haksızlıklar, adaletsizlikler, rüşvet alıp vermeler, hırsızlıklar yok mu, diye sorulacak olursa, bu sadece bizim toplumumuza mahsus tipik bir durum değil, diyerek yine karşı tarafı suçlarlar.” (s. 151)

Hulâsa etmek gerekirse, sosyalist realizmi yegâne sanat metodu olarak kabul eden Sovyet edebiyatını, emirle yazdırılan, hakikat karşısında susturulup kalemleri zincire vurulan bir edebiyat olarak, aşikâr edilmesine fırsat verilmeyip söndürülen fikir ve hayallerin edebiyatı olarak anlamak lâzımdır.

Bu sıkıntılı dönemde Şükrullah’ın ilk önemli eseri saydığı Çallar adlı destanı 1947 yılında, ilk şiir kitabı olan Birinçi Defter adlı eseri ise 1948 yılında yayımlanır.18 İkinci şiir kitabı olan Kalb Koşıkları ise 1949 yılında yayımlanır.19 Şair, Şark Yulduzı dergisinde yayımlanan “Deŋizde Bir Tün” adlı söz konusu şiirinde, partiyi ve parti ideolojisini terennüm etmediği için, Stalin’i övmediği için, ideolojiden uzaklaşıp kozmopolit sanat anlayışına meyletmesine karar verildiği için 1951 yılı başında tutuklanır. Zira Sovyet ideolojisi, sanatın sadece kendisine hizmet etmesini kabul etmekte, tabiat güzelliği karşısındaki ferdî heyecanlara bile tahammül göstermemektedir. Sovyet sanat anlayışına göre, sanatkâr, eğer eserinde tabiî güzelliklerden bahsetmek istiyorsa, bu güzelliklerin Komünist Partisinin ve komünizmi kurma yolunda sarf edilen emeğin eseri olduğunu mutlaka belirtmek zorundadır. Buna göre, Şükrullah ideolojiye aykırı davranarak siyasî suç işlemiş sayılmaktadır.

Özbek edebiyat tarihçisi Prof. Dr. Naim Kerimov, Kefensiz Kömilgenler kitabından söz ederken, “Kızıl saltanatın kanlı dâhisi” dediği Stalin’in 1950’li yılların başlarında tutuklamalara tekrar hız verdiğini kaydettikten sonra, önce 13 Haziran 1950 tarihinde Til ve Edebiyat Enstitüsü’nde memur olarak çalışan Abdurrahman Alimuhammedov’un tutuklandığını bildirmektedir. Ondan sonra sırasıyla 28 Kasımda Abdurrahman Alimuhammedov’un kardeşi Nebi Alimuhammedov, ertesi gün Şükrullah’ın enstitüden edebiyat hocası Profesör Hâmid Süleyman, iki gün sonra Mirzakalan İsmailî, iki ay sonra 25 Ocak 1951 günü Şükrullah, 10 Şubatta Şühret, 26 Şubatta Mahmud Muradov, 28 Şubatta Meli Cora tutuklanırlar. Bunlardan başka, yine aynı günlerde Maksud Şeyhzâde, Mirkerim Âsım, Yangın Mirza, Ne’met Taşpolat gibi tanınmış şair ve yazarlar da çeşitli bahanelerle tutuklanmışlardır. Bir yıl devam eden sorgulamalardan sonra, 29 Ocak-1 Şubat 1952 tarihleri arasında görülen mahkeme, bu kalem sahiplerinin hepsini birden yirmi beşer yıl hapis cezasına çarptırır. Böylece Kefensiz Kömilgenler kitabının yazarı Şükrullah, 31 yaşında “halk düşmanı” olarak ebedî buz ülkesi olan Sibirya’ya sürgün edilir.20

Baskı altında tutmalar, tutuklamalar, hapisler, sürgünler ve idamlar, Sovyet toplum hayatının ayrılmaz bir parçasıdır. Cezaya çarptırılanlar, sadece kalem sahipleri değildir. Toplumun her kesiminden ve her meslekten insan, korku toplumu yaratmak için cezalandırılmışlardır. Korku, Sovyet rejimini besleyen ve yaşatan en önemli güç hükmündedir. Doğrudan cezaya maruz kalmayan insanlar da kalbi ve zihni sadece korku, endişe, felâket ve ölüm düşüncesiyle doldurularak cehennem hayatına mahkûm edilmişlerdir.21 Şükrullah, Kefensiz Kömilgenler kitabında, bu durumu şu satırlarla tespit eder:

“Gerçeği söylemek gerekirse, bizim zamanımızda halk düşmanı olarak hiçbir ferdi tutuklanmamış bir aile bulmak mümkün mü? 1920’lerden itibaren Ceditçilikle suçlanan aydınlar tutuklanmaya başlanmıştı. 1927-1928 yıllarında dindarlar, mülk sahipleri kulak sayıldı. Bir kısmı yabancı unsur sayılarak tekrar tutuklandı, sürgün edildi. Bu temizlikler yetmezmiş gibi 1937 yılından başlayarak Parti Merkez Komitesi sekreterleri, devlet adamları ve yazarlar halk düşmanı ilân edildiler. Tutuklama ve kırgınlar başladı. Bu durum 1940 yılına kadar devam etti. İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra, cepheden dönenlerin bir kısmı faşistlere esir düşmekle suçlanarak tutuklandılar. 1947 yılından başlayarak yazar, ilim adamı ve sanatkârları, ideolojiye aykırı davranmak ve kozmopolit olmakla suçladılar. Tekrar tutuklamalar başladı. Herhangi bir yakını, akrabası tutuklanmayan kimse kalmadı. Hatta insanlar tek olarak değil, bütün aile fertleriyle birlikte cezalandırıldı. Sürgün edildi.” (s. 34)

Deŋizde Bir Tün” adlı şiirinde güzelliklerini terennüm ettiği yurduna olan sevgisini ifade etmekten dolayı milliyetçilikle suçlanıp “halk düşmanı” olarak yirmi beş yıl hapis, beş yıl sürgün ve beş yıl da hak mahrumiyetine çarptırılarak Sibirya’ya sürgün edilen şair Şükrullah Yusufoğlu, tutuklanmasını, mahkûm edilmesini, hapishane ve Sibirya’daki çalışma kamplarında geçen yıllarını Kasasli Dünya adlı kitabında şöyle hatırlar:

“Tutuklandığım günlerde dört yaşındaki oğlumun benim ‘Kreml Yulduzları’ şiirimi dilinden düşürmediğini hiç unutamıyorum. Evi aradıkları sırada da oğlum Kremlin ve Stalin hakkında yazdığım bu şiirimi okuyordu. Çocuğunu devlete ve partiye sadakat ruhuyla terbiye eden bir şairin milliyetçi ve Sovyet hükûmetine karşı olması, insan mantığının kabul edemeyeceği bir şeydi.

Benim davamı savcı Suhanov üzerine aldı. Savcı beni, “milliyetçi olduğu için hapsedilen Osman Nâsır ve Çolpan’ın şiirlerini okumuşsun’, ‘Sovyet sisteminden şikâyet ederek filâncanın toyunda Stalin’in ‘hayat güzel, refaha kavuşuldu, sözlerini alay konusu etmişsin’, gibi suçlarla itham etmişti. Bana, ‘pesimist şiirler yazmış’, damgası basıldı. Aslı esası olmayan suçları üzerime yıkmaya çalıştılar. Böylece uykusuz geceler ve ıztıraplar başladı.22

1952 yılında mahkeme görüldü. Bizi vaktiyle ‘halk düşmanı’ olarak suçlanan Ekmel İkramov’un, Feyzullah Hocayev’in yerine koydular. Her birimize 25 yıl hapis, 5 yıl sürgün cezası verildi, 5 yıl da siyasî hak mahrumiyetine çarptırıldık.

Mahkemeden sonra Taymir yarımadasına gönderdiler. Bizi buraya getirdikleri sırada güneş henüz batmamıştı, öğleden sonrasına benziyordu. Bütün her yer, barakalar gündüz gibi görünüyor, fakat ortalıkta bir tek insan görünmüyordu. Hiç kimsenin olmaması bizi korkutmuştu. Bizi kimsenin bulunmadığı bir yere attılar diyerek endişeye kapılmıştık. Sonradan anlaşıldı ki, bu sıralar kuzeyde güneşin batmadığı aylarmış. Biz vardığımızda, vakit gece yarısıymış. Bizim gibi kara bahtlılarla ‘şafak’ vakti buluştuk.

Oraya varınca şair olduğumu gizlemek istedim. Çünkü hapishanedekilere güvenmiyordum. Ben onların ağır suçlular olduklarını zannediyordum. Fakat düşündüğüm gibi olmadı. Şair olduğumu öğrendiler. Elime kazma kürek tutuşturdular. Etrafımdakilerin kendi aralarında konuşurlarken, ‘haydi şair, gücünü göster; emeğin Sovyet devletinde zevk, şan ve şeref olduğunu söyleyerek methiyeler yazdın, işte şimdi bu zevki sen de tat bakalım’, dediklerini biliyordum. İki yıl hapiste yatıp gücümü kaybettiğim için toprak dolu ağır el arabasını zorla sürüklüyordum. Bu durum, bazılarının gülmelerine, bazılarının da merhametine sebep oluyordu. Son derece ağır vaziyette olduğumdan haberdar olan ve 7-8 yıldan beri bu kampta mahkûm olarak ömür çürüten Taşkentli doktor Turgun Alimuhammedov’un aracılığıyla daha hafif bir işe geçtim. Nöbetçi sıhhî tesisatçı oldum. Fakat hafif zannedilen bu işin hatta beni ölmeye bile razı eden sıkıntıları yok değildi.23

Gerçi bana yabancı olan bu iş, beden bakımından asırlık buzulu kazmaya nazaran hafif ve üstü kapalı atölyede olsa da esarette, kamp hayatında öyle beklenmedik işkenceler ve dehşet verici olaylar oluyordu ki, bazen 25 yıl hapiste yatmaya bile razı olurdun.

Benim çalıştığım atölye, kamptan birkaç kilometre uzaktaydı. Soğuğun 45-50 dereceye ulaşıp da kar fırtınalarının başladığı günlerde mahkûmlar bazen işe çıkarılmıyordu. Fırtına sırasında soğuk 50-60 dereceyi geçiyordu. Fakat benim gibi gece nöbetçileri, inşaatta ertesi gün lâzım olacak malzemeyi hazırlamak için her türlü hava şartlarında işe çıkmaya mecburdu.

Böyle zamanlarda, ellerinde otomatik tüfekler ve yanlarında köpekler olduğu hâlde muhafızlar bizi sıraya dizer ve her zaman olduğu gibi, ‘sıradan bir adım dışarı çıkmak veya arkada kalmak, firar sayılacak ve hiç ikaz edilmeksizin ateş açılacak’ diye emir verirlerdi.

Her taraf dümdüz. Gece. Dehşetli kar fırtınası, etrafımızda aç kurtlar gibi uluyor. Üstümüzde kamptan verilen pamuklu kaput veya pösteki, pamuklu pantolon, keçe çizme, eldiven. Bunlardan başka kendi temin ettiğimiz veya evden gönderilen kalın giyeceklere bürünmemize rağmen fırtınanın şiddetinden karın içimize işlediğini fark etmiyorduk.

Gözlerimizden başka her yerimiz sarılı olup açık kalan yerimizi soğuk bir anda haşlayıp geçiyordu. Dehşetli fırtına göz açtırmıyordu. Soğuktan yaşaran gözlerde kirpiklerimiz ceviz kabuğu gibi buz tutuyordu. Bir adım ilerisini bile görmek kolay değildi. Böyle zamanlarda yanılarak sıradan bir adım dışarı çıktın mı, hayatın tamamdır! Muhafız, bunu firar sayarak ateş açıyordu. Ölüp gitmek, mesele değil. Beni, bu vakitsiz ölüm korkusu dehşete düşürüyordu.

Takatim tamamen kesilmişti. Var gücümle fırtına ve soğuğa rağmen sıradakilere yetişmeye çalışıyordum. Bir gün soğuktan iki gözüm kapanarak buz kapladı. Buzu sıyıracak olsam, kirpiklerim dökülecek. Çaresizlikten yanımdaki arkadaşıma, ‘beni elimden tut, götür’, dedim. Bizim kendi aramızda konuştuğumuzu fark eden çavuş, bir şeyden şüphelenerek tel örgüye yaklaştığımız sırada bizi durdurup, ‘herkes otursun, ayakta kalan vurulur’, dedi. Çaresiz herkes oturdu. Bu cezalandırma yüzünden bazılarının ayaklarını, bazılarının da yüzünü soğuk çarptı. Ben ise atölyeye sağ salim ölmeden geldiğime şükrediyordum. Çünkü hapis süresi bitip de serbest kalacağı sırada boşu boşuna vurulup ölenlere şahit oldum.24

1951 yılında tutuklandım. Dış dünyadan, doğup büyüdüğüm mahallemin, yurdumun güzelliklerinden, hürriyetimden mahrum kaldım.25

Ben tutuklanınca, uzak tanıdıklar şöyle dursun, yakın akrabalarım bile yabancılaştılar. Evde kalan iki çocuğum ile hâmile karımın hâlini kimse sormadı. Aynı şekilde hiçbir akrabam hapishaneye gelip beni sormadı. Dün benim şiirlerime, hatta bende bulunmayan faziletlere methiyeler düzerek kadeh kaldıran tanıdıklar, her gün beraber olduğumuz dostlar nerede? Yok, yok! Peki, niye? Bunun sebebi nedir? Müsebbibi kim? Bu sorular beni hiç rahat bırakmıyor.

1955 yılında hapisten kurtuldum, aklandım. Suçsuz dediler. İlk günler, bundan haberdar olan komşularım geldiler. Daha sonra yavaş yavaş önünü arkasını kollayarak bazı akrabalarım da gelmeye başladılar.

Fakat dört gözle beklediğim dert ortağım, fikir ortağım dostlarım?! Geleli birkaç hafta oldu. Şair ve yazar dostlarımdan hiçbir haber yoktu. Aylar geçti, fakat merhum şair Mamarasul Babayev ve birkaç yazardan başka hiç kimse gelmedi. Bunun sebebi nedir? Bu korkaklık mı? Yoksa sevgisizlik ve riya mı?

Bunların hepsi sevgisizlik, korkaklık, dost kadrini bilmezlik ve iftira. Stalin’in şahsına tapınma devrindeki kanunsuzluk. İstediği kişiyi, istediği zaman ve istediği yerde gerçek dışı suçlamalarla tutuklama siyasetinin neticesiydi. Osman Nâsır veya Çolpan’ın kitabını okuduğun öğrenilecek olursa, bu tutuklanmak için yeterliydi. Nitekim Ekmel İkramov veya Fıtrat’ın kitabı evinde bulunduğu için nice insan tutuklanıp hapsedilmedi mi? Hâl böyle olunca, ‘halk düşmanı’ olarak hapsedilen bir yazarın evine gitmeye kim cesaret edebilirdi?!”26

Şükrullah tutuklandığı sırada hanımı Münevverhan, Oktyabr ilçesindeki 82. Mektep’te öğretmen olarak çalışmaktadır. Mektebin müdürü, henüz şairin sorgulanması devam ederken Münevverhan’ı, “halk düşmanının karısı” diyerek işten çıkarır. Altı ay sonra işine geri dönen Münevver Hanım, devamlı takip edilir. Hatta Stalin öldüğü zaman Münevver Hanım ile okuttuğu sınıfın öğrencileri, acaba nasıl ağlıyorlar diye kontrol edilir.27

Şükrullah, 1955 yılında tamamen aklanıp hapisten döndükten bir yıl sonra, Özbekistan Âlî Sovyet Prezidyumu Reisi Şeref Reşidov’un o sırada Yazarlar Birliği başkanı olan Kâmil Yaşın’a hitaben yazdığı şu 10 Temmuz 1956 tarihli mektup üzerine Yazarlar Birliği’ne tekrar üye kabul edilir:

1.Şükrullah, “Ma’rifetniŋ Başı Ezgülikke İşanış”, Kasasli Dünya, Taşkent 1994, s. 21.
2.Şükrullah, Yahşilikniŋ Cezâsı-Cevâhirat Sandığı, Taşkent 1995, s. 210.
3.Kaysın Kuliyev, “Yarkın Talant”, Umrbâkiylik-Şükrullâ İcâdınıŋ Turfa Kırraları, Taşkent 2001, s. 10.
4.Yahşilikniŋ Cezâsı-Cevâhirat Sandığı, s. 211.
5.Pavel Ulyaşov, “Vicdan ve Muhabbet Bilen (Şükrullâ Portretige Çizgiler)”, Umrbâkiylik-Şükrullâ İcâdınıŋ Turfa Kırraları, s. 23-24.
6.Yahşilikniŋ Cezâsı-Cevâhirat Sandığı, s. 211.
7.Açıl Tâhirov, “Bürgüt Pervâzı”, Umrbâkiylik-Şükrullâ İcâdınıŋ Turfa Kırraları, s. 120.
8.“Hakikatni Aytışdan Çöçimeylik”, Kasasli Dünya, s. 115.
9.Metyakub Koşcanov, “Serhisâb (Şâir, Nâsir, Dramaturg)”, Umrbâkiylik-Şükrullâ İcâdınıŋ Turfa Kırraları, s. 4.
10.“Hakikatni Aytışdan Çöçimeylik”, Kasasli Dünya, s. 115.
11.Sâbir Mirveliyev, Özbek Edibleri, Taşkent 1993, s. 111.
12.“Hakikatni Aytışdan Çöçimeylik”, Kasasli Dünya, s. 116.
13.“Deŋizde Bir Tün..”, Kasasli Dünya, s. 137.
14.Begali Kâsımov, “Özbek Edebiyatı”, Özbekistan Respublikası-Ensiklopediya, Taşkent 1997, s. 528-529.
15.Server Azimov, Kudret Ahmedov, Yusuf Sultanov, Özbek Sovyet Edebiyatı, Taşkent 1987. (10. Baskı), s. 62.
16.Milliy mahdudlik: Sovyet ideolojisinin emrettiği enternasyonalist vatan anlayışını reddederek millî sınırları vatan olarak benimsemek.
17.Seydulla Mirzayev, XX Asr Özbek Edebiyatı, Taşkent 2005, s. 43-44.
18.Kaysın Kuliyev, age, s. 11.
19.İbrahim Gafurov, “Şükrullâ Hakıda Etüd”, Umrbâkiylik-Şükrullâ İcâdınıŋ Turfa Kırraları, s. 60.
20.Naim Kerimov, “Katağan Yıllar Hakikati”, Umrbâkiylik-Şükrullâ İcâdınıŋ Turfa Kırraları, s. 317.
21.Narbay Hudaybergenov, “Kanlı-Kansız Fâcialar (Kefensiz Kömilgenler’ni Okıgende)”, Umrbâkiylik-Şükrullâ İcâdınıŋ Turfa Kırraları, s. 274.
22.“Hakikatni Aytışdan Çöçimeylik”, Kasasli Dünya, s. 116.
23.Age, s. 117.
24.Age, s. 118-119.
25.Age, s. 119.
26.Age, s. 120.
27.Age, s. 123.