Loe raamatut: «Anayurt – I», lehekülg 4
“Vay anasını pis domuzlar!” Ziyavdun’un elindeki ipi çözüp askerlere hiddetle baktı ve “Hadi git söyle! Gücü yeterse Alaca Kısrak kendisi gelsin. O alaca kısrak ise, ben kara yabandomuzuyum!” dedi.
Askerler gitti, bütün mahalle korkuya düştü. Muhtar Bay kara atına binip çıktı ve:
“Hoca’ya anlatacağım!” dedi. Sonra şehre doğru yola çıktı. O gittikten sonra Ziyavdun:
“Allah canımı almasa da teslim olaydım, ben gitmezsem çok sayıda asker gelecek. Abdul kardeş, çocuklara iyi bak, bir yere gönderme, avludan çıkarma, anladın mı?” dedi ve beyin otlağına doğru gitti.
İşte bugün mahalledeki aksakal, kara sakal herkes mescit önünde toplanmıştı. Birilerinin gözü beyin kuzey tarafındaki otlağına giden yoldaydı. Sanki o taraftan bir fırtına gelecekti. Birilerinin gözü ise şehir yolunda batıya doğru giden binek arabası yolunda idi. Sanki o taraftan da yeni bir güneş doğacaktı.
“Hocanın Alaca Kısrak’a gücü yeter mi?”
“Yetmez mi? Hocanın yedi kuşak dedesi buranın hakimiydi!”
“Ama Alaca Kısrak, Cangcung22 ile beraber afyon içen bir Kaşgarlı!”
“Cangcung, Dotey23 gibi adamlar Şeng Duben’den korkar mı?”
“Şeng Duben’den Japonlar da korkuyormuş! Görmedin mi? Bizim İli’ye Japonlar gelmedi.”
“Nice baylarını hain ilan edip zindana atan Şeng Duben, Alaca Kısrak’tan korkar mı?”
“Nezer Hoca gelseydi!”
“Hakimbey Hoca’nın da gücü yeter. Onu Muhtar Bay getirebilir mi acaba!”
“Getirmez olur mu!” dedi Mira Kadı, ellerini havada sallayıp: “Şahlık beyim, hocanın hizmetçilerini yönetemediği zaman Muhtar Bay’ın babası rahmetli Osman Hacı’ya yalvarıyordu. Murat Hacı, Osman Hacıların ataları Halat san Hocalarla dostmuş. Yetmiş seksen sene önce, seksen üç Yüzbeylik’in çiftçileri ayaklanıp Abduresul Bey’in peşinden Han’ın24 surlarına saldırdığında dahi hacılarımızın babaları öküzleri sürü halinde götürerek kesip develerle un taşıyıp gazilere bakmışlar, Sadır Temrenci’yi25 de bir kaç defa görmüşler. Alahan Sultan işte bu Kışlaktam, mezarlara geldiğinde de bizim hacılarımızı ziyaret etmiş!”
Kadı, çiftçilerin anlayamadığı bir dilde söylediği bu sözlerini daha da zorlaştırmak için:
“Molla Şevket hazretlerinden ‘Eskimiş Mushaf’ı ne yapmalıyız?’ diye soran da Tokılak Şanyo ile bizim Osman Hacı’ymış. Molla Şevket hazretleri ‘Öyle bir Mushaf’ı çuvala sokup nehre atmak gerek’ dediğinde, ‘İşte siz de eskimiş Mushaf ‘ diye o hazreti İli Nehri’ne atarken çuvalın bir ucunu tutan da Osman Hacı’ymış…’” gibi tarihi vakaları ekledi. “Geldi işte!” diye bağırdı mescit damına çıkmış dazlak, kirli yüzlü, kürk giyen birisi:
“Atlılar geliyor. İşte! Eski mahalleden çıktılar!”
Çiftçiler telaşa kapıldı. Çiğdem renginde oynak bir ata binen Abduömer Bey ile boz ata binen sert yüzlü bir adam, onları takiben yardakçı, büyük, küçük beyler, başlarına deri şapka giyen atlılar mahalleye girdi.
Herkes ayağa kalkıp mescit duvarına yaslanıp ellerini kavuşturup bekledi. Atlılar durdu. Kara sakallı, çengel burunlu, şapkasını bastırıp giyen bey, kamçı sapıyla eyere dayanıp:
“Niyaz Bey, dün yaşanmış olaya çok kızdı!” dedi, yanındaki samur şapkalı, lacivert kaftan giyip boynuna mavi eşarp saran, açık sarı sakallı, yüksek burunlu, gözleri korku veren, uzun boylu, sıska adamı gösterip:
“Muhtar Bay evinde mi?”
“Yok, şehre gitti!”
“Lanet olsun!” dedi korku veren o adam, öfkeyle:
“Duymadım demeyin, eğer kim başkaldırıp bize karşı çıkarsa onu bağlarız, asarız, hapse atarız, işkence ederiz!”
Onlar gürültü kopararak güneye doğru gittiler. Bir kuzgun, mescit önündeki eski karaağacın dalına konup bağırdı. Sesi, deminki adamın sesini andırıyordu.
“Alaca Kısrak işte o!” dedi Mira Kadı, sinmiş insanlara o adamı tanıtarak:
“Onun bildiği yalnız bağlamak, asmak, hapse atmak, dayak atmaktır!”
“Muhtar Bay olsaydı, ne yapardı?”
“Tutuklardı tabi ki. Bak! O, Muhtar Bay diyeceğine Muhtar dedi.”
“Bence Muhtar Bay ondan korkmuyor, burada olsaydı hey Kaşgarlı, derdi.”
“Diyebilir mi?”
“Diyemez mi?”
Bu mahallenin hakimi, zengini, koruyucusu olan Muhtar Bay, onlara göre en bilgin, en büyük, en güçlü insandı.
“Ziyek’e ne yapmış onlar?”
“Bağlayıp depoya sokmuşlar!”
“Geceleyin şehre götürmüşler!”
“Ah zavallı!”
“Helvayı hâkim, dayağı yetim yiyor.”
“Vergiyi İsa Hacılar ödemesin de hapse Ziyek atılsın!”
Bu sırada Muhtar Bay kara yorgasına binip kara kara düşünerek geliyordu. Dün akşama doğru şehre gitmişti. Bu vakitte Karadöng mescidinin minaresinde kalın sesli müezzin akşam namazı için ezan okuyordu. Mescidin karşısındaki avludan başına ince sarık dolayıp aceleyle çıkan orta boylu bir adamı gördü ve attan sıçrayarak inip selam verdi:
“Selamün Aleyküm, Tayyipzat Halife hazretleri!”
“He, Muhtar Bay nasılsınız?
Tayyipzat isimli bu hareketli, kara sakallı adam, Gulca’nın kadı halifesi, Muttali Halife’nin en yakın müridi, ilmi ve ahlakıyla tanınmış ünlü adamıydı. Hakimbey Hoca’ya da yakındı.
“Hocayla görüşmek nasip olur mu hazretim?” dedi Muhtar Bay, onun elini sımsıkı tutarak.
“Bir sıkıntıya mı düştünüz acaba?”
“Alaca Kısrak’ın zulmüne uğradık.” dedi Muhtar Bay, gazabını gizleyemeden bağırıp:
“Bize gün yüzü göstermez oldu o Kaşgarlı!”
“Eyvah! Bu Karadönglülerin çoğu onlar değil mi Muhtar Bay, bu mahalleye Geyşan26 bakıyor, bilmiyor musun? He, öyle mi? Hocam bugün sabah Roza Tambur, Hasan Tambur’u alıp dopdolu iki fayton adamla Araösteng’e, Kasim Mirab’ın evinde düzenlenecek toya gitti. Mirab’ın dört yerdeki taş değirmeni çalışmaya başlamış galiba, onun kutlaması olsa gerek.”
“Öyleyse ben döneyim!” dedi Muhtar Bay, atının ipini toplayıp.
“Bize konuk olmaz mısınız Muhtar Bay?”
“Sağ olun hazretim, Hocamı Mirab’ın evinden bulayım o zaman!”
Karayorga atını koşturup çok geçmeden Cirgılang Köprüsü’ne geldi. Köprünün öbür tarafındaki tepeye çıkıp atının bel bağını pekiştirdi. Kollara ayrılmış olan yol başındaki tepede durup sağ taraftaki yola baktı. Bu yol derin vadilerden geçip İli Nehri’ni takip ederek doğuya yönelen, Moğolküre, Tikes, Dokuztara, Künes’lere, hatta Şota’dan geçip Muzdavan’dan aşıp Bay, Aksu yollarıyla Kaşgar, Hoten’lere giden büyük kervan yoluydu. Bu yolda Çıngıraklı develer, eşek çobanları, hasır ve dallardan gölgelik yapılmış arabalar, kervanlar toz toprak saçarak durmadan geçiyordu. O, nehrin öbür tarafına baktı. Dağın dibindeki açık sarı tepeler, uçsuz bucaksız yoncalık, orada burada gözüken Tarancı köyleri tanıdık mekânlardı. Sabunbulak, Hunihay’dan Çapçalmezar’a kadar Cagıstay, Kaynuk, Yalnızağaç, Kavuncu köyleri eğlence ve espri mekânıydı. Çiftçiler evlerindeki lamba ışığında eğlenip karanlık kışın günlerini geçiriyorlardı. Muhtar Bay orayı seviyordu. Karşısındaki düzlük -kavaklardan Yamatu’ya kadar geniş arsa onların beylik toprağıdır. Birkaç yüz yıldan beri nehir kıyısındaki çukur, eski ormanlıklara sığınan Tarancılar bu geniş alanın sahibiydi. Bugün neden Kaşgar’dan gelen Abduömer bu yere sahip oluyor? Aksu’dan çıkıp, valinin yalağını yalayıp büyüyen Alaca Kısrak neden kendi kardeşlerine işkence ediyor? Üstelik Kolhoz olmaktan korkup Rusya’dan kaçıp gelen Çilekliler, Ğalcatlıklar, Ketmenlik, Puşkeklikler bile neden Tarancı bayı Muhtar Bay ile şanyoluk27 yarışına giriyor? Hocam neden kendi halkına sahip çıkmıyor? Muhtar Bay düşündükçe sinirlenip, birilerine sövüyor ve birilerini dövmek istiyordu. Üzengiye ayağını koyup ata sıçrayarak bindi ve toz topraklı kervan yoluna değil, çukuru takip ederek giden yalnız binek arabası yoluna doğru atını dehledi.
Önündeki köy, Rusların yerleştiği Akçakavak köyüydü. Onlar değirmen işletip balık tutup bal arısı yetiştirip sonunda Gulca’nın akın kıyıları, sık ağaçlı vadilerine yerleşti. 1881’de vatanlarına döndüler fakat Rus Çarı devrildikten sonra İli’ye tekrar kaçıp geldiler. Bugünlerde onların bir kısmı bu iki köyün tadını çıkarıyordu. Buralarda karpuz çok iyi yetişir, bıçak değer değmez yarılır, yediğin zaman dilinden tadı gitmez. Rusların köpekleri atlıya dahi uluyordu. Gür sakallı yaşlılar, büyük etek giyen göbekli kadınlar köpekleriyle gurur duyarak kahkaha atıyordu. Onlar bile Tarancı toprağının hakimiydi. Peki şehirde? Andicanlılar ile Nogaylar tahtalı, cam pencereli evlerin sahibi, hepsi tüccar, dükkân sahibi, bilgin idarecilerdir. Nereye bakarsan Tarancının durumu kötüdür. Azıcık buğdayı ekip yaz boyunca gölgede yatarak büyük konuşup kar kırağıya bulaştırıp topladığı ürünleri vergiye, ot saman borcuna kaptırıp boynu bükük yaşayıp gidiyorlar… Hayır, Muhtar Bay Tarancıları uyandırıp, bu geniş zeminin sahiplerinin gözünü açacak.
O, Akçakavak Ruslarının köpeklerini kırbaçlayarak öfkesini çıkardı ve Akçakavak’ın bir ucundaki ünlü pınarın yanında attan indi. Buz gibi çeşme suyunu avuçlayarak içti, sonra atına binip sol tarafındaki eski karaağaçlar arasında sıra sıra duran Rus evlerine bakıp tükürdü:
“Bak! Evlerinin tavanları da Kazakların çadır evleri gibi sivri. Üstelik arabalarının dört çarkı var. Vay cehennemden kaçmış gâvurlar! Kendi toprağında kalamayınca bize sığındın. Padişahın devrilmemiş olsaydı Türkistanlılar buraya gelip muhtarlık için benimle didişir miydi? Bütün belanın başı siz kıllı mahlûklar! Kim bilir burada şimdi karınca gibi çoğalıp kendi Rus Çarına dikleniyor musunuz?” O, atını oynatıp geniş bataklığa çıktı. Orada Kazak çobanlar hayvan bakıyordu. “İşte bu Kazaklar iyi insanlardır, sürülerine bakarlar ne toprağına, ne şehrine göz dikerler.” diye düşündü.
Hava karardığında Pınarbaşı Mahallesi’ne geldi ve tepeden inip kara su takip eden yol ile batıya doğru yürüdü. Sessiz gecede değirmen şelalesi şarıldıyor, değirmen taşının takırtıları duyuluyordu:
“Peh, suyu söyleten Mirab’tır.” diye mırıldadı.
Kara Dere diye adlandırılan çayın üzerine görkemli bir köprü yapılmıştı. Köprüye bakan güney kapı önünde attan indi. Bu büyük kapı yanındaki küçük kapıdan bir adam çıktı ve selamdan sonra Muhtar Bay’ın atını aldı:
“Şu an mukam söylüyor Rozi Tambur!” dedi hizmetçi, atı çekerek büyük kapıya yönelip.
Büyük avluya lamba yakılmıştı. Su yağı doldurulmuş kara lamba sönük ışığıyla avluyu aydınlatmıştı. Kapının sol tarafındaki odalar gazyağı lambalarıyla aydınlatılmıştı. Birisinin mukam söyleyen sesi duyuluyordu. Hüzünlü, manası kapalı olduğu halde ayet gibi etkileyici olan mukamları Muhtar Bay defalarca duymuştu. O, mukam söyleyen kişinin ne dediğini bilmiyor ama onun çaldığı tambur müziğini seviyordu. Ne var ki, bugün mukam onu oldukça etkiliyordu. Ağlamak, bağırmak, yakasını yırtmak geliyordu içinden. Dışarı eve girip ayakucuyla basarak taraça kenarında oturdu. Halı serilen büyük oda misafirlerle doluydu. Yukarıda Hakimbey Hoca güllü kilimler üzerindeki tüy yastıklara yaslanarak oturuyordu. Yanında şehir baylarından bir kaçı, bu tarafta köy zenginleri, mukam müritleri ve dinleyiciler başlarını sarkıtıp oturuyorlardı. Mukam “bi-bi-bi…” ile sona erdi. Dutar ile tef, tamburu takip etti. Rozi Tambur, Hasan Tambur ve şarkıcılar var gücüyle şarkı söyledi:
“Her kişinin derdi olsa ağlasın yar önünde, Kalmasın gönülde arman belki izhar önünde…”
Muhtar Bay hıçkırarak ağlamaya başladı. Onun derdi az mıydı? Onun yüzünden Reyhangül erken hazan olmuştu. Kardeşi Ziyavdun’un başına askerler musallat olmuştu. Onların küçücük çocukları kara yetim olup bağıra bağıra ağlayarak ortada kalmışlardı. Alaca Kısrak denen yabani, hükümet askerlerini getirip onun adamlarına sert baktı, kamçı salladı, ürküttü, hiç kimse onun ağlamasını dinlemedi. Muhtar Bay dertli değil de kim dertliydi?
“Ağlama bari!” dedi birisi onu okşayıp.
“Hoş geldin, gel! Seni hocamın yanına götüreyim!”
O, adama baktı. Önünde eğilerek gülümseyen kişi ev sahibi Kasim Mirab idi. Kara sakallı, beyaz yüzlü, iriyarı bu adam, Gulca vadisindeki Ara Irmak, Baytokay Irmak, Kosun Irmakları’nı yöneten, baharda ırmakları kazdırıp, balçıklarını temizleyip, bahar suyu gelmeden önce Kaş Nehri’ne baraj yaptırıp her köyün ana derelerine aynı miktarda su akıtmayı sağlayan adil mirab idi. Müzik durduğu an Muhtar Bay eve girdi ve herkes ile tek tek görüşüp iki eliyle onların elini tutup sohbet etti. Sonra Hocam’ın yanına varıp, güllü kilimde diz çökerek oturup dua etti. Hocam da dua etti. Herkes dua ettikten sonra Gulca şakacıları Muhtar Bay’a espri yağdırdı:
“Yer cihan buz kesilmeden, bataklıktan kuru yere çıkmışsın be adam!”
“Ruslar görmedi değil mi?”
“Balçığa bulaşınca seni ok bile delemez!”
“Ama dönemez ki!”
“Tungan kargaşasına girmiş Rus tankı bu olmasın!”
“Yabandomuzu.” kastedilen bu nükteli sözlere Hakim-bey Hocam kahkaha atarak güldü. Muhtar Bay önce sinirlendi. Birisi onun lakabını söylerse hep sinirlenirdi ama şimdi onlara öfkelenemiyordu, güç yetiremiyordu. O da Hocam’a takiben zorlanarak güldü. Hocam sıska, biraz zayıf, yüksek burunlu, sarıya çalan kara sakalına çeki düzen verip bıyıklarına bağlayıp bir yuvarlak oluşturmuş, dişleri bembeyaz, gözleri cezbeli adamdı. Her kahkaha attığında herkes onu takip ediyordu. Muhtar Baya göre bu adam İli Tarancılarının koruyucucusu sayılırdı. Onun Çulukay Köyü, Şahlık köylerinde çiftçileri vardı. Bu çiftçilerin hepsi Tarancıydı. Onun dedesi Musa Gung, Oranzip, Meremzat, Bebek Hoca ve adını Muhtar Bay’ın bilmediği atalarının hepsi Tarancılardı. Tarancılar Meremzat’ı Mançuların hapsinden kurtarmış, Mançuların surlarını bozup soyunu sopunu yok edip buradan kovmuştu. O zamanlarda Muhtar Bay’ın dedesi, Elahan Pehlivan’a takiben Bayanday kalesine saldırmıştı. Sadir Pehlivan dehliz kazıp kale duvarının altına barut getirdiğinde Muhtar Bay’ın dedesi Sadir Pehlivan’ın dehliz kazmasına yardım etmişti. Rahmetli babası Osman Hacı her sene nevruz günlerinde Mollatohtiyüzü’ne gidip Sadir Pehlivan’ın ruhuna adaklar kesip nezrediyordu. Allah nasip ederse, ilkbaharda Muhtar Bay da öyle yapacaktı. “He, söyle Muhtar Bay!” dedi Kasım Mirab yumuşak sesiyle:
“Neden herkes seni hedef alıyor!”
“Şahane bir ziyafet ver de lâkabını değiştir.” dedi Rozi Tambur. Esmer yüzlü, ince bıyıklı adam yavaşça konuşup:
“Öyle değil mi Hocam, yoksa siz mi buna bir lâkap takarsınız?” dedi.
“Sana mı?” dedi Hocam, yumuşak ve ince sesiyle gülerek:
“Lâkap takmak Hızır’ın işi değil mi?”
“Hızır, acı çeken adama uğrarmış.” dedi şişman bir şakacı, yana doğru yatarak:
“Bu arkadaş dilenci mahallesinde sadece üç gün âmin diyerek otursa, Hızır Aleyhisselam ona mutlaka uğrar.”
“Uğrayacak olsa üç ay bile oturmaya razıyım.” dedi Muhtar Bay, hüzünlenerek:
“Acılar içime sığmıyor Hocam ağa, bu Alaca Kısrak’ın zulmü!”
“Yabandomuzu nasıl olur da kısraktan korkar?” dedi öbür latifeci, bu sözü şakaya çevirip:
“İki mızrağınla karnını yarsan olmaz mı?”
Ama bu kez Hocam gülmedi. O da Muhtar Bay’ın hüzünlü yüzüne bakıp başını salladı.
Narından28 sonra çay getirildi. Muhtar Bay, Hocam’a şikâyet etmeye başladı. Hocam “doğru” diye başını sallayarak dinledi. Muhtar Bay sonunda:
“Bu Kaşgarlı ve Rusların yüzünden hayatımız karardı Hocam, bize sahip çıkmazsanız işimiz zor!” dedi.
Hocam başını salladı.
“Onlardan daha kötüsü var!” dedi.
“Hep Kaşgarlı, Rus demeyin, onlar da bizden değil mi?” Muhtar Bay geceleyerek mahallesine döndü. Mahallesinin bir ucuna geldiğinde tan ağarmıştı. Mahallesinin dışındaki kabristana geldi. “Elhamdü” diyerek attan inip ağır adımlarla yürüyerek yeni kabrinin başına gelip diz çöktü:
“Kardeşim!” dedi, Reyhangül’ün kabrinden bir avuç toprak alıp gözlerine sürterek: “Çocuklarına sahip çıkacağım, emin ol! Günahımdan arınıp kendimi temizleyeceğim. Yaptıklarımı sır kutusu gibi saklayıp ağzını bıçak açmadan öbür dünyaya gittin. Dünyaya gelip de senin gibi güzel insan görmedim. Ziyek için ailenden vazgeçtin, benim için canını kurban ettin! Başkası için kendini ateşe sokan adamın varlığına beni inandırdın. Hayret şey! Kurban olmak nedir diyordum, anlasam da inanmamıştım, sen beni inandırdın!” O, avucunda toprağı sakız gibi ezerek hıçkıra hıçkıra ağladı.
Hayalinde başka birisi için can veren güzel bir kadın belirdiği için vücudu titreyip yüreği oynadı.
“Kadın ha kadın!” dedi kendi kendine:
“Nice kadının koynuna girdim, kapılarını bozup evlerine girdiğimde benim Muhtar Bay olduğumu bilip sessizce bana boyun eğen o kadınları küçümsemiştim. Tavanlarının penceresinden kuşağımı bağlayarak indiğimde “Size bir zahmet.” diye beni sımsıkı kucaklayan genç gelinleri cariye gibi azarlıyordum. Ruslar Zeynidin Şanyo’yu Mesut Bey’in neslindensin diye idam ettiğinde hatunu koşarak çıkıp “Oğlumu vurdunuz, kocamı vurdunuz, vay gâvurlar beni de vurun!” diye kurşunlara kendini verdiğinde halk ona kahraman ana dedi. Ben içimden güldüm, “Yavrusu için dişi köpek de âdemoğullarına atılır, tavuklar da civcivleri için köpeklere atılır. Dişi köpek ile tavuk da batur mu?” demiştim. Kendi başına gelmedikçe bilmiyormuş insan. “Âşık olmak kolay değil, aziz canı vermeyince.” denen şarkıyı Abduveli ile Zikri’nin hüzünle söylediklerini defalarca duysam da etkilenmemiştim. Bu kez Kasim Mirab’ın evinde bu şarkıyı duyduğumda neden hüzünlenip ağladım? Hocam duyarlı insan, ‘Hey Muhtar Bay, derdin var değil mi?’ diyor. Masum Şanyo, Baham Şanyo’lar hocamın neyi kastettiğini anladı da kahkaha attılar. Oh, bizim baylarımızın eğlenceleri ne denli harika! Hocam bile paşşap29 beyine riayet ederek diz çöküp oturuyormuş! Ben de yüzbaşı olmazsam olmazmış. Her biri birer idareci, bey, falan bay, filan bey oğlu, bir tek ben Muhtar Bay. Ben ne kadar bayım? Yetmiş seksen ho tarla ne kadar varlık? Bir ho tarla bir koyun demektir. İki yüz koyuna seksen koyun katılırsa iki yüz seksen koyun. At, öküz, bağ bahçelerim katılırsa beş yüz koyun da olsun! Hey Tarancılar, böbürleniriz ama durumumuz bu!” O, pelin yığını üzerine yaslandı, gökteki dolun aya bakmaya başladı. Ay uçsuz bucaksız göğün egemenidir. Göğü gezer dolaşır ne düşmanı ne rakipleri ne ölüm korkusu ne baylık ne güç vesveseleri vardır. Gamsız, dertsiz, korkusuz bir şeydir. Âdemoğulları da öyle olsaydı, dünyada ağlama, sızlama, gözyaşları, ayrılık gibi şeyler olmasaydı, her yerde sadece hür periler ile atılgan erkekler aşk yaşasaydı…”
Uykusunda horlamaya başladı. Atı ise kabirler arasında pelin, kara yoncaları aç gözlülükle yiyerek sabahı karşıladı.
Bu sabah Reyhangül’ün annesi kızının kabrine gelip bu tuhaf manzarayı gördü. Muhtar Bay Reyhan’ın kabrini kucaklayıp yüz üstü yatıyordu. Issız kabristanda horultusundan başka ses yoktu. Horlama, çok ağlamaktan sesi boğulmuş adamın feryadı ve derdiyle ahenkliydi. Anne, hırıldayan sesiyle kızının kabrine yüzünü sürüp ağladı:
“Canım yavrum, yüreğimin bir parçası kızım, Reyhan-gül…”
Yağız at, sahibinin etrafında otlayıp, arada bir ayakta duramadan kişneyip sahibini korumaktaydı. Bu at, bu sene dokuz yaşındaydı. Dört yaşındayken ilginç olaylara şahit olmuştu. O sene, yani 1933 yılının sonbahar günlerinin birinde, şehirden kütük arabaya katılan alaca kısrağı bırakıp kaçıp çıkan Zulya Kaska isimli adam “Tungan kargaşası olmuş” haberini evlere girip herkese duyurdu. O vakitte yalnız “Tungan Olayı”nı bilen çiftçiler sonra bu işin manasını anladılar.
İli’nin “hanı” Cang Peyyuan, Şeng Duben’in askerleriyle savaşıp onları Sanduhezi’ya kadar sıkıştırdığında, Sovyet askerleri Şeng Şisey’e yardım edip Cang Peyyuan’in askerlerine top, tanklarla saldırıp fena püskürttü. Cang Peyyuan’ın askerleri dağılıp kaçtı, bir kısmı Muzdavan’dan geçiş sırasında donarak öldü. Diğer bir kısmı Nilka’nın yukarısında dağdan aşarak kaçmak istedi. Cang Peyyuan, o seferde, uzaktaki yılkı kalabalığını görünce onları asker diye düşünüp korkup kendini vurarak intihar etti. O sırada Cang Peyyuan’in Tunganlardan oluşan bir taburu Vang Kadir, Zazaza, Livir, Teysahun isimli Tungan baylarıyla iş birliği yapıp Gulca Şehri’ni işgal ederek Turfan, Toksun, Piçan’i işgal eden, yirmi bin askerin komutanı olan yirmi iki yaşındaki Ga Siling(Ma Congying) ile birlikte bütün Şincan’da Tungan egemenliğini gerçekleştirmek için ayaklandı. Onlar Gulca şehrini birkaç gün yönetti. Sonra, Sovyetler Birliği’nin Tarbagatay ordusu Korgas’tan hücum ettiğinde tanklara karşı balta, toplara karşı dayak tokmak kaldırıp yenildikten sonra İli Nehri’ni takip ederek doğu tarafına kaçtı. İşte bu olay “Tungan kaç kaç” olarak bilindi. Bu sefer Tunganlar yol boyunca Rusları vurup at, un, etlere el koydu. Özellikle en iyi atları gasp etti.
O gece Muhtar Bay, Şağlıktam Mahallesi’ne bir bayın gelinini ağına düşürmek için gelmişti. O, tavan penceresinden ipe sarılıp inmek üzereyken tüfek sesi duyuldu. Tüfek buralara göre yabancı şeydi, sesi sanki cadı narasıydı. Köpekler uluyarak evin etrafında dönmeye başladı. Yaşlılar efsun okudu, çocuklar çığlık attı. Mahalleye sanki cadı gelmişti. Mutsuzlar onun eline düşecekti. Onun eli tıpkı cehennem ateşiydi!
Muhtar Bay kaçmayı başaramadı. Öküz ahırına girip yağız atını bir çift saban öküzünün ortasına bağladı, sonra atı sırtından örtüp başına sahte boynuz giydirip öküz yaptı ve kendisi bir kürk giyip hizmetçi kıyafetine büründü. Tunganlar evlerin kapıları ve çitlerini bozup girip “Sağlam at, ekmek, et çıkar!” diye bağırdılar. Uzun tüfeklerden korkan çiftçiler onların dediğini yaptılar. Küçücük mahallenin ortasındaki mescit önünde birden iyi atlar, un, et, ekmek yüklü at, öküz sürüsü oluştu. Başına tilki derisinden şapka, üzerine yalın kürk giyen üç Tungan genç, Muhtar Bay’ın öküze ot vermekte olduğu ahıra baskın yaptı:
“At var mı?”
“Öküz var.”
Derken yağız at ürküp yerinde duramadan kişnedi. “Öküz at!” dedi Tungan, yağız atın oluğu önüne gelip.
Birisi Muhtar Bay’a tüfeğini doğrulttu. Muhtar Bay:
“Ben hizmetçiyim, ben at bakıcıyım!” dedi korkup.
“Yürü!”dedi Tungan ona tüfeğini dayatıp.
Muhtar Bay yağız atın arkasından mescit önüne çık tı, sonra Tungan askerlerinin azık, yem kervanına katılıp Yamatu’ya, doğuya doğru yol aldı. İli Nehri’nin buz yığını gibi akıp duran akınından ata binerek geçip Şaryoca (Saruçin), Temte Köyleri’ni gasp eden kalabalıktan ayrılmadan, bazen yayan, bazen öküze binip, keçi dağının karlı, çamlı tepelerinden aşıp Tikes pazarına geldi. Tikes’teki soygunun şahidi, Tunganların at bakıcısı oluvermişti. Kürk ve deri şapka giymiş Muhtar Bay yağız atı için bu zorluklara katlandı. Onun atı şu anda Tungan kaçak komutanının altındaydı. Atın eyer, çul, üzengi bağı, dizginlerindeki değerli taşları da şimdi o komutanındı. Muhtar Bay sadece geceleri ata yem verdiğinde atının yanaklarına yüzünü sürebiliyor; atın yelesi, örgü kıllarını parmaklarıyla tarayıp, sırtı, budu ve boyunlarını sevgiyle okşuyor, kaşıyordu. At da sahibini daima kokluyordu.
Onlar uzun yolculukta günleri öylece geçirdi. Moğolküre’nin Şota Köyü’ndeki soygun sona erdikten sonra, Şota adındaki ana yoldan güneye, Muzart’a doğru yol aldı. Tunganların neler dediklerini Muhtar Bay nereden bilsin! O sadece at bakmayı, ateş yakmayı, odun toplamayı biliyordu. Kaçabilirdi ama yağız atını bırakamıyordu işte! Atı alıp kaçmak imkânsızdı. Tungan askerler saksağandan daha dikkatliydi. Böylece o nice zahmetlere katlanıp balçık, kar ve suları geçip Muzdavan’a kadar vardı. Karlı dik doruklar, bakınca tüyleri ürperten derin vadiler, atlıların boyu kadar yüksek kar yığınları… Böyle korkunç yeri Muhtar Bay hayatta görmemişti. Yükseldikçe yol daraldı, engeller çoğaldı. Tutsaklar arasında Muhtar Bay’ın yol arkadaşı, Tunganlar’ın Şota’dan rehber olarak getirdiği Aksulu bir kumaşçı vardı. O, bu yolda eşek veya katırla çok defa sefer yaptığından her yeri iyi biliyordu. Üstelik arkadan kovalamakta olan Rus askerleri de uzaktaydı, belki Şota Yolu’na girmemişlerdi ve belki de giremeyeceklerdi. Kovalanmaktan kurtulan Tunganlar şimdi acele etmiyordu. Çam ağacı altında koyun kesip kazanda et pişirip doyana kadar yiyip içip namazlarını kılıp telaşsız yürüyorlardı. Muzdavan’a yaklaştılar. Bu yerde ne çam, ne düzlük vardı. Her yer kar, buzla kaplanmış doruklar idi. Yolda yalnızca tek sıra yürümek mümkündü. Atlar da adamların arasında yürüyordu. Eğer birisi dikkatsizlikle yanlış bir adım atarsa dipsiz uçuruma düşecekti. Rehber, Allah’ın fırtınasız bir gününü seçip Muzdavan’dan aşmak önerisinde bulunmuştu ki Tungan komutan, kara sakal, somurtkan adam:
“Yürü, ölen ölür, kalan kalır!” dedi Uygurca.
Birbirini takip ederek yürüyen kervan, bu tehlikeli yol ile Muzdavan’dan aşarken sık sık tüfek sesi duyuluyordu. Bu, adam veya hayvan uçuruma düştü diye verilen işaret idi. Kara sakal komutanın emriyle, her bir kayıp için bir defa tüfek atılıyordu. Kara sakal, yağız atın önünde yürüyordu. En önde kumaşçı ile iki muhafız, kara sakalın arkasında da iki muhafız vardı. Onları Muhtar Bay takip ediyordu. Onun aklı fikri kara yorgadaydı. Yolcular bazen yerlerde sürünerek ilerliyordu. Bazı yerlerde rehber, elindeki kürek ile kardan yol açıyordu. Uçsuz bucaksız katmanlı karlı doruklar, sayısız dik uçurumlar… Muhtar Bay hayatında böyle zorluklar görmemişti. Ömrünü at oynatıp hatun kızları avlayarak geçirmiş bu beyzade, dünyada böyle çetin zorluklarla karşılaşacağını hiç düşünmemişti! Ne yediklerinin, ne dinlenmesinin, ne de uykusunun tadı vardı. Tek düşüncesi hayatta kalmaktı. Geceleri bir kaç defa atının boynuna sarılıp hıçkırarak ağladı. Fakat atını bırakıp kaçmayı hainlik diye düşünmüş ölürse atıyla beraber ölmeye yemin etmişti.
Bir kuş “kak-kak-kak” diye korkunç bir sesle öttü.
Rehber hemen durup:
“Aman Allah’ım! Fırtına kopacak!” diye bağırdı. “Ne?” Kara sakal onu sıkıştırdı.
“Kuşlar öttü, fırtına kopacak dotey30!”
“Nasıl fırtına?”
“Büyük fırtına, göz açmak mümkün değil, yürümek daha zor!”
“Durursak ne olur?”
“Kara gömülüp buz oluruz!”
“Peki, ne yapalım?”
“Biz şimdi Ağrııaldı’ya31 geldik.” dedi rehber zorlukla konuşup:
“Bir yemek pişinceye kadar sürünürsek dorukları aşabiliriz!”
“Sürün!”
Sağ taraftan güçlü boran vurmaya başladı. Kimse ayakta kalamadı, sürünmeye başladılar. Muhtar Bay âdemoğlunun kudretini orada gördü. İnsanlar göz açtırmaz fırtınada sürünerek ilerledi. Hatalı adım atanlar uçuruma düştü. At ve eşekler de bu vakitte akıllı olabiliyordu. Rehberin her bir izi onların hayat yoluydu. Herkes hayatı için doğru ilerlemeliydi. Bu buyruğu hayvanlar da anlayarak yerine getirdi. Kara sakal komutan yağız aygırı Muhtar Bay’a teslim edip:
“Çento32, atı sağ salim götür, yoksa kellen gider!” dedi.
“Sen demesen de bilirim!” dedi Muhtar Bay, gözyaşlarını kürkünün koluyla silip atın dizginini beline bağlayarak:
“Hadi kaplanım! İzimi takip et!”
Sürünenler Muzdavan’dan aşıp kırk iki basamağı olan aşağıya doğru yöneldi. Şimdi uylukla sıyrılıp inmek başlamıştı. Rehber sonunda, sık sık nezir verilen, “Şifalı” adıyla tanınmış düzlüğe inip bir tepeye çıktı ve iki kulağını tutup:
“Allahu Ekber, Allahu Ekber!” diye ezan okudu.
İki muhafız ile kara sakal komutan, onları takiben kara aygırı getiren Muhtar Bay düzlüğe indi. Kalanlardan henüz haber yoktu.
“Aferin çento!” Kara sakal, kürkü ile deri şapkası buza dönüşen Muhtar Bay’ı parmağıyla işaret edip:
“Baban buz, annen kar, yağız at, kır at oldu. Ma Congying’in atına benzedi!” dedi, bembeyaz kara bürünmüş ama kulaklarını kaldırıp uçacakmış gibi yerinde duramayan kara aygırı zevkle sıvazlayıp:
“Bundan böyle sen çento, bu ata bakacaksın, olur mu?”
“Olur, dotey!”
“Dotey değil, Ma Siling33 de!”
“Peki, Ma Siling.”
Muhtar Bay, Ma Siling’in at bakıcısı oldu.
Akşama doğru Ma Siling’in adamları ve hayvanları tepeden indi. Kar hafif yağmış, borandan müstesna vadide bir kaç yüz adam ve hayvan ortaya çıkmıştı. Tungan askerlerinden yetmiş altı kişinin cesedi buzdan uçurumlar dibinde kalmış, hayvanlardan yüz on iki tanesi sırtındaki yükleriyle beraber ortalıktan kaybolmuştu. Onlar öküzleri kesip odun toplayıp adaklarını yerine getirmeye başladı. Muhtar Bay ılgın ve pelinleri getirip yağız aygıra baktı. Yele ve kuyruğundaki buz, karları temizledi, ondan içten içe af dileyip kulağına fısıldadı:
“Yaramazlığım sana zulüm oldu. Kaşgarlı’nın gelini için Şağlıktam’a gelmeseydim bu belaya bulaşmazdık, yazık, yazık… Kaplanım, beni affet!”
O gece Tunganlar, Bay ilçesini yağmaladı. Hayvan, yiyecek içecek, altın, gümüş, hatta bir kaç güzel kadını da getirdiler. Tungan askerler fazlasıyla böbürlenip haddini aştı. Ertesi gün Bay’dan çıkıp yolun ortasında bir sürü yabancı askerlerle çatıştı. Onlar da Tungan, fakat memleketleri Heşi denen yermiş. Gulca Tunganları’nın memleketi Hedong idi. Onlar ne istiyorlar ki gece de birbirlerine ateş ettiler. Kara sakal baş ta olmak üzere birkaç Tungan vurularak öldü. Bir kaç yüz Tungan Heşili Tunganlar’a teslim oldu. Muhtar Bay bu kez Ma Hosen askerlerinin at bakıcısı oldu. Onlar Aksu’da Ga Siling gelinceye kadar kaldı. Ertesi gün Ga Siling -bıyıkları yeni terlemiş, açık sarı askeri üniforma giyen, beline tasma kemer bağlayıp tabanca takan, yüksek burunlu, karakaş, kara göz, beyaz yüzlü yakışıklı genç birkaç bin askere ince ve çınlayan sesiyle bir şeyler söyledi. Kumaşçının anlattığına göre o: “Biz, Şeng Şisey’i yok etmek üzereyken, Urumçi’nin tepelerini işgal edip yirmi bin askerle büyük saldırı düzenleyip neredeyse onu devirmişken, Ruslar top, havan topu, tanklarıyla hücum edip bizi güçsüz duruma düşürdü. Şeng Şisey’in boğazına dayattığımız bıçağı elimizden aldı…” diyormuş. Muhtar Bay anlayamadan kumaşçıdan:
“Ruslar neden Tunganlar’a değil, Hitaylar’a destek verdi?” diye sorduğunda, kumaşçı, sarı sakal, kırmızı yanaklı adam:
“Neden mi, Rus da Hitay da gâvur değil mi?” diye ce vap verdi.
Tungan askerleri Aksu’dan Kaşgar’a varıncaya kadar ıssız dağları takip ederek yollara düşüp çöllerde konaklayıp ulaştığı yerde kim varsa hep talan etti. Muhtar Bay atına binip kaçmaya hiç fırsat bulamadı. Hareket ederse ona silah çekilirdi. O, çöllerde yayan yürüdü, çizmeleri yırtılıp yalın ayak kaldı. Kaşgar’a varıncaya kadar açlık, susuzluk, yorgunluk azabını çekti. Birkaç defa dayak yedi, hakarete uğradı. Hayatında görmediği horluk ve aşağılamaları gördü. Onlar, Kaşgar şehrine kimi düşmanlarıyla savaşarak girdi. Kimileri Demir Sicang’ın34 kellesi diye bir adamın başını heybeye atıp Ma Hosen’in önüne koydu. Onlar nice Uygur’u kesti, vurdu, diri diri gömdü. Muhtar Bay inanılmaz vahşetleri gördü. Onlar Kaşgar’da Ga Siling adlı adamı uğurladı. O, yirmi atlı adamla birçok altın gümüşü alıp Tokkuzak denilen yerden kıbleye, dağ tarafına doğru yol aldı. Ma Hosen’in birkaç bin askeri Kaşgar’dan yola çıkıp Yarkent, Yenihisar, Poskam, Kargalık gibi yerleri yağmalayarak insanları öldürüp diri didi gömerek en son Guma denilen küçücük şehre gelip yerleşti. Muhtar Bay bu uzun çöllerde kaç ay, kaç yıl sefer yaptığını bilmiyordu. Bambaşka bir birine, vücudunda et kalmamış, birkaç günde bir defa yüzünü yıkayan, ayakları nasırlaşan, her yeri bitlenmiş, giysileri yırtık bir adama dönmüştü. Kara aygırın da zayıf, sırtı yaralı, yelesi seyrek, kuyruğu yamuk, toynakları yıpranan uyuz bir ata dönüştüğüne şahit oldu. O, atının ve kendisinin bu çöllerde öleceğine inandı ama o günün biraz geç gelmesi için var gücüyle çalıştı. Ölümün çok kolay ve çabuk gerçekleştiğini gördü. Adam boyuna göre kazılan çukurlara eli ayağı bağlanan, ağzı kapatılan adamlar diri diri atıldı ve çukurlar toprakla dolduruldu. Bir sürü Uygur genci ıssız çöllerde öyle can verdi. Onların çukurunu kazmaya ve gömmeye Muhtar Bay da katıldı. Ne çare, bunu yapmazsa kendisi de gömülecekti. O gömülürse kara aygıra kim bakacaktı? O, Guma şehrinden ne kadar uzakta kaldığını bilemedi. Bir gün Ma Hosen, kara bıyıklı, uzun boylu komutan: