Uygur Efsaneleri Üzerine Bir Değerlendirme

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Uygur Efsaneleri Üzerine Bir Değerlendirme
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Efsaneleri çalışma düşüncemizin oluşmasına vesile olan Toğrak Ağacına ithafen…


ÖNSÖZ

Her milletin dünyayı algılama ve yorumlama konusunda kendine has bir usulü vardır. Milletlerin maddî ve manevî kültür unsurları yoluyla geliştirdikleri bu usul, onları diğer milletlerden ayıran toplumsal kimliğin oluşumunu da sağlar. Başta dil ve inanç olmak üzere bu kültür unsurları bakımından zayıflayan toplumlar; hayatı gereği gibi algılamada, yorumlamada sıkıntı yaşarlar. Bunun sonucunda zaman içerisinde toplumsal kimliklerini yitirmeye, diğer toplumların etkisinde bir esaret hayatı sürmeye, nihayet tarih sahnesinden tamamen çekilmeye mecbur kalırlar.

Türk dünyası, köklü tarihi ve yüzyıllara dayanan canlı kültür unsurlarıyla diğer pek çok millete kıyasla toplumsal kimliğini güçlü bir biçimde korumayı ve geliştirmeyi başarır. Türk toplumu dil, düşünce, inanç ve hayat pratiğine dair birikimini geçmişten bugüne taşırken toplum olarak geleceğe dönük sağlıklı değerlendirmeler de yapabilmektedir. Bu çalışmada Türk milletinin bir parçası olan Uygur Türklerinin kimlik inşa etme sürecine ciddî katkılar sağlayan halk anlatıları ve efsaneleri aktarılmaktadır.

Uygur anlatı ve efsaneleri hemen her toplumdaki benzerlerinde olduğu gibi daha çok büyüklerin uzun gecelerde çocukları bir araya toplayarak onların hoş vakit geçirmelerini ve eğlenmelerini sağlamayı amaçlar. Ancak sözlü eserlerin görünen amacı bu olmakla beraber asıl amaç büyüme çağındaki çocukları tarih, coğrafya, din, hayat anlayışı gibi kültür unsurları üzerinden ortak bir kimlik şuuru ile yetiştirmektir. Bir toplumsal terbiye metodu olarak nesilden nesile aktarılarak bugüne gelen eserler maddî ve manevî kültür unsurları bakımından oldukça zengin bir içeriğe sahiptir.

Kitabın ortaya çıkış hikâyesine gelince… 2018 yılında Karabük Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalında Yüksek Lisansa başlayan Mahmut Erkin (Mamutijiang Aierken)’in hayat hikâyesini ve çalışmalarını inceledikten sonra bu kitap serüveni başladı. Doğu Türkistan’ın Artuş şehrinde bulunan Yukarı Artuş köyünde 18 Mart 1981’de dünyaya gelen Mahmut Erkin, ortaokul ve lise öğrenimini memleketinde tamamladıktan sonra 2001/2005 yılları arasında Kaşgar Üniversitesinde Uygur Dili ve Edebiyatı eğitimini tamamlar. Mezun olur olmaz Artuş’un Kattaylık köyünde öğretmenliğe başlayan Erkin, millî ve manevî değerler üzerine yaptığı çalışmalar nedeniyle yaşadığı birçok sıkıntının sonrasında 2006 yılında da öğretmenlikten alınır. Urumçi’de bulunduğu 2009 yılında birçok insanın hayatını kaybettiği olaylara şahit olur. 2016 yılında eşiyle Türkiye’ye gelip Karabük’e yerleşen Erkin’in Sömürge Altındaki Doğu Türkistan ve Uygurlar adlı yayımlanmış bir kitabı ile çeşitli hikâye ve makaleleri mevcuttur. Birçok TV, radyo ve benzeri yayın organlarında çeşitli programlara konuşmacı olarak da katılan Erkin, kendi kültürüne dönük çalışmalarını bugün de sürdürmektedir.

Yüksek lisans öğrencim Mahmut Erkin, ders dönemine başladığında kendisine hangi alanda çalışmak istediğini sorunca Uygur Türklerinin edebiyatı üzerine bir çalışma yapmak istediğini ifade etti. Bir Uygur Türkü olarak topraklarında yaşanan siyasî ve sosyal sorunların yoğunluğuna, halkına yapılan baskılara, maddî ve manevî kültür unsurları ile bunları eserlerinde halkın hafızasını diri tutmak için kullanan aydınlara dönük yok etme politikasına dikkat çekmek istediği için böyle bir çalışma yapmak istediğini belirtti.

Bu talebi üzerine kendisini ders döneminin başında bir yandan da özellikle çalışmak istediği konuyla ilgili sözlü ya da yazılı materyalleri derlemesi konusunda yönlendirdim ve gerektiğinde kendisine her türlü desteği de sağlayacağımı söyledim. Öğrencim Mahmut Erkin, bu yönlendirmemden sonra doğup büyüdüğü Artuş şehrine bağlı Yukarı Artuş köyünde dilden dile aktarılarak gelen Uygurlar ve Uygurların yaşadığı bölge, sahip oldukları tabiat, önderleri ve inanışları ile ilgili birçok efsane ve halk anlatıları olduğunu; bunlar üzerine çalışılabileceğini söyledi. Böylelikle büyüklerinden derlenen efsanenin, halk anlatılarının bir araya getirilmesi neticesinde, titiz bir çalışmayla Türkiye Türkçesine aktarılması suretiyle seksen efsaneden oluşan bu eser meydana geldi.

Yaşadıkları, düşündükleri, inandıkları, bütün hayalleri ile birlikte hayatları, hatıraları ve tarihleri yokluğa mahkûm edilmek istenen Uygur Türklerinin ağızdan ağıza nakledilmek suretiyle geçmişten bugüne gelen efsane ve halk anlatılarının yazıya geçirilmesinin oldukça önemli olduğu açıktır. Böylelikle halkın işgal, asimile edilme ve her anlamda soykırıma uğrama tehdidi karşısında yıllardır süren direnişine kendi ölçüsünde ve en içerden bir katkı sağlamak amaçlanmaktadır. Zira efsaneler ve halk anlatıları doğrudan halkın hayat verdiği samimi metinler olduğu, bir sanat yapma gayretinin ötesinde topluma hayat nizamı çizmeyi hedeflediği için oldukça önemlidir.

Bu eserlerin şartların zoruyla tarihin akışı içerisinde yitip gitmesine göz yummayarak gelecek kuşaklara ulaşmasını sağlamak için çaba sarf eden ve bu eserin oluşumuna emekleriyle katkı sağlayan herkese teşekkür ederim. Eserin insanlığın sömürüden, işgalden uzak, sağlıklı bir gelecek inşa etmesini umursayan tüm okuyucular için faydalı olmasını dilerim.

Doç. Dr. Enver KAPAĞAN

BİRİNCİ BÖLÜM

GİRİŞ

Bugün dünyanın çok çeşitli coğrafyalarını yer ve yurt tutan Türkler için vatan edinerek yaşadıkları bütün coğrafyalar ana vatan olarak gördükleri Türkistan’ın bir parçasıdır denilebilir. Bu ilişkilendirme her ne kadar sübjektif bir bakış açısını içerse de büyük kısmıyla doğru bir tespit olduğu söylenebilir. Fakat Orta Asya bölgesi kendisi içinde değerlendirildiğinde jeopolitik özellikler dikkate alınarak Türkistan’ı üç bölgeye ayırmak mümkündür. Birinci bölge olan Doğu Türkistan, Büyük Asya Kıtasının merkezinde yer alan Türkistan’ın ise doğusunu ifade eden bölgedir. Yaklaşık 30 milyon; ekseriyeti Uygur olmak üzere, Kazak, Kırgız, Tatar, Özbek Türk’ü yaşamaktadır. İkinci bölge ise; Afganistan’ın kuzey bölümünü içine alan Güney Türkistan’dır. Farklı kaynaklarda beş milyon civarında Özbek ve Türkmen Türkünün yaşadığı bilinmektedir. Üçüncü bölge ise bugün üzerinde bazı bağımsız Türk Cumhuriyetleri bulunan (Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan, Türkmenistan) ve 55 milyon insanın yaşadığı Batı Türkistan’dır (Sayın-Koçak, 2017: 11-12).

Günümüz Uygur Türklerinin yaşadığı ve Doğu Türkistan olarak anılan bölge Çin hâkimiyetine girdikten sonra siyasî bir amaçla Sincan (Xinjiang-Sinkiang) bölgesi olarak adlandırılmaktadır. Doğuda Moğolistan, kuzeyde Rusya, batıda Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Keşmir ve Afganistan; güneyde Tibet, Pakistan ve Hindistan ile sınırı bulunan Doğu Türkistan’ın yüz ölçümü 1.828.418 km2’dir (Oğuzhan, 2018: 9). Başkenti Urumçi olan bölgenin nüfusu yaklaşık olarak 40 milyondur.

Doğu Türkistan, Türklerin en eski devirlerden beri yurt edindikleri bölgelerden biridir. Orta Asya Türk Tarihinin bir parçası olarak Hun ve Göktürk İmparatorluklarının sınırları içerisinde yer alan bu bölge 742 yılında Uygur, Basmıl ve Karluklardan oluşan kavimlerin başlattıkları savaşı kazanmaları ile Göktürk devleti yıkılır 744 yılında ise Uygur Hakanlığı kurulur. Uygur Hakanlığının 840 yılında Kırgızlar tarafından yıkılması ile dağılan Uygurların bir kısmı Çin’in batısına, bugün yaşadıkları topraklara doğru çekilerek burada Kan-Cou ve Doğu Türkistan (Turfan) Uygur devletini kurarlar (Başkaya, 2019: 216).

Uygur Türkleri, Hunlar ve Göktürklerden sonra VIII. yüzyılın ortalarında üçüncü Türk devletini kendi boy adlarıyla kurar. Uygur Kağanlığının kurulması, Uygur adının Türkçe kaynaklarda ilk defa zikredilmesini de sağlayan tarihî bir gelişmedir. Çin kaynaklarında Hui-hu, Hui-he, Wei-hu, Wei-wu şekillerinde geçen Uygur ismi, 787-843 tarihleri arasında Uygur elçilerinden söz eden raporlarda ise Tibetçe Ho-yo-hor şeklinde yazılır. Uygur kelimesi uygar, medenî, uymak, hızlı hücum eden vb. birçok anlamı karşılarken Kaşgarlı Mahmut’a göre ise kendi kendine yetmek manasına gelmektedir (Tekinoğlu, 2017: 37-38). Kelimenin anlamları birlikte düşünüldüğünde Uygur Türklerinin kendi kendine yeten, gerektiğinde kendisini savunmak için hızlı hücumlar yapabilen medeniyete aşina bir toplum olduğu değerlendirmesini yapmak mümkündür.

Doğu Türkistan, tarih boyunca bulunduğu bölgede medeniyetin gelişimine katkı sağlamış bir merkezdir. İpek yolu üzerinde bulunması dolayısı ile de dünyanın en hareketli noktalarından biri haline gelir. Bu hareketli ve zengin coğrafya yüzyıllarca insanlığa hizmet edecek gelişmelere de sahne olmuş önemli bir merkezdir. Özellikle ticaret yollarının kavşağında olması ve komşuları ile olan iyi ilişkileri sayesinde Doğu Türkistan, bazı dönemlerde dünyanın en müreffeh insanlarının yaşadığı bir coğrafya haline gelir. Uygur Türkleri ile ilgili olarak kimi zaman içerisine düştükleri zorlu şartlara rağmen yaşama sevincini yitirmediklerinden, tarihin ve bugünün ortak dokusuyla zenginleştirdikleri renkli yaşamlarından, tarihî sürecin tüm olumsuzluklarına karşın kültürlerine bağlı kaldıklarından birçok gezgin, tarihçi ve başka araştırmacıların yazılarında bahsedilir. Uygurlardan söz eden seyyahlardan biri de Marko Polo’dur. Polo eserinde Uygur Türklerinin yaşadığı Kaşgar, Yarkent, Hoten gibi pek çok bölgeden söz ederken Uygurların yaşama sevinciyle dolu kimseler olduğu, barışçı ve sanata dost bir hayat sürdükleri değerlendirmesini yapar (Öger, 2014: 72). Uygurların yaşama sevincinin sadece diğer insanları değil, canlı cansız tüm varlıkları içerisine alan bir mahiyet gösterdiğini söylemek mümkündür. Tabiatla iç içe yaşayan bir toplumun hayatını diğer insanlar kadar hayvanların, bitkilerin, toprağın etkilemesi esasında hayatın normal akışının da bir sonucudur.

 

Barışçıl bir halk olmanın her zaman barış içinde yaşamanın garantisi olamayacağı gerçeğini anlatmada kullanılabilecek en iyi örneklerden biri de Uygur Türklerinin tarihidir. Derin tarihî ve kültürel birikimin getirdiği geleneksel anlayış ile modern yaşamı sentezleyebilen; kısaca medeniyeti kendi kültür yapısında yoğurup en sade haliyle yaşayan Uygurlar birçok düşmanın saldırılarına hedef olur. Oysa Uygur Türkleri; tarih boyunca aynı bölgede yaşayan Moğolistan, Çin, Afganistan ve Keşmir bölgelerine doğru şartlar gereği yayılmışlarsa da ancak kendileriyle savaşanlara düşman gözü ile bakmalarının dışında kendileriyle dostane geçinen hiçbir komşu devletin toprağına göz dikmezler. Buna karşılık kendi topraklarına saldıranlarla da yüzyıllar sürecek savaşlara girmekten çekinmeyen bir tavır sergilerler.

Uygur Türkleri, Saltuk Buğra Han zamanında Müslümanların kitleler halinde İslamiyet’i kabul etmesi ile Müslümanlığı benimseyerek o günden beri yaşadıkları bölgede İslamiyet’in bayraktarlığını yapar. Bu köklü inanç değişiminin sonrasında Uygur Türklerinin yaşadığı coğrafya; X. yüzyılda Türk Dünyası açısından da önemli eser sahipleri olan meşhur ilim adamları Divan-ı Lügat-it Türk’ün yazarı Kaşgarlı Mahmut, Kutadgu Bilig’in yazarı Yusuf Has Hacip gibi âlimlerin yaşadığı ve yetiştiği bir ilim merkezi olur (Oğuzhan, 2018: 9).

Özellikle sanayi devriminden sonra kendilerini süper güç olarak ifade eden Batı devletleri ile Çin ve Rusya yakın veya uzak coğrafyalarda işgal hareketlerine girişerek bir taraftan kendilerinin hammadde ihtiyacını karşılayacak koloniler kurmayı hedeflerken diğer taraftan topraklarını ve tesir edebilecekleri kültür coğrafyalarını genişleterek köleleştirilmiş toplumlar yaratma çabası içine girerler. Bu tür girişimlerden en çok olumsuz etkilenen coğrafyalardan biri de hiç şüphesiz Uygur Türklerinin bin yıllardır yaşadığı Doğu Türkistan coğrafyası olur.

Başkentinin adı Urumçi olan bölge Tanrı Dağları ve Taklamakan Çölü’ne de ev sahipliği yapmaktadır. Kadim Türk toprakları olan bu coğrafya aynı zamanda Türk mimari, sanat ve folklorunun da en nadir örneklerini geçmişten bugüne getiren önemli bir merkezdir. Yapılan araştırmalara göre Doğu Türkistan birçok türde zengin yer üstü ve yer altı kaynağına sahiptir. Bunların içinde özellikle öne çıkanlar 1 trilyon 50 milyar tonluk rezervi ile kömür, 66 tonluk zengin rezerviyle altın, 60 milyar tonluk rezervi ile petrol kaynaklarıdır. Ayrıca Doğu Türkistan verimli tarım arazisi niteliğinde 195 milyon hektarlık zengin ziraat arazisine de sahiptir (Gömeç, 2015: 330-331). Doğu Türkistan, coğrafya olarak çok verimli toprakların yer aldığı bir bölge olmasının yanında dünyada yerleşik hayata geçilen ilk yerlerden biridir. Bu sebeple üzerinde yaşayan ve bu yerleşik medeniyeti inşa eden Türk halkına da Uygar halk anlamına gelen Uygur isminin verildiği bilinmektedir. Bu imkânları ve tarihî perspektifi sebebiyle Çinliler tarafından işgal ve sömürü için ideal bir hedef hâline gelen Doğu Türkistan coğrafyası, aynı zamanda Türkistan’ın diğer bölgeleri üzerinden dünyaya açılan önemli bir ticaret yolu olarak da algılanır. Siyasî ve ekonomik anlamda zenginliklerin sahibi olmanın yanı sıra bu coğrafyayı askerî anlamda da stratejik bir merkez olarak değerlendirir.

Doğu Türkistan; bulunduğu bölgenin stratejik önemi, doğal zenginlikleri gibi birçok sebeple sadece yakın zamanda değil tarih boyunca yağmanın ve işgalin doğrudan ya da dolaylı hedefi olur. Özellikle Çin’in dünyaya açılan en önemli kapılarından biri konumunda olması dolayısıyla tarihin eski dönemlerinden beri Çin hanedanları ve hükümetlerinin iştahını kabartan bir coğrafya olur. Nitekim MÖ 60 yılında Doğu Türkistan’a yönelik ilk işgal hareketinin amacı Hun devletinin etkinliğini kırıp o dönemde Doğu Türkistan’da bulunan şehir devletlerini etkisi altına almaktır. Bu ilk işgal hareketi sonuç verir ve Hun devletinin çöküşü hızlanır. İkinci işgal girişimi ise MS 661 yılında Göktürk devletinin yoğun baskısından kurtulup Orta Asya topraklarına uzanmayı amaçlamaktadır. Çinliler bu hareket neticesinde kısa bir süreliğine de olsa bu amaçlarına ulaşır. 751’de yaşanan Talas Savaşı sonnrasında bölgeyi terk etmek zorunda kalırlar. Ancak Çinliler, tarihî İpek Yolu’nu kontrol altına almak ve Batı ile ticaret yapabilecekleri yolları ele geçirmek için stratejik öneme sahip olan Doğu Türkistan’a sahip olmaktan vazgeçmez. Hem ticaret hem de sınır güvenliği açısından Çinlilerin çok önem verdiği Doğu Türkistan coğrafyası Çinlilerin tarih boyunca Hun, Göktürk ve Moğol devletlerine karşı düzenlenen seferler için askerî üs olarak da kullanılır (Demirağ, 2014: 231). Burada verilen sebeplere ek olarak daha pek çok sebeple tarih boyunca bir mücadele sahası olan bu coğrafyada yaşayan insanlar sürekli teyakkuz halinde yaşar.

XVIII. yüzyıla gelindiğinde Cungarların, Amursan’ın idaresinde 1755 tarihinde Çin ile yaptığı ittifak, Doğu Türkistan’ın Çinliler tarafından istilasını hızlandırır. Aynı dönemde Doğu Türkistan’a yardım götürebilecek konumda olan diğer Türk topluluklarına karşı da Çin’in kışkırtması ile Cungarlar ve Ruslar ciddi işgal hareketlerine girişir. Bu sebeple akraba topluluklarından da destek alamayan Uygurlar ciddi sıkıntılar yaşar. Çin’in daha sonraki dönemlerde Cungarlar üzerinde tam egemenlik kurması, bölgede daha rahat hareket etmesini sağlar. Bu gelişmelerden sonra Çin, 1755 yılından itibaren Doğu Türkistan’ı istila etme çabalarını artırır ve bu süreçle beraber Çin askerleri de Doğu Türkistan’a girmeye başlar.

1755 tarihinde başlayıp Yakup Bey’in iktidara geldiği 1865 yılına kadar süren 110 yıllık dönem tarihe Birinci Çin İstilası olarak geçer. Fakat bu dönemde halkın bir ve bütün olarak koordineli bir biçimde yaşanan işgal sürecine isyan edip karşı koyması sebebiyle bu işgal hareketi hedeflenen noktaya tam olarak ulaşamaz. Hatta Yakup Bey bu dönemde Kaşgar, Turfan ve Urumçi gibi bölgeleri de birleştirmeyi başarır. Rusların Batı Türkistan’ı istilası sırasında ortaya çıkan Yakup Bey Devleti İngilizler tarafından da desteklenir. Başta bir tampon bölge oluşturma amacıyla bu devleti kullanmak isteyen İngiltere, Çin ve Rusya’ya karşı bu devleti destekler. Yakup Bey de bir taraftan işgali engellemek için içeride gerekli adımları atarken diğer taraftan arasında kaldığı iki süper gücün saldırılarından korunabilmek ve devleti güçlendirebilmek için çalışır. Bu anlamda bir tedbir olarak Osmanlı devletinden de yardım ister. Fakat Osmanlı Devleti’nin o tarihte içerisinde bulunduğu siyasî ve sosyal şartlar ile coğrafi uzaklık sebebiyle istediği desteği alamaz. Osmanlı devleti yapılan yardım çağrısına iltifat, dua ve sembolik olarak desteği ifade eden birkaç hediyeden öteye geçmeyen bir karşılık verir (Karaca, 2007: 219).

Netice olarak, XVII. yüzyılın sonuna gelindiğinde Yakup Bey’in kurduğu Kaşgariye Devleti, Çin ve Rusya’nın karşılıklı olarak bölgeyi işgal faaliyetlerinin yanında içeride yaşanan birtakım sorunların da derinleşmesi sonrasında yıkılır. Fakat Çin, Rusya ve diğer ülkelerin işgal ve yok etme hareketlerine karşı Uygur Türkleri sürekli teyakkuz halinde kalarak vatanlarını birçok sıkıntıya, yokluğa ve dışarıdan destek alamamalarına rağmen korumak için çalışır. Zengin kaynaklara sahip olan coğrafya, neredeyse tarihin her döneminde bir tehlikeyi atlatamadan yenileri ile karşı karşıya kalır. Bazen düşmanlar değişse de niyet ve taktikler hep aynıdır. Uygur Türkleri de gelişen ve değişen dünyanın esaslarına uygun bir tarzda ellerindeki kısıtlı imkânlarla da olsa 1900’lü yılların başından bu yana kendi içinde organize olarak Doğu Türkistan’da bulunan bütün düşman unsurları temizlemek ve tam bağımsız bir vatan kurmak için çalışmalara başlar.

1930’lu yıllar Uygur Türkleri için bağımsızlık yolunda yeniden umutların yeşerdiği yıllar olur. Bu dönemde özellikle halkı yönlendiren aydın ve aktif yöneticiler bir taraftan tam bağımsızlık için çeşitli ayaklanmalarla soruna çözüm ararken diğer taraftan halk da Doğu Türkistan’daki Çinli idareciler elinden gördükleri baskılarla oldukça zor duruma düşer. Yaşanan bu olumsuzlukların etkisiyle bağımsızlık amacı taşıyan ayaklanmalar kısa sürede geniş kitleler tarafından desteklenir. Şubat 1931’de Doğu Türkistan’ın Kumul vilayetinde, Çin idaresine karşı Hoca Niyaz Hacı ve Salih Dorga önderliğinde başlayan bağımsızlık hareketi kısa zamanda ciddi destek bulur. Mahmut Muhiti liderliğinde, Ocak 1933’te başlayan Turfan Ayaklanması ve Mehmet Emin Buğra liderliğinde bir ay sonra Hoten’de başlayan ayaklanmalar da oldukça etkili olur (Emet, 2009: 17). Nihayetinde aynı yıl Sabit Damollam başbakanlığındaki Millî Mücadele Konseyi bu hareketin bir neticesi olarak Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti’ni kurar. Muhammed Kasım Hacı da Dışişleri Bakanı olur. Bu devleti kısa zamanda Afganistan’ın yanında Çin tehlikesine karşı ellerini güçlendirmek isteyen Rusya ve İngiltere gibi devletler de tanır. Buna karşılık kısa süre sonra Rusya ile Çin’in kendi aralarında anlaşıp ortak hareket etmesi, içerden ve dışardan oluşturdukları baskılar neticesinde bu devlet de yıkılır (Oğuzhan, 2018: 9).

Doğu Türkistan’da bu kadar hareketli günler yaşanırken Sovyet Rusya ile Çin kendi sınır güvenliklerini sağlamak ve egemenlikleri altındaki milletleri baskılamak için daha fazla ortak hareket etmeye devam başlar. Bu stratejinin gereği olarak Sovyet Rusya 1930’larda Doğu Türkistan Genel Valisi ile anlaşma imzalayarak Çin tarafından Şarkî Türkistan İslam Cumhuriyeti’nin yok edilmesi için gereken bütün desteği sağlar. Çin ile Rusya’nın vardığı anlaşma neticesinde başlayan işgal hareketi sonucunda Şarkî Türkistan İslam Cumhuriyeti yeniden işgal edilir ve 1937’de bağımsızlığına son verilir (Dauilatova, 2007: 26-27).

Özellikle II. Dünya Savaşı ile beraber dünya yeni hareketlenmelere sahne olur. Bu süreci Uygur Türkleri de olumlu anlamda kullanmak isterler ve 1940’lı yıllarda yeniden bağımsızlık hareketleri etrafında toplanmalar ve ayaklanmalar başlar. Bu başkaldırılar 1944 yılında netice verir. Alihan Töre’nin Cumhurbaşkanlığında Şarki Türkistan Cumhuriyeti kurulur. Üç Efendiler olarak bilinen Yusuf İsa Alptekin, Mehmet Emin Buğra ve Mesut Sabri yönetimde etkin rol oynarlar. Yönetim kadrosu her ne kadar Çin ve diğer komşuları ile iyi ilişkiler kurmayı hedeflese de beş yıl süren bağımsızlıktan sonra Çin’de yönetimi ele geçiren komünist kadrolar Doğu Türkistan’da kurulan Şarki Türkistan Cumhuriyetini işgal eder. Yöneticilerin çoğu vatanını terk etmek zorunda kalırken halk da o günden bugüne her geçen gün dozu artan türlü türlü sıkıntı ve eziyete maruz kalmak suretiyle yaşamını devam ettirmeye çalışmaktadır (Başkaya, 2019: 217).

Uygur Türklerinin yaşadığı Doğu Türkistan’ın başlıca şehirleri Urumçi, Karamay, Kaşgar, Kumul, Aksu, Hoten, Turpan, Yarkent, Kuça, Gulca’da Türk topluluklarının nüfusu güncel verilere göre yüzde elli beş iken Çinli nüfus yüzde kırk beş civarındadır. Oysa aynı bölgede 1949 yılındaki verilere göre Çinli nüfusun toplam nüfusa oranı yüzde beştir (Oğuzhan, 2018: 13). Bu orantısız nüfus değişiminin Çinlilerin hiçbir insanî ve toplumsal kaygı taşımaksızın coğrafyadaki kaynakları sömürmek amacıyla XXI. yüzyılın ilk yarısında yürüttüğü işgal politikasına uygun olarak bölgeye yerleştirdiği 150 milyon Çinli nüfus sonucu olduğu iddia edilmektedir (Kaşgarlı, 2011: 16). Yoğun nüfus hareketliliğine bağlı olarak coğrafyanın inanç haritası da oldukça farklılık göstermektedir. 1950-60’lı yıllara başkent Urumçi’nin yerli ve Müslüman nüfus %90 civarında iken 2000’li yıllarda yerli halk ve Müslüman nüfus neredeyse azınlık durumuna gelir ve giderek de erimeye devam etmektedir. İslamiyet ile birlikte Lamaizm (Tibet Budizmi), Budizm, Taoizm, Hristiyanlık (Katolik-Ortodoks), Şamanizm gibi inanışları da Doğu Türkistan coğrafyasında nüfusun değişkenlik oranına göre görmek mümkündür (Tuna, 2012: 9, 17). Bugün yaşanan pek çok sorunun temelinde eldeki verilerden hareketle Çinlilerin işgal politikalarının bulunduğu rahatlıkla söylenebilir.

Tarihî süreç, coğrafya, yaşam tarzı, inanç gibi kültür unsurlarının etkisi ile Türk dilinin ana kolundan ayrılan Uygur Türkçesi, Göktürk yazı dilinin etkisini yitirmesinden sonra bugün Eski Uygurca olarak adlandırılan bir yazı dili kimliği kazanır. XV. yüzyıldan sonra ise Müşterek Orta Asya Türkçesinin tarihî mirasına bağlı olarak ortaya çıkan Çağatay Türkçesinin devamı niteliğinde bir yazı dili haline gelir. Siyasî ve sosyal gelişmeler sonrasında XX. yüzyılda daha önce kullanılan Uygur yazı dili yeniden düzenlenerek Yeni Uygurca halini alır. XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar eserlerinde Arap alfabesini kullanan Uygur Türkleri bu tarihten sonra siyasî nedenlerle farklı alfabeler kullanırlar. Doğu Türkistan’da yaşayan Uygur Türkleri 1954-1978 yılları arasında bir dönem Latin alfabesini kullanmışsa da 1978’den bugüne kadar tekrar Arap alfabesini kullanırlar. Sovyetler Birliği hâkimiyetindeki coğrafyada yaşayan Uygurlar ise 1930-1940’lı yıllarda Latin alfabesini kullandıktan sonra ise Kiril alfabesini kullanmaya başlarlar (Buran-Alkaya, 2013: 193-194).

 

Uygur Türkleri Türk edebiyatının gelişim sürecinde de oldukça etkili olur. Özellikle Türk dünyasının inanç, yaşam tarzı, dil gelişimi, siyaseti gibi birçok kültür birikiminin bugüne aktarılmasına eski Uygur metinleri önemli bir katkı sağlar. Bunlardan Budizm din adamlarının menkıbelerinden oluşan yedi yüz sayfalık Altın Yaruk, Budizmin prensiplerini ve felsefesini anlatan Sekiz Yükmek, yine aynı inancın hayat düsturlarını iyi ve kötü düşünceli prenslerin hikâyeleri üzerinden anlatan Kalyanamkara ve Papamkara Hikâyesi, bir fal kitabı olan Irk Bitig isimli eserler en dikkat çekici olanlarıdır (Güleç, 2014: 3).

Edebiyat, bir sanat olarak içeriği ile toplumların düşünce dünyasını ve hayat pratiğini etkileyen bir güce sahiptir. Buna karşılık edebiyatın; toplumun içerisinde bulunduğu hayat şartlarından, duygu ve düşünce durumundan doğrudan etkilendiği de bir gerçektir. Bu etkileşim sebebiyle bazen sanat kendi içerisine kapanarak sanat, sanat içindir anlayışına uygun olarak kendisini bir amaç olarak konumlarken, bazen de sanat toplumsal hayata kendisini tüm imkânlarıyla açarak sanat toplum içindir anlayışının bir aracına dönüşür. Uygur edebiyatının özellikle son dönemlerinde toplumun yaşadığı işgal, baskı ve bunlara direniş sürecinin anlatılmasında edebiyatın tüm imkânlarının bir araç olarak kullanıldığı görülür. Böylelikle Uygur yazar ve şairler eserleri aracılığıyla toplumun yaşadığı işgal ve zulümden kaynaklanan felaketleri eserleri ile ortak bir bilinç oluşturmak için yayarken halkın direnişini ve ümidini taze tutmaya çalışır. Bu eserleri hazırlarken bazen toplumun tüm derdini doğru olarak tespit eden, çareler öneren bir sosyal bilimci, bazen olanların geçmişle bağını kurarak geleceğe dönük çıkarımlar yapan bir tarih bilimci, bazen de olup bitenleri yaşanılan coğrafya üzerinden değerlendiren bir tabiat bilimci davranarak çok yönlü eserler ortaya koyarlar.

Uygur Türklerinin yaşadığı coğrafyada XIX. yüzyılın ilk yarısında başlayan ve halen devam eden Çin’in baskıcı ve yayılmacı siyasetine karşı çıkan pek çok halk kahramanının sözlü ve yazılı edebiyat ürünleri ile toplum lideri olarak destanlaştırıldığını görmek mümkündür. İşgal, sömürü ve zulüm ile mücadele sürecinde sözlü ve yazılı olarak verilen eserlerden Çin’e karşı 1827 mücadelesine katılan Nazugum adlı kadının başından geçenlerin anlatıldığı Nazugum Destanı ile 1841-1842 yıllarında kaleme alınan 30 binden fazla mısralık Garibler Hekayatı Uygur edebiyatına kazandırılan önemli eserlerdir. Bu dönemde önemli kalem erbapları olarak; Abdurrahim Nizari, Mir Hasan Saburi Seyyid Muhammed Kaşi, Molla Şakir ve daha niceleri sayılabilir. XX. yüzyılda ise; Arzu Muhammed, Umudi, Muhammed Alem, Musa Seyrami, Mesyut Sabri Beykozi, Abdurrehim Ötkür, Lütfullah Muttalib Ziya Semedi, Ruziy Kadiri eserleri ile öne çıkan isimlerdir (Buran- Alkaya, 2013: 194-195).

Tarihin her döneminde bir cazibe merkezi olan, birçok devletin elde etmek için her şeyi göze aldığı bir coğrafya olan Doğu Türkistan’da Çinlilerin işgal sürecini engellemek için yaşanan direniş sorununu kökünden çözeceğine inandıkları sorunlu politikalar izlediklerine dair iddialar bulunmaktadır. Çinlilerin esası ve nihaî amacı bir soykırım yani toptan yok etme şeklinde ifade edilebilecek bu politikaları nedeniyle Uygur Türkleri ve Müslüman toplum açısından hem demografik yapı hem de kültürel anlamda büyük değişmelere sahne olan Doğu Türkistan adeta açık hava hapishanesi haline gelir. Çinliler; ekonomik, siyasî, askerî, tarihî sebeplerle Doğu Türkistan coğrafyasını ilhak edip kendi toprağına dönüştürmek isterken bu amaçlarına en büyük engel olarak da halkın tarihini, kültürünü ve dilini yani millî hafızayı görür. Bu sebeple yok etme politikalarının hedefi olarak seçilen bu millî hafızaya ait geleneklerin, olayların, kişilerin hatta yer isimlerinin kullanması yasaklanır. Bu politikanın işlerliği bizzat Çinliler tarafından kanunsuz bir biçimde o topraklara asker, memur yahut çiftçi olarak yerleştirilen Çinliler eliyle sağlanır. Bu politikanın en bariz örneği coğrafyanın asıl adı olan Doğu Türkistan’ın yerine bölgeye Çincede Yeni Toprak anlamına gelen ve coğrafyanın kadîm tarihiyle çelişen Şincan adı verilir. 1884 yılında gerçekleşen bu adlandırmayla beraber de bölgenin eski isminin kullanımı yasaklanır (Sayın-Koçak, 2017: 11).

Çin’in bölgede uyguladığı sözde toplumsal uyum esasta ise asimilasyon politikalarının tarihî sebepleri kadar güncel nedenleri de vardır. Özellikle merkez kutupların etkin olduğu bugünün dünyasında Çin’in karşısında düşman kutup olarak değerlendirdiği Amerika Birleşik Devletleri ile onunla birlikte hareket eden Batılı devletlere karşı bir stratejik bir alan oluşturma çabası bu güncel nedenlerden en önemlisidir. Amerika’nın karşısında Çin ile iyi ilişkiler kuran ve rejimini Çin’e ihraç eden Sovyetler Birliği’nin yıkılması sonrasında kısmen boşta kalan Orta Asya coğrafyasına açılma zarureti sebebiyle Çin’in Doğu Türkistan’ı tam olarak teslim alma ihtiyacı ehemmiyet kazanır. Bu anlamda Doğu Türkistan küresel aktörlerin Pazar ve etki alanı mücadelesinde bir araca dönüşür. Doğrusu bu aktörleri ve şiddeti değişmekle beraber bütün tarihî süreç boyunca önemini koruyan bir sebeptir. Ayrıca Doğu Türkistan dün olduğu gibi bugün de zengin kömür, doğalgaz, petrol, uranyum kaynaklarıyla enerji ihtiyacının %30’unu tek başına karşıladığı için Çin’in vazgeçilmezidir. Anılan enerji kaynaklarının yanı sıra çeşitli madenlerin de zengin olarak bulunduğu Uygur coğrafyası, buğday, pirinç, arpa gibi tarımsal ürünler bakımından da kalabalık bir nüfusa sahip Çinliler için önemli bir coğrafyadır. Son olarak Uygur Türklerine tanınabilecek bir bağımsızlık durumunun bölgede domino etkisi yaparak Tibet ve Tayvan’ı da etkileyeceğini hesaplayan Çinliler için Doğu Türkistan oldukça hassas bir bölgedir. Çinlilerin ekonomik, siyasî ve stratejik anlamda vazgeçilmez bulduğu Doğu Türkistan’da yaşananları anlamak için geçmiş kadar bugüne bakmak ve süreci bir bütün olarak değerlendirmek gerekir (Demirağ, 2014:229-232).

Netice olarak bu bölge ekonomik zenginlikleri, jeopolitik konumu ve stratejik önemi hasebiyle her zaman Çin ve Rusya için her zaman işgal için fırsat aranan bir yer olarak görülmüştür. Merkezi Çin Hükümeti, her ne kadar yaşanan sıkıntıların dışarıya ulaşmasını engellemeye çalışsa da çağın gelişen iletişim ve ulaşım araçları bu baskının kapalı kalmasını imkânsız hale getirmektedir. Bu sebeple Doğu Türkistan’ın içerisinde bulunduğu siyasî ve toplumsal durum bütün dünyada gündem haline gelen büyük sorunlardan biri olarak çözülmeyi beklemektedir.