Deliler saltanatı

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Editörün Notu

Sene, Hicri 1053… Samur ve Amber Devri’ndeyiz. Yani, Sultan İbrahim’in ve kadınlarının çılgınlık devrinde… diyerek başlıyor roman. Gerçekten de kitabı okudukça, bu başlangıcın ne kadar doğru olduğunu anlıyorsunuz. Bir yanda tüm zamanını zevküsefa alemlerinde geçiren bir Padişah olan Sultan İbrahim, diğer yanda saraydaki konumunu korumak için her şeyi göze almış kadınları. Romanın akıcı üslubu sayesinde Sultan İbrahim’in eğlenmek için yaptığı çılgınlıklarla kadınların saraydaki güçlerini korumak için çevirdiği entrikaları bir arada takip edebiliyorsunuz. Roman ilerledikçe, Sultan İbrahim’in arzusuyla haremindeki kadın sayısının artması ve her kadının saraya kendi oyunlarıyla gelmesi ile rekabet kızışıyor, heyecanın dozu artıyor. Kitap, Cinci Hoca, Hasan Ağa, Çelebi gibi erkek karekterlerin de katılımıyla sürükleyici bir romana dönüşüyor.

Giriş

Sene, Hicri 1053… Samur ve Amber Devrindeyiz.

Yani, Sultan İbrahim’in ve kadınlarının çılgınlık devrinde…

Bu devir Sultan İbrahim’in devri olduğu kadar kadınlarının da devriydi. Sarayda onlarca güzel cariye ve haseki vardı. Ve bu kadınlar kıskançlıkları ve rekabetleriyle nam salmışlardı. Saraydaki kadınların başında padişahın annesi Kösem Sultan geliyordu. Kösem Sultan, sarayda padişahı rahat ettirmek için diğer kadınların kıskançlıklarını ve rekabetlerini büyük olaylar çıkmadan dizginlemeye çalışıyor, saraydaki her olaydan haberdar olup büyük kargaşalar çıkmadan önlemeye çalışıyordu.

Kösem Sultan sarayı kontrol altında tutmak için, Sümbül Ağa’yı Kızlarağası yaptı. Sümbül Ağa, saraydaki kadınları kollamakla görevlendirilmişti. Bu görevini yerine getirirken kendisine zamanında hediye edilen Zerefşan’la ilgilenmeyi de unutmuyordu. Yalnız bir sorun vardı, kendisine bakire olarak takdim edilen Zerefşan’ın karnı gün geçtikçe şişiyordu. Bu şişkinliğe anlam veremeyen Sümbül Ağa, bir sabah Zerefşan’ı odasına çağırdı:

“Bana seni bakire olarak hediye etmişlerdi, şimdi neden böyle durduk yere karnın şişiyor?”

Efendisinden bu sözleri duyan Çerkes kızı utandı. Kızlarağasından gerçeği saklamaya çalıştı. Fakat Sümbül Ağa gerçeği anlamış ve bu durumdan bir kâr çıkartabilirim umuduyla oldukça memnun olmuştu. Gün geçtikçe karnı daha da şişen Zerefşan, üç dört ay geçtikten sonra doğurdu. Sarayda olup biten her şeyden haberdar olan Kösem Sultan bu haberi duyunca Kızlarağasının emrinde olan Zerefşan’ın kaderi tamamen değişti.

Kösem Sultan, Zerefşan’ın doğum yaptığını duyduktan sonra Kızlarağasını odasına çağırdı ve:

“Sümbül, Zerefşan’ı yeni şehzadenin sütninesi olarak Hünkara hediye etmeni istiyorum” dedi.

Sümbül Ağa, Kösem Sultan’ın bu arzusunu minnet ve memnuniyetle yerine getirdi, Zerefşan’ı o gün derhal Padişaha takdim etti. Sümbül Ağa bu yolla hem Kösem Sultan’ın gözüne girmeyi hem de konumunu sağlamlaştırmayı amaçlamıştı.

Zerefşan’ın sütninelik edeceği Şehzade Mehmet, henüz dört aylık zayıf bir bebekti. Aslında Zerefşan’ın yeni işi oldukça kolay görünüyordu. Fakat Zerefşan’ın güzelliğini gören Şehzade Mehmet’in annesi Turhan Sultan’ın, onu kıskanmaya başlaması Zerefşan için hiç de iyi olmadı.

Zerefşan’ı kıskanan Turhan Sultan, Rusya’da Tatarların eline esir düşen ve daha sonra Süleyman Paşa tarafından İstanbul’a getirilerek Padişaha hediye edilen çok güzel bir Rus dilberiydi.

Turhan Sultan; Sultan İbrahim, kardeşi Sultan Murat’ın vefatı üzerine tahta çıkınca annesi tarafından kendisine ilk takdim edilen kızdı . Padişah, ilk göz ağrısı olan bu Rus dilberini bütün cariyelerinden fazla seviyor ve ona sarayda her istediğini yapması için diğer gözdelerinden fazla yetki veriyordu.

Turhan Sultan’ı Padişaha takdim eden Kösem Sultan da, hanedan neslinin çoğalması için Padişahı sefahat ve eğlenceye teşvik etmeye devam ediyor, Padişahın her gece çıplak cariyelerle sabahlara kadar vakit geçirmesini sağlıyordu. Bu eğlencelerden yorgun düşen Padişah da bütün gününü uyuyarak geçiriyordu.

Padişah, zevk ve sefa alemlerinde vaktini geçirirken devlet işlerini yürütmek de Kösem Sultan’a kalıyordu, bu durumdan istifade etmek isteyen kurnaz vezirler de hükümet hazinesini soyuyor, millete zulüm ve işkence ediyorlardı.

Tüm bu durumdan habersiz olan Sultan İbrahim, bir gün penceresinden dışarıya bakarken bir ağacın altında, Şehzade Mehmet’i emziren Zerefşan’ı gördü ve kendi kendine “Bakın şu yosmaya… yıldız çiçeği gibi sabah güneşini görünce ne güzel de açılıp saçılmış,” diye söylendi.

Zevk ve sefahatinden başka bir şey düşünmeyen Padişah, bu güzel manzaraya hiç ilgisiz kalabilir miydi?

Ellerini çırparak “Sümbül!” diye bağırdı.

Sultan İbrahim’in kapısından ayrılmayan Kızlarağası, derhal içeriye girdi.

Padişah, şımarık bir çocuk gibi ufak siyah sakalına taktığı incilerle oynayarak Kızlarağasının boynuna sarıldı ve:

“Sümbül, çabuk bahçeye git. Kırmızı gül ağacının altında çocuğu emziren şu işvebazı Turhan görmeden buraya getir,” dedi.

Emri alan Sümbül Ağa hemen bahçeye koştu. Bahçeye girdiği anda, sütninenin yanında Turhan Sultan’ı görünce ne yapacağını şaşırdı. Zerefşan’ın yanına bir türlü sokulamadı.

Sümbül Ağa’yı bu kadar korkutan Turhan Sultan, aslında on altı yaşında genç bir kızdı. Ama zekası ve kuvvetli muhakemesi sayesinde sarayda haklı bir nam salmıştı. Ayrıca Padişahın ona tanıdığı ayrıcalıklar da saraydakilerin ondan çekinmesini sağlıyordu.

Turhan Sultan, Kızlarağası’nın uzaktan kendisini gizlice izlediğini görünce:

“Sümbül Ağa etrafımda ne dolaşıyorsun?” dedi ve Sümbül Ağa’nın yanına doğru gitti.

Sümbül Ağa:

“Geziyorum Sultanım! Biraz başım ağrıyordu da. Gül koklamaya çıktım. Aa, Zerefşan da buradaymış!” dedi.

Turhan Sultan, Kızlarağası ile konuşurken, bahçedeki konuşmaları duyan Sultan İbrahim, iki elini ağzına götürerek kısık sesiyle bağırdı:

“Zerefşan!”

Turhan Sultan, sütninenin yanına gelip küçük şehzadeyi emzirmeye devam etmesini söyleyince, Sümbül Ağa’nın bu işi beceremeyeceğini anlayan Sultan İbrahim hiddetle bahçeye koştu. Turhan Sultan’ı uyararak “Hükümdar ben isem benim dediğim olacak ve Zerefşan benimle gelecek!” diyerek Zerefşan’ın kucağında meme emen Şehzade Mehmet’i kolundan tuttuğu gibi havuza attı!

Turhan Sultan, Padişahın bu çılgınca hareketinin şaşkınlığıyla “Beni ve evladınızı yok sayıp, böyle pespaye bir cariyeye bu derece iltifat etmeniz hiç hoş değil” diyerek havuza atıldı ve Şehzade Mehmet’i boğulmaktan son anda kurtardı.

Sultan İbrahim, Turhan Sultan’ın serzenişini hiç önemsemedi. Zerefşan’ı kolundan tuttuğu gibi odasına götürdü.

Günler geçtikçe, Padişah’ın Zerefşan’a ilgi ve muhabbeti artıyordu. Sarayda, bütün cariyeler ve hasekiler Zerefşan’ı kıskanmaya başlamışlardı bile. Hatta kıskançlıklarını yüksek sesle dile getirmekten çekinmiyorlardı:

“Bir sütnineye bu kadar iltifat olmaz!”

“Bu sığıntıyı saraydan uzaklaştıralım!”

“Bu şırfıntıyı başımıza çıkaran Sümbül Ağa’dır!”

Turhan Sultan bu yeni cariyeyi çekemeyenlerin başındaydı.

Kabahatin büyüğü kendisinde olduğu için kimseye bir şey de söyleyemiyordu.

Sümbül Ağa, Zerefşan’ı Padişaha takdim edeceği zaman, Turhan Sultan’a:

“Şehzade Mehmet’e iyi bir sütnine getirdim, siz ne dersiniz?” diye sormuştu.

Turhan Sultan, oğlunun sütü temiz ve genç bir kız tarafından emzirilmesinden memun olacağını söylemiş, hiçbir kıskançlık göstermemiş ve padişaha “Uygundur” diyerek hareme kabul edilmesini sağlamıştı.

Turhan Sultan, Padişahın Zerefşan’a muhabbettin-den Sümbül Ağa’nın sorumlu olduğunu bildiğinden ona düşman kesilmişti. Sarayda daima onun aleyhinde konuşur, onu her gün birbirine uymayan suçlamalarla tenkit eder olmuştu.

Turhan Sultan, padişahın, Zerefşan’ın babası meçhul çocuğunu, kendi oğlundan fazla sevdiğini gördükçe daha da sinirleniyor ve hiddetini Kızlarağasını azarlayarak hafifletmeye çalışıyordu.

Sümbül Ağa’yı her gün “Sen bu orospuyu saraya getirmeseydin, benim rahatım kaçmayacaktı!” diye azarlayan Turhan Sultan, bir sabah Şehzade Mehmet’i emzirmesi için sütnineye vermeyerek tepkisini aşikar etti. Bu durumun Kösem Sultan’a ulaşmasıyla birlikte Sümbül Ağa’nın saraydaki vaziyeti iyice tehlikeye düştü.

Valide Sultan, sütnine olmasını istediği Zerefşan’ın padişahın gözdesi haline geldiğini duyunca bu işe sebep olan Sümbül Ağa’ya çok kızdı; kendisi dururken padişaha kız bulmak Kızlarağasına mı kalmıştı, onun padişaha cariye hediye etmeye ne hakkı vardı?

Tüm bu gelişmeler üzerine Kösem Sultan, Sümbül Ağa’yı huzuruna çağırdı ve saraydan uzaklaşmasını istedi.

Turhan Sultan’dan sonra Kösem Sultan’ı da karşısına alan Sümbül Ağa’nın saraydan uzaklaşmaktan başka çaresi kalmamıştı. Sümbül Ağa saraydan uzaklaşmak için hacca gitmeye karar verdi. Padişahtan izin alarak yola çıktı.

Sarayda bu gelişmeler yaşanırken, Sultan İbrahim kendisine sunulan birbirinden güzel cariyelerle gününü gün ediyordu. Turhan Sultan’dan sonra Dilaşup ve Muazzez Hanımları da haremine aldırmış ve onlardan iki kız, iki erkek çocuğu olmuştu.

Bu neticeden sarayda mutlu olan tek kadın, hanedan neslinin devamını düşünen Kösem Sultan’dı.

Sultan İbrahim kadınlarla sefahat alemlerinde gününü geçirirken Kösem Sultan devlet işleriyle uğraşıyor, zengin eyaletlere kendi adamlarını vali olarak atıyordu.

Padişah ise hasekilerinin sayısını günden güne arttırıyor, zevkine zevk katmak için yeni getirilen güzel ve körpe cariyelerle vaktini geçiriyordu.

Sultan İbrahim, bu yorucu yaşam tarzı yüzünden artık zayıf düşmeye de başlamıştı. Zaten şehzadeliği boyunca on beş sene hapis hayatı yaşadığı için aklı ve sağlığı pek de yerinde değildi. Sağlık sorunlarının yarattığı sıkıntıların yanında devlet işlerini de validesine bıraktığından sarayın dışındaki halkın ne tarzda yaşadığı hakkında en ufak bir fikri bile yoktu.

 

Sultan İbrahim, bir akşam eğlencesini saray dışına taşımak maksadıyla şehri gezmeye çıkmıştı. Ayasofya civarında gezinirken hasta bir kadının sokak ortasında inleyerek ağladığını gördü ve yanına yaşlaşarak derdini sordu:

“Neden ağlıyorsun hatun?”

“Hastayım.”

“Hastanın sokakta işi ne?”

“Yatacak yerim yok!”

“Gökten mi indin? Şimdiye kadar nerede yatıyordun?”

“Evimde. Fakat bu sabah kocam beni sokağa attı. Dokuz aylık gebeyim, Padişahım!”

“Ne fenalık yaptın da evinden kovuldun acaba?”

“Ben bir fenalık yapmadım, padişahım! Kocam evimize saraydan bir cariye kaçırdı ve beni sokağa attı.”

Bu sözleri duyan padişah, yanındaki yeniçeri ağası Musa Paşa’nın yüzüne bakarak: “Sarayda olup biten işlerden benim neden haberim olmuyor?” diye çıkıştı.

Gebe kadın gözlerinin yaşını silerek, Sultan İbrahim’in ayaklarına kapandı:

“Padişahım, ben namuslu bir kadınım. Karnımdaki çocuğa merhamet ediniz ve beni evime kabul etmesini kocama emrediniz! Minik şehzadelerinizin ve sevgili hasekilerinizin başı için beni bir köpek gibi sokak ortasında yavrulama tehlikesinden kurtarınız!” dedi.

Kadın, kendisine yardım etmesi için padişaha yalvarırken, Sultan İbrahim kadının durumunda ziyade saraydan kaçırılan cariye meselesiyle ilgilendi;

“Kocanın kaçırdığı cariye şimdi nerededir?”

“Evde.”

“İsmini biliyor musun?”

“İsmini bilmiyorum ama uzun boylu, mavi gözlü, sol yanağında iri siyah bir beni olan bir kızdı.”

Padişah gebe kadının söylediklerini duyunca, Musa Paşa’nın kolundan çekerek haykırdı:

“Zerefşan’ı kaçırmışlar! Ne duruyorsunuz? Çabuk o evi bulun!” diye emretti.

Sultan İbrahim, bu garip tesadüfün tesirleriyle hiddetlenerek saraya geri döndü.

Yeniçeri Ağası ise Padişahın emrini yerine getirmek için ondan ayrıldı. Paşa, gebe kadının evini bastığı zaman, Zerefşan ile saraydan birkaç gün önce kovulmuş aşçı yamağını içki sofrasının başında zevküsefa ederken buldu.

Musa Paşa’yı karşılarında görünce şaşırıp kalan iki sevdazede “Cehennem zebanisi çıkageldi, halimiz şimdi ne ola?” diyerek, yeniçeri ağasının ayağına kapandılar.

Zerefşan, yapacak başka bir şeyi olmadığı için paşaya firarının sebebini izah etti.

“Ben aşçı yamağı Hüseyin’i çoktan beri seviyordum. Dün akşam Kösem Sultan beni çağırdı. ‘Kız,’ dedi, ‘sen padişahı memnun ediyorsun! Bu yüzden, Turhan Sultan seni çok kıskanıyor, günün birinde sırf sana olan nefretinden dolayı Şehzade Mehmet’i boğma ihtimali bana azap vermeye başladı. Yarından tezi yok, hemen sarayı terk edip başka bir diyara gidesin. Yoksa benden çekeceğin var!’ dedi. Ağam işte ben de bu yüzden Hüseyin’e kaçmaya mecbur oldum. Bu işte benim bir suçum, günahım yoktur.”

Musa Paşa, Çerkes kızından bu cevabı alınca önce biraz tereddüt etti. Zerefşan, diğer cariyeler gibi akılsız bir kız değildi. Sebepsiz yere padişahın gözdeliğinden vazgeçerek bir aşçı yamağı ile ömrünü geçirmesi için deli olması lazımdı. Duydukları karşısında şaşkına dönen Musa Paşa, evin kapısına bir nöbetçi dikerek “Ben gelinceye kadar buradan bir yere kıpırdamayın. Ben işin içyüzünü öğreneceğim,” dedi ve saraya gidip meseleyi Kösem Sultan’a anlattı. Tüm bu gelişmelerden habersiz olan Sultan İbrahim ise sarayın içini alt üst etmeye başlamıştı:

“Ben, kırmızı dudaklı, turunç memeli dildademi isterim!” diyerek çocuk gibi tepiniyor, haykırıyordu.

Sultan İbrahim’in kararlılığını gören Kösem Sultan, Musa Paşa’yı gizlice odasına çağırdı.

“Hüseyin’in karısının bu işi meydana çıkarmasından endişe ediyordum. Şimdi gidip o kadının canını cehenneme gönder!” diyerek yeniçeri ağasına bir kese akçe uzattı. Emirlerine de kaldığı yerden devam etti:

“Padişah’ın bu istekliliğiyle Sadrazamın Zerefşan’ı buldurması ve himaye etmesi muhtemeldir. Aşüftenin meydana çıkmaması için Hüseyin’e söyle hemen bugün İstanbul’un başka bir semtine taşınsınlar. Bu paraları da ona ver. Dilini tutsun, yoksa onu da karısının yanına yollarım!” dedi.

Musa Paşa saraydan ayrılıp derhal Ayasofya Meydanı’na indi. Gebe kadını eliyle koymuş gibi hemencecik buldu ve “Seni padişah istiyor. Sana bir iyilik yapacak. Haydi, düş önüme!” diyerek kadını kandırıp saraya götürdü.

Hüseyin’in karısı Paşanın sözlerine inanmıştı. Sarayın sessiz bir odasında doğum sancılarıyla kıvranarak, Padişahtan iltifat beklemeye başladı. Halbuki Musa Paşa, dışarıda planını uygulamaya koyuldu. İki yeniçeri birden odaya daldı ve kadının üzerine atıldı.

Yarım saat içinde Hüseyin’in karısı boğulmuş olarak odadan bodrum katına indirildi.

Bu sırada Hüseyin, Zerefşan’la birlikte aynı gün içinde Edirnekapı civarında tenha bir sokakta bulunan iki odalı bir eve taşındı.

Padişah da günler geçtikçe Zerefşan’ı unutmaya başladı.

Kösem Sultan, şımarık ve beyni sulanmış oğlunun etrafı görmesine fırsat vermemek için her gün bin Zerefşan’a bedel kırmızı dudaklı ve tutunç memeli cariyeler bularak, Padişaha takdim ediyordu.

* * *

Vaktiyle hapis köşelerinde akli dengesi bozulan Sultan İbrahim, işveleriyle kendisini büyüleyen güzel ve körpe cariyelerin koynunda vakit geçirmekten saray dışında olup bitenlerle ilgilenemiyordu.

Sümbül Ağa, hacca giderken Malta korsanlarına esir düşmüş ve bir çatışmada öldürülmüştü.

Korsanların bu saldırıları Avrupalılarla Osmanlı arasında büyük bir gerginliğe ve Girit Savaşı’na sebep olmuştu.

Hükümet ve Kösem Sultan bu gibi harici ve mühim meselelerle meşgul olurken, Sultan İbrahim bu hadiselerden hiç de mutsuz olmaz, gece gündüz ince ve kırmızı dudaklı güzel cariyelerin peşinde koşarak eğlenirdi.

Padişahın kadınlara olan düşkünlüğü neticesinde, Turhan, Dilâşup ve Muazzez Sultanlardan başka kadınlardan da çocukları dünyaya gelmiş ve hasekilerin sayısı yediyi bulmuştu.

Bunlarla beraber, Kösem Sultan başta olmak üzere Hatice Sultan, Şivekâr Kadın, Telli Haseki, Hubiyar Kadın, Şekerpare, Şekerbolu, Saçbağı gibi sarayda önemli roller oynayan kadınlar da vardı.

Sarayda bu kadar kadın olmasına karşın hâlâ Padişahın gözdesi Turhan Sultan’dı ve Turhan Sultan, Sümbül Ağa’dan sonra kafayı Sadrazam Kara Mustafa Paşa’ya takmıştı. Aslında çok da haksız sayılmazdı. Çünkü Mustafa Paşa, bir gün Turhan Sultan’dan bahsederken “Bu kafiri saraydan uzaklaştırmanın çaresine bakmalı!” demişti.

Bu söz Turhan Sultan’ın kulağına gitti ve genç kadın bu düşünceleri yüzünden Mustafa Paşa’ya düşman oldu. Onun yaptıklarını daima eleştirmeye başladı.

Turhan Sultan, bir gece Mustafa Paşa’nın buna benzer sözlerini işitince içinden”Bu adama daha fazla tahammül edemeyeceğim, artık sarayda ya o ya da ben kalacağım!” diye geçirdi. Turhan Sultan, sadrazamdan kurtulmanın yollarını düşünmeye başladı. Bir sabah Kösem Sultan bahçede dolaşırken yanına giderek “Bu sarayda beni sizden fazla himaye eden kimse yok, size derdimi açmaya geldim,” dedi.

Kösem Sultan, oğlunun başka kadınlarla meşgul olduğunu bildiği için Turhan Sultan’ı kıskanmaz hatta bazen ona merhamet ederek kendi dairesine götürür ve birlikte yemek yerlerdi.

Valide Sultan, Turhan Sultan’ın derdini dinlemek istedi:

“Söyle bakalım bugünlerde bu kadar sararıp solmana sebep olan derdin ne imiş?” deyince Turhan Sultan derdini anlatmaya başladı:

“Sarayda çok yalnız kaldım, Sultanım! Dün sabah saraydaki geleceğimle ilgili çok kötü bir haber aldım. Kara Mustafa Paşa beni Rusya’ya sürmek için Padişahı teşvik ediyormuş. Bu adam benden ne istiyor?”

Kösem Sultan, bu sözleri büyük bir merakla ve dikkatle dinledikten sonra, genç kızın pembe yanaklarını okşayarak “Sen Rusya’ya gitmek istiyor musun ya da kimseye bu yönde bir şey söylemiş miydin?” dedi

“Hayır. Ben çıldırmadım, Sultanım! Rusya’da ne işim var benim!”

“O halde bu laf nereden çıktı?”

“Kara Mustafa Paşa’dan!”

“Seni Rusya’ya gitmende onun kârı ne olabilir?”

“Orasını ancak ben bilirim Sultanım!”

“Sana faydalı olabilmem için bütün bildiklerini bana anlatman lazım. Söyle bakayım, bu adam niçin seninle bu kadar çok uğraşıyor?”

Turhan Sultan gözlerinin yaşını silerek,

“Kara Mustafa Paşa çok küstah ve nankör bir adamdır, o kadar küstahtır ki ara sıra beni kendi dairesine davet edecek kadar ileriye gidiyor, Sultanım!” dedi.

Kösem Sultan bu sözler karşısında gülümsedi:

“Davetine gittin mi?”

“Benden bunu bekler misiniz?”

“Gençlik bu, yavrum! Belki zorlarlar da gidersin. Eğer gitmişsen, eğer seni zorla götürmüşlerse bana açıkça bunu söylemelisin.”

Turhan Sultan, böyle bir şeyi aklından bile geçirmemişti. Valide Sultan’ın bu sorusuna çok üzülmüş, gözlerinin yaşı elindeki mendili sırıl sıklam etmişti.

“Ben o alçaklığı yapacak kadar düşük ve düşüncesiz cariyelerden değilim Sultanım! Sadrazamla bir saniye bile halvet olduğum kanıtlanırsa, kendi arzu ve irademle Bostancı’nın kılıcına boynumu uzatmaya hazırım!”

Bu sözleri duyan Kösem Sultan:

“O halde Mustafa Paşa, senden bu suretle intikam almak istemiş. Merak etme! Ben bu işin önüne geçerim.” dedi.

* * *

Turhan Sultan’ın derdini dinleyen Kösem Sultan, hemen harekete geçti ve Kara Mustafa Paşa’yı gizlice odasına davet etti.

Aslında Kösem Sultan, Kara Mustafa Paşa’nın Rus dilberinde gözü olduğuna inanmıyordu. Sadrazam o kadar akılsız bir adam değildi. Sarayda padişaha yaranmak ve halkın gözünü boyamak için her gün binbir fırıldak çeviren Sadrazamın Padişahın gözdesiyle ne işi olabilirdi?

Günler geçtikçe saray kadınlarının gizli oyunları da artıyordu. Belki de Kara Mustafa Paşa da, diğer saray müntesipleri gibi bu kadınlardan birinin tesiri altındaydı. Tüm bu ihtimalleri değerlendiren Kösem Sultan, olayı bir de Kara Mustafa Paşa’dan dinlemek istedi:

“Turhan Rusya’ya gönderilecekmiş, öyle mi?”

Sadrazam böyle bir soruyu hiç beklemiyordu, şaşkınlıkla:

“Böyle bir şeyden haberim yok, bunu da kim uydurmuş Sultanım” dedi.

“Benden saklama, Paşa! Her şeyi öğrendim. Turhan Sultan’ın dairenize bir cariye gibi ara sıra uğramasını emretmişsiniz! Bu hareketinizin Padişaha hıyanetten başka bir manası var mı?”

Birden Kara Mustafa Paşa’nın rengi attı. Demek ki Turhan Sultan’ı o kadar tehdit ettiği halde, o gidip her şeyi Valide Sultan’a anlatmıştı.

Sadrazam mahcubiyetinden kızardıkça kızarıyor, Kösem Sultan’ı tatmin etmeye çalışırken anlamsız bahaneler üretiyordu:

“Ben ona başın sıkıldığı zaman bana gel, derdini anlat demiştim, Sultanım! O benim sözlerimi yanlış anlamış. Ben Turhan Sultan’a göz koyacak kadar delirmiş birisi değilim!”

Kösem Sultan, Sadrazamın bu itirafı ve itirazı karşısında fazla bir şey söylememekle beraber, Kara Mustafa Paşa’ya içten içe kızdı ve o günden itibaren Mustafa Paşa’yla arası açılmaya başladı.

İşin aslı ise göz koyma olayından çok farklıydı. Mustafa Paşa, bütün icraatine rağmen bir türlü Padişahın gözüne giremiyordu. Padişahın gözünde bir değeri olmadığı için, düşmanlarının sayısını arttırıp, konumunu tehlike düşürmek istemiyordu. Bu yüzden saray müntesiplerinin ve diğer paşaların gittikçe artan hüküm ve haksızlıklarına göz yumuyordu. Bu durumdan kurtulmanın yolunu da padişahın gözdesi olan Turhan Sultan’ı saraydan uzaklaştırmada görüyordu. Çünkü eğer, Padişahın her istediğini yapması için izin verdiği Turhan Sultan saraydan uzaklaşırsa, diğer hasekiler ve cariyeler Padişahın yeni gözdesi olmak için yarışacak, kendisi de bu müddet boyunca biraz rahatlayacak ve işlerini istediği gibi görmeye fırsat bulacaktı.

Ancak sadrazamın hesabı tutmamıştı. Kara Mustafa Paşa’nın tüm tahminleri yanlış çıktı. Padişah, Turhan Sultan’ın üstüne birkaç kadınla daha birlikte olduğu halde, onun herhangi bir isteğini reddetmiyordu, o ne isterse yapıyordu.

Hatta bir akşam Rus dilberinin Sultan İbrahim’den isim gününün kutlanmasını istediği Sadrazama iletilmişti:

Kara Mustafa Paşa’ya malum ola ki, Frenk adeti üzere doğduğu günü kutlayacak olan Turhan’a bu mesut gününde on iki cariye emrine tahsis edilmiş ve Üsküdar çengilerinin görevini yerine getirmesine müsaade olunmuştur.

Turhan Sultan, Padişahın bu izninden yalnızca Kösem Sultan’a bahsetmişti.

Turhan Sultan, üç gün sonra yapılacak olan isim günü kutlamaları için kendi dairesinde yapılacak olan muhteşem bir eğlencenin hazırlığıyla meşgul olmaya başladı.

Rus dilberi, bir sene evvel de isim gecesini bir fermanı hümayunla kutlayabilmişti. Genç kadının zevk ve eğlencesine ve bilhassa böyle yılbaşı ve isim günleri kutlama merasiminin gerçekleşmesine Mustafa Paşa daima engel olmaya çalışırdı. Sadrazam tüm bu merasimlerden haberdar olan ancak ses çıkarmayan Kösem Sultan’a da kızmaya başlamıştı.

“Öyle ya… Rus dilberini Valide Sultan’ın bu kadar çok himaye etmesine ne gerek vardı?”

Mustafa Paşa, birkaç defa Kösem Sultan’ın mavi gözlülerden hoşlandığını söylediğini duymuştu. Paşa, saraydaki mavi gözlüleri düşünürken aklına mavi gözlü ve çok yakışıklı bir genç olan, babası Anadolu’da valilik yapan Hamza Bey geldi.

 

Kösem Sultan, Hamza Bey’i sarayda alıkoyduğu halde onunla hiç de sık sık görüşmez, odasına davet etmezdi.

Kösem Sultan mavi gözlülerü sevdiği halde neden bu delikanlıyı bu kadar çok ihmal ediyordu? Kara Mustafa Paşa, Kösem Sultan’ın ne Turhan Sultan’a ilgi göstermesini ne de Hamza Bey’e ilgisiz kalmasını anlayabilmişti. Kafası iyice karışmıştı.

Aslında Hamza Bey o kadar yakışıklıydı ki peşinde yüzlerce Çerkes dilberi dolaşıyor, onunla bir dakika başbaşa kalabilmek için bin türlü oyun ve hileye başvuruyorlardı.

Ancak Hamza Bey aksi gibi, bütün bu ilgiye lakayt görünerek, sarayda tek bir kadınla meşgul oluyor, bir kadının peşinden koşuyordu: Turhan Sultan’ın…

Kösem Sultan da Hamza Bey’in Turhan Sultan’ı sevdiğinin farkındaydı.

Bir gece, Turhan Sultan’ın dairesinden Hamza Bey’in çıktığını görmüşler ve hemen bu durumu Kösem Sultan’a iletmişlerdi.

Kösem Sultan bu haberi veren cariyeye “Sen yanlış görmüşsün. Sakın bunu başka bir yerde söylemeyesin. Dilini koparırım.” demişti.

Kösem Sultan, işte bu hadiseden sonra Turhan Sultan’la ilgilenmeye başlamıştı.

Turhan Sultan da aynı Hamza Bey gibi, sarayda mavi gözlerinin ve endamının güzelliğiyle yer etmişti.

Gerçekten de Rus dilberinin büyüleyici gözleri vardı. Kösem Sultan, Turhan Sultan’ın en çok gözlerinden hoşlanmış ve oğlu İbrahim’e de onun gözlerinden ve zekasından defalarca bahsetmişti.

Zaten Kösem Sultan’ın yol göstermesi ve himayesi olmasaydı Padişah, Turhan Sultan’ı diğer kadınlara tercih eder miydi?

Bu manidar yakınlığın inceliğini anlayamayan Kara Mustafa Paşa, merakından ne yapacağını bilemiyordu.

Sadrazam, Turhan Sultan hakkında tertip ettiği planı suya düşünce, Rus dilberinin isim günün kutlaması için hiçbir engel kalmadı. O, isim gününü kutlamak için hazırlıklarını tamamlayarak, dairesine en samimi dostlarını yani Padişahın kendisine tahsis ettiği on iki cariye ile birlikte yalnız Kösem, Muazzez ve Dilâşup Sultanları davet etti.

O gece, Kara Mustafa Paşa’nın karısı ve gözdeleri de bu eğlenceye davet edileceklerini düşündükleri halde, Turhan Sultan’ın onları çağırmaması birçok dedikoduyu da beraberinde getirdi.

Halbuki Turhan Sultan, Kösem Sultan’dan aldığı talimatlara göre hareket ediyordu.

Valide Sultan, “Onların meclisimizde bulunmasını uygun bulmuyorum!” dedikten sonra Sadrazamın ve gözdelerinin davetine imkan var mıydı?

Kutlama gecesi, Sultan İbrahim sakallarına inciler donatarak Şekerpare ile birlikte Turhan Sultan’ın dairesine gelecek ve Üsküdarlı çengilerin göbek atışlarını seyredecekti.

Saraydakiler de dedikodularıyla kutlamaya kimlerin katılacağını ve Padişahın kutlama için nasıl hazırlandığını yayıyorlardı:

“Seni çağırdı mı?”

“Beni çağırmadı.”

“Eğlencede kimler olacak?”

“En başta padişah.”

“Emin misin?”

“Kulağımla işittim. Dün gece kahvesini götürdüğüm zaman, Şekerpare yanında oturuyordu. Padişahımız ‘Turhan’ın eğlencesinin olduğu gece erken gel ve bana beş dirhem amber getir!’ dedi.

“Beş dirhem amberi de ne yapacakmış?”

“Sevdiklerine dağıtır. Padişahımızın huyunu öğrenemedin mi daha?”

“Son zamanlarda Turhan’ı unutmaya başlamıştı. Yine nereden hatırladı bu kâfiri?”

“Kim ne derse desin, Efendimiz ondan çok hoşlanıyor.”

“Sadece hoşlanıyorsa zararı yok. Ya seviyorsa?”

“Zannetmem.”

“O zaman bunca hazırlık neden?”

“Anlamıyor musun?”

“Kösem Sultan’la aralarından su sızmıyor. Muhabbetleri o kadar derinleşti ki!”

“Tabii Katibenin gözleri mavi… Anlarsın ya…”

“Anlıyorum, Kösem Sultan gönlünü eğlendirecek!”

* * *

Kara Mustafa Paşa, o gece ne yapıp ne edip Turhan Sultan’ın eğlencesine gitmeyi kafaya koymuştu.

Sultan İbrahim sakallarını süsleyip, Şekerpare’siyle gitsin de, sadrazam odasında mı otursundu?

Mustafa Paşa, “Kâfirin keyfini burnundan getireyim de görsün!” diye söylenerek gizlice hazırlanmaya başladı.

* * *

Turhan Sultan’ın dairesinden müzik sesleri gelmeye başlamıştı. Kösem Sultan, Hint şallarıyla süslenmiş büyük bir divana kurulmuş, ferahfeza faslını dinliyordu.

Valide Sultan’ın sağında ayakta duran sülün gibi ince ve uzun boylu bir cariye, elindeki altın buhurdanla öd ağacı ve amber dumanını savuruyor, odanın havasını zehirleyerek gözleri dumanlanan sazende ve hanendeleri coşturmaya çalışıyordu.

Kösem Sultan’ın dudaklarının arasından bir kelime işitildi:

“Ferahfeza!”

Buhurdanlığı savuran genç kız, Valide Sultan’ın yanına eğildi.

“Emrediniz, Sultanım!”

“Buhurdanın içine biraz daha amber koy!”

Ferahfeza, koynundan bir ufak kutu çıkardı ve içinden fındık tanesi büyüklüğünde bir parça amber alıp buhurdana attı. Buhurdanı yine sağa sola savurmaya başladı.

Rus dilberi, Kösem Sultan’ın çabucak neşelenmesinden çok memnun olmuştu.

Üsküdarlı çengiler de raks etmek için sabırsızlanmaya başlamışlardı.

Kösem Sultan, “Padişah gelmeden Üsküdarlılar ayağa bile kalkmayacak” demişti.

Sultan İbrahim’in çocuk gibi bir tabiatı olduğunu bilen Kösem Sultan, hünkar gelmeden Üsküdarlı çengilerin oynamasına izin verirse padişahın buna tahammül edemeyeceğini biliyordu.

Turhan Sultan, Kösem Sultan’ın yanına oturunca ikili ana kız gibi sohbet etmeye başladılar.

“Bu gece bana bu saadeti yaşattığınız için size ilelebet minnettar kalacağım, Sultanım! Frenkler doğdukları günü hep böyle kutlarlar, bu bir âdettir.”

Kösem Sultan, baygın bakışlarını Rus dilberine çevirerek:

“Sakın padişahın yanında bu âdetten bahsetme, yavrum! Onun Frenk adetlerine pek aklı ermez. Senin gavurluğunu hatırlayarak canı sıkılır. Artık sen, Osmanlı toprağında ve Osmanlı sarayında hem de Padişahın zevcesi olarak yaşıyorsun. Hristiyanlığı ve Hristiyan âdetlerini unutmaya çalışmalısın.” dedi.

Sultanlar kendi arasında konuşurken, Kösem Sultan ferahfeza faslını çok sevdiği için çalgıcılar mütemadiyen bu faslı geçiyorlardı.

Valide Sultan en sevdiği cariyesine de Ferahfeza ismini bu sevgisinden ötürü kendisi koymuştu.

Yeni bestelenmiş şarkılar çalındıkça, Kösem Sultan “Ferahfeza” diye sesleniyor ve genç kız derhal koynundan ufak amber kutusunu çıkarıp, buhurdana bir parça amber atıyordu. Cariyelerin sinirlerini gevşeten bu kokular, Turhan Sultan’ı da sersemletmişti.

Ferahfeza amber dumanını savururken, sersemleyen Turhan Sultan’ın aklına genç aşığı Hamza Bey geldi.

Hamza Bey, o gece Turhan Sultan’la gece yarısı Bağdat Kameriyesi’nde buluşmak için gündüzden sözleşmişti. Bu buluşmayı gerçekleştirmek için de soluğu kendisini çok seven Bostancıbaşı’nın yanında almıştı.

Bostancıbaşı Hamza’yı küçüklüğünden beri tanır ve ona baba şefkatiyle muamele ederdi.

Hamza Bey, Bostancıbaşı’nın odasına gitti ve o geceki eğlenceyi uzaktan seyretmesine müsaade etmesini rica etti:

“Kuzum, ağam, bu gece oynayacak Üsküdar çengilerini uzaktan da olsa görmek istiyorum. Ne olur bana müsaade et de Çamlı Köşk’ün penceresinden kimseye fark ettirmeden eğlenceyi seyredeyim.”

Bostancıbaşı, Hamza’nın Turhan Sultan’la seviştiğini bilmiyordu, zaten Bostancıbaşı bu yakınlığın farkına varırsa Hamza’nın kellesini Padişaha sormadan kendisi koparırdı. Bu yüzden Hamza’nın da en çok korktuğu şey bu ilişkinin Bostancıbaşının kulağına gitmesiydi.

Bostancıbaşı sarayda mevcut cellatların en zalimi ve en merhametsiziydi. Diğer bostancılar bile ondan korkarlardı. Hamza Bey, bu zalim Bostancıbaşından izin almayı ve Çamlı Köşk’e gitmeyi başarmıştı.

Hamza Bey, Çamlı Köşk’e doğru yol alırken, Turhan Sultan da Kösem Sultan’a kavuk sallamaktan sıkılmıştı.

Ferahfeza’nın elindeki buhurdandan sürekli savurduğu şehvet kokuları ile yeterince mest olan Turhan Sultan, meclisin coşkunluğundan istifade ederek yavaşça dışarı çıktı ve arkasına bakmadan doğruca Bağdat Kameriyesi’ne gitti.

Hamza Bey de sözleştikleri gibi kameriyenin altında sarı gül ağacının yanında sevgilisini bekliyordu.

Hamza Bey, uzaktan gelen gölgenin kim olduğunu anlamakta gecikmedi,

“Siz misiniz Sultanım?” dedi ve sevgilisinin ahenktar sesini işitince derin bir nefes aldı.

Birbirlerine sarıldılar, öpüştüler, koklaştılar.

Turhan Sultan, o gece gökteki ayı işaret ederek “Her şeyi göze aldım da geldim” deyip aşkını itiraf etti:

“Seni seviyorum Hamza! Seni çok seviyorum! Sen karşıma nereden çıktın?”

Hamza Bey, duydukları karşısında dili tutulmuşa döndü. Birkaç dakika bir şey söyleyemedi. Cevap veremedi. Taştan heykel gibi cansız ve hareketsiz kaldı.