Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Üç Kalp», lehekülg 2

Font:

“Sıkıntın var mı?” diye sordu yaşlı adam.

“Ah, üzerinde çalışmam gereken bir şeyler var.” dedi Francis gençliğin verdiği havalı edasıyla.

“Demek istediğin?..”

“Elbette. Sadece bu. Eğer düşecek olursa alırım. Para bulunur.”

“Alım konusunda ne kadar ileri gidebilirsin?” diye sordu Regan, iyi mizah ve onaylamanın birbirine karışmış ifadesiyle, maskelenen bir sonraki arayışın sorgulamasıyla.

“Elimde ne var ne yoksa.” diye hızla cevap verdi Francis Morgan. “Sana söylüyorum, Regan, bu çok büyük.”

“Bunun bir anlamı olup olmadığına bakmadım Francis ama bildiğim kadarıyla iyi söylentiler duydum.”

“Söylentiler! Sana söylüyorum, Regan, bu gerçekten lekesiz ve saf, listelenmiş olması gerçekten utanç verici. Doğrudan çekmek için kimseyi ya da hiçbir şeyi mahvetmek zorunda değilim. Dünya ben ona dâhil olduğumda daha iyi olacak, yüzlerce varilin gerçek petrol olduğunu söylemeye cesaret edemiyorum, diyelim ki Huasteca alanında yedi ay boyunca günde 27.000 varil petrol fışkıran tek bir kuyum var. Ve hâlâ bunu yapmaya devam ediyor. Şu anda piyasa, sadece sunduğumuz kovaya düşen tek bir damla. Ve yirmi iki yoğunlukta, tortunun yüzde birinin onda ikisinden daha azı. Ve ortada sadece tek bir fışkıran kuyu var. Üzerine inşa edilecek altmış millik bir boru hattı ve güvenlik sınırına kadar sıkıştırılmış bir alan düzenlenince, günde sadece yetmiş bin varil tüm arazi üzerinden akacak. Elbette ki tamamen güven içerisinde, biliyorsun. İyi gidiyoruz ve ben Tampico Petrol’ün fırlamasını istemiyorum.”

“Bunun için endişelenme evlat. Petrol borularını almalısın ve Meksika Devrimi, Tampico Petrol yükselmeden önce düzelecek. Balığına git ve unut gitsin.” Regan, bir anda aklına gelen fikirle durakladı ve üzerine kurşun kalemle yazılmış notun bulunduğu Alvarez Torres’in kartını aldı. “Bak, beni kim görmeye geldi?” Sanki birden aklına bir şey gelmiş gibi Regan hemen ardından kartı sakladı. “Neden sadece alabalık için balık tutmaya gidesin ki? Ne de olsa bu sadece eğlence. Şimdi, bunlardan sonra balık tutmaya gitmek için gerçek bir neden var, hem de Adirondack kampının buzlu, hizmetkârlarla dolu ve elektrikli düğmelerle döşeli Pers sarayının yeniden yaratılması değil, gerçek, tam boyutlu bir insanın varlığı var. Baban her zaman için o yaşlı aile korsanınızla gurur duymaktan fazlasını hissederdi. Ona benzediğini iddia ederdi ve sen de kesinlikle babana çok benziyorsun.”

“Sör Henry.” Francis karta uzanarak gülümsedi. “O zaman, yaşlı alçaktan gurur duyan tek kişi ben değilmişim.” Kartı okurken sorgulayan bakışlarını yukarı kaldırmıştı.

“O makul bir herif.” dedi Regan. “Mosquito Sahili’nde doğduğunu ve ailesinin özel kayıtlarından bazı ipuçları elde ettiğini iddia ediyor. Bir kelimesine dahi inandığımdan değil. Kendi alanım dışındaki şeylere inanmaya başlamak için zamanım ve ilgim yok.”

“Ben de aynı durumdayım, Sör Henry, aslında zavallı bir adam olarak öldü.” dedi Francis. Morgan’ın inatçılığının çizgileri, kaşlarına bir parıltı olarak yansıdı. “Ve onun gömülü olan hazinelerinden hiçbirini bulamadılar.”

“Rastgele!” dedi Regan neşeyle, onu kucaklayarak.

“Yine de bu Alvarez Torres ile aynı şekilde tanışmak isterim.” diye cevap verdi genç adam.

“Ahmak altını.” diye devam etti Regan. “Yine de herifin son derece sinir bozucu bir şekilde makul olduğunu kabul etmeliyim. Keşke daha genç olsaydım ama ah, lanet olası, buradaki işim benim için biçilmiş kaftan.”

“Onu nerede bulabileceğimi biliyor musun?” diye sordu devamında Francis, hiçbir suretle durumun farkında olmadan; Thomas Regan onu tuzağına çekmiş, kader ağlarını örerken onun tüm ilgisini bu yöne yöneltmeyi başarmıştı.

Ertesi sabah görüşme yine Regan’ın ofisinde yapılmıştı. Senyör Alvarez Torres, Francis’in yüzüne ürkek bir tavırla bakmış ve ilk anda duygularını toparlamakta zorlanmıştı. Bu elbette ki onları sırıtarak izleyen Regan’ın gözünden kaçmamıştı:

“Eski korsana ne çok benziyor, değil mi?”

“Evet, benzerlik gerçekten çarpıcı.” diye onayladı Torres, yarı sahte, yarı gerçek bir ifadeyle çünkü Sör Henry Morgan’a ait portrelerle olan benzerliği fark etmişti ama aynı zamanda göz kapaklarının altında, Francis ve Sör Henry’den daha az olmamak üzere, her ikisinin de bir diğerine benzeyen başka ve yaşayan bir adamın görüntüsünü görüyordu.

Francis inkâr edilemeyecek kadar gençti. Zamanla sararmış kâğıt üzerine solmuş mürekkeple yazılmış eski belgelerin yanı sıra modern haritalar, antik grafikler incelendi ve yarım saatin sonunda yakalayacağı bir sonraki balığın, Bull ya da Calf’da, Chiriqui Lagünü açıklarındaki iki adacıkta olacağını, Torres’in bu adalardan biri ya da diğerinde bahsi geçen hazinenin bulunduğunu tahmin ettiği açıklandı.

“New Orleans’a giden gece trenine yetişeceğim.” diye açıkladı Francis.

“Bu, United Fruit Company’nin Colon gemilerinden biriyle bağlantı kurmamı sağlayacaktır. Ah, daha dün gece uyumadan önce hepsine bakmıştım.”

“Ama Colon’sa sakın bir yelkenli kiralamayın.” dedi Torres. “At sırtında Belen’e kadar kara yolculuğuna çıkın. Orada pek karmaşık olmayan yerli denizciler ve diğer her türlü malzemeyi elde edebileceğiniz gemi kiralama yeri var.”

“İyice anladım!” diye onayladı onu Francis. “Hep o toprakları görmek istemişimdir. Bu akşamki treni benimle birlikte yakalamaya hazır mısınız, Senyör Torres?.. Elbette, anlarsınız, bu koşullar altında hazinenin sorumlusu ben olacağım ve masrafları karşılayacağım.”

Ancak Regan’ın özel bir bakışıyla, Alvarez Torres hızlı bir şekilde yalan söyledi.

“Size daha sonra katılmak zorundayım Bay Morgan. Burada halletmem gereken bazı küçük işlerim var. Nasıl desem? Önce çözmem gereken önemsiz küçük bir dava var. Söz konusu meblağ önemli değil. Ancak bu bir aile meselesi ve bu nedenle son derece öncelikli. Bir Torres gururumuz var ki bu çok aptalca bir şey, kabul ediyorum ama maalesef bizim açımızdan çok önemli.”

“Daha sonra katılabilir ve izini kaçıracak olursan sana destek olur.” diye temin etti onu Regan. “Ve bu durum senin aklını başından almadan, Senyör Torres ile ganimetin bir bölümünü paylaşmak daha iyi olur… Eğer bulursanız.”

“Sen ne dersin?” diye sordu Francis.

“Eşit paylaşma, yarı yarıya.” diye cevapladı Regan, iki adam arasında var olmadığını kanıtlamak istermiş gibi paylaşımı muhteşem bir biçimde ayarlamıştı.

“Ve mümkün olan en kısa sürede arkamdan geleceksin değil mi?” diye sordu Francis, Latin Amerikalıya. “Regan, ufak tefek hukuki işlemlerini halleder ve hızlandırırsın değil mi?”

“Elbette, evlat.” oldu adamın cevabı. “Peki, gerekirse Senyör Alvarez’e nakit de vereyim mi?”

“Olur!” dedi Francis ve sonrasında her ikisiyle de tokalaştı. “Bu beni biraz zorlayacak. Tüm eşyalarımı toparlayıp o treni yakalamak için acele etmem gerekiyor. Görüşmek üzere Regan. Bocas del Toro civarında bir yerlerde ya da Bull veya Calf Adası’ndaki küçük bir delikte tekrar buluşana kadar güle güle, Senyör Torres -size göre Calf olduğunu düşünüyordunuz değil mi? Neyse, o zamana kadaradios!”

Ve Senyör Alvarez Torres, bir süre daha Regan ile birlikte kaldı, oynaması gereken rol için lüzumlu talimatları aldı, Francis’in çıkacağı bu yolculuk esnasında gerekli geciktirmelerin başlatılması ve sonuç olarak sürekli devam ettirilerek, bu gecikmenin mümkün olan en uzun süreye kadar uzatılması için zaruri olan planlar yapıldı.

Regan sözlerini “Kısacası, bir daha buraya geri dönüp dönmemesi umurumda değil, onun iyiliği için, ne kadar uzun süre buralardan uzak tutabilirsen tut.” diye bitirdi.

İKİNCİ BÖLÜM

Para, gençlik gibi inkâr edilemeyecek bir özellikti ve Francis Morgan insan doğası ve doğanın kesinliğini, hem gençliğin hem de paranın üstünlüğüyle tam anlamıyla temsil eden kişiydi. Regan’la vedalaşmasından üç hafta sonra, bir öğleüzeri kendini Angelique isimli yelkenli geminin güvertesinde buldu. Su, cam gibi pürüzsüz ve dingindi, geminin ilerlemesi neredeyse güçlükle algılanabiliyordu; aynı dinginlik insanlara da nüfuz etmiş, ortamda reddedilemeyecek katıksız bir can sıkıntısı vardı ve tüketilmesi mümkün olmayan birikmiş fazla enerjisiyle Francis; yarı Jamaikalı siyahi, yarı Kızılderili ırktan gelme Kaptan’dan, geminin kenarına asılı küçük sandallardan birini indirmelerini istedi.

“Sanki bir papağan ya da maymun gibi bir şeyler avlayabilirmişim gibi görünüyor.” diye açıkladı, on iki kat güçlü Zeiss camıyla kuvvetlendirilmiş dürbünü ile yarım mil ötedeki ormanlarla kaplı sahili araştırırken.

“Bu büyük bir sorun olabilir efendim, oraya çıktığınızda ölümcül bir engerek yılanı tarafından ısırılmanızı istemem.” dedi Angelieque’nin melez, Jamaika dilini babasından miras almış Kaptan’ı sırıtarak.

Ancak Francis bu fikirden caydırılabilecek durumda değildi çünkü dürbünüyle sahili gözlemlediği sırada ilk olarak adanın ortasında beyaz bir çiftlik evi, ikinci olarak da sahil kenarında beyaz giyimli bir kadın figürü, dahası bu kadının da onu ve yelkenliyi elindeki dürbünüyle incelediğini görmüştü.

“Sandalı kıyıya çekin, Kaptan!” diye emretti Francis. “Orada kim yaşıyor? Beyaz halk mı?”

“Enrico Solano’nun ailesi, efendim.” oldu cevap. “Onların önemli beyefendiler olduğuna yemin edebilirim, eski İspanyollar ve denizden Cordilleras’a ve Chiriqui Lagünü’nün yarısına kadar tüm topraklara sahipler. Çok zavallılar, çok güçlü ve zengin olmalarına rağmen… Arazi bakımından gerçekten acı biber kadar gururlu ve ateşlidirler.”

Francis küçük sandalla kıyıya doğru kürek çekerken Kaptan, onun papağan ya da maymun avlamak için yanına bir av tüfeği almamış olduğunu fark etti. Sonra, etrafa bakındığında, ormanın karanlık kenarında beyaz giyimli bir kadın figürünü o da gördü.

Francis, doğrudan mercan renkli, kumlu beyaz kumsala doğru kürek çekti, kadının orada olup olmadığını ya da ortadan kaybolup kaybolmadığını görmek için omzunun üzerinden bakmaya bile çekiniyordu. Aklında sadece genç, sağlıklı bir adamın, genç bir hanımefendi ile ya da yarı vahşi beyaz bir kadın veya en iyi ihtimalle taşralı bir bayanla karşılaşması fikri vardı. Angelique’i sarmış olan hareketsizliğe ve derin sükûnete karşı, en azından birkaç dakikalığına hoşça vakit geçirebileceği birisiyle karşılaşmayı umut ediyordu. Sandal kumsala ulaşır ulaşmaz aşağıya atladı ve sandalı burnu yerden enikonu havaya kalkacak biçimde kumların üzerine çekerek sağlam biçimde bağlayabileceği bir konuma sürükledi. Sonra etrafına bakındı. Ormana giden kumsal tamamen çıplaktı. Kendinden emin adımlarla ilerledi. Bu kadar tuhaf bir kıyıya ulaşmış olan herhangi bir yolcunun, karşısına çıkan topraklar konusunda bilgi alabilmek için etrafında yöre halkından birilerini araması elbette ki gayet doğaldı, onu bu denli kendinden emin harekete geçiren fikir buydu. Ve sadece birkaç dakika içinde, tüm beklentilerini karşılayacak varlıkla karşılaşmıştı. Tıpkı sürpriz kutudan fırlamış gibi kadın bir anda ortaya çıkmıştı. Karşısında kesinlikle kadınsı bir kız çocuğu duruyordu, olgunlaşmış ama yine de büyük ölçüde küçük bir kız çocuğu gibi hareket eden, iki eliyle ormanın yemyeşil duvarına sarılan genç kadın bulunduğu yerden fırlayarak onun kolunu kavramıştı. Genç kızın güçlü bir biçimde onu kavraması şaşkına dönmesine neden olmuştu. Serbest eliyle şapkasını çıkardı ve Morganlara has ağırbaşlılıkla tuhaf kadına eğilerek selam verdi, New York eğitimi almış biri olarak hiçbir şeye şaşırmaması gerektiğini gayet iyi öğrenmiş olmasına rağmen karşılaştığı durumdan dolayı afallamıştı ve bununla bağlantılı olarak karşılaşacağı başka sürprizler onu daha da fazla hayrete düşürecekti. Onun bir tokat yemiş kadar şaşırmasına neden olan şey, kızın sadece yarı esmer muazzam güzelliği değildi, özellikle derinden bakan o iri gözler onu fazlasıyla etkilemişti. Bakışları ona öylesine tanıdık geliyordu ki… Onun deneyimlerine göre yabancılar, birbirlerine hiç bu kadar dikkatli bakmazlardı.

Genç kız gergin bir biçimde mırıldanmaya başladığında, kolundaki çifte kavrayış artık bir çekişmeye dönüşmüştü:

“Çabuk ol! Beni takip et!”

Francis bir anlığına direndi. Kız kesinlikle bunu kabul etmiyormuş gibi başını salladı ve kendisini takip etmesi için onu arkasından çekmeye başladı. Orta Amerika kıyılarında karşılaşılabilecek alışılmadık bir oyun olduğu hissiyle, gönüllülük esasına göre takip etmek zorunda olduğu için mi yoksa onun aceleciliğiyle ormanın içine sürüklenip sürüklenmediğinin farkında olmadığından mı bilinmez, duruma gülümseyerek boyun eğmişti.

“Benim yaptığımı yap.” diye bağırdı kız omzunun üzerinden arkaya doğru, bu sırada bir eliyle onun elini sıkıca kavramıştı.

Francis gülümseyerek kızın söylediklerine itaat etti, kız çömeldiğinde o da çömeliyor, ayağa kalktığında o da kalkıyordu, bu sırada zihninden sürekli olarak John Smith ve Pocahontas’ın görüntüleri geçip gidiyordu.

Birden onu kendine doğru çekerek yere çöktü, elini onu bırakmadan önce yanına oturması için yönlendirdi ve nefes alıp verirken diğer elini kalbinin üzerinde bastırdı:

“Tanrı’ya şükür! Ah, merhametli Meryem Ana!”

Francis onu taklit etmesi gerektiğini ve bunun oyunun bir parçası olduğunu düşünürek, ne Tanrı’ya ne de Meryem Ana’ya seslenmeden, sadece gülümseyerek elini kalbinin üzerine koydu.

“Siz hiç ciddi olamaz mısınız, acaba?” diye parladı genç kız, onun eylemini fark ederek. Ve Francis hemen kendine çekidüzen vererek mümkün olduğunca doğal bir biçimde ciddiyetini takındı.

“Sevgili Hanımefendi…” diye başladı konuşmaya.

Ama genç kız, ani bir hareketle onun susmasını sağladı; Francis giderek artan bir şaşkınlıkla, kadının eğilmesini ve etrafı dinlemesini izledi, birkaç metre ötedeki patikadan aşağıya doğru inen varlıkların hareketini duyabiliyordu. Yumuşak, sıcak avucunun içiyle ona sessiz olmasını emrederek ağzını kapattı ve sonrasında sanki çok sıradan bir hareket yapıyormuş gibi yerinden fırlayarak, Francis’i arkasında bırakıp patika yolun toprak zemininden aşağı doğru kaydı. Francis şaşkınlıktan neredeyse ıslık çalacaktı. Eğer genç kızın giderek uzaklaşan sesini, İspanyolca konuşmasını ve karşılığında sorgular, suçlayıcı, azarlar tarzdaki İspanyol erkeklerin ona verdikleri cevapları duymamış olsaydı, büyük ihtimalle arkasından ıslık da çalmış olurdu.

Onların yürümeye konuşmaya devam ettiklerini duyuyordu ve beş dakikalık neredeyse ölüm sessizliğinin ardından, genç kızın onun ortaya çıkması için istekli bir şekilde seslendiğini duydu.

“Vay be! Regan’ın bu koşullar altında ne yapacağını görmek isterdim!” dedi kendi kendine, bulunduğu yerden çıkarken gülümsüyordu.

Artık onunla el ele tutuşmaya gerek duymadan, ormandan kumsala kadar genç kızı arkasından takip ediyordu. Kız mola verdiğinde, hemen onun yanına gidip yüzüne baktı, hâlâ bütün bunların birer oyundan ibaret olduğuna dair düşüncesinin etkisi altındaydı.

“Ebe!” diye güldü Francis, onun omzuna dokunarak. “Ebe!” diye neşeyle tekrarladı.

“Sensin!”

Genç kızın parlak koyu gözlerindeki öfkesi yakıp kavuruyordu.

“Seni aptal!” diye haykırdı genç kız, onun diş fırçası gibi görünen bıyığına parmağıyla işaret ederek. “Sanki o seni gizleyebilirmiş gibi!”

“Ama Sevgili Hanımefendi…” dedi. Onunla hâlâ tanışmamış olmasından dolayı itiraz etmek için konuşmayı denedi.

Genç kızın konuşmasını kesintiye uğratan cevabı, daha önceki her şey kadar gerçek dışı ve tuhaftı. Kız o kadar hızlı hareket etmişti ki elindeki küçük gümüş tabancayı ne zaman çektiğini, ne zaman burnunun dibine kadar gelerek karnının alt tarafına doğrultmakla kalmayıp fazlasıyla sert bir şekilde bastırdığını fark edememişti.

“Sevgili Hanımefendi…” diye tekrar konuşmayı denedi.

“Ben seninle konuşmak istemiyorum!” diye bağırdı kız ona. “Hemen şimdi gemine geri dön ve burayı terk et…” Francis onun bir anda duyulamayacak biçimde fısıldamasından, son söz olarak “sonsuza kadar” dediğini tahmin edebilmişti.

Kesinlikle konuşmaya kararlı bir duruşla, karnına tutulmuş olan silahın namlusuna doğru hareket ettiğinde, bir kez daha konuşması engellendi. “Eğer bir kez daha geri gelecek olursan -Meryem Ana beni affetsin- seni vururum.”

“Sanırım gitsem daha iyi olacak.” dedi abartılı bir serinkanlılıkla. Sandala dönmek için yürümeye başladığında, hem yaşamış olduklarından hem de genç kızın önünde düşmüş olduğu saçma ve komik durumdan dolayı büyük utanç içindeydi.

Ruhunda kalan son haysiyet parçasını da korumaya çabalayarak sandala ilerlediği sırada, genç kızın onu takip ettiğini fark etmemişti. Sandalın burnunu kumdan kaldırırken hafif bir rüzgârın palmiye yapraklarını nasıl hışırdattığını duyabiliyordu. Güçlü bir esinti, kıyıya yakın konumda suyun kararmasına neden olurken uzaklarda Chiriqui Lagünü’nün manzarası berrak suyun üzerinde bir serap gibi parlamasını sağlıyordu.

Arkasından duyduğu hıçkırık sesi, Francis’in sandala binmesini engellemiş ve onu geri dönmek zorunda bırakmıştı. Tuhaf genç kadın, tabancasını taşıdığı eli yana düşmüş durumda ağlıyordu. Hemen ona doğru ilerledi, kızın koluna dokunuşu sempatik ve sorgulayıcıydı. Genç kadın onun dokunuşu karşısında titredi, ondan uzaklaştı ve gözyaşları arasında sitem dolu bir bakışla ona baktı. Pek çok ruh hâlini omuz silkerek ve durumun anlaşmazlığına teslim olmuş vaziyette yaşadığı belliydi, Francis onun hıçkırığıyla durduğunda sandala dönmek üzereydi.

“En azından sen…” diye başladı kız konuşmaya, sonra sendeledi ve yutkundu. “Bana bir veda öpücüğü verebilirsin.” Sağ elindeki tabancası bedenine göre uyumsuz bir vaziyette sallanıyordu. Francis şaşkınlık içerisinde bir an için tereddüt etti, sonra gözyaşları içinde başını omzunun üzerine düşürmüş olan kızın dudaklarına tutkulu bir öpücük vermek için onu kendine doğru çekti. Şaşkınlığına rağmen tabancanın namlusunun omuzlarının arasında, sırtına düz bir şekilde bastırılmış olduğunun farkındaydı. Kız gözyaşlarından ıslanmış yüzünü ona doğru kaldırdı ve onu tekrar tekrar öptü, Francis gizemli bir dürtüsellikle verilen bu öpücüklerin bir kızdan gelip gelmediğini merak ediyordu.

İçinden bu ateşli dakikaların ne kadar süreceğini umursamadığını kendi kendine tekrarlarken, birdenbire kızın korkunç bir öfke ve aşağılama ifadesiyle ona bakarak uzaklaşması, tehditkâr bir tavırla silahını ona doğrultup hemen sandalına binmesini emretmesiyle korkuya kapıldı.

Sanki güzel bir bayana asla hayır diyemeyecekmiş gibi rahat bir tavır takınarak omuzlarını silkti ve itaatkâr bir tavırla sandala oturdu, kürekleri çekmeye başladığında arkası ona dönüktü.

“Yüce Meryem Ana beni asi kalbimden korusun.” diye haykırdı genç kız arkasından, serbest kalan eliyle göğsündeki madalyonu söküp aldı ve altın parıltılar saçan mücevheri denize fırlattı.

Ormanın kenarından tüfeklerle donanmış üç adamın, kuma çökmüş olan kızın yanına doğru koştuğunu gördü. Onu kaldırırken kürek çekmeye başlamış olan Francis’i gördüler. Omzunun üzerinden kıyıya doğru yaklaşmış, hafifçe yan yatmış, önünü kesen Angelique’i gördü. Hemen ardından, sahildeki üçlüden sakallı, yaşlı bir adamın kızın dürbününü ona doğrulttuğunu fark etti. Ve hemen ardından da adamın dürbünü bir kenara fırlatıp tüfeğiyle ona nişan aldığını gördü.

Mermi, sandalın hemen yan tarafından suya düştü ve Francis bu sırada kızın bir anda ayağa fırladığını, koluyla tüfeği kaldırıp adamın ikinci atışını bozduğunu gördü. Hemen ardından, Francis genç kızın tüfekli adamları karşısına alarak onlardan ayrılışını ve silahlarını indirmeleri için tabancasıyla onları tehdit edişini büyük bir keyifle izledi.

Rüzgârdan dolayı köpüren suların üzerinde yan yatmış Angelique’in hemen yanında durmayı başaran Francis’in, hızlı bir hareketle güverteye atladığı sırada, Kaptan tayfalarına emir vererek kısa süre içinde sandalı gemiye çekmiş ve yelkenleri indirmelerini sağlamıştı. Francis, çocuksu bir zevkle ona bakan kıza bir veda öpücüğü göndermiş ve onun sakallı adamın omuzlarına doğru yaslanarak bayıldığını görmüştü.

Bembeyaz dişlerini göstererek gülen Kaptan, Francis’e dönerek. “Kırmızı biber, ah lanet olası, korkunç, çılgın gururlu Solanolar.” dedi.

“Sadece böcekler, tam anlamıyla çılgınlar, evde kimse yok.” diye gülerek karşılık verdi ona Francis, garip genç kıza daha çok öpücük göndermek için korkuluğa fırlarken.

Kara rüzgârını önüne alan Angelique, Chiriqui Lagünü’nün dış kenarını ve Bull ve Calf Adalarının kıyılarını geçerek gece yarısına kadar ilerlemesini sürdürdü. Karadan yaklaşık elli mil uzaklıkta Kaptan, gün ışığını beklemek üzere demir attı. Kahvaltıdan sonra Jamaikalı siyahi bir denizcinin kürekleri çektiği sandalla Francis, daha büyük bir ada olan ve Kaptan’ın ona yılın o mevsiminde kaplumbağa yakalayan Kızılderililer tarafından işgal edilmiş olabileceğini söylediği Bull’a, keşif yapmak için ana karaya çıktı.

Ve Francis adaya çıkar çıkmaz sadece New York’tan otuz derece enlem boyunca uzaklaşmış olmadığını, aynı zamanda medeniyetin son sözünden ilk çağın neredeyse ilk kelimesine kadar otuz, belki de çok daha fazla yüzyıllar boyunca geriye gitmiş olduğunu anlamıştı. Sadece bellerine sarılı olan peştamallar haricinde tamamen çıplak, acımasızca ağır kesme işlemlerini yapmaya müsait bıçaklarla silahlanmış kaplumbağa avcıları, kendilerini beğenmiş yamyamlar ve tehlikeli insan katilleri olduklarını onlara hızla kanıtlamışlardı. Jamaikalı denizcinin tercümanlığı aracılığıyla, Bull Adası’nın onlara ait olduğunu söylemişlerdi. Ancak eskiden kaplumbağa mevsimi boyunca kendilerine ait olan Calf Adası, artık onlara korku salan, pervasızca özgürlük yollarını kesen, delilikleri imkânsız boyutlara ulaşan bir Gringo ya da onların fazlasıyla korktuğu iki ayaklı insan yaratığı tarafından ele geçirilmişti.

Francis, gümüş bir dolar karşılığında onlardan birini, gizemli Gringo ile görüşmek istediğini belirten bir mesajı iletmesi için gönderirken, geri kalanı da Francis’in sandalının etrafına kümelenmiş, daha fazla para alabilmek için sızlanmaya, ona kızmaya, hatta yanında getirdiği tabakasından daha yeni tütün koyduğu ve dudaklarının arasında hâlâ sıcak bir biçimde sallanan piposunu bile küstahça çalmaya kalkışmıştı. Francis onu çalmaya çalışan hırsızın ve hemen ardından hamle yapan diğer hırsızın kulaklarına şiddetli birer tokat indirmiş ve piposunu onların elinden kurtararak cebine atmayı başarmıştı. Yerinden çıkarılmış, güneşten parlayan her iki kenarı keskin palaların tehdidini savurmak için Francis, otomatik tabancasını eline alarak çeteyi kontrol altına almıştı. Adamlar bir grup hâlinde geriye çekilip tehditkâr biçimde aralarında fısıldaşırlarken, yanında getirmiş olduğu denizci tercümanın fazlasıyla zayıf bir adam olduğunu fark ettiği sırada geri dönen elçisini karşıladı.

Siyahi, kaplumbağa avcılarının yanına gitti ve Francis’in hoşlanmadığı tonlarda bir samimiyet ve itaatle konuştu. Haberci ona kurşun kalemle yazılmış notu uzattı:

“Haydi!”

“Sanırım kendi başıma halletmek zorunda kalacağım.” dedi Francis, geri çağırdığı siyahiye.

“Çok dikkatli ve son derece ihtiyatlı davransanız iyi olur efendim.” diye siyahi onu uyardı. “Hiçbir amaçları olmayan bu hayvanlar, çok sorunlu yaratıklar ve kesinlikle mantıksız davranıyorlar, efendim.”

“Sandala bin ve beni diğer tarafa geçir.” diye emretti Francis kısaca.

“Hayır, efendim, üzgün olduğumu söylemek zorundayım, efendim.” oldu buna siyahi denizcinin cevabı. “Kaptan Trefethen’e denizci olarak imzamı attım efendim ama intihar etmek için yapmadım bunu ve sizi doğrudan ölüme götürmek için kürek çekmem mümkün değil, efendim. Kesinlikle ve hiç şüphe duymadan yapabileceğimiz en iyi şey, kalırsak bizim için daha da ısınacak olan bu ateşli yerden bir an önce ayrılmak olacaktır, efendim.”

Francis büyük bir tiksinti ve küçümsemeyle otomatik silahını cebine attı, sırtını işe yaramaz vahşilere döndü ve onların yanından uzaklaştı. Toprağın antik huzursuzluğunu içinde barındıran büyük bir mercan kayasının yükseldiği yerden sahile indi. Calf kıyısında, dar kanalın hemen karşısında başka bir sandalın çekili olduğunu fark etti. Kendi tarafında fazlasıyla hasarlı olduğu ve açıkça sızdırdığı görünen basit bir kano duruyordu. Kanoyu suya doğru devirdiğinde, kaplumbağa avcılarının onu takip ettiğini ve zayıf yürekli denizci ortalıkta görünmese de Hindistan cevizi ağaçlarının kenarından ona baktıklarını fark etti.

Kanalda kürek çekmek an meselesiydi ama Calf sahiline ulaştığında, palmiye ağaçlarının arkasından ortaya çıkan uzun boylu, yalın ayak genç bir adam tarafından karşılandığında, otomatik tabancasını eline alarak bağırdı:

“Haydi! Defol! Lanet olası!”

“Ah siz tanrılar ve küçük balıklar!” diye sırıttı Francis yarı esprili, yarı ciddi bir ifadeyle. “Bir adam yüzüne doğrultulmuş bir silah olmadan buralarda hareket edemez. Ve herkes buradan hep defolun diyor.”

“Seni kimse davet etmedi.” diye karşılık verdi yabancı. “Rahatsız ediyorsun. Benim adamdan defol. Sana yarım dakika veriyorum.”

“Üzüldüm dostum.” dedi Francis, aynı zamanda göz ucuyla en yakın palmiye ağacının gövdesinin mesafesini ölçerek kendini doğru biçimde güvence altına almaya çalıştı. “Burada tanıştığım herkes çıldırmış, saygısız, varlığımdan kurtulmak için huysuzluk derecesinde endişeliler ve benim de kendimi böyle hissetmeme neden oluyorlar. Ayrıca, sadece bana burasının senin adan olduğunu söylemen, benim için bir kanıt değil.”

Siper almış olduğu palmiye gövdesinden adamın ona doğru yaptığı hızlı hamle, lafını bitirememesine neden olmuştu. Onun, gövdenin arkasından çıkışıyla, ağacın gövdesine saplanan bir merminin gelişi eş zamanlıydı.

“Şimdi, sadece bunun için!” diye bağırdı, diğer adamın durduğu ağacın gövdesine nişan alıp ateşleyerek. Sonraki beş dakika boyunca ağaç gövdelerini siper almış olan adamlar ya silahlarını ateşliyor ya da atışların sayısını hesaplamaya çalışıyorlardı. Francis sekizinci ve son atışı da yaptıktan sonra, yabancının sadece yedi atış yaptığından tatsız bir şekilde emindi. Güneş kaskının bir kısmını dikkatlice siperinden açığa çıkardı, elinde tuttu ve delikleri saydı.

“Hangi tip silah kullanıyorsun?” diye sordu büyük bir soğukkanlılıkla.

“Colt.” oldu verilen cevap.

Francis açıklığa çıkarak şöyle dedi: “O zaman hepsini sıktın. Saydım. Sekiz. Şimdi artık konuşabiliriz.”

Yabancı saklanmış olduğu siperinden çıktı ve Francis, üzerinde kirli kanvas bir pantolon, pamuklu bir atlet ve disk şeklinde bir fötr şapka olmasına rağmen onun mükemmel beden yapısına hayran kalmaktan kendini alamadı. Dahası, kendisinin bir kopyasına baktığını aklına getirmemiş olsa da sanki onu daha önceden tanıyormuş gibi bir hisse kapılmıştı.

“Konuş!” dedi yabancı, alay eder gibi tabancasını yere atıp bir bıçak çekti. “Şimdi sadece senin kulaklarını keseceğiz, belki de kafa derini yüzeriz.”

“Vay canına! Ormanın bu kesimindeki ne tatlı ve nazik hayvanlarsınız siz öyle.” diye karşılık verdi Francis, öfkesi ve tiksintisi giderek artıyordu. Yola çıkmadan önce bir dükkândan almış olduğu ve ışıltıyla parlayan yepyeni avcı bıçağını çıkardı cebinden.

“Haydi güreşelim ve bu yirmi iki-otuzluk bıçağın maharetini görelim.”

“Ben, senin kulaklarını istiyorum.” oldu yabancının cevabı nazik bir biçimde, ona doğru yavaşça yaklaşırken.

“Eminim. Önce yere sermen lazım, yere seren adam diğerinin kulağını alır.”

“Kabul.” Kanvas pantolonlu genç adam, bıçağını kınına soktu.

“Bunu filme alacak hareketli bir kameranın olmaması ne kötü.” dedi Francis kendi bıçağını kınına sokarken. “Gerçekten çok acı verici. Kendimi kötü bir Kızılderili gibi hissediyorum. Dikkat et! Acelem var! Her hâlükârda ilk atak için!”

Eylem ve söz bir araya gelmiş, görkemli koşuşturma rezil bir şekilde sona ermişti. Çünkü görünüşe göre güçlü olan alacağı darbeye önceden hazırlanmış, vücutlar karşı karşıya geldiğinde çarpmanın ani etkisiyle sırtüstü düşen Francis’in üzerine diğeri ayağını yerleştirmişti, Francis sert bir hamleyle üzerine yüklenen ayağı iterek ileriye doğru bir takla atmayı başarmıştı.

Kumun üzerine şiddetli düşüşü, bir anlığına da olsa Francis’in nefesini kesmiş ancak sert hamlesiyle fırlatmayı başardığı adamın ağırlığı üzerinden kalktığından yeniden nefes alabilmişti. Suskun bir hâlde sırtüstü vaziyette kendini yere bıraktığında, üzerine eğilen adamın merakla ona baktığını fark etti.

“Neden bıyık bırakmaya gerek gördün ki?” diye mırıldandı yabancı.

“Devam et, kes onları!” diye patladı Francis ilk derin nefesi alıp vermeyi başararak. “Kulaklar senin ama bıyık benim. Anlaşmada o yoktu. Ayrıca, bu düşüş düpedüz Japon güreşiydi.”

“Her hâlükârda ilk atak için diyen sendin.” dedi diğeri gülerek. “Kulaklarına gelince, sana kalsın. Asla onları kesmeye niyetim yoktu zaten, şimdi bir de onlara yakından bakınca hiç hevesim kalmadı. Kalk ve buradan git. Seni azat ediyorum. Haydi! Ve bir daha buraya asla gizlice gelme! Git! Lanet olası!”

Bu zamana kadar duymuş olduğu tiksintinin üzerine, şimdi bir de yenilginin aşağılaması eklenmişti; Francis sahile, kanosuna doğru yürüdü.

Zafer kazanan, “Söylesene, küçük yabancı, kartını bırakmak ister misin?” diye seslendi arkasından.

“Ziyaretçi kartı ve boğaz kesme bir arada olamıyor.” diye bağırdı Francis omzunun üzerinden, kanosuna binip kürek çekmeye başladığı sırada. “Benim adım Morgan.”

Şaşkınlık ve olduğu yerde donup kalma oldu yabancının tepkisi, ağzını açıp bir şeyler söylemek istedi ama sonra fikrini değiştirip kendi kendine mırıldandı: “Aynı soydan bu kadar benzememize şaşmamalı.” Hâlâ tiksinti içinde olan Francis, Bull kıyısına geri döndü, kanosunun yanına oturdu, piposunu doldurup yaktı ve hüzünlü bir şekilde kendini sakinleştirmeye çalıştı. Çılgınlık, herkes delirmiş, aklından geçen tek düşünce buydu. Kimse mantıklı hareket etmiyor diyordu kendi kendine. “Yaşlı Regan’ın bu insanlarla ticaret yapmaya çalışmasını görmek isterdim. Onun kulaklarını alırlardı.”

Eğer o sırada kanvas pantolonlu, genç adamın kendisine olan benzerliğini fark edebilmiş olsaydı, Latin Amerika’da deliliğin yersiz olmadığından emin olabilirdi, aynı esnada söz konusu genç adam ise adanın tam ortasına inşa edilmiş olan sazdan kulübesinde yüksek sesle bir şeyler söyleyerek kendi kendine sırıtıyordu. “Sanırım bu Morgan ailesine mensup adamın ruhuna Tanrı korkusunu saldım.” Ve bu sırada orijinal Sör Heny Morgan’ın duvarda asılı duran yağlı resminin fotoğrafik reprodüksiyonuna bakmaya devam ediyordu.

“Eh, yaşlı korsan.” diye kendi kendine konuşmasına devam etti sırıtarak, “En son torunlarından ikisi, tarih öncesi tabancalarınızın beş para etmez gibi görünmesini sağlayacak otomatiklerle birbirlerini vurmaya oldukça yaklaşmıştı.”

Yıpranmış ve tahtakuruları tarafından yenmiş bir denizci sandığına doğru eğildi, üzerinde “M” harfi kazınmış sandığın kapağını kaldırdı ve tekrar resimle konuşmaya devam etti:

0,93 €