Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Cinci Hoca», lehekülg 4

Font:

Fakat o, basit bir oyuna istinat eden kerametinin çarçabuk iflas edeceğini bildiğinden ipliği pazara çıkmadan muhitini değiştirmek, dolabını daha kolay çevirebileceği bir yer bulmak istiyordu. Aynı zaman üfürükçülükten daha sağlam bir mesleğe intisap etmek ihtiyacını duyuyordu.

O sebeple sağa başvurdu, sola başvurdu, sonunda Süleymaniye müderrislerinden Mehmet Çelebi’ye çömez yazıldı, postunu medreseye yaydı. Artık memnundu, efendisinin kitaplarını taşıyor, çarşıdan aldığı eşyayı eve götürüyor, yemekte peşkirini veriyor ve el suyunu döküyor, bu hizmetlerdeki beceriklilikle göze girmek yolunu buluyordu.

Fakat Tahtakale’deki şöhret onu takip ettiğinden, sevdalananlardan bir baltaya sap olmak isteyenlere kadar birçok adam medreseye gelip kendisinden muska aldıklarından Süleymaniye civarında da Nefesi Keskin Molla diye tanınmakta gecikmedi, yavaş yavaş para kazanmaya başladı.

Müderris Mehmet Çelebi, bir yıl kadar onu hususi hizmetinde kullandıktan; emsileden binaya hatta biraz daha ileriye çıkmasını ve mesela Şafiye, Kafiye gibi kitapları -üstünkörü olsun- devretmesini temin ettikten sonra -büyük bir iyilik diye- danişment yapmıştı. Bu paye, naip mülazımlığı demekti ve ileride Mehmet Çelebi kadı olursa Molla Hüseyin’e de naip, yani kadı muavini olmak hakkını veriyordu.

Lakin onun tabii ve gayritabii aşkları mahzuz etmek, kocasından boşanmak isteyen kadınlara ümit vermek, kısırları doğurtmak, kudretsiz erkekleri zindeleştirmek iddiasıyla üfürükçülüğe giriştiğini, medresedeki odasında kapıyı ardından kilitleyip dua okumak, muska yazmak bahanesiyle bir sürü kepazelikler yaptığını gören müderris efendinin tavrı derece derece değişti, Molla Hüseyin’i artık sevmez oldu ve hizmetinden uzaklaştırdı.

Gerçi o yine danişmentti, fakat efendisine muavin olmak ümidini kaybetmişti. Nitekim bu hakikat biraz sonra açığa da çıktı, Molla Hüseyin’in eli böğründe kaldı.

İzah edelim: Müderris Mehmet Çelebi bir yılbaşı tevcihatı33 sırasında İzmir kadılığına tayin olmuştu. Usule göre Molla Hüseyin’in de onunla birlikte İzmir’e gitmesi lazımdı. Üfürükçü genç bu ümniyye34 ile yol hazırlığına girişmek üzereyken efendisi tarafından şöyle bir tebliğle karşılaştı:

“Sen burada kalacaksın. Yeni müderrise danişment olacaksın. İzmir’de işin yok!”

Molla Hüseyin, birçoğunu iyileştiremediği hastaların siteminden, şöhretinin sarsılmak üzere bulunmasından endişelendiği için kapağı İzmir’e atmayı nimet sayıyordu. Mehmet Çelebi’nin bu tebliği yüreğine elem verdi, beynini altüst etti ve kendisine kapı kapı gezerek bir şefaatçi aramak zorunda bıraktı.

Ağlayarak, sızlayarak şunun bunun ayağına kapanıyordu, Mehmet Çelebi’yi insafa getirmek için bütün tanıdıklarını harekete geçirmeye savaşıyordu. Nihayet emeline muvaffak oldu, yeni İzmir kadısının dostlarından birkaçını kandırarak onun yanına yolladı. Fakat Mehmet Çelebi her iltiması, her şefaati şiddetle reddetti, Molla Hüseyin’i yanına almaya yanaşmadı ve başka bir naip tedarik ederek İzmir’e yollandı.35

Genç üfürükçü bu hüsran demlerinde manevi yardımlara el açmaktan başka çare bulamadı. Aldattığı kızların, oğlanların, birer suretle dolandırdığı sıtmalıların, veremlilerin muhtemel hücumlarından yakasını kurtarmak için Hızır’ı aramaya koyuldu. Tereci, tere satmayı bırakıp tere almaya savaşıyordu.

Dillerde dönüp duran rivayet ve hikâyelere göre kırk gün Ayasofya’daki top kandil altında sabah namazı kılanlar Hızır’la yüzleşmek saadetine eriyorlardı ve bütün dertlere derman vermeye muktedir olan o her yerde hazır, her yerde nazır şahsiyetten dileklerini bol bol alıyorlardı.

Molla Hüseyin de içine düşmüş olduğu ümitsizlik çukurundan kurtulmak için bu efsaneye bel bağlamıştı. Gece yarılarında aziz uykusunu feda etmeye katlanıp yataktan çıkıyordu, hücre komşularına sezdirmeden yalın ayak medrese avlusuna koşuyordu. Tam bir hulus ve tam bir imanla abdest aldıktan sonra pabuçlarını ayağına, yamalı cübbesini sırtına geçirip Süleymaniye’den Ayasofya’ya doğru yola düzülüyordu.

Ticaret fikrine dayanan bu ibadet otuz dokuz gece arızasız devam etti. Molla Hüseyin, deriyi yüze yüze kuyruğuna getirdiğine inanarak sevinç içindeydi, bir gece sonra Hızır’a vereceği dilekler listesinin hayalinde son tashihlerini yapıyordu. Fakat kırkıncı gece bu tashih işiyle biraz fazla meşgul olduğundan uykuya geç daldı, tatlı rüyalar yüzünden de uykusu ağırlaştığından sabah ezanı okunmak demi yaklaşırken uyanabildi; ayağına çabuk davranmaz, imamın mihraba geçmesinden önce top kandilinin altına yetişemezse kırk günlük zahmet ve ibadet heder olup gidecekti. Hızır’la görüşüp refaha, felaha ermek için yeni baştan uzun üzüntülere katlanmak lazım gelecekti.

Molla Hüseyin böyle bir vaziyetten kurtulmak kaygısıyla kasırga kesilmişti, Süleymaniye’den Ayasofya’ya doğru uçuyordu. Telaşından abdest almayı unutmuştu, top kandilin altına -tam vaktinde-varmaktan ve Hızır’ı yakalamaktan başka bir şey düşünmüyordu.

İşte bu hızla sokakları aşarken saray hamallarından Arap Hacı Mehmet’e çarptı, herifi lağım çukuruna düşürdü. Kendisi çok kuvvetli bir adamdı.36 Müsademeden müteessir olmamıştı. Hatta bu çarpışma sırasında çukura yuvarlanan adamın elinden küçük bir yuvarlağın fırlayıp ileriye düştüğü de gözünden kaçmamıştı. O, namaz kılınmadan evvel camiye yetişmek kaygısından dolayı çukura yuvarladığı adamla alakalanmayı hatırına getirmemekle beraber uçan yuvarlağı yerde bırakacak kadar gaflet göstermedi, hızını azaltmadan eğildi, Hacı Mehmet’in kesesini aldı ve Divanyolu’na çıktı.

Yuvarlak sandığı şeyin para dolu bir kese olduğunu daha ilk temasta anlamış ve bu tesadüfün biraz sonra karşılaşacağı Hızır’dan gelme lütufkâr bir selam olduğunu kuruntulayarak büsbütün heyecanlanmıştı. Lakin bu hadise onun sabit fikre sarılı kalan beynini açtığından abdestsiz olduğunu hatırladı, sevincinden büyük bir kısmını ve hızını kaybetti. Abdest almaya kalkışırsa gecikeceğini, abdestsiz camiye girerse Hızır’ı gücendireceğini düşünüyordu.

Bu sırada Firuzağa Camisi minaresinden ezan sesi yayılmaya başladığını gördü, büsbütün elemlendi, bir dükkânın kapalı kepengine arkasını dayadı, sessiz bir ağlayışla gözyaşı dökmeye girişti.

Boş yere kırk gece uykusuz kaldığına yanıyor, Hızır’ı bulmak ümidinin suya düşmesine yanıyor, medresede geçireceği manasız ve kazançsız günlerine yanıyor, kerametinden şüphelenerek üzerine saldıracak hastaların, âşıkların, kısırların yaygaralarını düşünüp yanıyor ve bütün bu yanışları tek bir deva ile dindirmek ister gibi boyuna gözyaşı döküyordu.

Firuzağa Camisi’ndeki cemaat dağılırken onun da aklı başına geldi, işlek bir caddede şırıl şırıl yaş akıtarak dikilip durmanın biçimsizliğini kavradı, yavaş yavaş geri döndü, medresedeki hücresine kapandı. Ağlarken, düşünürken ve yürürken kırk gecelik zahmet karşılığı olarak ele geçirdiği keseyi unutmuş gibiydi. Çünkü yüzünü saklayıp da sadece selamını yollayan Hızır’ın bu iltifatını mahdut bir kıymette buluyordu. Daha doğrusu keseyi akçeyle dolu sandığından fazla sevinmeye lüzum görmüyordu. Fakat hücresine kapandıktan ve keseyi açtıktan sonra vaziyeti değişti. Ayarı tam altınların ışığı önünde elemi eridi, yüzü güldü. Açgözlü üfürükçü bir yandan altınları öpüp okşuyor, bir yandan deli deli söyleniyordu:

“Yavrularım, canlarım, ciğerlerim! Sizi ben nereye koyayım, nerede saklayayım? Sizin yeriniz canevi olmak gerek!..”

Onları, o sarı çiçekleri gerçekten kalbine sokmak istiyordu. Ömründe yirmi gülü bir demet hâlinde görmediği gibi beş altını da bir yerde temaşa etmek zevkine ermemişti. Şimdi iki yüz altını önünde kümelenmiş görüyor ve koca bir bahçenin bütün çiçekleri -o bahçenin tapu senediyle beraber- kucağına konulmuş gibi neşeleniyordu. Fazla hırs, fazla tamah onun tatmak, koklamak, okşamak hislerini teşviş ve tağşiş ettiğinden altınlarda iç gıcıklayan bir yumuşaklık, yürek bayıltan bir koku ve hatta şekerlerden leziz bir tat buluyordu.

Bu mecnun neşe, bu dalaletli tahassüs uzun bir saat sürdükten sonra sükûna erdi, sıra altınları saklamaya geldi. Genç üfürükçü, sarı çiçeklerini koynunda taşımaktan korkuyordu. Çünkü onların ilk sahibine isabet eden felaketin kendini de bir gün çarpmasını ve altınların ele geldikleri şekilde elden çıkmalarını muhtemel görüyordu. Bu sebeple muattar, rengin ve leziz çiçekleri odasının güngörmez bir kovuğuna saklamaya karar verdi; öperek, ısırarak, koklayarak birer birer istif etmeye koyuldu.

İşte bu heyecanlı tasnif sırasında eline bir bakır mühür ve bir de kâğıt geçti. Çiçekler arasına karışmış çamura benzeyen bu kıymetsiz şeyleri huşunetle bir yana fırlatmak isterken ansızın dimağında beliren bir düşünceyle, onlardan kese sahibini anlamak mümkün olacağı mülahazasıyla duraladı. İlkin mührün ve sonra kâğıdın yazılarını okudu. Mühürde şu ibare yazılıydı:

“Esseyid ve Elhac Muhammedül Yemani.”

Kâğıtta da şöyle bir satır yazılıydı:

“Saray-ı amire hammalan-ı hassasından Esseyid Hacı Mehmet Ağa’ya mahsustur!”

Molla Hüseyin, can ve ciğer yerine koyup da teker teker içine, ruhunun en derin yerine yerleştirmek istediği altınların bir saraylı hamala ait olduğunu öğrenmekle korkmuş değildi. Çünkü alaca karanlıkta eline geçen bir hazinenin saklanacağı yeri saraylı değil, cennetli de olsa ilk sahibinin keşfedemeyeceğini biliyordu. Bununla beraber, sebebini idrak edemediği bir ihtiyat düşüncesiyle o mührü, o kâğıdı atmadı, yine altınların arasına karıştırdı ve onlarla birlikte odasının köşesine gömdü.

Artık yüzü gülüyordu. Hayatın her çeşit tatsız hadiselerini metanetle karşılamaya hazırlanıyordu. Çünkü ufak bir hazinesi vardı.

***

Hacı Mehmet’i lağım çukurundan çıkaranlar, bastığı yeri görmez bir sersemle değil, aklını oynatmış bir zavallı ile karşılaştıklarını sanarak büyük bir rikkat duyuyorlardı. Çünkü saray hamalı, tepeden tırnağa kadar ufunet37 kesildiği, tahammülü müşkül kokulara bulandığı, salkım salkım pisliğe büründüğü hâlde temizlenmek kaygısı göstermiyordu, kendini çukurdan kurtaranlara birkaç teşekkür kelimesi söylemiyordu, sadece “Param, param!” diye haykırıyordu ve pis elleriyle şunun bunun boynuna sarılmaya kalkışarak halaskâr halkayı hercümerç içinde bırakıyordu.

O devrin insanları düşmüşlere yardım etmekten zevk alırlardı. Hacı Mehmet’i lağım çukurundan çıkaran ve onu deli sanan kimseler de yaptıkları iyiliği yarım bırakmak istemediler, herifin el değdirilmez derecedeki pisliğinden iğrenmediler, zorla koluna girdiler, Mahmutpaşa Hamamı’na götürdüler, bağırıp çağırmasına kulak asmadan kendisini ve elbisesini yıkattılar ve aralarından iki kişi seçip Hacı Mehmet’i Süleymaniye Tımarhanesi’ne götürmeye memur ettiler.

Gerçekten delirecek derecede teessür içinde bulunan hamal, birkaç tellağın kuvvetli pençeleriyle yapılmış sürekli masajlar ve güzel bir yıkanma sonunda aklını devşirmişti; başına gelen felaketi, hikâye edebilecek hâle gelmişti. Hamamın içinden dışına, giyim yerine çıkıp da kendine deli muamelesi yapıldığını görünce saraylılık gururu da harekete geçtiğinden nemli üst havlusu ve alacalı peştamal içinde şöyle bir kabardı.

“Behey divaneler…” dedi. “Beni siz mecnun mu sanırsınız? Saray-ı amirede, şevketlu hünkârın has kulları arasında delinin işi ne? Ben bir hazine kaybettim, onun yasını tutuyorum, onun hasretini çekiyorum. Sizler beni delirmiş sanıp tepemde dua okuyorsunuz. Beni kendi hâlime koyun, yıkılıp işinize gidin!”

Onun saray adamlarından olduğunun anlaşılması, etrafındakileri şaşırttı ve vaziyet birdenbire değişti. Kendini çukurdan çıkaranlar, insani duygularla yapılan bu işi şimdi ödünç hâline koymaya çalışıyorlardı, “İlkin ağa hazretlerini ben gördüm!” iddiasıyla aralarında rekabete girişiyorlardı. Hamamcı da evvelce kirli çamaşırlar arasından çıkarıp herifin sırtına geçirdiği kötü bezi ipekli bir havlu ile değiştirmekte istical gösteriyordu, ayrandan şerbete kadar birçok şeyler getirterek ikramda mübalağa yapmak istiyordu.

Hacı Mehmet, bu değişen dekor içinde başına geleni yanık yanık anlattı, sonunda havluyu sırtından atıp kıllı göğsünü yumrukladı.

“Dert bir değil, iki!” dedi. “Sarayda nefesi keskin hoca beklerler. Eli boş gidersem gazaba gelirler. Hâlbuki ben kendim hocaya muhtacım. Kesemi bulamazsam hâlim harap. Serden mi geçmeli, yârdan mı bilmem ki?..”

Hikâyeyi dinleyenlerden biri ona tesliyet verdi:

“Tasalanmayın ağa hazretleri. Dert veren Allah dermanını da verir. Memleketimizde elhamdülillah salih kişiler çoktur. O mübarekler elden düşen keseler bir yana dursun, cinlerin yer altında sakladıkları defineleri bile keşfediyorlar. Sizin kaybınızı da ele geçirecek bir cinci buluruz.”

Ve Hacı Mehmet’in etrafında toplananların topunu birden alakalandıran bir eda ile anlattı:

“Süleymaniye Medresesi’nde bir Cinci Hüseyin Efendi var. On yıl evvel çalınan eşyayı hırsızıyla beraber bir remille meydana çıkarıyor. Tahtakale’de bir yolcunun saatini bir lahzada buluşunu gözümle görmüştüm. Yalnız remilci değil, nefesçi de. Sarılığı bir nefeste kesiyor, kara sevda çekenleri bir muska ile iyileştiriyor. Elinden gelmeyen şey yok. Hoca değil, kutup mübarek.”

Hacı Mehmet, çıplak göğsünün kıllarını sıvazlaya sıvazlaya yalvardı:

“Beni bu Cinci Hoca’nın yanına iletir misin sen?”

Bir saraylıya yoldaş olmak zevki, Molla Hüseyin’in hayranlarından olan adama kıvanç getirdiğinden tabiatıyla müspet cevap verdi:

“Hayhay, ağa hazretleri, hemen şimdi gidebiliriz.”

Saray hamalı, fütur içinde ümide kavuşmanın hazzıyla giyinmeye girişmişti. Hastalanan padişahı, kendine vazife veren eli kamçılı harem ağasını, saraya dönmekte geciktiği takdirde yiyeceği sopaları hatırına bile getirmeyerek hazinesini kendine iade edecek hocanın bir ayak önce eteğine kapanmak istiyordu.

Hamamcı ile tellakların, lağım çukurundan oraya kadar kendini getirmiş olanların yerlere eğilerek verdikleri selamları başıyla iade ederek yola çıkınca tırısa kalkmıştı, kılavuzunu nefes darlığına uğratacak bir hızla sokakları aşıyordu. Ancak medrese kapısında hızını kesti ve yanındaki adama sordu:

“Cinci Hoca’yı yerinde bulmazsak nideriz?”

“Bulmazsak bekleriz, ama bulacağımıza şüphe yok.”

“Yerinden ayrılmaz mı bu adam?”

“Hacet ehli olanlardan yakasını kurtaramaz ki ayrılsın. Günde bin kişi eşiğine başvurur.”

Herif, Molla Hüseyin’in kıymetinden ziyade kendi hizmetinin değerini yükseltmek için yalan söylüyordu. Fakat tesadüf bu yalanı kısmen doğru gösterdi ve Hacı Mehmet, Cinci Hoca’nın hücresi önünde beş on kişinin nöbet beklediğini gördü. Bunlar, kendilerine verilen muskaların para etmemesinden dolayı Molla Hüseyin’le kavga etmeye gelen safdil müşterilerdi.

Hamala kılavuzluk eden adam, ilk nümayişi onlar üzerinde yaptı.

“Savulun yoldaşlar…” dedi. “Şevketlu hünkârın başbaltacısı Hacı Mehmet Ağa Hazretleri, Cinci Hoca efendimizle görüşecek!”

Kapıda toplananlar telaşla geri çekilmişlerdi ve padişaha yol verir gibi davranıp saray hamalını selamlamışlardı. Aynı zamanda Cinci Hoca hakkındaki itimatsızlıklarından sıyrılarak herife yeni baştan bel bağlamışlardı. Çünkü hocanın saraya da kerametini kabul ettirdiği şu ziyaretle sabit oluyordu.

Hacı Mehmet, yine kılavuzunun delaletiyle odaya girdiği vakit Molla Hüseyin, yirmi yaşlarında bir genci önüne oturtmuştu, “üveysiyye, ünsiyye, kümmeliyye, haruziyye, kuşeyriye, ebheriyye” diye sonları hep “ye” ile biten bir sürü kelimeler sıralıyordu ve bir taraftan gencin yanaklarını okşayarak, gerdanını sıvazlayarak o kelimelerin ahenginde mündemiç efsunkâr manaları sanki deriden tene, tenden ruha geçirmeye savaşıyordu.

Başı açık, saçları dağınık, kaşları çatık, gözleri -garip bir şekilde- bulanıktı. Hacı Mehmet, Yemenli bulunmasına rağmen hocanın boyuna sıraladığı “ureyziyye, ukayliyye, yevessiye” gibi kelimelerden bir mana çıkarmamış ve onun derece derece korkunçlaşan gözüyle sesine kapılıp heyecanlanmaya başlamıştı.

Birer tarikat ismi olup hocanın ağzında zincirleme dua cümleleri hâline inkılap eden sert şeddelere bağlı o tuhaf kelimeler nihayet bitti. Cinci Hoca uzun bir “Ya hay, ya aşk!” çekti, hafifçe salyalanan ağzını gencin dudaklarına yaklaştırdı, gürül gürül gürledi:

“Tükürüğümü yut! Necat onda, selamet onda!”

Gözleri kapalı gencin solgun dudaklarının mariz bir buse solukluğuyla büzülüp onun sunduğu necat kevserini massetmeye38 çalışırken hoca da cezbelenmiş gibi ihtilaçlar gösteriyordu.

Bu tükürük aşısı zamanımızda yapılagelen kan verme ameliyelerinden çok uzun sürdü. Sevgilisine şirin görünmek isteyen genç salya yutmaktan, Cinci Hoca da iyi saatte olsunların ağırlığı altında kıvranmaktan yoruldu, sahne nihayet buldu. Şimdi okuyan ve okutan göz göze bakışıyorlardı, neler yapmış olduklarını bu bakışlarla konuşuyorlardı. Molla Hüseyin’de küstah bir teke neşesi, berikinde hırpalanmış bir keçi şaşkınlığı vardı.

Hacı Mehmet, perilerle fazla meşgul olmak yüzünden kendilerinin odaya girişini bile fark etmemiş görünen Cinci’nin gülümseyişinden cüret alarak sokuldu, el öpmeye davranarak heyecan içinde arzuhâlini haykırdı:

“Kerem senden, derdime derman senden hocam! Ben fakiri koru, yıkılmış ocağımı uyandır.”

Molla Hüseyin, süfli ihtiras dalgaları arasında varlıklarını gerçekten fark edemediği iki müşteriyi şöyle bir süzdü:

“İzinsiz halvete girilmez. Siz dağdan mı geldiniz, külhandan mı?.. Yoksa belinize birer kambur mu koydurmak istiyorsunuz? Hüda bilir, şimdi zebella Nasut’u çağırır, sizi Marut’un yattığı kuyuya attırırım!”

Hacı Mehmet telaşla diz çöktü. Yalvarmaya koyuldu:

“Küçüklerden hata, büyüklerden atâ.39 Bilmezlikle bir suçtur işledik, mürüvvet edip bağışla. Tut ki elemden basiretimiz bağlandı, bir günahtır işlendi. Hoş gör, bizi kapından kovma.”

Molla Hüseyin, tükürükle sarhoşlattığı gence yüzünü çevirdi:

“Şimdi git, yarın yine bu vakit gel. Bakalım ankebutü derduni ne haber getirir?”

Ve sonra iri gözlerini aça aça Hacı Mehmet’e ne istediğini sordu ve herifin o sabah eline geçen hazinenin sahibi olduğunu, aynı zamanda saray adamlarından bulunduğunu öğrenince afalladı, derin derin düşünmeye daldı.

Sarı çiçeklerini elden çıkarmaya yanaşmıyordu, lakin kaz gelecek yerden tavuğun esirgenmeyeceğini de düşünmekten geri kalmıyordu. Bu sebeple uzun ve pek uzun bir mülahaza geçirdi, sonunda tesadüfün önüne çıkardığı şu fırsattan istifadeye karar verdi: Sarayda tanınmak için hazinesini -içinden kan gide gide- feda edecekti.

Fakat ihtiyatlı davranmayı da unutmuyordu, parasına kavuşturacağı şu adamın kendisine faydalı olup olamayacağını tespit etmeden fedakârlığa katlanmak istemiyordu. Ondan ötürü ustaca isticvaba40 girişti. Hacı Mehmet’in alaca karanlıkta saraydan nice çıktığını öğrendi ve padişahın keskin nefesli bir hocaya ihtiyacını anlayınca iliğine kadar neşe içinde kalıp kendi kendine mırıldandı:

“Bahtın açıldı Molla Hüseyin. Kırk gece taban tepip top kandil altında yakalamak istediğin Hızır işte önünde, aklını başına devşir, postu saraya ser, güle güle yaşa!”

Ve sonra kaşlarını çattı, gerçekten korkunç görünen suni tavrını takındı:

“Behey gafil…” dedi. “Gece cinlerinin kafile kafile tılsımlı direği tavaf edip evlerine çekildikleri sırada senin o direk yanında işin ne? Mutlak cinlerden birinin eteğine bastın, ceremeyi çektin.”

Hacı Mehmet, alık alık sordu:

“Tılsımlı direk neresi sultanım?”

“Cahillerin Çemberlitaş dedikleri alamet!”

“O taş tılsımlı mıdır sultanım? Ben kulun duymamıştım.”

“Kim duydu ki sen duyasın. Şeyhülislam dediğiniz cahil de bu hakikatlerden bihaber. Onun için İstanbul’da çarpılan çarpılana. Fakat bu gafletin zahmetini biz çekiyoruz, iyi saatte olsunlara her gün yüzsuyu döküyoruz, çarpılanları iyileştirmeye savaşıyoruz. Şimdi de senin için yalvaracağız. Bakalım dinletebilecek miyiz?”

Hacı Mehmet, telaşla, heyecanla Molla Hüseyin’in elini bırakıp ayağını öperken o, dalgınlaştı, uzun uzun düşündü, sonra gözlerini alık hamalın yüzüne dikti:

“İbni Vuhşiyye, cinlerin eline geçen paralar için bir şey yapılamayacağını söyler. Kitabı Taymavüs dahi ‘Elhazer, bu işlere karışmayın!’ der. Yalnız Kitabül’ama, iyi saatte olsunları memnun edebilmek şartıyla ricada, iltimasta bulunmak caiz olduğunu tasrih etmiştir. Kitabül Cümhüre’nin ne dediğini şimdi hatırlamıyorum. O da cevaz veriyorsa senin paranı bulmayı üzerime alırım.”

Hacı Mehmet, bu karışık sözlerden bir şey anlamamakla beraber Cinci Hoca’nın işe müdahale için tereddüt gösterdiğini sezdiğinden ağlamaya koyuldu.

“Ocağına düştüm!” dedi. “Beni boş döndürme!”

Molla Hüseyin, avaz avaz haykırdı:

“Bre gafil, bre cahil, ecinniyle görüşmek, sarayda odun taşımaya mı benzer? Kitapta yeri olmayan işler için onlara söz mü söylenir? Sıpasını kaybetmiş eşekler gibi zırlayıp da canımı sıkma! Bırak, Kitabül Cümhüre’ye bakayım, belki ruhsat kaydı bulunur da işin görülür.”41

Raftan -mahiyeti belki kendisince de meçhul- kalın ve tozlu bir kitap alarak uzun uzun sayfalarını karıştırdı, okur gibi davranıp ötesini berisini gözden geçirdi, sonra bir nokta üzerine parmağını koydu.

“Eh…” dedi. “Gözün aydın, İmam-ı Rabbani Hazretleri cevaz veriyor. Cinlerin gafillerden aldıkları cereme için de şefaat caiz. Haydi, çekil bir yana, rahat et. Ben iyi saatte olsunlarla görüşeyim.”

Şimdi gözlerini -değme ödlerin ürkünçlüğüne dayanması mümkün olmayacak biçimde- iri iri açıyor, yanına yönüne tutam tutam tarçın, karabiber, bakla, nohut ve pirinç saçıyor, bazen yere kapanıp homurdanıyor, bazen yalvarır gibi görünüp kollarını ileri uzatıyor ve bu çeşitli hareket sırasında derece derece heybet alarak Hacı Mehmet’le arkadaşını için için titretiyordu.

Çok ciddi ve çok heyecanlıydı. Bakışları, sağa sola dönüşleri, ileri atılışları, homurdanışları suni olmaktan çok uzaktı. Kendisini bu vaziyette görenler kaba bir düzen karşısında bulunduklarını zannetmekte âdeta haklı çıkacaklardı. O kadar samimi ve o kadar tabii hareket ediyordu.

Nihayet gülümser gibi oldu, çatık kaşları biraz açıldı, diken diken görünen sakalı yumuşadı ve cinci herif, birden kapıya doğru koştu, kandilli üç beş temenna çaktı, cübbesinin önünü kavuşturdu.

“Buyurun Nurülkamer Hazretleri.” dedi. “Buyurun sultanım. Duacınızı çok üzdünüz, ter içinde bıraktınız. Teşrife rağbet buyurmayacaksınız diye heyecan içindeydim. Siz sultanımı çağırdıkça karşıma Zenebüddeccac42 çıkıyor, kuyruğunu burnuma doğru sallayıp benimle eğleniyordu. Sultanımın teşrifini sezince habis kaçtı.”

Bunları söylerken mertebesi yüksek bir adamla karşılaşmış gibi bir vaziyet alıyordu. Yan yana yürüyerek o mevhum misafire yol gösteriyordu. Hacı Mehmet’le kılavuzunu enikonu ağırlık basmıştı, garabetini hissetmeyip mehabetine kapıldıkları manzaranın sıkleti altında bunalıyorlardı. Lakin işin sonunu almak kaygısı kendilerine yürek pekliği verdiğinden gözlerini açık tutmaya savaşıyorlar ve safha safha bu acip sahneyi takip ediyorlardı.

Cinci Hoca, gölgesi bile sezilmeyen misafirini, evvelce kendinin işgal etmekte bulunduğu posta oturttu, koynundan bir zerre öd ağacı çıkarıp mangala attı, muhterem konuğun şerefine hücreyi hafifçe kokulattı ve kollarını kavuşturarak postun karşısında divan durdu.

Vaziyeti köleceydi, lakin heybeti yine yerindeydi. O lüle lüle saçlar, o gür sakal, o iri ve ateşli gözler, o kalın omuz, o kuvvetli beden, kendini seyredenleri -hele öd ağacı kokusuna bulanmış, ötesine berisine biberler, tarçınlar, nohutlar saçılmış, ışığı tek ve bulanık pencereden geldiği için yarı karanlığa bürünmüş olan bu odada- garip bir haşyet içinde bırakıyordu.

Cinci’nin Nurülkamer dediği konuk galiba naz sever bir mahlukmuş ki üç beş dakika konuşmadı, Molla Hüseyin’i bütün mehabetine rağmen ayakta tuttu. Bu sessizliğin de oyunu süsleyen unsurlar cümlesinden olduğunu bilmeyen Hacı Mehmet’le kılavuzu, küçük dillerini yutmak derecelerinde korkulu bir telaş geçirirlerken Cinci’nin ağzı birden açıldı.

“Evet, sultanım!” dedi. “Sizden büyük bir niyazım var.”

Demek Nurülkamer lütfen konuşmuştu. Fakat yüzü nasıl görünmüyorsa sesi de duyulmuyordu. Yalnız Cinci’nin sözlerinden onun ne dediği biraz anlaşıldığından Hacı Mehmet bütün idrakini şaha kaldırarak muhavereyi dinlemeye koyulmuştu.

Molla Hüseyin, dinliyor gibi davranıyor ve temenna çakıp şu cevabı veriyordu:

“Hacı Mehmet, gafilin biridir, cahildir, kusuruna kalmayın.”

“…”

“Hayhay sultanım, ne emrederseniz yapar.”

“…”

“Başüstüne sultanım. Kumkapı’daki çöplüğe yedi çeşmeden birer maşrapa su alıp yedi gün alaca karanlıkta döksün.”

“…”

“Eşleri ölmüş iki siyah güvercin bulup bir kafese koysun, dişisini yumurtlatsın.”

“…”

“Ayasofya Hamamı’ndaki göbek taşında yedi çarşamba gün doğmadan üçer dakika göbek atsın.”

Ve yere diz çöküp kollarını boş posta uzatıp yalvardı:

“Fakat siz de kerem buyurun, derdimendin parasını geri verin.”

Hacı Mehmet’in yorgun gözlerinde iki yüz yıldız doğup söndü, altınlarının ışığı yüreğine yayıldı, kulakları dikildi. Olanca idrakiyle Nurülkamer Hazretleri’nin cevabını dinlemeye hazırlanmıştı.

Bu cevap yine Cinci Hoca’nın sözlerinden anlaşıldı. Düzenci molla, eğilip kalkarak ve boyuna temenna çakarak muhterem cinin emirlerini dinliyordu. Birtakım yalvarışlarla da o emirlerin müspet bir netice vadetmesini temine çalışıyordu. Nihayet oyundan kendisi de yoruldu, boş postu bir daha selamlayarak yüzünü Hacı Mehmet’e çevirdi.

“Senin paraların…” dedi. “Kırmızı atlastan bir kese içindeymiş. Nurülkamer Hazretleri iki yüz altın için benim hatırımı kırmak istemediler, keseni ve bakır mührünü geri vermeyi vadettiler. Saraylarına döner dönmez Cüce Basiret’le keseyi bana yollayacaklar. Sen cinler sultanı hazretlerinin emirlerini duydun, onları yerine getirmeye hazırlan, yarın da buraya gelip keseni al.”

Hacı Mehmet sevincinden delireyazdı. Şuursuz bir hamleyle ileri atıldı, boş postun önünde diz çöktü.

“Nurülkamer misin…” dedi. “Nesin, lütfet mübarek ayağını olsun göster. Şapır şapır öpeyim!”

Cinci Hoca onu omuzlarından tutup çekti, silleler gibi sert bir sesle ihtar etti:

“İyi saatte olsunlara ancak biz hitap ederiz ve biz cevap alırız. Onlara söz söylemek sizlerin haddi değildir. Bir yerin çarpılmamak için tez tövbe et, istiğfar et ve sus!”

Sonra boş posta dönüp yalvardı:

“Cahildir, suçunu bağışla sultanım!..”

Şimdi sıra muhterem konuğun teşyi edilmesine43 gelmişti ve Molla Hüseyin yine öd ağacı yakarak, biber ve tarçın saçarak misafirini -temennalar çaka çaka- kapıya kadar götürüyordu. Hacı Mehmet bu rasime sırasında dayanamadı, kılavuzuna sokulup fısıldadı:

“Cinci Hoca gerçek mi söyler dersin, kesemi yarın bana verecek mi?”

“Hiç şüphe etme. O, dediğini yapar.”

“Ya biz ona ne vereceğiz?”

Bu sualin cevabını bizzat Molla Hüseyin verdi:

“Biz akçe düşkünü değiliz, hayır için çalışırız! Paran senin olsun arkadaş!..”

***

Sultan İbrahim, sekiz on nefesi keskin hocanın okudukları dualara, verdikleri muskalara, içirdikleri şerbetlere, kestirdikleri kurbanlara, dağıttıkları sadakalara rağmen eski şetaretini elde edememişti, derin bir hüzün içinde kalmıştı. Gerçi yatmıyordu. Gezip dolaşıyordu. Fakat iliği kurumuş yük beygirleri gibi lagar bir durumdaydı. Şen şen kişneyemiyordu, sık sık şahlanamıyordu. İştahsız bir midenin ızdırap veren boşluğunu seze seze gamlı günler yaşıyordu.

Ona vahşi bir titizlik de gelmişti, çabuk kızıyor ve her kızışta önüne gelenleri kasıp kavuruyordu. Kadınlar, evvelki okşanmalar yerine hakaret görüyorlardı, dayak yiyorlardı. Herif öpemediği için ısırıyordu, okşayamadığı için hırpalıyordu. Odasına yine eskisi gibi halayıkların biri girip biri çıkıyordu. Bu ziyaretler evvelce neşeli bir iştiyakla yapılır ve bahtiyar hatıralarla nihayet bulurdu. Şimdi hasta delinin yanına titreye titreye giriyorlar ve oradan bere içinde ağlaya ağlaya ayrılıyorlardı.

Onun kadınlardan kâm alamaması yüzünden saray ve Kubbealtı matem içindeydi. Yemekten kaçınması, uyuyamaması, iç sıkıntısından kurtulamaması, boyuna ohlayıp puhlaması, hırçınlaşması ise bu matemi katmerleştiriyordu. Kösem Sultan, hocalardan ümidini kestikçe hekimbaşının hazakatine44 bel bağlıyor ve hazakatin aczini anlayınca yine şu dedeye, bu divaneye başvuruyordu. Lakin vaziyet değişmiyordu, hastayı iyileştirmek mümkün olmuyordu.

İbrahim, hafakanlardan aman buldukça bizzat şifa aramaya girişirdi; ata binip tekke tekke, hoca hoca dolaşırdı. Hekimbaşını ise her zaman sıkıştırmaktan geri kalmazdı. Bir gün onu yine karşısına dikmişti, azarlıyordu. Mesleğinde devrine göre ihtisas sahibi olan Hamaloğlu Mehmet Efendi bu delice tekdirlerden sinirlendi.

“Padişahım…” dedi. “Çok yiyen çatlar. Siz Allah’a şükredin ki sadece mide bozukluğuna uğradınız. Bu durumda acele etmek manasızdır. Biraz perhiz edin, oburluk hevesinden vazgeçin, kanlanıp canlanmak yollarını arayın, üç beş ay sonra yine zevke dalarsınız, istediğiniz gibi eğlenirsiniz.”

Kendini milyonla altın içine gömülüp açlıktan ölmeye mahkûm edilmiş bir adam vaziyetinde gören hünkârın müthiş bir sinir buhranına tutulması gecikmedi, pençesi hekimbaşının boynuna dolanarak ağzında bir sürü küfür belirdi ve sonra işi bir derece daha azdırarak zavallı hamalzadeyi tekmelemeye başladı.

Deli hasta bir yandan çifte savuruyor, bir yandan da bangır bangır bağırıyordu:

“Ben padişah değil miyim? Benim karşımda ağız açmak, bana öğüt vermek ne haddin?.. Altımda tahtım, başımda tacım olsun da hasta yaşayayım, kızlara uzaktan bakayım, yatakta yalnız yatayım, öyle mi?.. Bak teresin yediği halta, bak melunun bulduğu ilaca!..”

Oğluna yeniden nöbet geldiğini haber alarak başörtüsüz odaya koşan Kösem Sultan, biçare hekimbaşını çiftelenmekten güçlükle kurtardı.

“Savul be adam…” dedi. “Aslanımı celallendirme! Bilgin de bilgiçliğin de yerin dibine geçsin! Artık buraya gelme!”

Fakat İbrahim, ilaç yerine öğüt veren hekimi bırakmak istemiyordu, anasının kollarından kurtulmaya savaşarak boyuna haykırıyordu:

“Beni hâlime koy anne, şu murdar herifi tepeleyeyim! Kaç gündür beni kadından yana öksüz koydu, cennetimi cehenneme çevirtti!”

Kösem, şu dereden, bu dereden su getirerek oğlunu biraz yatıştırdı, hamalzadenin Büyükada’ya sürgün edilmesine emir vermek suretiyle hayatını kurtardı, yerine İsa adlı birini hekimbaşı yaptırarak oğlunu onun hazakatine teslim etti.45

Bu yeni hekim, tam bir psikologdu, ruhtan anlardı, nabza göre şerbet vermeyi bilirdi. Lakin Deli İbrahim’in nabzı olur olmaz şerbetle düzelecek hâlde değildi, berbat bir durumdaydı. Onun için hasta yine iyileşmedi, melankoli ziyadeleşti, sara nöbetleri sıklaştı, sarayın düzeni temeline kadar sarsıldı.

İşte bu sırada Hamal Hacı Mehmet, Cüce Basiret adlı cin eliyle ecinni diyarından getirtilerek kendisine verilen hazinesinin hikâyesini bir dostuna fısıldadı, o da bir başkasına anlattı ve macera dilden dile, kulaktan kulağa geçerek Kösem Sultan’a kadar aksetti. Çemberlitaş yakınlarında kaybolmuş bir keseyi Süleymaniye Medresesi hücrelerinden birinde sahibine geri verdiği söylenen hocanın tam cinci olduğuna şüphe edilemezdi. Kösem Sultan da böyle düşünmekle beraber hikâyeyi tevsik46 için Hamal Mehmet’i huzuruna getirtmekten geri kalmadı, iri boy herifi uzun uzun söyletip dinledi, oğluna da dinletti ve Kızlar Ağası Sümbül’e emir verdi:

33.Tevcihat: Atama. (e.n.)
34.Ümniyye: Umut, niyet. (e.n.)
35.Naima, Cinci Hoca’nın hayatında bir dönüm noktası teşkil eden bu hadiseyi şu şekilde anlatır:
  “Cinci Hüseyin Efendi talib-i ilim kıyafetinde İstanbul’a gelip Haşan Efendi oğlu Şeyh Mehmet Çelebi’ye dânişmend oldu. Çelebi Süleymaniye Medresesi’nden İzmir kazasına çıktıkta fakir Molla Hüseyin’i istihkar edip mülâzim etmediğinden maada İzmir’e bile götürmeyip İstanbul’da bıraktı. Fakir ağlayıp efendisinin bazı ihvan ve ehibbasından istişfa ettikte anlar dahi ‘Şu biçareye yazıktır. Bu kadar zaman dânişmendiniz oldu. Bile götürün.’ deyu rica ettiklerinde ‘Behey efendi bizim ırzımız vardır. Avrat ve oğlana efsun okuyan bir sehharı nabekârı bile götürüp mansıbımızda bednam mı olalım.’ deyu reddeyledikte biçare Cinci mükedder, nâlân ve giryan kaldı.” (C. 4, s. 35)
36.Naima, bir münasebetle Cinci Hoca’dan bahsederken “Kaviyyülbünye ne garip bir Türk’tü.” diyor. (C. 4, s. 334)
37.Ufunet: Pis koku. (e.n.)
38.Massetmek: Emmek, içine çekmek. (e.n.)
39.Atâ: Bağışlama. (e.n.)
40.İsticvap: Sorguya çekme, sorgu. (e.n.)
41.Sihri tarife çalışanların ifadeleri şöyle telhis olunabilir: Sihir, göklerin ve yıldızların vaziyetiyle bunlardan her birinin insanlarla, hayvanlarla, otlarla, madenlerle alakalarını göz önünde tutarak akla sığmaz, anlaşılmaz birtakım suretlerle o alakalardan birtakım hükümler çıkarmaktır. Hintliler sihir için “nefsin tasfiyesi çaresi”dir, dediler. “Miratül Meanî fi İdrakülâlemülinsanî” adını taşıyan bu eser, bu akideyi izah maksadıyla yazılmıştır. Nabatiler, muayyen ve erbabınca münasip zamanlarda müessir dua ve efsunlarla sihir yürütebilir diyorlardı. Kuru ağacı yeşermiş göstermek, sakin ve berrak havada şimşekler belirtmek, cinlerle söyleşmek gibi şeyler onlarca mümkün olup Sihrünnabt adlı kitap bu kanaate göre kaleme alınmıştır. Eflakin ve yıldızların teshirini ve bu sayede gaipten haber vermeyi kabil gören zümre de Kitabı Taymavüs ve Gayetülhakîm gibi kitaplarda bir sürü kaideler tespit etmişlerdir. Kitabül Cümhüre de o ayarda bir kitaptır. (y.n.)
42.Zenebüddeccac, tavuk kuyruğu demekse de bir yıldızın da adıdır. Cinci Hoca şuradan buradan kapıp bellemek suretiyle bu gibi lügatleri, ıstılahları gelişigüzel kullanıyordu. (y.n.)
43.Teşyi etmek: Yolcu etmek, geçirmek, uğurlamak. (e.n.)
44.Hazakat: (hekimlikte) El uzluğu, ustalık, bilgililik. (e.n.)
45.“Sonsuz iftiralar yüzünden bütün bünyesi müteessir oldu, zaafa uğradı, derin bir hüzne kapıldı, çeşit çeşit ızdıraplar çekmeye başladı. Bu vaziyette reyine müracaat olunan hekimbaşı Hamalzade Mehmet Efendi, kendisine itidalden ve istirahatten başka bir ilaç tavsiye etmediği cihetle nazardan düştü, Büyükada’ya sürüldü. Yeri -şüphe yok ki nabzına göre şerbet vermeyi daha iyi bilen- İsa Efendi’ye verildi.” (Hammer, 49. Kitap)
46.Tevsik: Vesikalandırmak. Vesikalamak. Sağlamlaştırmak. (e.n.)
0,96 €