Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Cinci Hoca», lehekülg 5

Font:

“Tez bu Cinci Hoca’yı getirin. Aslanıma nefes etsin. Belki vakti zamanı gelmiştir, aslanımın sıkıntısı bu yüzden geçecektir.”

İbrahim, bu hikâyeye anasından bin kat ziyade alaka gösteriyordu. Hatta Molla Hüseyin’i getirmek üzere adamlar çıkarıldıktan sonra dayanamadı, Hacı Mehmet’i tekrar çağırttı, Nurülkamer’in hücreye girişini, posta oturuşunu, mollayla konuşuşunu bir daha ve bir daha söyletti, Cinci’nin taklidini yaptırdı ve sonunda sordu:

“Demek herif yaman?”

“Beli padişahım, yaman. Cinlerle senli benli konuşuyor, her istediğini yaptırıyor.”

“Senin keseni de getirtiverdi değil mi?”

“Beli padişahım getirtti. Emredersen göstereyim, koynumda duruyor.”

“Lüzumu yok, yine yerinde dursun. Sen Nurülkamer’in Cinci Hoca’yla nasıl konuştuğunu bir daha anlat.”

Dört yaşındaki bir çocuk hazzıyla -belki onuncu defa- dinliyordu, heyecan içinde kalıyordu. Aynı zamanda Hamal Hacı Mehmet’ten de hoşlanmıştı. Yüz elli kiloluk yükleri taşıya taşıya nasırlanmış o kalın omuzları, orta çapta bir demir boruyu andıran o kıllı bilekleri seyretmekten, o çetrefil dili dinlemekten zevk alıyordu. Hikâyeyi kelime kelime ezber ettiği için Hacı Mehmet’le beraber kendisi de Cinci Hoca’nın sözlerini tekrar ediyor ve medresede onunla bile bulunmuş gibi teheyyüç gösteriyordu.

Başındaki ağırlık, içindeki sıkıntı biraz azalıyor, yüreğine yavaş yavaş ferahlık geliyor gibiydi. Bu değişikliği sezince yüzü de gülümsemişti, Hacı Mehmet’le şakalaşmaya başlamıştı.

“Ulan…” diyordu. “Ayıya benziyorsun. Bu ne kol, bu ne bacak? Başında bir kallavi, sırtına da seraser kaplı kürk geçirtsem lalamdan farkın kalmayacak.”

Hacı Mehmet, bu yüksek iltifat karşısında “Hay, bir günün bin olsun!” diye haykırıp yerlere kapanıyor, gülünç şivesiyle şaklabanlıklara girişiyordu:

“Vezir ile kulun boyda bosta biriz. Gelgelelim ki ona Kara Mustafa Paşa diyorlar, köleni Hamal Mehmet diye çağırıyorlar. Zalike takdirül azizül alim!”

“O ne demek ulan?”

“Kara Mustafa’nın vezir, Hacı Mehmet’in hamal oluşu Allah’ın işidir demek isterim sultanım!”

“Ben padişah değil miyim teres! İstediğim gün lalamı hamal, seni de sadrazam yaparım.”

“Hay, bir günün bin olsun sultanım!”

Deli adam, gerçekten de böyle bir iş yapmayı düşünüyordu. Fakat Hacı Mehmet’in salık verdiği Cinci’yi sınadıktan, eski neşesini bulduktan sonra böyle bir harekette bulunmayı münasip gördüğünden düşüncesini Yemenli hamala sezdirmemek istiyordu. Bununla beraber geniş omuzlarına, kalın bileklerine, karışık diline bayıldığı uşağı ümide düşürmekten de geri kalmadı.

“Haydi git!” dedi. “İşine bak. Şu sıkıntılarım geçer geçmez seni bir baltaya sap edeceğim.”

Yalnız kalınca bir mindere uzandı, derin derin düşünmeye daldı. Nurülkamerleri, Zenebüddeccacları, Cüce Basiretleri kuruntuluyor ve Süleymaniye’den gelecek Cinci’nin bu göze görünmez mahluklarla girişeceği muhavereleri tahmine çalışıp heyecanlanıyordu.

Kızlar Ağası Sümbül’ün kılavuzluğuyla odaya giren Molla Hüseyin onu işte bu vaziyette buldu. Zeki Safranbolulu, dört beş günden beri böyle bir davet beklediği, girişeceği büyük oyunun bütün hatlarını zihninde çizip hazırladığı için son derece soğukkanlıydı, heybetli bir tavır almış bulunuyordu.

Hünkâr, tahta çağrıldığı günkü durumdaydı. Bir eli bıyığına takılı, bir eli çakşırına sokulu olduğu hâlde şöhretine bel bağladığı Cinci’yi bekliyordu. Onu, son günlerde sekiz on tanesini gördüğü üfürükçüler gibi bir adam sanıyordu. Yanına gelince yer öpüp el pençe divan duracak zannediyordu. Hâlbuki Molla Hüseyin yamalı cübbesinden, kirli sarığından umulmayan bir vakarla içeri girdi ve eşiği atlar atlamaz kaşlarını çattı, Sümbül Ağa’nın omzuna elini koyarak gürledi:

“Behey gafiller, burası saray değil, ecinni yuvası, her köşede bir cin derneği kurulu! Sizin şu zavallı adama kastınız mı var ki yanını yönünü cinler sarıncaya kadar gözünüzü kapamışsınız! Burada peygamber otursa çarpılır, felakete uğrar! Tez, kapısı kıbleye açılmayan başka bir oda açın, şevketlu hünkârı oraya götürün!”

Deli İbrahim, gözleri yüz mumluk avizeler gibi ışıldayan, ağzında gök gürültüsü beliren bu güçlü kuvvetli adama hayran hayran bakıyor ve her iki elini aynı zamanda işleterek boyuna kaşınıp duruyordu. Yer öpmek şöyle dursun, selam bile vermeyen ve kızlar ağasına tam bir köle muamelesi yapan hocanın mehabeti, içine bir korku vermişti. Ellerini takılı ve sokulu oldukları yerden ayıramıyordu, ağzını açamıyordu, sadece bakınıyordu.

Molla Hüseyin, ne söyleyeceğini şaşırıp yutkunmaya başlayan Sümbül Ağa’yı eşiğe doğru sürdü.

“Tez…” dedi. “Dediğimi yap, odayı seçip bana haber ver.”

Ve herif sersem sersem çıkarken padişahın yanına gitti, aynı sertlikte emir verdi:

“Kalk, diz çök!”

İbrahim, bıyığıyla çakşırını bıraktı. Lalasının dediklerini yapan bir çocuk uysallığıyla minderin üzerinde diz çöktü, mırıldandı:

“Kalktım hoca efendi!”

“Hani senin talii esedin?”

“Talii esedim mi?”

“Evet. Resimli muskan.”

“Bende öyle muska yok hoca efendi!”

“Yok mu?”

“Yok, hoca efendi!”

“Nasıl olur şevketlu hünkâr? Bir kimse ki tac-ü taht sahibidir, ülkeler sahibidir, hazine ve kul sahibidir. Onun altın muskası bulunmaz mı?..”

“Bulunmuyor işte hoca efendi!”

“Cinler de onun için dört yanını sarıyor, seni azap içinde bırakıyor. Emin ol ki vaktinde yetişmişim. Biraz daha geç kalsaydım ecinni tayfası seni bu hâlde dahi komazlardı, ya kargaya ya serçeye çevirirlerdi, Kafdağı’nın ardına götürüp Simurg’a köle yaparlardı. Artık işin yoksa orada otur, kıyamete kadar darı taşı!”

Kara bir karga, cılız bir serçe olmak ihtimali mecnun hünkârın vahimesini şiddetle tahrik ettiğinden ihtiyarsız bir savletle Molla Hüseyin’in ellerine sarılmıştı, yanık yanık yalvarıyordu:

“Aman hocam, canım da bedenim de sana emanet! İyi saatte olsunların şerrinden beni kurtar!”

Molla Hüseyin, sesine şefkatli bir ahenk işledi, hünkârın çiçek dolu saçlarını okşadı:

“Bugüne bugün padişahımızsın. Seni ine de cine de karşı korumak borcumuzdur, gerçi sarayını cinlere kaptırmışsın, işi güçleştirmişsin, benim çok yorulmam lazım. Fakat her güçlüğü yeneceğim, seni kurtaracağım. Hiç merak etme, üzülme. Bana inan.”

“Ne yapacaksın hoca efendi?”

“İlkin söylediğim altın muskayı yazacağım.”

“Nedir bu muska?”

“Başka bir odaya gidelim de anlatayım. Burada ayağıma ecinni kedileri, köpekleri dolaşıyor. Birine basarsam kıyamet kopar.”

Kızlar Ağası Sümbül de o sırada geri gelmiş, şaşkınlıktan padişaha hitap etmeyi unutup Molla Hüseyin’i eteklemiş ve haber vermişti:

“Valide hazretleri kendi dairelerini nefes için uygun görüyorlar. Zahmet olmazsa orayı teşrif buyurun!”

Cinci, kapı ağalarının veya başkalarının icap ettikçe yaptıkları gibi hürmetle değil, yüksekten gelen bir iltifat şeklinde hünkârın koluna girdi, Sümbül’e de şu tebliğleri yaptı:

“Önümüze düş, bizi dediğin yere götür. Sonra dön, buraya gel. Köşeyi, bucağı; tavanı, yeri gül suyuyla güzel yıka, bir de mangal hazırla. Ben şevketlu hünkâra ilk nefesi yapar yapmaz gelirim, yüzsüz cinleri, yılışık perileri buradan sürüp çıkarırım.”

Onun Deli İbrahim’le kol kola sofadan geçişi, merdivenlerden inişi seyre layık bir manzaraydı. Ne yaldız ne çini ne ipek ne sırma, bütün hayatı örümcekli odalarda ve çullar arasında geçen bu Safranbolu çocuğunu hayrete düşürmüyordu. Doğuşundan beri saraylar içinde yaşamış gibi kayıtsızdı, yan yan yürüyerek önde kılavuzluk eden kızlar ağasının izinden salına salına yol alıyordu.

Deli İbrahim onun kolu altında, kartal kanadına sığınmış saksağana benziyordu. Kulağında hâlâ o korkunç sözler çınlıyor, gözünün önünde, serçeye çevrilmiş olan bedeninin bir leylek ağzında Kafdağı’na doğru götürülüşü dönüyordu. Bu vehmî müşahede, mecnun hünkârın sinirlerini altüst etmekle beraber içinde korkudan ziyade ümit vardı. Koluna girdiği heybetli adamın kendisini cinlere, perilere karşı müdafaa edeceğine inanıyor ve boyuna herife sokuluyordu.

Valide sultan, neyin nesi olduğu bilinmeyen, hırkası yamalı, sarığı kirli bir hocanın koca padişahı koluna takıp sürüye sürüye kendi yanına getirmesinden ilkin kızacak ve bir şeyler söyleyecek oldu. Fakat soyunu sopunu bilmediği şu yobazın cin padişahlarıyla senli benli konuştuğunu, onlara mühim işler gördürdüğünü ve saraya da ihtiyaç üzerine getirtildiğini düşünerek dişini sıktı, nefsini zorlayarak güler yüz gösterdi.

“Buyurun efendi!” dedi. “Aslanım her zamanki yerine otursun, siz de şöyle buyurun.”

Nezaketle onu hünkâra bitişik durmaktan ayırmak, biraz uzağa atmak istiyordu. Molla Hüseyin bir lahzada maksadı sezdi, korkunç tavrını bozmamakla beraber uysal davrandı, padişahı sırma saçaklı sedire oturttu ve Kösem’i kandilli bir temenna ile selamlayarak biraz kenara çekildi.

“Şevketlu hünkârı…” dedi. “Çok ihmal etmişsiniz. Oturduğu oda külhan cinleriyle, çöplük perileriyle dolu. Üstünde de talii esed muskası yok. Ondan ötürü uykusuz kalıyor, iştahtan kesiliyor, sararıp soluyor. Dercengievvel o muskayı yazmak, insücine karşı velinimet efendimizi şirin göstermek, kem gözler için zırhlamak lazım.”

Valide sultan da talii esed muskasını bilmediğinden Cinci, kendine has olan o heybetli talakatle anlattı:

“Padişah olsun, köle olsun; ins olsun, cin olsun, her mahlukun hayatına bir yıldız hâkimdir. İnsanların babalarıyla analarının adları cümeli sagir üzere hesap olunur, yekûndan on iki çıkarılır, elde bir kalırsa o adamın hamel burcuna47, iki kalırsa sevr burcuna,48 üç kalırsa cevza49 burcuna mensup olduğu anlaşılır. Şevketlu hünkâr talii esed burcuna mensuptur, yıldızı güneştir, harfleri M, N, S, A’dır. Kendisi âlempenah bir padişah olduğundan üstünde daima talii esed muskası taşımalıdır. Saray müneccimi nasıl olup da bunu düşünmemiş? Vallahi şaştım.”

Deli İbrahim de deli anası da bu sözlerden bir şey anlamadıkları için Cinci Hoca’ya bön bön bakıyorlardı. O, perişan saçlarıyla, gür kaşlarıyla, keskin bakışlı gözleriyle, sert kıllı sakalıyla, kuvvetli vücuduyla ve bilhassa ürkünç bir tınnet taşıyan sesiyle yaptığı tesiri, anlaşılmaz sözlerle kuvvetlendirmek fırsatını kaçırmak istemedi.

“Biz…” dedi. “Gizli kapaklı iş görmeyiz. Bildiğimizi açıkça söyleriz. Çünkü insanların da cinlerin de peygamberi olan Resul-i Ekrem ve Nebiyyi Muhterem Hazretleri ilmini saklayanlara yevm-i ahirette ateşten gem vurulacağını söylemiştir. Onun için size bir kere burçları, sonra da altın muskayı anlatayım.”

Koynundan uzun bir kâğıt, belinden de bakır bir divit çıkardı, okunmaz bir yazı ile bir cetvel karaladı:



Ve eskiden kargacık burgacık sözleriyle ifade olunan karışıklığa tam bir numune teşkil eden okunmaz yazısını valide sultanın, İbrahim’in gözlerine bir nebze tuttuktan sonra izaha girişti:

“Talihleri kötü insanlar nasıl bahtı iyi kişilere için için hınç beslerlerse cinler de hücum için yüksek burçlara mensup adamları tercih ederler. Onların aşağı tabakadakileri de çarptıkları -hem de sık sık- vakidir. Fakat asıl aradıkları yüksek mertebedeki kimselerdir. Şevketlu hünkârı da işte sarmışlar, hayli sarartmışlar. Eğer velinimet efendimizin üzerinde cinlerle arası iyi bir âlim eliyle çizilip kalıba konulmuş altın muska bulunsaydı kötü cinler kendisine güç yaklaşırlardı. Ben ilk iş olarak muskayı çizeyim, siz, yapacağım resmi kuyumcubaşıya verin, altın levha üzerine geçirsin. Efendimiz de onu boynuna takıp taşısın.”

Ve birden hatırlamış gibi duraladı. “Fakat…” dedi. “Resmin yapılabilmesi için bir şart vardır. Güneş, esed burcunun birinci yahut üçüncü derecesine girerken muska yazılabilir. Bir uşak gitsin, müneccimbaşına sorsun. Güneş şimdi nerededir. Cevap gelinceye kadar ben nefese başlayayım.”

Onun tavsiyesi mucibince hareket olunarak saray müneccimi meşhur Hüseyin Efendi’ye adam üstüne adam koşturulurken Molla Hüseyin, korkunç azametini yeni baştan takındı.

“Sen ey ulu hatun!” dedi. “Seccadeye çök, bir siyah ihrama bürün, emrim olmadan zinhar kımıldama. Yanılıp başını bizim tarafa çevirirsen ya şaşı ya çarpık ağızlı kalırsın.”

Kösem Sultan, bir köşeye çömelip tepeden tırnağa kadar sarındığı siyah örtü içinde garip ürpermeler geçirirken Molla Hüseyin yüzünü Deli İbrahim’e çevirdi ve gürledi:

“Diz çök, ey Tanrı kulu! Kalbini temiz tut, nefesimin ilahi olduğuna iman eyle, bir şey düşünme, sağına soluna bakma, kımıldama!”

Hünkâr, yine bir çocuk gibi bu emre itaat edip gözü kapalı, dudakları yumuk bir vaziyette diz üstü geldi, Molla Hüseyin de etrafa bir avuç tarçın, karabiber döktükten sonra bir kara bulut heybetiyle gürlemeye başladı:

“Herkaş, kaiş, merkaş, istinaf, hutuf, hıtaf, şefdaş, kardaş, ya tahselu, şebuh, irmeh şünuh, ermu hasisa, elkadimül ezeli, ya maşerül cin, elvufi, eddafi, nenzü minşerri areki vennua ve min şiddeti harrünnar!”50

Deli İbrahim tepesinden bir alay bulut geçiyor gibi dehşet içinde kalmakla beraber oturduğu yerde kımıldamıyordu, manasını anlayamadığı gürültüyü derin bir hareketsizlik içinde dinliyordu. Molla Hüseyin, okuduğu sara duasının hasta adam üzerinde uyuşturucu bir tesir yaptığını sezince şevke geldi, o karmakarışık kelimeleri daha tannan bir sesle on kere tekrar etti, sonra elini hünkârın başına koydu.

“Gözünü aç…” dedi. “Bana bak!..”

Gürültünün birdenbire kesilmesi, Deli İbrahim’e ağır bir yükten kurtulmuş bir adam ferahlığı getirmişti. Kulaklarında uğultu varsa da içi sakindi, güle güle Molla Hüseyin’in yüzüne bakıyordu. Hoca, inşirah sezdiren bu bakışlardan aldığı ilhamla telkini biraz daha ileri götürdü.

“Artık…” dedi. “Sıkılmıyorsun, değil mi? Öyleyse kalk, şu tespihin içinden üç kere geç.”

Belinden söküp çıkardığı bin taneli tespihi halka hâline koyup hünkârı arasından geçirirken emir veriyordu:

“Ben nasıl bu mübarek tespihten süzülüp çıkıyorsam, sıkıntılar, üzüntüler, uykusuzluklar, iştahsızlıklar da bedenimden öylece çıkıp gitsin, diyeceksin. Başla, benimle beraber söyle!..”

Daima çocuk kalmaya mahkûm bir yaradılış sahibi olan hünkâr, kaldırımlarda çember çeviren, ip atlayan miniminiler gibi sevinç içindeydi. Haz ile şevk ile tespihe girip çıkıyordu, neşesinden fıkır fıkır gülüyordu.

Molla Hüseyin bu oyunu da yaptıktan sonra elini koynuna soktu, bir parça çördük çıkardı, “Aç ağzını, bismillah!” diyerek Deli İbrahim’in ağzına soktu, bir bardak da su sunarak yavaşça mırıldandı: “Yut! Bu otu ben cinlerin en büyük padişahı Şahişahan Hazretleri’nin hazinesinden aldım. Hulusla, tam itikatla içenler yetmiş yaşında iseler yirmi yaşına dönmüş gibi kudret sahibi olurlar, tavşana benzemişlerken aslan kesilirler.”51

Bu müjde Deli İbrahim’i bir kat daha sevindirdi, parmaklarını şıkırdata şıkırdata oynayacak hâle getirdi. Fakat hocanın heybetinden ürktüğü, cinlere karşı yanlış bir harekette bulunmaktan da çekindiği için zıplama ve sıçrama hevesini içinde sakladı, suyla yuttuğu otun dimağında kalan kokusunu emmeye koyuldu.

Bu işler yapılırken Kösem Sultan, diz çöküp oturduğu yerde uyuyakalmıştı. Sıkı sıkıya örtünüş, hocanın ağzında beliren gürültü, bir sürü vehmî düşünce, birkaç gecedir başı yastık yüzü görmeyen şişman dula tatlı bir baygınlık getirdiğinden hafif bir horultu ile ımızganıyordu.

Deli İbrahim, anasının uykuya daldığını Molla Hüseyin’den önce gördü. “Hoca efendi…” dedi. “Validem uyumuş.”

Cinci, o dakikaya ve o sahneye yakışan cevabı verdi:

“Yüreğinize, göğsünüze, eteğinize musallat olan cinler kaçıp gittiler. Onların ayak yeli valide sultan hazretlerine ağırlık vermiştir. Telaş buyurmayın, şimdi uyanır. Güzel güzel düşler gördüğünü bilmesem küçük bir öksürükle kendisini ben de uyandırırdım.”

“Ay annem düş mü görüyor şimdi?”

“Belki babanızla bir aradadır. Ben öyle seziyorum.”

O sırada Sümbül Ağa içeri girerek müneccimbaşının pusulasını uzattı. Yıldızların dilini çok iyi bilmekle tanınmış olan Hüseyin Efendi, güneşin esed burcunda birinci dereceye hulul etmekte bulunduğunu yazıyordu. Cinci Hoca, pusulayı okur okumaz kaşlarını çattı.

“Âlâ!” dedi. “Hemen muskayı yazayım. Siz de kuyumcubaşına haber yollayın, hazır bulunsun, göndereceğim resmi altın bir levhaya geçirsin.”

Bu muhavere, Kösem Sultan’ı uykudan uyandırmıştı. Lakin örtüyü başından atamıyor, sesini çıkaramıyordu, geniş bir nefes alabilmek için Cinci Hoca’nın müsaadesini bekliyordu.

Molla Hüseyin, kadıncağızın uyandığını sezerek bu müsaadeyi verdi.

“Ey ulu hatun!” dedi. “Oğlun selamete çıkıyor, gözün aydın! Sen de artık serbestsin, örtüyü at, yanımıza gel.”

Ve valide sultan, havasızlıktan ter içinde kalan tombul yüzünü açarken çapkın bir tebessümle ilave etti:

“İyi bir düş gördün, rahmetli eşinle oynaştın, değil mi?.. Bu iyiliğimi unutma, beni hatırından çıkarma.”

Yirmi üç yıl süren bir dulluk devresinin her heyecanlı gecesinde kocasını rüyasında görmeyi -tabiri caizse- itiyat edinmiş olan Kösem, bir iç çekilmesinden, bir ımızganmaktan ibaret olan deminki dalgınlık sırasında da aynı düşün hazzını tatmıştı. Hocanın bu en mahrem hakikate parmak koyuvermesi kadıncağızın yüzünü pembeleştirmekle beraber Cinci Hoca hakkında henüz mütereddit duran düşüncelerini de düzeltti, içine sarsılmaz bir iman getirdi. O, düzenci mollanın çok basit bir sözden, “Dervişin fikri ne ise zikri de odur.” meselinden ilham alarak keramet tasladığını ve keşfinin doğru çıkmaması hâlinde hiç sıkılmadan “Sen şeytani rüyalar gördün. Uyanınca unutman tabiidir!” deyip işin içinden sıyrılacağını takdir edemezdi, o sebeple herifin gaipten haber verebildiğine inanıvermişti.

Molla Hüseyin bu pek sade buluşla zeki Kösem’i de hayrete düşürdükten sonra meşhur talii esed muskasını çizmeye girişti. Cine, periye inananlarla fala, remile, cifre, havasa ait risaleleri, kitapları okuyanlarca malum olduğu üzere bu muska kuyruğu kabarmış ve bir çakıl taşını ısırarak iki parçaya ayırmış bir aslan resmini ihtiva eder. Aslanın önünde bir yılan bulunur ve yılan, o kuvvetli mahlukun ayaklarından yüzüne doğru süzülmüş, ağzını onun ağzına doğru açmış olarak tasvir olunur. Yılanın arkasında bir akrep bulunmak da şarttır.

Cinci Hoca, Rafaillerin, Leonardoların, Hansların, Peterpollerin ruhunu azaba, ızdıraba düşürecek bir liyakatsizlikle ve pis bir kâğıt üstünde bu gayritabii sahneyi çizmeye çalışıyordu. Aslan onun beceriksiz kalemiyle yarı öküz, yarı keçi gibi bir sima alıyordu. Yılan yapraksız bir dal şeklinde vücut buluyordu, akrep de sümüklü böceğe benzeyerek teressüm ediyordu.

Fakat o, vakur bir pervasızlıkla bu kepazeliği yaratmakta devam ediyordu. Bir çiçek resmi yapıp da ona “aslan” dese inandıracağına emniyeti vardı. Çünkü ecinni diyarında aslanların çiçek kılığında yaşadıklarını söylemesine mâni yoktu.

Nitekim Kösem’le oğlu da onun yarattığı aslanla yılanı ve sümüklü böcek biçimindeki akrebi, küçük bir itiraza cüret edemeden, hayran hayran seyrettiler ve lütfen yaptığı izahı da tam bir imanla dinlediler. Molla Hüseyin, muskanın manasını şöyle anlatıyordu:

“Buradaki aslan, esed burcuna giren güneşin remzidir. Şevketlu hünkârın da timsali aslandır, talihi güneştir. Yılan, insücinden velinimet efendimize düşmanlık edecekleri gösterir. Akrep, yılana zehir veren mahluktur, burada düşmanın meramı demektir. İlm-i azayime göre okuduğum dualarla yılanı aslanın karşısında felce mahkûm ettim. Akrep de can çekişmek üzeredir. Şimdi kuyumcubaşı bu resmi altın bir levhaya geçirip bana verecektir. Ben de onu kırk bir bin salavat, doksan dokuz bin İsmi Azam duası okuyarak gül suyu içinde halledilmiş zafrana sokup çıkaracağım, sarı atlasa sarıp daire-i kübranın ortasında cinnî teşrifatla şevketlu efendimizin mübarek boyunlarına asacağım. Ondan sonra yanınıza ne cin gelir ne peri!”

Resim, besmelelerle tutularak ve baş üzerinde taşınarak kuyumcubaşına götürülürken Deli İbrahim sordu:

“Ya benim odadaki cinler ne olacak hoca efendi?”

“Onları ben şimdi süpürge sopasıyla kovacağım.”

Deli İbrahim, bir iki kere yutkundu, gözlerini sağa sola çevirerek uzunca ve muzdarip bir düşünce geçirdi, sonra çekine çekine Molla Hüseyin’e sokuldu:

“Cariyeleri hizmetime çağırmaya izin var mı? Cinlerle bu işi de konuşmayacak mısınız?”

Molla Hüseyin, koynundan bir parça çördük daha çıkardı, bir bardak su ile hünkâra yutturdu ve valide sultanı “Siz taşraya buyurun.” sözüyle odadan uzaklaştırarak kadıncıl deliyi karşısına oturttu, bir sürü şeyler okuyup üfürdü, adamcağızı nefesinin kuvveti ve sıcak yeli altında bir iyi bunalttıktan sonra ellerini tuttu:

“Mehlikayi Efsuni yanımızdadır. İradene ram olacak cariyeyi benim gözümde sana gösterecektir. Sıdk ile, hulus ile gözüme bak.”

Deli İbrahim, zayıf gözlerini mollanın kıvılcımlı gözlerine dikti, orada mutlaka bir kadın yüzü göreceğine inanarak uzun uzun baktı ve birden haykırdı: “Gördüm hoca efendi, gördüm!”

“Kimi?”

“Kör Süleyman Paşa’nın yolladığı mavi gözlü kızı!”

“Adı ne bu kızın?”

“Turhan.”

“Öyle ise bu gece onu hizmetine çağır. Mehlikayi Efsuni’den söz aldım. Sana yetmiş yedi erkek kuvveti verecek. Artık merak etme.”

Cinci Hoca’nın keşfi doğru çıktı, Deli İbrahim o gece Rus güzelliğinin müstesna bir numunesi olan Turhan’la baş başa kalmaktan memnun oldu. Molla Hüseyin’in yaman bir bilgiç olduğuna inanmakla beraber oğlunun hüsrandan kurtulacağını henüz şüpheli bulan valide sultan, cin imparatoriçelerinden birinin işaretiyle sekiz yüz halayık içinden seçilip gerdeğe koydukları Turhan’ın son günlerde birçok halayığa yapıldığı gibi dayak atılarak kapı dışarı edilmesini bekliyordu. Fakat genç Rus kızı girdiği yerden kovulmadı, sabaha kadar omzuna yükletilen vazifeyi gördü ve ancak gün doğarken efendisinin yanından ayrıldı, kızıl bir yorgunluk içinde Kösem’in yanına gelip el öptü.

Bu hadise saray halkını sevinç içinde bıraktığı gibi Kubbealtı’nı da neşeye boğmuştu. Herkes cinler elinde kudretini kaybeden hünkârın selamete ermesini canla başla alkışlıyordu, samimi surette bayram yapıyordu.

İbrahim, bu umumi sevinç arasında şehrayinler tertip etmeye kalkışmış, sarayın içini dışını donatmış, çalgılar çaldırmış ve bütün saray halkını ziyafete çağırarak saadetini onlara da tattırmıştı. Fakat Cinci Hoca’yı da unutmuyordu, parlak bir ikramla onu memnun etmeyi düşünüyordu. Şu kadar ki kendine padişahlık zevklerinden en büyüğünü yeni baştan veren bu lütufkâr adama nasıl bir iyilikle mukabele edeceğini takdir edemiyordu. Anasıyla görüştükten sonra bizzat hocaya sormayı ve onun isteyeceği şeyi vermeyi kararlaştırdı, Molla Hüseyin’i çağırttı.

“Senden…” dedi. “Çok memnunum. Allah bilgini artırsın, bundan geri yârimsin, birinci adamımsın. Yanımdan ayrılmayacaksın. Yalnız bir üzüntüm var. Sana nasıl ikram edeceğimi bilemiyorum. Dile benden ne dilersen, desem darılır mısın?”

Molla Hüseyin, dünkü Cinci Hoca değildi. Cübbesinin önünü kavuşturarak edepli bir duruma bürünüyordu, padişaha son derece saygı gösteriyordu. Mazhar olduğu iltifata da yine edibane cevap verdi:

“Estağfurullah efendimiz…” dedi. “Bana ikrama mecbur değilsiniz. Ben vazifemi yaptım, sizi cinlerin şerrinden kurtardım. Bundan sonra da gözümü dört açıp hiçbir cinin size yaklaşmasına meydan vermeyeceğim. Sık sık da Şahişahan’la, Mehlikayi Efsuni’yle, Dürrüttac ile konuşup efendime yarar bir şey duyarsam hemen arz edeceğim.”

“Berhudar ol hoca efendi ama ben padişahım. Sana bir iyilik etmek isterim. Ne yaparsam memnun olacağını mutlaka söylemelisin.”

Molla Hüseyin, önünde asılı duran altın merdivenin basamaklarını hızla aşmak ve en üst basamağa ulaşıp orada yaşamak hırsıyla kıvranıp duruyordu. Bu merdiven, ulemaya mahsus mertebeleri gösteriyordu ve başında şeyhülislamlık feracesi asılı duruyordu. Fakat hırsını hissettirmek istemediğinden ağır davranıyordu. Hünkâr “Söyle hocam.” diye ısrar edince yer öptü:

“Bir müderrislik payesi ihsan buyurursanız kulunuzu ihya etmiş olursunuz.”

“Verdim hocam, hemen verdim.”

Hünkâr, müderrisliğin adını duymuş olmakla beraber bu işin ne olduğunu ve kimlerin ne suretle müderris yapılacağını bilmiyordu. O devirde yaman bir ocak zihniyeti taşıyan, aralarında kuvvetli bir tesanüt52 yaşatan hocalar da kanun ve teamüle aykırı rütbe, mevki ve hizmet verilmesine kolay kolay rıza göstermezlerdi. Bu sebeple Cinci Hoca’ya müderris payesi verildiğini bildiren emirname Şeyhülislam Yahya Efendi’ye gelir gelmez kıyamet koptu, her ağızdan bir isyan sesi yükseldi. Bütün ulema zümresi henüz mülazım bile olmayan bir üfürükçüye böyle bir paye verilmesini ilme hakaret sayıyorlardı, homur homur homurdanıyorlardı.

Şeyhülislam -idare-i maslahat politikasına pek bağlı bulunmasına rağmen- bu homurdanışlara kayıtsız kalamadı, saraya bir tezkere yolladı. Danişment Molla Hüseyin’e müderrislik payesi verilemeyeceğini anlattı.

Hünkâr birçok dileklerinin sadrazam tarafından “Kanuna uymaz, ondan ötürü de olamaz!” diye çürütülmesine alışkın olduğundan şeyhülislamın da ters davranmasına ses çıkarmayacaktı. Fakat Cinci Hoca, kırk gün nefes etmek, yeni muskalar yazmak için Şahişahan’dan ferman aldığını söyleyerek huzura çıkıp da onun şeyhülislama bir şey dememek niyetinde olduğunu görünce köpürdü.

“Ben…” dedi. “Bütün ecinni diyarına haber salıp sizin bana medresesiz kuru bir müderrislik verdiğinizi müjdelemiştim. Şahişahan başta olduğu hâlde bütün cin padişahları, vezirleri, beyleri adamlar yolladılar, rütbemi kutladılar. Hatta Maveraüşşems Hükümdarı Ezreke Banu Hazretleri sır kâtibini gönderdi: ‘Ebussuud Efendi öleli-den beri fetva alacak bir şeyhülislam bulamıyorduk, üzülüyorduk. Senin müderris oluşundan ümide düştük, inşallah Sultan İbrahim Han Hazretleri lütuf buyururlar, bizim hâlimize de merhamet ederler, seni şeyhülislamlığa çıkarırlar.’ diye iltifatta bulundu. Şimdi Yahya gibi koşma düzmekten, genç çocuklara gazel yazmaktan başka elinden hiçbir şey gelmeyen bunak bir yobaz, senin fermanını geri çevirerek beni bütün ecinni diyarına kepaze etti. Yarın başın ağrırsa, nefesin daralırsa, gücün kuvvetin azalırsa ben ne yüzle cinleri çağırayım. Matuh53 Yahya bende haysiyet koymadı, seni de tehlikeye attı.”

Deli İbrahim enikonu pirelenmişti, yeni baştan yetim kalmak ve kadınlardan uzak düşmek korkusuyla elemlenmişti. Cinci’ye hak veriyor, şeyhülislamla bozuşmayı ise göze alamıyordu. Bu karışık durumda yine Molla Hüseyin’den yardım aradı:

“Nidelim hoca efendi, sen onu söyle?”

“Nidelimi var mı sultanım, sen padişah değil misin?”

“Elbette padişahım.”

“Padişahların bir sözü iki olmaz, iradesi bozulmaz. Kalemi eline al, ‘Verdiğim verdük, dediğim dedüktür. Gözünüzü patlatırım sizin!’ diye bir hat çiziktir. Bak şeyhülislamın ağzı bir daha açılır mı?”

“Ya açılırsa?”

“Şahişahan’a havale ederim, herifi şebeğe çeviririm!”

Deli İbrahim işte bu telkin üzerine cüretlendi, Molla Hüseyin’in ağzından çıkan sözleri kelime kelime yazmak suretiyle bir hümayun(!) hat kaleme aldı ve ona üç derece daha yüksek bir paye verdi.

Hadise, müthiş bir infilak tesiri yapmış, hocalar âleminin altını üstüne getirmişti. Fakat işin inada bindirilmesi hâlinde Cinci Hoca’ya şeyhülislamlık bile verilebileceğini sezen ulema, böyle bir akıbetten korkarak hınçlarını zapt ediyorlardı, sırası düşünce öç almayı tasarlayarak susuyorlardı.

Cinci Hoca altın basamaklı zümrüt merdivene, ikbal yoluna sadece girmiş olmuyor, başkalarının on yılda güç aşacağı merhaleleri bir adımda geçmiş bulunuyordu. Lakin doymamıştı ve doyamıyordu. Bunda da hakkı vardı. Çünkü dilediğini yaptıracak bir kudretteydi, altmış akçe geliri olan bir müderrisliğe kanıp da oturmayı aptallık sayıyordu. Onun için bir nefes sırasında fırsatı kaçırmadı.

“Ezreke Banu…” dedi. “Galata Mahkemesinde bir dava açmak istiyor.”

“Ezreke Banu da kim?”

“Geçen gün arz etmedim mi? Maveraüşşems hükümdarı bir dişi cin!”

“Güzel bir şey mi?”

“Bir içim su. Efendimin firaşına54 layık.”

“Aman hoca efendi, kerem et. Şu dişi cini bana göster.”

“Göstermek neye yarar?.. Onu bir çalımına getirip size odalık da yapmak isterim. Çünkü hiçbir cin şehzadesini beğenmiyor, evlenmiyor. Bir efsunla onu size âşık ederim, hizmetinize koştururum.”

“Ne zaman yaparsın bu işi?”

“Açmak istediği dava görülüp bittikten sonra.”

“Neymiş davası?”

“Dalları yakut, yaprakları elmas, yemişi incir bir ağaç varmış. Ezreke Banu’nun amcası oğlu da bu ağaç benimdir diyormuş.”

“Nerede bu ağaç hoca efendi?”

“Ecinni diyarında.”

“Oradaki ağacın Galata’da davası görülür mü?”

“İbni Kemal Hazretleri’nin, Ebussuud Hazretleri’nin şeyhülislamlık ettikleri devirlerde cinlerin büyük davaları İstanbul’da görülürdü. Onun için o büyük âlimlere müftissakaleyn derlerdi.”

“Ne demek bu sakaleyn?”

“İnsücin, dünya ve ahiret, insanla hayvan demektir. İbni Kemal de Ebussuud da hem inse hem cine fetva verdikleri, onların davalarına baktıkları için böyle anılmışlardı.”

“Bizim Galata kadısı da onlar gibi mi?”

“İşte Ezreke Banu’nun üzüldüğü nokta da bu ya. O, İstanbul yakasına hiçbir cinin geçmesini istemediğimi biliyor, amcası oğluyla Galata’ya kadar gelmek istiyor. Hâlbuki kadı efendinin ilmi cinlerle görüşmeye müsait değil.”

“Seni oraya kadı yaparsam güzel cin memnun olur mu?”

“Kulun olur, cariyen olur!”

“Fakat onların davaları görülürken ben de bulunmak isterim. Bu şartla seni Galata kadısı yapıyorum.”

Cinci Molla bu suretle zümrüt merdivenin altın basamaklarından beş altısını daha aştı, kibari’l-ulema arasına karıştı. Şimdi onun sadrazamı da “resmen” ziyaret etmesi lazımdı. Kızlar ağası tarafından bu teşrifat vecibesi kendisine ihtar olunduğundan Galata kadısı hazretleri bir sabah sofunu giydi, urfünü başına geçirdi, altı muzirini ardına taktı, saray atlarından birine kurularak Kara Mustafa Paşa’nın sarayına gitti.

Heybetli vezir, divan kurarak devlet işleriyle meşgul oluyordu. Son günlerde adı dillere düşen ve her ağızda başka bir menkıbe hüviyeti alarak uzun uzun konuşulan Cinci Hoca’nın -Galata kadısı sıfatıyla-ziyarete geldiği kendisine haber verilince birden celallendi.

“O üfürükçünün…” dedi. “Burada işi ne? Yüzünü cinler, şeytanlar görsün! Hemen kovun! İnat ederse güzel bir kötek atıp sokağa sürün!”

Galata kadısı efendi bekleme salonuna alınmıştı, öbür misafirlerin üstüne geçerek kendine pek yakıştırdığı azametli tavırlarla sadrazamdan gelecek kabul haberini bekliyordu. Fakat bir uşağın istihzalı tebessümlerle içeri girip de “Sahibi devlet efendimiz, hemen geri dönmenizi irade buyuruyorlar.” demesi üzerine o azameti sarsıldı, adamcağızın kavuğu çarpıldı, yüzü sarardı, diline bir kekeleme yapıştı:

“Ya… ya… yanlış o… o… olmasın…” dedi. “Ben… ben… Galata kadısıyım.”

Uşak, sert ve korkunç vezirin emrini bu sefer harfi harfine tebliğ edecek, şaşkın cinciye kalın bir sopanın ucuyla sokak kapısını gösterecekti. Lakin misafirler arasında oturan ve sadrazamın akıl kâhyası olarak tanınan saray başmimarı Kasım Ağa atıldı, uşağın sözlerini ağzında bırakan bir sesle vaziyete müdahale etti:

47.Hamel burcu: Koç burcu. (e.n.)
48.Sevr burcu: Boğa burcu (e.n.)
49.Cevza burcu: İkizler burcu (e.n.)
50.Cinler ve şeytanlar üzerine -tesdit ve tağlizle- hüküm yürütmek ilmi ki Azayim adını taşır, bu gibi formüllerden terekküp ederdi. Verdiğimiz numune o ilme göre tertip olunan azimetlerden bir parçadır. Hintçe, İbranice ve Arapça kelimelerle uydurulmuştur. O ilme inananlar bu azimeti saraya tutulanlar için kullanırlardı. Başına bir besmele koyup yazdıktan sonra mavi muşambaya sararlar ve en üstüne de yeşil bez sarıp hastanın boynuna asarlardı. (y.n.)
51.Çördük, sinirleri tembih eden, kuvvetlendiren güzel kokulu bir ottur. Eski pharma- cologie’de tonique bir madde olarak kullanılırdı. (y.n.)
52.Tesanüt: Dayanışma, omuzdaşlık. (e.n.)
53.Matuh: Bunamış, bunak. (e.n.)
54.Firaş: Döşek, yatak, yere serilen şey, minder, şilte. (e.n.)

Tasuta katkend on lõppenud.

0,96 €