Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Suç Koridoru», lehekülg 2

Font:

Son zamanlarada örgü ipliği de satmaya başlamıştı. Zaten cebine giren üç beş kuruşu da bu örgü ipliğinden kazanıyordu. Yüzünde her zaman bir mutsuzluk vardı. Onu gören herkese kendi mutsuzluğundan mutlaka biraz pay verirdi.

Kikos’u görünce zoraki gülümsedi:

–Nasılsın Kikos? Dün yoktun. Törenlere mi katıldın?

–Evet! Bir de seni ve Horen Usta’yı orada görürsem herhalde sevinçten ölürüm.

–Biz seni seviyoruz Kikos, ölmeni istemediğimiz için gelmiyoruz.

Bu söze ikisi de güldü.

Kikos:

–Vanik Abi, gerçekten siz neden hiç katılmıyorsunuz törenlere?

–O ne demek Kikos? Elbette biz de katılıyoruz. Anıtta çiçek koyup haç çıkarıyoruz. Ancak senin gibi saatlerce orada kalmıyoruz.

–Yani aceleyle dua edip kaçıyorsunuz!

–Hayat devam ediyor Kikos! Tüm gün orada kalamayız. Bizim yaşımız da bunun için uygun değil. Hem siz kalıyorsunuz da ne yapıyorsunuz? Türk ve Azerbaycan bayraklarını yakmaktan başka işiniz yok mu?

–Öyle deme! Düşmanın kimler olduğunu çocuklarımıza tanıtmamız gerek. Biraz gevşetirsek birkaç yıl içinde bu olayı herkes unutur.

–Kimsenin unutacağı yok. Ayrıca genç neslin bu olayları taktığı yok. Herkes kendi aleminde.

–Onların Ermeni olduklarından şüpheliyim. İyi bir Ermeni bu olayı her fırsatta anmalıdır. Dedelerimize yapılanları unutmamalıyız.

–Haklısın Kikos ama kime anlatacağız? Herkes bizi aldatıyor. Bütün devletler 24 Nisan’da bizim gönlümüzü almak için süslü laflar söylüyorlar. Sonra ne oluyor? Hiçbir şey!

Asık suratı biraz daha asılmıştı. Eliyle dükkandaki tezgahları göstererek devam etti:

–Bu tezgahlar bir zamanlar tıka basa doluydu. Şimdi günlük ekmeğimi çıkaramıyorum. Bu düşmanlık bize zarar veriyor. Türk malları bir şekilde bize geliyor hem de pahalı olarak. Oysa serbest olursa belki bende bazı şeyler getireceğim. Şimdi ise bu belirsizlik beni delirtiyor. Genç kızlarımızın çoğu o düşman dediklerimizin evinde hizmetçi olarak çalışıyor. Açıkcası bu düşmanlıktan bıktım artık.

Duydukları Kikos’un canını sıkmıştı. Tam o anda Vanik başıyla ileriyi işaret ederek:

–Senin ki geliyor! Türkleri boş ver, sen bundan nasıl kurtulacaksın, onu düşün!

Vanik gülmeye başlamıştı. Kikos geriye dönüp bakınca topal Aşhen’i gördü. Ayağını sürükleye sürükleye dükkana doğru geliyordu. Kikos panikledi:

–İşte şimdi yandım. Daha sabah siftah etmeden bununla uğraşmak bir azaptır. Para vermediği gibi bir de utanmadan çay istiyor. Vanik Abi, bunu bana neden yaptın? Daha güzel bir haber veremez miydin?

–Al sana Türklerden daha iyi müşteri. Eh sana kolay gelsin. Ben içeri gireyim! Onun akşamdan kalma sarhoş haline katlanamam.

Kikos, bu sabah yaşadığı can sıkıcı olaylara bir yenisi daha eklendiği için iyice üzülmüştü. Biraz daha dikkatli bakınca Aşhen’in sallanarak yürüdüğünü fark etti. Evet, bir ayağı topaldı ama her zaman sallanmadan yürürdü. Bu gerçekten de sarhoştu.

Söylenerek içeri girdi. Çayın altını söndürüp üstüne bir bez attı. Pencere kenarında müşterilerin oturması için koyduğu eski koltuğun üstüne lastik atıklarını yığdı. İçinden “Umarım çabuk defolup, gider!” dedi. Tamir için bırakılan bir ayakkabıyı eline alıp zımparalamaya başladı.

Aşhen’ın sürüklediği ayağından çıkan sesler Kikos’un kafasına balyoz gibi iniyordu. Geçen her saniye onun sinirlerini germeye başladı. Nihayet Aşhen kapıda göründü. Kapının eşiğinde durup, Kikos’a baktı. Kan çanağına dönmüş gözleri ile süzdüğü Kikos’un tavırları hoşuna gitmedi.

–Günaydın Kikos!

–Günaydın Aşhen.

–Ne oldu? Suratından düşen bin parça?

–Yok bir şey!

Aşhen, Kikos’a bedava bir şey yaptıramayacağını anlamıştı. Kikos çok ciddi duruyordu. Ayağındaki ayakkabının burnuna baktı. Sakat olan ayağındaki bu ayakkabı tamir edilmezse daha fazla dayanmazdı. İstemeye istemeye elini cebine atıp bozuk paraları şıklattı. Para sesini duyan Kikos biraz rahatladı ama bu ciddi tavrını bırakırsa Aşhen’den beş para alamazdı. Onun için kafasını hiç kaldırmadan elindeki işi yapmaya devam etti.

Aşhen:

–Kikos, bu ayakkabının burnu açılmaya başladı. Acele bir yere gitmem gerek. Bunu hallet!

–Aşhen elimdeki bu işi bitirmem gerek. Dükkan iki gündür kapalı zaten. Daha siftahta yapmadım. Bunu bitireyim hemen hallederim.

İçinden “Elime düştün, para almadan asla yapmam!” diyerek gülmeye başladı. Aşhen, çaresizce elini cebine soktu. Birkaç bozukluğu Kikos’a doğru uzatarak:

–Al sana siftah! Beni hemen gönder!

Kikos elindeki bozukluğa bakıp başını salladı. Daha önceden kalan borçlarının onda biri bile değildi. Yanındaki bozuk para kutusuna atarak koltuğu işaret etti:

–Otur bakalım! Eski borçlarını da birgün ödersin inşallah!

–Öderim, öderim, merak etme!

Koltuğun üstündeki malzemeyi kenara iterek oturdu. Ayağındaki suni kösele ayakkabıyı Kikos’a doğru uzatırken son kalan parasını aldığı için Kikos’a nefretle bakıyordu. Votka kokusu küçük dükkanı sarmıştı. Kikos burnu delik ayakkabıya baktı. Ayakkabı sağa sola bükülmeye başlamıştı. Yapıştırıcı kokusundan sonra Aşhen’in votka kokusu midesini bulandırmıştı ama Aşhen’den para alabildiği için çok mutluydu. Gülümseyerek:

–Yine akşamdan kalmışsın! Nereden buluyorsun bu parayı?

–Nereden olacak, arkadaşlarım sağ olsun! Bende para mı var? Cebimde kalan bozuklukları da sen aldın utanmadan!

–Senin ayakkabılarını tamir etmekten başka iş yapamıyorum Aşhen! Arada bir bana da para ver ki işini yapalım. Sen her gün içiyorsun, ben her gün çalışıyorum.

Aşhen gülmeye başladı:

–Hadi canım, nerede çalışıyorsun? Ben içip sarhoş oluyorum ama sen anıtta Türklere küfür edip sarhoş oluyorsun. Demek ki herkes bir türlü sarhoş oluyor.

–Sen de gelsene! Yılda bir kez olsun seni de orada görelim!

Aşhen eliyle “Bırak bu işleri!” der gibi bir işaret yaptı.

–Bu topal ayağımla o yokuşa nasıl çıkayım? Hem orada senin gibi azgınların ayakları altında ezilirim. Türk Bayraklarını yakınca kendinizden geçiyorsunuz.

–Ezmeyiz, ezmeyiz. Çocuklarımıza geçmişlerini hatırlatıyoruz!

Aşhen sıkılmıştı: “Aman sen de!” diyerek elini sola doğru itti.

Kikos sinirlenmeye başlamıştı. Zımparaladığı ayakkabıya yapıştırıcı sürerek kuruması için yanına koyup başka işle meşgül oldu. Az sonra ayakkabı bitmişti. Aceleyle ayakkabısını giyen Aşhen ayağını sürükleyerek dükkandan uzaklaşırken, meraklı komşular hemen Kikos’un yanına geldiler. Onun gülümsemesinden para aldığını anlamışlardı.

Kikos bozuk paraları işaret ederek:

–Bugün şeytanın bacağını kırdık!

Hepsi kahkahalarla güldüler.

***

O gün akşama kadar dükkana kimse uğramadı. Kikos’un sinirleri bozulmuştu. Cebinde sadece Aşhen’in verdiği bozukluklar vardı; onunla da sadece ekmek alabilirdi. Oysa Şoger bir sürü sipariş vermişti. Derinden bir “off” çekti. Komşularından borç almayı düşündüyse de bu fikrinden vaz geçti. Zaten onlar da insana para vermezlerdi.

Belki gelen olur diye biraz daha bekledi ama ne gelen vardı ne de giden. Karanlık çökmeye başlamıştı. Çaresizce dükkanı kapatıp eve doğru yürümeye başladı.

Kafası çok karışmıştı. Yolunun üstündeki fırından sadece bir ekmek alabildi. Para bulması gerekiyordu. Bir an Şoger’in haklı olduğunu düşündü. Öyle ya belki törenlere katılmasaydı para kazanabilecekti.

Türklere duyduğu düşmanlık karnını doyurmuyordu. Elindeki ekmeğe baktı. Hemen oracıkta bu ekmeği yiyebilirdi. İyice acıktığını anladı. Yavaş adımlarla evin kapısına doğru yaklaşırken karısının söyleyeceği şeyleri düşünerek ürperdi.

Cebindeki anahtarla kapıyı açıp içeri girdiğinde salonda oturmuş TV izleyen Şoger’in sinirden kıpkırmızı olmuş yüzü ile karşılaştı. Şoger kirpik kırpmadan kocasının ellerine bakıyordu.

Mutfağa gidip ekmeği masanın üstüne bıraktı. Kikos bu ekmeği iki lokmada bitirebilirdi. Ocağın üstünde duran tencereleri inceledi; Boştu. Hiç sesini çıkarmadan doğruca yatak odasına gitti. Vakit çok erkendi ama Şoger’le karşılaşmaktansa şimdiden uyumak daha iyiydi.

Açlık iyice kendisini göstermişti. Hele ekmeğin kokusu onun açlığını daha da kamçılamıştı. Eve getirdiği bir ekmekti, onu da yemeye yüzü yoktu. Pijamalarını giyip yatağına uzandı. İçinde açlıkla beraber bir huzursuzluk vardı. İçinde bulunduğu çaresizliği düşündü. Gözlerini kapadı ama Şoger’i başının üstünde kendisine bakarken hissetti. Gözlerini açtı, karşısında kimse yoktu. Salondan TV’nin sesi geliyordu. Yan tarafa dönüp gözlerini tekrar kapattı. Uzun bir süre sağa sola dönerek vakit geçirdi.

Açlığını gittikçe daha daha fazla hissediyordu. “Biraz su içersem belki açlığım geçer!” diye düşündü. Yerinden kalkıp mutfağa giderken göz ucuyla Şoger’e baktı; Koltukta aynı pozisyonda oturuyordu. Mutfağa girdi biraz su alıp içti. Kocaman bir bardağı yeniden doldurup nefesi kesilene kadar içti. Bir litreden fazla su içmişti. Gözü masanın üstündeki ekmeğe ilişti. Bıraktığı gibi duruyordu. Eline alıp koklamak istedi ama son anda vaz geçti: Çünkü bu defa o ekmeği bir lokmada yiyebilirdi. Bardağı yeniden suyla doldurup kafasına çekti. Zorla bütün suyu içti. Midesi suyla dolmuştu.

Salondan geçerken Şoger’in bulunduğu yere göz ucuyla baktı. Hiç kıpırdamadan bir kukla gibi oturuyordu. Bir an onun haline acıdı. Evde bir şey olmadığına göre o da açıkmış demekti. Üzüntü ile yatak odasına geçti.

Gece boyunca sağa sola dönerek uyumaya çalıştı. Gözlerini açtığında ortalık aydınlanmıştı. Yanına baktı Şoger yoktu. Deli gibi ayağa fırlayıp salona geçti. Koltuğun üstünde elbiseleriyle uzanan Şoger, uyuyordu. Bir an çaresizce ona baktı. İyice bocalamıştı. Ne yapacağını bilmeden çaresizce bir müddet kıprdamadan uyuyan karısına baktı. Sessizce mutfağa girdi. Ekmek, akşam bıraktığı yerde duruyordu. Mis gibi ekmek kokusu mutfağı doldurmuştu. Eline alıp kokladı. Akşamdan beri açıkta kalan ekmek iyice kurumuştu. Kendi nefsi ile mücadele etmeye başladı. İçindeki açlık duygusu ekmeği dişlemesini söylüyordu ama vicdanı buna izin vermiyordu. Sonunda vicdanına yenik düşerek elindeki ekmeği her zaman kullandıkları ekmek bezine sararak dolaba koydu.

Birkaç bardak su içti ama açlığını bir türlü yenemiyordu. Son bir bardağı zorla içmeye başladı. Midesi dolmuştu. Hemen mutfaktan çıktı. Belki de biraz daha kalsaydı ekmeği yiyecekti. Yatak odasına gidip elbiselerini giyindi. Şoger’e son bir kez daha bakarak evden çıktı.

Sokakta çok az insan vardı. Ümitsizce dükkana doğru yürümeye başladı. Köşeyi döndüğünde akşam ekmek aldığı fırının taze ekmek kokusu sokağa dolmuştu. Ekmek kokusunu içine çeke çeke yürürken tam fırının önüne geldiğinde artık dayanamayacağını düşünüp nefesini tuttu. Hızlı adımlarla oradan uzaklaştı.

Az sonra dükkanının kapısını açınca içeriden gelen yapıştırıcı kokusu boş midesine doldu. Midesi bulanmıştı. Hemen dışarı çıktı. Nefret dolu gözlerle dükkanına baktı. Sanki içeriden gelen koku sadece kendi midesine doluyordu. Birkaç adım geri gidip kirli pencerenin önüne topladığı ayakkabılara baktı.

O pencerenin önüne tamir ettiği ayakkabıları diziyordu. Üç ayakkabı vardı; tamir etmişti ama sahipleri hala almamışlardı. İçinden bir küfür savurdu. Bunları alıp parasını ödeseler birkaç ekmek ve biraz öte-beri alırdı. Midesinden gelen seslere kulak verdiği anda birisi “Günaydın!” dedi.

Önce, sesin midesinden geldiğini düşünüp kendisine kızdı. Açlıktan sesler duyduğunu düşündü. Ses yeniden “Günaydın!” deyince geriye doğru baktı. İyi giyimli bir bayan ayakta duruyordu. Gülümseyerek:

–Ustam çok dalgınsın. Zamanın var mı, ayakkabımın topuğu koptu.

Kikos şaşkınlıkla kadının elinde tuttuğu ayakkabı topuğuna bakıyordu.

–Zaman mı? Var tabi.

–Çok acele etmen gerekir. Yetişmem gereken bir görüşme var. Bu ayakkabıyı nereden giydim sanki. Evden uzaklaşınca koptu. Lütfen acele edin.

Kikos, bayanın elindeki topuğu alıp hemen bir sandalyenin üstündeki eşyaları kaldırarak bayana oturması için yer yaptı ama ortalık çok pisti. Bayanın giyim tarzından iş görüşmesine giden birisi olduğunu anladı. Giysileri çok yeni olmamasına karşın temiz ve ütülüydü. Ayakkabıları da eski sayılmakla beraber az kullanılmış beş santimlik topuğu olan rugan bir ayakkabıydı.

Küçük iskemleyi dışarı çıkarıp camın önüne koydu. Üstünü silerek bayana oturması için işaret etti. İçini sildiği bir terliği bayana uzatarak ayakkabıyı istedi. Açlığını unutmuştu. Hiç beklemediği bu müşteri onu heyecanlandırmıştı. Neşeli bir şekilde:

–Bayan, ne kadar zamanınız var? Eğer yarım saatlik vaktin varsa hem yapıştırıcı ile hemde çivi ile onarırım. Ancak vaktiniz yoksa sadece çivi ile tutturayım ama sağlam olmaz.

–Yarım saate kadar biterse beklerim. İş görüşmesine gidiyorum. İkinci defa çağırıyorlar. Galiba bu defa anlaşacağız. Sen yine de sağlam yap. İyi ki evden erken çıkmışım.

–Olur! Şuraya oturup ayakkabıyı bana verin.

Kadın silinen iskemleye oturup ayakkabısını çıkardı ve Kikos’a uzattı. Kikos yıldırım hızıyla tezgahın başına geçip ayakkabıda tabanın yerinde kalan çivileri söktü. Tabanı ve topuğu temizledikten sonra bolca yapıştırıcı sürüp kuruması için köşeye bıraktı. Neşesi yerine gelmişti. Dışarı çıkarak kadına:

–İsterseniz ayakkabının öbür tekini de verin bir bakayım sanki onunda topuğu eğilmiş gibi. Nasıl olsa bekliyoruz, bu arada ona da bir iki çivi vurayım.

Kadın önce tereddüt etse de sonra kendisine uzatılan terliği alıp giydi. Ayakkabıyı Kikos’a uzatırken şüpheci gözlerle onu izliyordu. Ayakkabının topuğu gerçekten de kopmak üzereydi. Kikos topuğun altındaki küçük lastiği kaldırıp yerine yenisini çiviledi. Kenarlarından bir iki çivi ile sağlamlaştırdı. Hemen yanındaki cila ile rugan ayakkabıyı parlattı. Sonra kurumaya bıraktığı parçaları birleştirerek çekiçle sıkıştırdı. Birkaç çividen sonra ayakkabı sapasağlam olmuştu. Pırıl pırıl ayakkabıları ayağına giyen kadının gözleri mutluluktan ışıldıyordu. Çantasından bir onluk çıkarıp Kikos’a uzattı. Kikos tam “Bozuğum yok!” diyecekken kadın gülümseyerek:

–Benim için dua et! Umarım beni işe alırlar. Günlerdir baş vurmadığım yer kalmadı ama kimse çalışacak insan aramıyor. Oysa hesap uzmanıyım. Şirketlerin muhasebesini tutabilirim. Neyse, teşekkürler bu para senin için ustam.

Kikos:

–Size bol şans diliyorum bayan.

Bayan oradan uzaklaşırken ayakkabılarına bakıyordu. Neredeyse ağırlığını topukların üstüne vermeden yürüyecekti. Kikos elindeki onluğa bakarken karnının gurultusu yeniden başlamıştı.

Hemen içeri girip, ocağı yaktı. Küçük demliği doldurup ateşin üstüne koydu. Torbadaki çayı kontrol etti. Birkaç defalık daha çay vardı. Zaten açık çay içiyordu. Başkasının bir demlikte kullandığı çayı, o, üç demlik için kullanıyordu.

Çay kaynarken bir koşu bakkala gidip ekmek almayı düşündü. Bu para ile biraz da peynir alabilirdi. Tam hazırlanıp dışarı çıktığında kendisine doğru gelen yaşlı birisini gördü. Gayri ihtiyari adamın ayakkabılarına baktı. Adamın ayakkabılarından birisinin yan tarafı açılmıştı.

Az sonra yaşlı adamın ayakkabısının yan tarafını dikerken bir an önce bitmesini istiyordu. Artık açlığa dayanacak gücü kalmamıştı. Yirmi dakika içerisinde yaşlı adamın ayakkabısı bitmişti. Yaşlı adam eline aldığı ayakkabıyı sağa sola çevirerek inceledi. Kikos’un acelesi olduğunu anlamıştı ama nedenini bilmiyordu. “Sabahın bu saatinde iş yapan birisinin ne acelesi olabilirdi ki!” diye düşündü. Cebinden çıkardığı parayı elinden kapar gibi alan Kikos’a ters ters baktı.

Bu arada çay kaynamıştı. Kağıt torbadan aldığı bir kaşık çayı demliğe döküp ocağın altını kıstı. Yaşlı adam oradan uzaklaşırken Kikos’da ters taraftaki bakkala doğru hızla yürümeye başladı. İçeri girer girmez bir ekmeği eline alıp ısırmaya başladı. İkinci ekmeği torbaya koyan Kikos, 200 gram peynir istedi. Bakkal peyniri tartıncaya kadar Kikos bir ekmeği bitirmişti. İçinden: “Bu ekmekleri o kadar küçülttüler ki iki lokmada bitiyor!” diye düşündü.

Şoger’in verdiği siparişlerin de hazırlaması için birkaç gündür cebinde taşıdığı listeyi bakkala bıraktı. Akşam eve giderken onları alacaktı. Çünkü şimdi hem kendisi bir an önce karnını doyurmak istiyordu hem de eşyaları dükkana götürse akşama kadar yapıştırıcı kokusu yiyeceklerin üzerine sinerdi.

Aceleyle dükkana döndü. Küçük tezgahın üzerine serdiği gazete kağıdının üstüne, aldığı yiyecekleri serdi. Bir ekmeği bitirmesine karşın hala kendisini aç hissediyor, bir an önce ekmeğin içine doldurduğu peyniri çayla beraber yemek istiyordu. İskemleye oturdu ve ekmeği eline alarak kocaman bir lokmayı kopardı. İki üç lokmada ekmeğin yarısını bitirmişti. Ne kadar aç olduğunu düşündü. Çayından bir yudum aldıktan sonra ekmeğine devam etti. Son lokmayı alırken bile bir ekmeği daha yiyebileceğini düşünüyordu.

Ayağa kalkıp çayını dışarıda içti. İçeride kalsa hiç doymayacaktı. Yapıştırıcı kokusu yerine ekmek kokusunu içine çekmek çok güzel bir duyguydu.

Açlıkla mücadele etmenin zorluğunu biliyordu. Birkaç kez aç kalmıştı ama bugün açlığı bir farklı yaşamıştı. Gözlerindeki umutsuzluk açlığını biraz daha artırmıştı. Kağıt kesenin içindeki ikinci ekmeğe baktı. Onu evine götürmeliydi ama bir gün önceden kalan açlığı bitmemişti. İkinci ekmeği de keseden çıkararak arasına bir dilim peynir koydu. Yapıştırıcı kokusunun içinden burnuna gelen ekmek kokusunu daha iyi almak için ekmeği kokladı. Derin bir nefes çekti içine. Boğazını yakan yapıştırıcı kokusu ile birlikte ekmeğin kokusu içine doldu: “Ohh! Mis gibi!” diye düşündü. Mümkün olduğu kadar küçük bir lokma almaya çalıştı. İkinci ısırıkta neredeyse ekmeğin yarısı bitmişti.

Başını salladı. Ekmeği gazete kağıdının üstüne bırakıp dışarı çıktı. Ağzındaki lokmayı yavaş yavaş çiğnemeye başladı. Böylece vakit kazanmaya çalışıyordu. Dükkanın önünde tur atmaya çalışırken Horen Usta’nın kendisine baktığını gördü. Horen:

–Bakıyorum yine götürüyorsun Kikos!

–Dünden beri bir şey yemedim usta. Açlıktan ölüyorum. Şimdi ekmek alabildim.

–Madem açtın neden bana söylemedin? Üzüldüm komşum.

Kikos içinden “Pezevenkten para istesem sanki verecekti!” diye mırıldandı. Zoraki gülümseyerek:

–Teşekkür ederim usta. Yüzüm tutmadı. Neyse ki bu sabah Aşhen’in ayağı uğurlu geldi. Hem kendisi para verdi hem de başka bir müşteri geldi.

Lokmasını bitirmişti. Dükkanın içine girdi. Küçük bir lokma daha kopardı. Dışarıdaki konuşması ona iyi gelmişti. Açlığı biraz azalmıştı. Yine dışarı çıktı. Lokmayı yavaş yavaş çiğneyerek Horen Usta ile biraz konuştu.

Canlanmıştı. İçeriye girip kendisine bir çay koydu. Gazete üzerinde duran ekmeğe baktı. Bugün akşama kadar bununla idare etmeliydi. Yavaşca ekmeğin üstünü örttü. Çayından bir yudum alırken yapması gereken işi düşündü. Tamir için bırakılan ayakkabılardan birisini alıp tamire başladı.

O gün işleri iyi gitmişti. Yaptığı ayakkabılardan birisinin ödemesini yaparak almışlardı. İki ayrı müşteri de tamir yaptırıp parasını vermişti. Akşam üzeri evine gitmeden dükkana uğradı. Aldığı öte beriye ek olarak bir parça domuz eti aldı. Evine doğru giderken mutluluktan ıslık çalıyordu. Kızarmış domuz etinin hayali ile evinin kapısına varmış tam kapının anahtarını ararken Şoger kapıyı açtı.

Pencereden Kikos’un elindeki torbaları gören Şoger’in yüzü gülüyordu. Bir gün önceki sinirli halinden eser kalmamıştı. Göz ucu ile paketlerin içindekileri tahmin etmeye çalışıyordu.

Şoger’i mutlu görünce Kikos’a cesaret geldi:

–Açlıktan ölüyorum Şoger! Haydi şu domuz etini kızart, doya doya yiyelim.

Şoger “domuz eti” sözünü duyunca hızlanmıştı. Paketlerle birlikte doğruca mutfağa doğru giderken Kikos’a dönüp:

–Sen elini yıkayıp, üstünü değişene kadar hazır ederim, dedi.

Şoger gerçekten de çok becerikliydi. Hemen etten iki parça keserek tavanın içine bıraktı. Altı parçaya ayırdığı eti iki gün daha yiyebileceklerdi.

Az sonra Kikos, kızarmış et kokan küçük mutfağa girdi. Tavanın içindeki yağın çıkardığı cızırtı sesi de, kokusu da muhteşemdi. Yutkunarak beklemeye başladı. Şoger, eski ocağın ateşini kapatıp, tavayı masaya koydu. Hemencecik bir tane domatesi ve biberi söğüş yaparak masayı çeşitlendirdi.

Kikos, ilk lokmayı küçük bir parça ekmekle ağzına alırken etin verdiği lezzeti doya doya tadarak çiğnemeye başladı. Uzun zamandır böyle lezzetli bir yemek yememişti. İkinci parçayı ağzına götürürken etin kokusunu iyice içine çekerek yemeye başladı. Gözleri bir an Şoger’e takıldı. O da önündeki bir parça eti bitirmemek için küçük küçük parçalara ayırmış, iştahla önündeki bir parça ete bakıyordu.

Birden aklına dolaptaki yarım şişe rus votkası geldi. Yavaşca yerinden kalkıp Şoger’in meraklı bakışları arasında dolaptan votkayı alıp bir bardağa doldurdu. Göz ucuyla içki sevmeyen karısına bakıyordu. Onun içki sevmediğini bile bile eliyle “İster misin?” diye bir işaret yaptı. Şoger de başıyla “İstemem!” işareti yapınca bir kadeh votkayı karısına doğru “Şerefe” diyerek kafasına dikti. İlk yudumda boğazını yakan alkolün acı tadına aldırmadan üç yudumda kadehi bitirdi.

Boğazı feci şekilde yanmıştı. Konuşmak istedi ama konuşamadı. Öksürdü…

Yanan boğazının acısını hafifletmek için önünde duran birkaç parça domatese baktı. Onları yemeye kıyamadı. Bir parça ekmek aldı. Yutkunurken alkolün yaktığı boğazı biraz rahatlamıştı. Öksürdü. Şoger’e baktı. Onun yüzündeki mutluluk kaybolmuştu. İçinden: “Öfff, bu evde hiç rahat yok!” diye geçirdi. Küçük bir parça et daha keserek yemeye başladı. Hemen bir kadeh votka daha doldurarak bir dikişte bitirdi. Bu akşam şarhoş olmak istiyordu.

İkinci kadehten sonra karısı gözüne güzel görünmeye başladı. Şoger’in yeni yetme gençler gibi uzayan bıyıkları kaybolmuştu. Yanaklarından aşağı doğru sarkan etler de geri çekilmişti. Rengi daha beyazdı ve yüzündeki kırışıklar kaybolmuştu. “Bu Şoger bayağı güzelmiş!” diye düşündü. Üçüncü kadehten sonra gözleri iyiyce dumanlanmıştı. Bir an önce önündeki yemeği bitirip karısını yatağa götürmek istiyordu.

İçinde çoktan hissetmediği duyguları kıpırdanmaya başlamıştı. Gençlik zamanı gözünün önünden bir film şeridi gibi geçti. Şoger’e aşık olduğu zamanları hatırladı. İçinden derin bir “Ahh!” çekti. Sanki Şoger’de o günleri hatırlamışcasına yüzüne bakıyordu. İkisi de aynı anda gülümsediler. Bir çırpıda önünde kalan son et parçasını da ağzına attı. Ayağa kalkıp kadehinden bir yudum aldıktan sonra sofrayı toplamaya çalışan Şoger’in elinden tutup yatak odasına doğru götürdü…

***

Günler günleri kovalıyordu. Kikos küçük dükkanında yaptığı işlerle karınlarını zor doyuruyordu. Bazen ekmek alacak parası olmuyor bazen de artan parası ile bir şişe votka alarak evine gidiyordu. Şoger ise içine kapanmıştı. Yiyecek bir şey olunca kalkıp masayı hazırlıyor, Kikos’un elini boş görünce oturduğu koltuktan hiç kalkmadan onu görmezden geliyordu. Zaten böyle durumlarda da Kikos fazla ortalıkta görünmüyordu. Para kazanamayışının suçlusu olarak kendisini görüyordu. Ne varki Ermenistan’ın ekonomik durumu gittikçe bozuluyor, her geçen gün yaşam şartları daha da zorlaşıyordu. Bildiği tek iş ayakkabı tamirciliğiydi.

O gün birkaç tamir yapmış, ekmek ve sebze dışında birkaç parça et alabilmişti. İçeri girerken pişmiş et kokusunu duyar gibi oldu. Hemen kapıyı kapatıp küçük holden salona girdi. Koltuğun üstünde yastığa yaslanmış olarak oturan Şoger, Kikos’un elindeki paketleri görünce yerinden bir ok gibi fırladı. Paketleri alıp mutfağa doğru giderken: “Her zaman ki gibi mi olsun?” diye sordu.

Kikos başıyla onayladı. İki parça domuz etini kızartacaktı. Birkaç dakika sonra sofranın başına kurulmuşlardı. Etin yanında yine domates ve salatalık söğüş yapılmış, marul v.s gibi yeşilliklerde tabağın etrafına dizilmişti. Kikos, ilk kadehini fondip yaparak kaldırdı. İçinden: “Paranın gözü kör olsun!” diye düşündü. Şoger’e baktı, o da çok düşünceliydi. Olsaydı da hergün eli kolu dolu gelseydi; ancak yapacağı fazla bir şey yoktu. Ülkenin de hali belliydi kendi hali de. İkinci kadehi kaldırırken boğazı yine yanmıştı. İçindeki umutsuzluk büyümeye başladı.

Az sonra sarhoş olmuştu. Şoger’e anlatmak istediği şeyleri bir türlü anlatamamanın verdiği üzüntü bütün benliğini kapladı. Karısının haklı olduğunu düşünmeye başlamıştı… Elinden gelen tek iş kundura tamiriydi, onu da zaman zaman bırakıp mitinglere gidiyordu. Gerçi gitmeseydi de aynı problemleri yaşayacaktı ama belki daha iyi şartlarda…

İçini bir hüzün kapladı. Geleceği çok umutsuzdu. Tam o anda Şoger’in gözünden bir iki damla yaşın masaya düştüğünü gördü. Önce yanıldığını düşündü ama dikkatli bakınca loş ışıkta karısının ağladığından emin oldu. Onun da boğazına hıçkırıklar düğümlendi ama Şoger’i rahatlatmalıydı. Aslında onun neden ağladığını biliyordu ama yine de sormak istedi:

–Şoger, neden ağlıyorsun?

–Nedenini biliyorsun.

Evet, biliyordu. O konuyu her konuştuklarında Şoger günlerce yatakta yatıyordu. Kendisi de birkaç yaş daha yaşlandığını hissediyordu. Yine de emin olmak istedi:

–Ağlama! Sonra yataklara düşeceğini biliyorsun!

–Elimde mi?

–Ne olur konuyu açmayalım…

Şoger, katıla katıla ağlamaya başladı. Kikos çaresizce onu izliyordu. Omuzlarını silkeleyerek ağlayan Şoger’in göz yaşları sicim gibi akmaya başlamıştı. Masanın üstünde duran bezi alıp gözlerini sildi. Bezin bir köşesine de burnunu sümkürdü. Birden bağırmaya başladı:

–Buradan nefret ediyorum! Bu yoksulluktan, sizin nefret duygunuzdan, sizin kininizden, Ermeni yöneticilerden nefret ediyorum. Ermeni yöneticileri bize hep Türklerin kötülük yaptıklarını söylediler. Ya kendilerinin yaptıkları kötülükler…

Tekrar burnunu silerek, masanın üstünde duran sigaradan bir tane alıp yaktı. Derin bir nefes çekerek konuşmaya devam etti:

–Evet! Gerçek şu ki Sarkisyan da, diğerleri de hep yalan söyledi. Bizi açlığa mahkum ettiler. Sadece içimizdeki kini büyüttüler. Dış ülklerden gelen yardımların hepsini kendileri yediler. Bize ne kaldı? Evet, bize de Metzamor Nükleer Santrali’nin radyasyonu kaldı.

Gül gibi çocuğumu Metzamor eritti. Derisi kıvrım kıvrım oldu. Organları kurudu. Ateşler içinde yandı çocuğum. En sonunda troid kanserinden öldü.

Şimdi soruyorum sana: Bu ölüm çocuğuma yakıştı mı? Ben çocuğumu radyasyon öldürsün diye mi büyüttüm? İkimiz de o işin tehlikeli olduğunu biliyorduk ama kısa sürede ölüme sebep olacağını bilmiyorduk. Oradaki yetkililer de bize yalan söylediler: Hani önlem alınıyor, koruyucu elbise veriliyordu. Dikran, kendisi elbiselerinin çok eski olduğunu, orada çalışmaktan korktuklarını söylemişti. Hatta diğer arkadaşları da koruyucu elbiselerinin yenilenmesini isteyince yetkililer ülkedeki krizi hatırlatmışlardı.

Ülke ekonomik kriz içinde olabilir; iyi de orada çalışanların yrıtık pırtık olan koruyucu elbiseleri zamanında değiştirilemez mi? Kendilerine gelince kriz yok ama en tehlikeli yerde çalışan birinin koruyucu elbisesi krize sebep oluyor ha?

Bu pezevengler hep yalan söylediler bize. Kendi iktidarlarını ayakta tutmak için bir düşman yaratıyorlar. En kolayı da Türkler… Yüz yıl önce olan olaylardan bıkmadık mı? Dedenin kendisi, yolda yakaladığı beş tane Türk’ü öldürdüğünü söylemedi mi? Savaşta herkes birbirini öldürdü. Hala yüz yıl önce olan şeylerin hırsı ile tüm hayatımızı mahvettiler.

Şoger, sigarasından bir nefes daha çekti. Sinirinden kıpkırmızı olmuştu. Gözlerinden akan yaşlar yüzünde kurumuştu. Kocasına nefretle bakıp devam etti:

–Sen de suçlusun! Her tarafından nefret akıyor. Üstünden, başından her yerinden nefret akıyor. Hatta, nefesin bile nefret kokuyor. Senin yüzünden öldü oğlum. Dağ gibi oğlumu sen öldürdün…

–Şoger ne söylüyorsun sen?

–Sus! Konuşma sen. İçimi yakan ateşi konuşayım bari…

Kikos, bir şeyler söylemek istedi ama Şoger’in durumunu görünce bundan vaz geçti. Şoger yeniden ağlamaya başlamıştı. Hıçkırıkları biraz azalınca yeniden devam etti:

–Suçlu sensin! Sen de her törende dükkanı kapatıp törene gittin. Zaten fakirdik, senin kinin bizi daha da fakirleştirdi. Her 24 Nisan’da yaktığın bayrak parçalarının yanık kokusunu, bu küçük evin her tarafına yaydın. Nefes alamadım biliyor musun? Şimdi git şu kutunun içindeki yanık bayrak parçalarını getir, bizim açlık kokan nefesimiz, belki yanık kokusuyla değişir. Her törene gidişinde ne kazandın? Zaten olmayan kazancımız biraz daha azalmadı mı?

Suçlu sensin!.. Sende bu Sarkisyan’a oy verdin. Radyasyon elbisesi eskidiği için ölen oğlumu sen yem ettin. Paramız olsaydı orada çalışmasına izin vermezdim. Senin oğlun koruyucu elbisesi eskidiği için ölürken, senin oy verdiğin Sarkisyan lüks içinde yaşıyor. Avrupa’nın değişik şehirlerinde oğlumun ölümü şerefine şampanya kadehi kaldırıyor.

Onların yüzünden açız, aç… Bak buraya: İşte Iğdır’ın ışıkları görünüyor. Burada osurursan, oradan duyacaklar. Markara Köprüsü’nden ucuz mal alacakken, aynı malı bize Gürcüler satıyor, Ruslar satıyor… Hem de iki-üç kat pahalı. Onların düşmanlığı, beni aç bıraktı aç… Onların düşmanlığı, senin içine kin olarak doldu. O kinle yattın, o kinle kalktın… Kininle hem kendini zehirledin hem de beni. Yetti artık… Yetti artık…

Oğlum kahramanmış! Peh… S.... böyle kahramanlığın içine… Oğlum öldüüüüü! Oğlum öldüüüü… Ben bu kokuşmuş ülke için kahraman istemiyorum, oğlumu istiyorum. Oğlumu istiyorum…

Şoger çıldırmış gibiydi. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Ağlamaktan şişen gözleri yerinden fırlayacak gibiydi. Göğsü yerinden fırlayacak gibi inip kalkıyordu. Kikos, yerinden kalkmak istedi ama kalkamadı. O da ağlıyordu. Eli ayağı boşalmıştı. İlk defa Şoger’i bu kadar çılgın, deli, saldırgan ve aynı zamanda kararlı görüyordu.

Şoger, ayağa kalkıp bir müddet öylece durdu. Sonra hiçbir şey demeden yatak odasına gitti.

***

Yeraz, yatağında yan dönerek yastığına sarıldı. Uyanmıştı ama biraz daha uyumak istiyordu. Evini ve küçük yatağını özlemişti. İstanbul’daki yatağı kadar rahat olmasa da, yine de kendi yatağı onun için çok özeldi. Çocukluğunu hatırladı. Bacağını kıvırıp gözlerini tekrar kapadı. Perdenin köşesinden içeri giren güneş, tam Yeraz’ın yüzüne vurunca kafasını biraz geri çekti. İçi sevinçle doluydu. Uyuyamayacaktı. Tam kalkmaya karar verdiği anda annesi Nana’nın sesini duydu:

–Yeraz, haydi kalk! Kahvaltı hazır!

–Geliyorum anne.

Yeraz, yatağında biraz gerindikten sonra kalktı. Perdesini açarak, Erivan’ın varoşlarındaki dar sokakları seyretti. Köşedeki çöp bidonu dolmuş, atıklar yerlere saçılmıştı. Yolun asfaltı yer yer kalkmış, gece yağan yağmur suyu çukurlara dolmuştu. Sokağın karşısındaki komşularının yırtık perdesi hafifçe aralanmıştı. Güneş şimdi kendi taraflarına vuruyordu. Öğleden sonraki güneş onların evini aydınlatacaktı. Havadaki güneşe baktı. Yer yer kümeleşen bulutların arasından içini ısıtan bu güneşi, havayı, bu dar ve kirli sokağı özlemişti.

Bir an sokakta top aynadığı, arkadaşları ile birlikte ip atladıkları zamanlar aklına geldi. Yırtık ayakkabı ile utanarak okula gittiği zamanları hatırladı. Belki zor günlerdi ama çocukluğunu özlemişti. Bir an kahvaltıyı bırakıp sokağa çıkmak istedi. Nana’nın sesi yeniden duyuldu:

Tasuta katkend on lõppenud.

0,68 €