Loe raamatut: «Beyaz muhafız»
Mihail Afanasyeviç BULGAKOV
Mihail Afanasyeviç Bulgakov, 15 Mayıs 1891’de Kiev’de doğdu. İki erkek, dört de kız kardeşi vardı ve ailenin en büyük oğluydu. Lisedeyken tiyatro ile çok ilgiliydi. 1909 yılında Kiev Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne kaydoldu ve mezuniyetinden sonra mecburi hizmetini yerine getirmek üzere bir süre köylerde yaşadı. 1918’de Kiev’e geri döndü ve evinde özel bir muayenehane açtı. Devrim dönemi Ukrayna’sının karmaşık siyasi ortamında, Beyazlar tarafından, saha doktoru olarak orduya alındı ve Kafkasya’ya gönderildi. 1919’un sonlarına doğru ordudan ayrıldı. Bu aynı zamanda yazmaya başladığı yıldı. Şöyle diyordu: “1919’da trenle bir gece yolculuğu sırasında bir kısa öykü yazdım. Trenin durduğu şehirde, bu öyküyü alıp oranın yerel gazetesine götürdüm, onlar da yayımladılar.”
1924’te, Çar ordusuna mensup subaylar ve Rus entelektüellerinin yaşadıklarını konu edinen, Aralık 1918 ile 1919 yılının ilk aylarında, Ukrayna›daki iç savaş esnasında geçen Beyaz Muhafız adlı romanını yazdı. Diğer iki kısa romanı, Ölümcül Yumurtalar (1924) ve Köpek Kalbi (1925) ise bir bilim adamının hayatıyla ve buluşunun amacı dışında kullanılmasıyla ilgiliydi.
5 Ekim 1926’da Moskova Sanat Tiyatrosu, Bulgakov’un Beyaz Muhafız romanının bir uyarlaması olan Turbinlerin Yaşamı adlı oyunu sahneledi. Fakat Bulgakov’un çalışmalarına, basının tepkisi genellikle düşmancaydı. Kendisi bu konuda şunları söylemiştir: “Gazetelerden kestiğim kupürleri incelerken, edebiyat alanında ürünler verdiğim on yıllık dönemde Sovyet basınında benden 301 kez söz edildiğini keşfettim. Bunlar arasında üç tanesi övgü içerirken, 298 tanesi düşmanca ve yergi doluydu.”
1929 yılında Bulgakov’un bütün oyunları yasaklandı. 1930’da Sovyet hükümetine bir mektup yazdı ve ülke dışına gitmek için izin istedi. Ama bu izin yerine bizzat Stalin’den bir telefon aldı ve Gogol’ün “Ölü Canlar” adlı oyununun uyarlamasını yapmak üzere Moskova’ya geri gönderildi. Devrim yıllarında Josef Stalin’i anlatan, Batum (1939) adlı bir oyunla sahnelere geri dönmeyi denedi, fakat daha provaları başlamadan oyun yasaklandı.
En ünlü romanı Usta ve Margarita üzerinde çalışmaya 1928’de başladı ve romanın son düzenlemesini ölümünden iki hafta önce yaptı. Bulgakov, 10 Mart 1940’ta öldü.
Lyubov Yevgenievna Belozerskaya’ya
Hafiften yağan kar, bir anda yoğunlaşarak lapa lapa yağmaya başladı. Rüzgar da uğulduyordu; bu tam bir kar fırtınasıydı. Karanlık gökyüzü kısa sürede kardan oluşan bir okyanusla birleşmişti. Artık hiçbir şey görünmüyordu.
“Kötü görünüyor, efendim” diye bağırdı, arabacı. “Bu bir tipi!”
Puşkin —Yüzbaşının Kızı
… ve ölüler, yaptıkları şeyler için kitaplarda yazan kurallara göre yargılandılar…
Vahiy1 20:12
I
1918, devrimden sonraki ikinci yıl, hem harika, hem de korkunç bir yıldı. Yazı bol güneşli ve sıcak, kışı karlı mı karlıydı. Gökyüzünün en tepesinde iki yıldız dururdu: Çobanyıldızı, diğer adıyla akşam yıldızı Venüs ve titrek kırmızı Mars.
Fakat kanlı günlerde olduğu gibi barış günlerinde de yıllar adeta bir ok misali uçup gidince yılbaşı ağaçlarının, Noel Baba’nın, ışıltılı ve neşeli karın mevsimi olan buza kesmiş ak sakallı Aralık ayı, genç Turbinleri hazırlıksız yakaladı. Çünkü ailenin direği, çok sevdikleri anneleri, artık onlarla değildi.
Evin tek kızı Elena Turbin, Yüzbaşı Sergey Talberg ile evlendikten bir yıl sonra ve evin en büyük oğlu Aleksey Turbin’in yıllar süren amansız ve korkunç sefer görevinden Ukrayna’ya, Kiev şehrindeki aile ocağına döndüğü hafta, annelerinin cenazesini taşıyan beyaz tabut, Aziz Aleksey Tepesi’nden aşağı toprak sete, oradan da küçük Aziz Nikolas Kilisesi’ne doğru taşınmıştı.
Annelerinin cenaze töreni Mayıs ayında olmuştu. Kiraz ve akasya ağaçlarının çiçekleri, kilisenin sivri kavisli dar pencerelerini yalıyordu. Altın renkli güneş ışığında parıldayan cübbesiyle bölge papazı Peder Aleksander acı ve şaşkınlık içinde kekelerken, altın işlemeli giysisi, gıcırdayan botlarının uç kısımlarına kadar uzanan, yüzünün ve boynunun rengi mora çalan yardımcısı, çocuklarından ayrılan bu annenin cenaze töreni için dile getirilecek sözcükleri kederle söylemişti.
Aleksey, Elena, Talberg, Turbinlerin evinde büyümüş olan hizmetçi Anyuta ve kıvırcık saçının buklesi sağ kaşının üstüne dökülmüş ve ölümün karşısında sersemlemiş genç Nikolka, kahverengi eski bir Aziz Nikolas ikonasının ayaklarının dibinde duruyorlardı. Nikolka’nın kuşa benzeyen uzun burnunun iki yanındaki derine gömülü mavi gözlerinde yenik ve yaralı bir ifade vardı. Arada bir o mavi gözlerini kaldırıp ikonaların bulunduğu panoya, üzerlerinde asık suratlı ve gizemli bir yaşlı adamın, Tanrı’nın, yükselip parıldadığı kemerli yarım kubbeye doğru bakıyordu. Onlara neden böyle bir kötülük yapmıştı? Bu haksızlık değil miydi? Tam da hepsi yeniden bir araya gelmişken, tam da hayat daha katlanılır olmuşken, anneleri neden onlardan alınmıştı?
Bir cevap lütfetmeyen Tanrı, Nikolka’yı yaşamında olan şeylerin gerekli ve hayırlı olup olmadığı konusunda şüphe içinde bırakarak gökyüzünde açılan yarıktan uçup gitmişti.
Tören sona erdiğinde, verandanın çınlayan taşlarında yürüyerek koca şehri boydan boya geçip, babalarının uzun zamandır siyah bir mermer haçın altında yattığı mezarlığa kadar annelerine eşlik ettiler. Ve orada annelerini toprağa verdiler…
Annelerinin ölümünden önceki uzun yıllar boyunca Elena, evin en büyük çocuğu Aleksey ve bebek Nikolka, Aziz Aleksey Tepesi’ndeki 13 numaralı evin yemek odasında yanan çinili sobanın sıcağında büyümüşlerdi. Hollanda işi sıcak çinilerin üzerine nakşedilmiş, Büyük Pedro’nun Hollanda’daki zamanlarını anlatan “Zaandam’ın Gemi Ustası” hikâyesini az mı dinlemişlerdi? Saat kaç kere gavot melodisiyle ötmüştü. Aralık sonuna doğru ise çam ağacının hiçbir zaman solmayan dallarında yanan çam iğnelerinin ve çam mumunun kokusu etrafa yayılırdı. Şimdi Elena’nın kaldığı, eskiden annelerinin olan odada, bronz saatin gavot melodisine cevaben duvardaki siyah saat de çanlarını vururdu. Saatlerin ikisini de, kadınların komik görünümlü koyun budu kollu giysiler giydikleri eski günlerde babaları satın almıştı. O kolların modası geçmiş, zaman su gibi akıp gitmiş, profesör babaları ölmüş ve hepsi büyümüşlerdi; fakat saat olduğu gibi kalarak çalmaya devam ediyordu. Bütün çocuklar, saat duvardan düşerse bunun sevilen bir sesin ölmesi anlamına geleceğini ve onun yerine hiçbir şeyin asılmayacağını bilerek büyüdüler. Neyse ki saatler neredeyse Zaandam’ın Gemi Ustası kadar ölümsüzlerdi ve ne kadar kötü günler yaşanırsa yaşansın, o çinili Hollanda sobası, bir bilgelik kayası gibi hayat ve sıcaklık yaymak için oradaydı.
Soba, kırmızı kadife kaplı eski mobilyalar, parlak pirinç topuzlu karyolalar, eskimiş kilimler ve bazıları kan kırmızısı, bazıları desenli, bir tanesi Çar Aleksey Mihayloviç’i, bir diğeri cennette ipeksi bir göl kenarında uzanmış XIV. Luis’i gösteren goblenler, Nikolka küçükken kızıl hummaya yakalandığında sayıklarken, gözlerinin önünde dans eden muhteşem oryantal süslü kıvrımlarıyla Türk kilimleri, bronz lamba ve siperliği, altın yaldızlı kadehler, Natasha Rostova’lar ve Yüzbaşının Kızları’nın da içinde olduğu gizemli biçimde bayat çikolata kokan kitaplarla dolu dünyanın en güzel kitap rafları, gümüşler, portreler, perdeler: İşte Turbinlerin büyüdükleri bu tıkış tıkış dolu, tozlu yedi oda, bütün bu eşyalarla birlikte büyük yokluk zamanında annelerinden çocuklarına miras kalmıştı. Tükenmiş nefesiyle yatarken, gücü giderek azalan anneleri, gözü yaşlı Elena’nın elini kavrayıp şöyle demişti:
“Yaşamaya devam edin… ve birbirinize karşı nazik olun…”
Fakat nasıl? Hayatlarına nasıl devam edebilirlerdi? Kardeşlerin en büyüğü ve bir doktor olan Aleksey Turbin, yirmi sekiz, Elena, yirmi dört yaşındaydı. Elena’nın kocası Yüzbaşı Talberg, otuz bir, Nikolka da on yedi buçuk yaşındaydı. Hayatları daha baharında kararmıştı. Kuzeyden durmaksızın soğuk rüzgarlar esiyor ve gittikçe daha da kötüleşiyordu. Turbinlerin yaşça en büyüğü, ilk büyük patlamanın Dinyeper nehrinin ardındaki tepeleri sarsmasından sonra memleketine dönmüştü. Artık bu kötü şeyler bitecek ve biz o çikolata kokan kitaplardaki gibi yaşamaya başlayabileceğiz, diye düşünüyorlardı. Fakat olaylar düşündüklerinin tam aksi yönde gelişti. Hayat gün geçtikçe daha da korkunç bir hal aldı. Kuzeyden esen kar fırtınası gürledikçe gürlüyor, yer altından gelen donuk gümbürdeme onlar için bile hissedilir oluyordu. Bu kederli bir toprağın doğum sancısından başka bir şey değildi. 1918 yılı sona ererken tehlike tehdidi hızla yaklaşıyordu.
Duvarların yıkılacağı, dehşete düşmüş şahinin Çar’ın kolundan havalanacağı, bronz lambadaki ışığın söneceği ve Yüzbaşının Kızı’nın sobada yanacağı günler geliyordu. Her ne kadar anneleri çocuklarına “Yaşamaya devam edin” demiş de olsa, onların kaderinde acı ve ölüm vardı.
Annelerinin ölümünün üzerinden çok geçmeden, Aleksey Turbin bir gün alacakaranlıkta Peder Aleksander’a gidip şöyle dedi:
“Bu bizim için korkunç bir darbe oldu, Peder Aleksander. Bu yaşadığımız acı böylesi zor günlerde daha da katlanılmaz oluyor… En kötüsü de efendim, ben savaştan yeni döndüm ve işlerimizi yoluna koymak ve düzgün bir hayata başlamak için sabırsızlanıyorduk. Oysa şimdi…”
Dedikten sonra duraksadı ve yarı karanlık, yarı aydınlık akşamüstünde masaya otururken düşünceli bir ifadeyle uzaklara baktı. Kilise bahçesindeki ağaçların dalları, rahibin küçük evini gölgeliyordu. Sanki rahibin kitaplarla dolu, sıkış tepiş çalışma odasının az ilerisi, karmaşık ve gizemli bir ilkbahar ormanıydı. Dışarıdan şehrin boğuk akşam uğultusu ve leylak kokuları geliyordu.
Peder tuhaf bir şekilde, “Elimizden ne gelir?” diye mırıldandı. (Ne zaman insanlarla konuşmaya çalışsa utanırdı.) “Bu Tanrı’nın takdiri.”
“Belki de bütün bunlar bir gün sona erer. Merak ediyorum o zaman her şey daha iyi olur mu acaba?” diye ortaya sordu, Tur-bin.
Rahip sandalyesinde biraz kıpırdadı.
“Evet, ne dersen de, kötü günler yaşıyoruz, hem de çok kötü” diye mırıldandı. “Fakat insan ümitsizliğe kapılmamalı…”
Derken cübbesinin siyah kollarının içinden aniden çıkardığı siyah elini bir kitap yığınının üzerine koyup en üstteki kitabın parlak ve işlemeli bir kurdele ile işaretlenmiş yerini açtı.
“Asla ümidimizi kaybetmemeliyiz” dedi, utangaç, fakat yine de ikna edici bir ses tonuyla. “Yürek zayıflığı büyük bir günahtır… Yine de şunu söylemeliyim ki büyük bir sınavdan geçeceğiz gibi gözüküyor. Evet, büyük bir sınavdan” dedi, artan bir kesinlikle. “Son zamanlarda zamanımın büyük bölümünü kitaplarımla geçiriyorum. Hepsi de kendi alanımla ilgili elbette, çoğu din kitapları…”
Kitabı kaldırınca güneşin son ışıkları açılan sayfaya düştü, rahip yüksek sesle okudu:
“Ve üçüncü melek şişesini nehirlere ve su kaynaklarına döktü ve hepsi kana dönüştü.”
II
Kırağı beyazı Aralık hızla geçiyordu. Noel’in ışıltısı karla kaplı caddelerde şimdiden hissediliyordu. 1918 yılı yakında sona erecekti.
13 numara, ilginç bir yapıydı. Turbinlerin dairesi cadde tarafından ikinci kattaydı, fakat evin arkasındaki tepe öyle dikti ki dairenin arka kapısı, tepenin yamacına kök salmış ağaç dallarının sarktığı ve sallanırken binaya çarpıp durduğu eğimli küçük arka bahçeye açılıyordu. Arka bahçe karla kaplıydı. Tepe de devasa bir kesme şekere dönüşecek kadar karlıydı. Ev de, Beyaz Paşa’nın2 kürk kalpağını andıran bir tabakayla kaplanmıştı. Alt katta (cadde tarafından bakınca birinci kat, arka taraftan ise Tur-binlerin verandasının altındaki bodrum katında) oturan, mühendis, korkak ve burjuva olan uyumsuz Vasili Lisoviç, küçük, titrek sarı lambasını yaktığında, Turbinlerin penceresi neşeyle parıldıyordu.
O akşam Aleksey ve Nikolka odun almak için bahçeye çıktılar.
“Kahrolası odunlar ne kadar azalmış. Bak, yine tırtıklamışlar.”
Nikolka’nın cep fenerinden konik ve mavimsi bir ışık hüzmesi belirdi. O ışık sayesinde odunluğun tahta döşemelerinin yerlerinden söküldükten sonra acemice nasıl tutturulduğunu gördüler.
“Bunu yapan pisliği yakalarsam, Tanrı şahidim olsun, onu vuracağım. Bu gece nöbet tutalım mı? 11 numaradaki ayakkabıcıların yaptığından eminim. Bizden daha çok odunları var, kahrolasıcalar!”
“Boş ver şunları… Hadi işimize bakalım.”
Paslı kilit gıcırdayarak açılınca odun yığını iki kardeşe doğru yıkıldı. Odunları toplayıp götürdüler. O gece saat dokuzu gösterdiğinde Zaandam çinileri dokunulamayacak kadar ısınmıştı.
Bu dikkat çekici sobanın parlak yüzeyinde, geçen yıl farklı zamanlarda, Nikolka tarafından yazılan tarihi yazılar ve yine onun yaptığı çizimler vardı. Bunların her biri derin anlamlar taşıyorlardı:
Eğer sana Müttefiklerin bizi bu karmaşadan kurtarmaya geldiklerini söylerlerse onlara inanma. Müttefiklerin hepsi domuz.
O bir Bolşevik yanlısı!
Momus’un3 başının bir resmi çizilmişti, altında da şöyle yazıyordu:
Süvari Leonid Yuriyeviç.
Haberler kötü, dedikodular dolaşıyor -
İnsanlar “Kızıllar geliyor!” diyorlar
Aşağı sarkan bıyıklarıyla bir yüzün, mavi püsküllü, kürklü bir şapkası vardı. Altında:
Kahrolsun Petlyura! yazıyordu.
Elena ve Turbinlerin kıymetli çocukluk arkadaşları – Mişlayevski, Karas ve Şervinski- tarafından boya, mürekkep ve vişne suyuyla şunlar yazılmıştı:
Elena hepimizi seviyor
Şişman, zayıf, uzun, kısa ayırt etmiyor.
Lena, hayatım, Aida için 8 numaralı loca biletlerini ayırttın, değil mi?
1918 Mayıs’ının on ikinci gününde aşık oldum.
Şişman ve çirkinsin.
Böyle bir yorumdan sonra kendimi vuracağım.
(Son derece gerçekçi bir otomatik silah çiziminin hemen altında)
Yaşasın Rusya!
Yaşasın Monarşi!
Haziran. Barcarolle.4
Bütün Rusya o görkemli Borodino’yu hatırlayacak.
Büyük harflerle Nikolka’nın el yazısıyla yazılmış:
Buraya, bu sobanın üzerine saçma sapan şeyler yazmayı yasaklıyorum. Bunu yapan bütün yoldaşlar suçlu bulunacak, vurulacak ve vatandaşlık haklarından mahrum edilecektir.
İmza: Abraham Goldblatt.
Kızların, Erkeklerin ve Kadınların Terzisi.
Podol Bölgesi Komitesi Komiseri.
30 Ocak 1918.
Desenli seramikler fazlasıyla ısınmıştı. Siyah renkli saat otuz yıldır yaptığı gibi ding-dong, ding-dong diye çalmaya devam ediyordu. Turbinlerin en büyüğünün yüzü tıraşlı, saçları açık renkliydi. Yaşı biraz daha ilerlemişti ve 25 Ekim 1917’den beri daha ağırbaşlıydı. Üzerindeki kocaman, körüklü cepleri olan askeri bir tunik, mavi renkli binici pantolonu ve yeni olan yumuşak terlikleri ile en sevdiği pozisyonunu almıştı –arkası dik bir koltuktaydı. Onun ayakucunda, bukleli saçlarıyla Nikolka bir taburede bacaklarını neredeyse büfenin genişliğinde açmış –yemek odası pek büyük değildi- buruşuk deriden çizmelerini giymişti. Nikolka hafifçe ve nazikçe sevgili gitarının tellerine dokundu… Her şey hâlâ çok karışıktı. Şehir hâlâ belirsiz bir önseziyle tedirgindi…
Nikolka’nın giysisinin omuzlarında bir harbiyeli üniformasının beyaz şeritlerine dikilmiş çavuş rütbeleri, sol kolunda da sivri uçlu üç renkli bir zikzak vardı. (1. Piyade Müfrezesi, 3. Takım. Dört gün önce, yaklaşan olaylar göz önüne alınarak oluşturulmuştu.)
Bütün bunlara karşın Turbinlerin evinde her şey gayet iyiydi: İçerisi sıcak ve rahattı. Krem rengi perdeler kapalıydı –o kadar sıcaktı ki iki kardeş sıcaktan mayışmışlardı.
Ağabeyleri kitabını elinden bırakarak gerindi.
“Hadi, ‘Teftiş Mangası’nı çal.”
Tam ta-ta-tam, tam ta-ta-tam…
“Kimin bakışları zeka ile parlar?
Kim en hızlı koşar?
İstihkamcı Harbiyeliler!”
Aleksey melodiyi mırıldanmaya başladı. Bakışları sertleşti, ama yine de gözleri ışıldıyordu. Kan akışı giderek hızlandı. Fakat alçak sesle beyler, alçak sesle…
“Gerek yok koşmaya, kızlar,
Hazırız coşmaya, kızlar-”
Gitarın sesi zamanın içinde yankılanarak bir istihkâm bölüğünün uygun adımına doğru gitti –sol, sağ, sol, sağ! Nikolka hayalinde bir okul binası görüyordu. Yıkılan kolonlar, silahlar. Pencereden pencereye sürünerek giden, ateş eden harbiyeliler. Pencerelerde makineli tüfekler. Bir avuç asker okulu kuşatıyordu, gerçek anlamda bir avuç. Ama bunun bir anlamı yoktu. General Bogoroditzki korkmuş ve bütün harbiyelileri ile birlikte teslim olmuştu. Utanç verici…
“Gerek yok koşmaya, kızlar,
Hazırız coşmaya, kızlar.
Teftiş Mangası geldi!”
Nikolka’nın gözleri yine bulutlandı. Ukrayna’nın kızıl-kahve tarlalarına bir sıcak dalgası çöktü. Üzerlerini kaplayan tozla bembeyaz olmuş harbiyeli birlikleri, tozlu yollarda uygun adım ilerliyorlardı. Artık her şey bitmişti. Ne yazık… Kahretsin.
Elena kapının üzerindeki perdeleri kenara çekince o kumral saçları karanlık boşlukta belirdi. Kardeşlerine sevgiyle, saate ise tedirgin bir şekilde baktı. Bunun için iyi bir sebebi vardı; Talberg nerede kalmıştı? Elena endişeliydi. Bunu gizlemek için kardeşleriyle birlikte şarkıyı söyledi, fakat aniden durdu ve parmağını kaldırdı.
“Durun. Duydunuz mu?”
Müzik sesi bir anda durdu. Üçü birden kulak kesilmişti. Sesin ne olduğu konusunda yanılma ihtimalleri yoktu: Silah sesleri. Düşük, bastırılmış ve uzak. Tekrar duyuldu: Boo-oo-om… Nikolka gitarı elinden bıraktı. Sıkıntı içinde yerinden zıplayıp Aleksey’in yanına gitti.
Hol ve çizim odası oldukça karanlıktı. Nikolka bir sandalyeye takıldı. Dışarısı ise Noel Arifesi adlı oyunun seti gibiydi –karlı ve parıldayıp titreşen ışıklar. Nikolka pencereden dışarı baktı. Sesleri duymaya çalışırken hayalindeki pus ve okul binası yok oldu. Ses nereden geliyordu? Kalkık omuzlarını silkti.
“Tanrı bilir. Bana sanki Svyatoşino tarafındanmış gibi geldi. Ama bu çok saçma. O kadar yakında olamaz.”
Aleksey karanlıkta duruyordu. Pencerenin yanındaki Elena’nın gözlerinde, korkunun gölgesi görülüyordu. Talberg neden hâlâ gelmemişti? Bu ne anlama geliyordu? Onun endişesini hisseden ağabeyi, düşüncelerini dile getirme konusunda çok istekli olsa da hiçbir şey söylemedi. Sesin Svyatoşino’dan geldiğine şüphe yoktu. Yani silah seslerinin kaynağı şehirden on iki kilometreden daha uzakta değildi. Neler oluyordu?
Nikolka pencerenin mandalını sıkıca tuttu, diğer elini adeta kıracakmış gibi cama bastırdı. Burnunu da dümdüz olacak şekilde cama dayadı.
“Oraya gidip neler olduğunu öğrenmek isterdim…”
“Olabilir. Ama şu anda gidebileceğin bir yer yok…” dedi Elena, telaşlı bir halde. Kocasının en geç –ama en geç– öğleden sonra üçte evde olması gerekiyordu. Ancak saat on olmuştu.
Sessizce yemek odasına geri döndüler. Gitar, kasvetli bir sessizlikle orada öylece duruyordu. Nikolka mutfağa geçerek kızgın bir şekilde tıslayan, etrafı bezle sarılı semaveri getirdi. Masada içleri pastel renklerle boyalı, dışları ise yaldızlı karyalit süslemeli fincanlar vardı. Anneleri hayattayken bu takımlar yalnızca özel zamanlarda kullanılırdı, fakat çocuklar artık bunları günlük olarak kullanıyorlardı. Dışarıdaki silah seslerine, tehlikeye ve endişeye rağmen masa örtüsü beyaz ve kolalıydı. Bu, böyle şeyleri içgüdüsel olarak görebilen Elena ve Turbinlerin evinde büyüyen Anyuta’nın sayesindeydi. Dışarıda, şehre giden yollarda hain düşmanın, kar nedeniyle mahsur kalmış güzel şehrin barış ve huzur kalıntılarını postallarının altında ezerek un ufak etmeye hazır vaziyette bekliyor olması gerçeğine karşın, masa örtüsünün kenar işlemeleri parıldıyordu. Ayrıca aylardan Aralık olmasına rağmen uzun, sütun şeklindeki buzlu camdan yapılmış vazonun içinde bir demet mavi ortanca ve iki tane süzgün gül, hayatın güzelliğini ve kalıcılığını tasdik ediyordu. Çiçekler Elena’nın sadık hayranı olan, meşhur şekerlemeci La Marquise’deki tezgahtar kız ile Les Fleurs de Nice adlı çiçekçideki tezgahtar kızın arkadaşı olan Muhafız Alayı’ndan Teğmen Leonid Şervinski’den bir armağandı. Ortancaların gölgesindeki mavi desenli bir tabakta, birkaç dilim sosis, çan biçimli cam bir kapağın altında tereyağı, şekerliğin içinde şeker topakları ve uzun bir somun ekmek vardı. Durum böyle olmasa, insanın lezzetli hafif bir akşam yemeği için isteyebileceği her şey mevcuttu…
Demlik, horoz şeklinde parlak yünlü bir çaydanlık örtüsü ile örtülüydü. Semaverin parlak tarafı Turbinlerin yüzlerini, bozuk ve yamulmuş bir şekilde yansıtıyordu. Bu bozulma Nikolka’nın yanaklarını sobanın üstüne çizilen Momus’un yüzü gibi yuvarlak ve kabarık gösteriyordu.
Elena berbat görünüyordu. Kızıl lüleleri gevşek bir halde iki yandan sarkıyordu.
Talberg yanında Ataman’ın araba dolusu parası ile bir yerlere kaybolmuştu. Karanlık çöküyordu. Ona ne olduğunu kim bilebilirdi? İki erkek kardeş ilgisiz tavırlarla birkaç dilim ekmek ve sosis yediler. Altın renkli bir fincan çayla birlikte San Franciscolu Adam adlı kitap masada Elena’nın önünde duruyordu. Gözleri puslu ve baktığını tam göremez bir halde kelimelerin üzerinde gezindi:
“…karanlık, deniz, fırtına.”
Elena okumuyordu.
Sonunda Nikolka kendini daha fazla tutamadı: “Silah sesleri neden bu kadar yakından geldi? Yani, sonuçta…”
Birden sustu. Semaverdeki yansıması, o hareket ettikçe daha da bozuluyordu. Duraksadı. Saatin kolları onu geçti ve ding – dong yapa yapa ilerleyerek onu çeyrek geçeye geldi.
“Ateş ediyorlar, çünkü Almanların hepsi domuz” diye beklenmedik bir çıkış yaptı, ağabeyi.
Elena başını kaldırıp saate bakarak,
“Herhalde bizi burada kaderimize terk etmeyecekler, değil mi?” dedi. Sesinde umutsuzluk vardı.
Sanki aralarında sözsüz bir antlaşma varmış gibi iki erkek kardeş başlarını çevirip yalanlar söylemeye başladılar.
“Haber yok” dedi, Nikolka. Önündekilerden ağız dolusu bir ısırık aldı.
“Söylediğim her şey tamamen, hmm… Varsayım. Dedikodu.”
“Hayır, bunlar dedikodu değil” dedi, Elena, kesin bir dille. “Bu bir dedikodu değil–gerçek. Bugün Şeglova’yı gördüm. Bana o iki Alman alayının Borodyanka’dan çekildiğini söyledi.”
“Saçmalık.”
“Hayır, bir düşünün” diye söze başladı, Aleksey. “Almanların o alçak Petlyura’nın şehre yaklaşmasına müsaade etmesi mantıklı mı? Mümkün mü? Şahsen ben onunla bir an için bile bir orta yol bulabileceklerini hayal edemiyorum. Petlyura ve Almanlar –bu tamamen olanaksız. Almanlar, onun bir hayduttan başka bir şey olmadığını söylüyorlar. Bu çok saçma.”
“Sana inanmıyorum. Artık bu Almanların ne olduklarını ben de biliyorum. Birçoğunun kırmızı renkli kolluk taktığını gördüm. Geçen gün sarhoş bir Alman çavuşu, köylü bir kadınla birlikte gördüm. Kadın da sarhoştu.”
“Ne olmuş? Bunlar Alman ordusunda bile moral bozukluğu olduğunu gösteren münferit olaylar olabilir.”
“Yani Petlyura’nın ilerleme kaydedebileceğini düşünmüyorsun?”
“Hmm… Hayır, bunun mümkün olduğunu sanmıyorum.”
“Absolument pas.5 Bana bir fincan daha çay doldur lütfen. Endişelenme. Dedikleri gibi, tamamen sakinliğini koru.”
“İyi de, Tanrı aşkına Sergey nerede? Trenin saldırıya uğradığına eminim ve…”
“Tamamen kuruntu yapıyorsun. Bak, o hat olası bütün tehlikelerin uzağında.”
“Fakat başına bir şey gelmiş olabilir değil mi?”
“Ah, Tanrım! Tren yolculuklarının bugünlerde nasıl olduğunu biliyorsun. Ben her istasyonda üç saat kadar beklediklerini düşünüyorum.”
“Devrim, trenleri bu hale getirir. Yolda geçen her saat için iki saatlik rötar yapıyorlar.”
Elena, derin bir iç çekip saate baktı. Bir süre sessiz kaldıktan sonra konuşmaya devam etti:
“Tanrım, Almanlar bu kadar alçakça hareket etmeselerdi, her şey yolunda olacaktı. İki alay asker senin şu Petlyura’yı sinek gibi ezmek için yeterli olurdu. Ama hayır, Almanların nasıl pis bir ikili oyun oynadıklarını çok net görebiliyorum. Peki, şu bizim cesur müttefiklerimiz neredeler bu kadar zamandır? Domuzlar. Sadece söz versinler…”
O ana kadar sessizliğini koruyan semaver aniden tısladı ve birkaç kömür, gri bir kül yığınının ağırlığı ile tablaya düştü. İki erkek kardeş gayriihtiyari sobaya doğru baktılar. Cevap oradaydı. “Müttefiklerin hepsi domuz” yazmıyor muydu, orada da?
Yelkovan çeyrek saatin üzerinde durduğu anda, saat boğazını temizleyerek bir kez çaldı. Saatin sesine ön kapının hafifçe çınlayan zili cevap verdi.
“Tanrıya şükür, Sergey geldi” dedi, Aleksey, neşeyle.
“Evet, gelen o olmalı” diye onaylayan Nikolka, koşarak kapıyı açmaya gitti.
Yüzü kızaran Elena da ayağa kalktı.
Fakat gelen Talberg değildi. Çarparak kapanan üç kapı sesinin ardından merdivenlerden Nikolka’nın afallamış sesi duyuldu. Bir başka ses ona cevap verdi. Yukarı çıkan sesler, postal ve dipçik sesi tarafından bastırıldı. Ön kapıdan gelen soğuk hava akımı onlara ulaşırken Aleksey ve Elena karşılarında uzun boylu, geniş omuzlu, üzerinde topuklarına kadar uzanan bir palto ve apoletlerinde üsteğmen rütbesi anlamına gelen üç yıldız bulunan birini gördüler. Paltonun kapüşonu karla kaplanmıştı ve ucunda paslı bir süngü olan tüfek, lobinin tamamını kaplayacak kadar büyüktü.
“Merhaba” dedi, gelen adam, boğuk tenor bir sesle. Soğuktan kaskatı kesilmiş elleriyle kapüşonunu çıkardı.
“Viktor!”
Nikolka, adama kapüşonunun ipini çözmesi için yardım etti. Kapüşon düşünce, rozetinin rengi solmuş bir subay şapkasının şeridi ortaya çıktı. Devasa omuzların üzerinde yükselen bu yüz, Teğmen Viktor Mişlayevski’ye aitti. Çok yakışıklı bir adamdı. Çok eski bir soya dayanan rahatsız edici derecede merak uyandıran bir güzelliği vardı. Yüzünü çekici kılan özellikler, her biri farklı renkteki ışıltılı gözler, kemerli bir burun, mağrur dudaklar, kusursuz bir alındı ve yüzünde kendisini başkalarından ayırmaya yarayacak bir işaret yoktu. Fakat sanki bir heykeltraş soylu bir yüz yapacakken aniden çılgın bir fikre kapılmış, bir kat çamuru sıyırıp bu erkeksi yüzü küçük ve kadınsı bir çene ile bırakmış gibi, çapraz bölünmüş bir çenesi ve kederle bir tarafı aşağı sarkmış bir ağzı vardı.
“Nereden geliyorsun?”
“Neredeydin?”
“Dikkat et” diye yanıtladı, bu soruları Mişlayevski. “Yere düşürme sakın. İçinde bir şişe votka var.”
Nikolka, cebinde bir parça gazeteye sarılmış şişenin gözüktüğü ağır paltoyu dikkatlice astı. Ardından ahşap bir kılıf içindeki otomatik Mavzer tüfeği askıya astı. Tüfek o kadar ağırdı ki geyik boynuzundan yapılma askı hafifçe sallandı. Ancak o zaman Mişlayevski Elena’ya doğru döndü. Onu öpüp konuşmaya başladı:
“Kızıl Han bölgesinden geliyorum. Gece burada kalabilir miyim, Lena, lütfen? Bu gece eve kadar gidemem”
“Tanrım, elbette kalabilirsin.”
Mişlayevski aniden inleyip parmaklarına üflemeye çalıştı. Fakat dudakları bu isteği yerine getiremedi. Kaşları ve kırpılmış bıyıklarındaki karlar eridiği için yüzü ıslanmıştı. Ağabey Turbin, Mişlayevski’nin ceketinin düğmelerini çözdü, kirli gömleğini çekip çıkardı ve parmağını dikişlerin üzerinde gezdirdi.
“Tabii ya… Tahmin etmiştim. Üstün bit kaynıyor.”
“O halde banyo yapmalısın.” Endişeye kapılan Elena, bir an için Talberg’i unutmuştu. “Nikolka, mutfakta biraz odun var. Git de banyo kazanını yak. Ah, neden Anyuta’ya izin verdim ki? Aleksey, hemen Viktor’un ceketini çıkar.”
Yemek odasındaki çinili sobanın önünde duran Mişlayevski, inleyerek bir sandalyenin üzerine yıkıldı. Elena oradan oraya koşturuyor, anahtarları şıngırdıyordu. Dizlerinin üzerindeki Aleksey ve Nikolka, Mişlayevski’nin baldırlarını sıkıca saran gösterişli dar botlarını çekip çıkardılar.
“Biraz ağır olun… Pekala, acele etme…”
Bacağına sarılı lekeli, pis tozlukları gevşettiler. Tozlukların altında bir çift leylak rengi ipek çorap vardı. Nikolka, soğuk hava bitleri öldürsün diye ceketi soğuk verandaya çıkardı. Mişlayevski, kirlenmiş pamuklu gömleği, üzerinde çapraz bantlı pantolon askıları ve altında binici pantolonu ile sıska, koyu, hasta ve acınası görünüyordu. Soğuktan donmuş avuç içlerini birbirine vurarak sobanın kenarını ovaladı
“Haberler… Söylentiler… İnsanlar… Kızıllar…”
“… Mayıs… Aşık olmak…”
“Ne puşt adamlar bunlar!” diye haykırdı, Aleksey Turbin. “Bir keçe bot ve deri yelek de veremiyorlar mı?”
“Keçe bot” Mişlayevski ağlayarak onu taklit etti. “Keçe…”
Sıcaktan ellerine ve ayaklarına dayanılmaz bir ağrı girmişti. Mişlayevski, Elena’nın mutfağa doğru giden ayak seslerini duyduğu anda gözyaşları içinde öfkeyle haykırdı:
“Tam bir hengameydi!”
Acı içinde kıvranıp hırıldayarak yere çöktü ve çoraplarını göstererek inledi:
“Çıkarın şunları, çıkarın…”
Donmuş uzuvları çözülürken berbat bir ispirto kokusu duyuldu. Sadece ufak bir kadeh votka içen Mişlayevski anında kendinden geçti, gözleri puslandı.
“Tanrım, sakın bana kesilmeleri gerektiğini söylemeyin…” dedi, acıyla sandalyesinde ileri geri sallanarak.
“Saçmalama, elbette kesilmeyecekler. İyileşeceksin… Evet, başparmağın donmuş. İşte… Acısı geçecek.”
Mişlayevski’nin katılaşmış tahta gibi elleri ağır ağır bir bornozun koluna girerken Nikolka çömelip ona bir çift temiz siyah çorap giydirdi. Yanaklarında kırmızılıklar beliren Teğmen Mişlayevski, temiz iç çamaşırları ve bornoz içinde yüzünü buruşturarak ısınıp hayata döndü. O sırada camlara vuran bir küfür dalgası da odayı çınlattı. Mişlayevski, öfkeyle gözlerini kısmış, birinci sınıf tren vagonlarındaki karargah personelinden Albay Şetkin’e, soğuk havadan Peltyura’ya, Almanlara ve kar fırtınasına küfürler yağdırıyordu. En hoyrat küfürleri de Ukrayna’nın kendi Ataman-lığına etti.
Aleksey ve Nikolka, ısındığı için konuştukça çözülen ve çözüldükçe arada sevimli sesler çıkaran çenesini izliyorlardı.
“Ataman! Orospu Çocuğu!” diye homurdandı, Mişlayevski. “Atlı süvariler neredeydi ha, sarayda mı? Biz de savunduklarımız için yollandık… Karla ve fırtınayla geçen günler… Tanrım! İşimiz bitti sandım… İki yüz metrelik mesafede aralıklı olarak tek sıra dizilmiş subaylar, o kadar –buna savunma hattı mı denir? Tavuklar gibi katledilmeyişimizin tek nedeni Tanrı’nın inayetidir!”
Küfür sağanağından başı dönen Turbin, “Bir dakika” diyerek araya girdi. “Handa senin yanında kim vardı?”
“Hıh!” Mişlayevski’nin yüzü kızgın bir ifadeye büründü. “Nasıl bir şey olduğunu bilmene imkan yok! Orada kaç kişi olduğumuzu sanıyorsun? Kırk kişiydik. Sonra o puşt Albay Şetkin geldi ve (Mişlayevski nefret ettiği Albay Şetkin’in konuşmasını taklit etmek için yüz ifadesini değiştirdi. İnce, rahatsız edici bir pelteklikle konuşmaya başladı): ‘Beyler, sizler şehrin son umudusunuz. Sizin göreviniz Rus şehirlerinin anasının size duyduğu güvenle hayatta kalmaktır. Olur da düşman görünür ya da saldırırsa, Tanrı bizden yana! Altı saat sonra sizi rahatlatacak bir müfreze göndereceğim. Fakat yalvarırım cephanenizi muhafaza edin.’ (Mişlayevski tekrar normal konuşmasına döndü) dedi, sonra da emir astsubayıyla birlikte arabalarına binip gözden kayboldular. Karanlık –iblisin kıç deliğinde olmak gibiydi! Soğuk da bütün yüzümüzü uyuşturuyordu.”
“İyi ama Tanrı aşkına orada ne işiniz vardı? Petlyura’nın Kızıl Han’da olamayacağı kesin!”
“Tanrı bilir. Sabah olduğunda aklımızı kaçırmak üzereydik. Gece yarısı olduğunda hâlâ orada gelecek müfrezeyi bekliyorduk. Ancak en küçük bir iz bile yoktu. Destek gelmemişti. Tabii ateş de yakamıyorduk, en yakın kasaba iki buçuk kilometre mesafedeydi. Han da sekiz yüz metre kadar uzaktaydı. Gece olunca bir şekilde bir şeyler görmeye başlıyorsun, tarlalarda hareket var gibi geliyor. Düşmanın sürünerek sana yaklaştığını sanıyorsun… Gerçekten gelseler ne yaparız diye düşündüm. Acaba tüfeğimi bırakır mıydım –ateş eder miydim, etmez miydim? Ateş etmek cazip geliyordu. Orada öylece durup kurtlar gibi uluduk. Haykırdığında hattan biri cevap veriyordu. Nihayet tüfeğimin dipçiğiyle karda bir çukur kazdım, orada oturdum ve uykuya dalmamaya çalıştım. O soğukta uykuya daldığın anda işin biter. Sabaha doğru artık daha fazla dayanamıyordum –içim geçmeye başlamıştı. Beni ne kurtardı, biliyor musun? Makineli tüfek ateşi. Şafak sökerken iki üç kilometre uzakta başladığını duydum. Ve ister inan, ister inanma ayağa kalkmak bile istemedim. Sonra top sesleri gelmeye başladı. Bacaklarımın her biri adeta bir tonmuş gibi hissediyordum, o hisle ayağa kalktım: ‘Buraya kadar. Petlyura kapıya dayandı.’ Birbirimize doğru geldik, hattı kısalttık. Böylece birbirimize seslenecek kadar yakın olacaktık ve eğer bir şey olursa birbirine yakın mesafeli bir grup oluşturacak, istikametimize doğru ateş açacak ve şehre doğu geri çekilecektik. Eğer bizi ezip geçerlerse çok yazık olacaktı. Ama en azından birlikte olacaktık. Sonra bir düşün, ateş kesildi. Sabahın ilerleyen saatlerinde üçerli gruplar halinde sırayla hana gidip ısındık. Bilin bakalım destek ne zaman geldi? Bu öğleden sonra saat ikide. Birinci Müfreze’den iki yüz tane yedek subay. Ve ister inanın, ister inanmayın hepsi de kürklü kalpaklardan keçe postallara kadar olması gerektiği gibi giyinmişlerdi. Bir makineli tüfek takımları vardı. Başlarında da Albay Nai-Turs vardı.”