Akif Bey

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Akif Bey
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Namık Kemal, 21 Aralık 1840’ta Tekirdağ’da doğdu. Asıl adı Mehmed Kemal’dir. Namık adını ona şair Eşref Paşa vermiştir. Çocukluğunu Rumeli ve Anadolu’nun çeşitli kentlerinde geçirdi. Bu yüzden özel öğrenim gördü. Arapça ve Farsça öğrendi. 1863’te Babıali Tercüme Odasına kâtip olarak girdi. Bu görev sırasında dönemin önemli düşünür ve sanatçılarıyla tanıştı. 1865’te İttifak-ı Hamiyet adlı gizli derneğe katıldı. Tasvir-i Efkâr gazetesinde hükûmeti eleştiren yazılar yazdı. Ali Suavi’nin Yeni Osmanlılar adına çıkardığı Muhbir gazetesinde yazmaya başladı. 1868’de Hürriyet adında başka bir gazete çıkardı. Nuri, Reşat ve Ebüzziya Tevfik beylerle birlikte 1872’de İbret gazetesini kiraladı. Burada çıkan bir yazısı üzerine, dört ay süreyle kapatıldı. İstanbul’dan uzaklaştırılmak için Gelibolu mutasarrıflığına atandı. Orada yazmaya başladığı Vatan Yahut Silistre oyunu sahnelendiğinde olaylara neden oldu. Namık Kemal, birçok arkadaşıyla birlikte tutuklandı. Kalebentlikle Magosa’ya sürgüne gönderildi. 1876’da I. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a döndü. Şura-yı Devlet (Danıştay) üyesi oldu. Kanun-î Esasi’yi (Anayasa) hazırlayan kurulda görev aldı. II. Abdülhamid’in Meclis-i Mebusan’ı kapatması üzerine tutuklandı. Midilli Adası’na sürüldü. 1879’da Midilli mutasarrıfı oldu. Aynı görevle 1884’te Rodos, 1887’de Sakız Adası’na gönderildi. Ertesi yıl burada öldü ve Gelibolu, Bolayır’da gömüldü.

Tiyatro türüne özellikle önem veren Namık Kemal, altı oyun yazmıştır. Bir yurtseverlik ve kahramanlık oyunu olan Vatan Yahut Silistre yalnız ülke için değil, Avrupa’da da ilgi uyandırmış ve beş dile çevrilmiştir. Celaleddin Harzemşah, Namık Kemal’in en beğendiği yapıtı olarak bilinir. Bu eserde Namık Kemal, İslam birliği düşüncesini kapsamlı bir biçimde sergilemiştir. Namık Kemal’in ilk romanı olan İntibah, 1876’da yayımlanmıştır. Ruhsal çözümlemelerinin, bir olayı toplumsal ve bireysel yönleriyle görmeye çalışmasının yanı sıra, dış dünya betimlemeleriyle de İntibah Türk romanında bir başlangıç sayılabilir.

Eserleri: Vatan Yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Akif Bey, Celaleddin Harzemşah, Kara Belâ, İntibah, Cezmi, Tahrib-i Harâbât, Takip, Renan Müdafaanamesi, İrfan Paşa’ya Mektup, Mukaddeme-i Celal, Devr-i İstila, Barika-i Zafer, Evrak-ı Perişan, Kanije, Silistre Muhasarası, Osmanlı Tarihi, Büyük İslam Tarihi.

ŞAHISLAR

Akif Bey

Esat Bey

Şahin Bey Bahtiyar

Selim

Adil

Muharrem Rüstem

Süfyan

Halim Efendi Barba

Süleyman Kaptan Dilrüba

Kamer

Müşteri

Kemençeci

BİRİNCİ PERDE

Vaka, Çürüksu’da geçer… Bütün dekor ve kostümlerde bir Karadeniz ve Kafkas melezi hava ve ambiyansı… Deniz kenarında bir büyük evin sofası… Sağda selamlık, solda harem kapısı… Kafesli pencereler… Bunların bir tanesinden deniz görünür… Sedir, sedef kakmalı iskemleler v.s.

SAHNE I
Akif, Şahin, Rüstem

Şahin ile Rüstem dışarıdan yeni gelmişlerdir… İkisi de selamlık kapısı yakınında, ayakta… Akif, Sultan Aziz Devri deniz kumandanı üniformasıyla… Ceketini henüz giymemiştir… Başı açık, elinde bir kırmızı paket…

AKİF: (gevşek ve düşünceli) “Evet… Allah isterse… Ortalık kararınca fenerleri söndürüp engine açılıyorum…”

ŞAHİN: “Allah hayırlı etsin…”

AKİF: (dalgın) “Ne dedin Şahin Bey?”

ŞAHİN: “ ‘Allah hayırlı etsin.’ dedim.”

AKİF: (Birdenbire onları bırakarak harem kapısına yürür ve seslenir.) “Kamer!.. Kamer!.. Bir kırmızı paket vardı… Nerede bilmiyorum… Onu ara… Küçük çantaya koyun…”

KAMER: (Başında bir başörtüsü ile harem kapısında görünmüştür.) “Paket elinde beyefendi…”

(Akif şaşırır, Şahin ile Rüstem birbirlerine bakarak gülümserler.)

AKİF: (paketi Kamer’e verdikten sonra) “Vakit çok daraldı da… Hazırlığı da bitiremedik henüz…”

ŞAHİN: “Kim bilir ne kadar sevinirsin Akif Bey…”

AKİF: (anlamamış gibi hayretle) “Sevinir miyim? Niçin?”

ŞAHİN: (hayretle irkilerek) “Niçin mi? Geminle bu harbin en büyük seferine çıkıyorsun, en büyük bayrama gidiyorsun…”

AKİF: (yine dalgın) “Evet… Doğru… Sevinmez olur muyum?” (bir an sükût, kendisini toparlayarak) “Ne o, bana bir tuhaf bakıyorsun Şahin Bey… Telaşımı, dalgınlığımı ayıplıyor gibi bir hâlin var…”

ŞAHİN: (gülümseyerek) “Estağfurullah… Hele şu dediğine bak… Benim sana hürmetim vardır Akif Bey, bilirsin…”

AKİF: “Hürmetin varsa açık konuş Şahin Bey…”

ŞAHİN: “Bu doğru ya…” (birdenbire değişerek) “Bana bak Akif Bey… Ben özü sözü doğru bir adamım, kaba konuşurum… Kusurumu bağışlarsın…” (Rüstem’i göstererek) “Biz cahil adamlarız… Senin gibi mektep, medrese görmüş değiliz… Ne düşündüğümü bakışımdan anladın… Ne oluyorsun kardeş? Allah bilir, hâline bakan seni muhallebi çocuğu sanır… Ana kucağından ayrılıp yeni mi gurbete çıkarsın? Korkmazsın bilirim ya ölümden korkuyorsan ne diye asker oldun? Yediğin ekmeği kendine helal etmek istemez misin?” (eliyle uzakları göstererek) “Şuraları alan babalarımız seni böyle görseydi ne derlerdi?.. ‘Bizden değil bu canım.’ derlerdi… Kavga, onlar için düğün, bayramdı… Böyle günlerde onları evlerine zincirle bağlasalar kahrolurlardı canım… İnsan, devleti için birkaç ay evinden ayrılsa kıyamet mi kopar?”

AKİF: “Şahin Bey, sen âdeta insana hakaret ediyorsun… Kavgadan kim korkuyor? Öğünmek gibi olmasın ama ben de gerçekten o babaların kanındanım… Bugün için doğduğumu, bugün için asker olduğumu bilmez miyim? Hayatın gözümde bir paralık kıymeti olmadığını sen de bilirsin… Geçenki hücumda seninle beraber bulunmak benim vazifem mi idi?”

ŞAHİN: “Ona kimin ne dediği var? Şanlı bayrağımızı düşman tabyasına senin diktiğini gözümle görmedim mi?”

AKİF: “Öyledir de ne diye böyle konuşuyorsun? Ocağımdan ayrılırken biraz mahzun oluyorsam ne çıkar? Vatanımı ne kadar seviyorsam haremimi de ona yakın seviyorum, ayıp mı? Ondan kederli ayrılmam devletim için sevinçle ölmeme engel mi olur? Yani vatanını seven adamın başka hiçbir şeyi sevmemesi mi lazım gelir?”

ŞAHİN: (ellerini onun omuzlarına koyarak) “Ben seni senden daha iyi bilirim… Yani ne diye seni bu kadar severim ben? Kara gözlerin, fidan boyun için mi ha? Hadi uzun konuşma!.. Emanetleri teslim edeceğim diye beni çağırttın… Neyse getir onları…”

AKİF: “Getiriyorum Şahin Bey…” (çıkar)

SAHNE II
Şahin, Rüstem, sonra Akif

ŞAHİN: (arkasından acıyarak baktıktan sonra) “Yezit karı ne etti bu yiğide… Zavallı adam, bu kaltağı dul buldum da aldım sanıyor… Böyle melek sıfatında şeytan, Frengistan’da değil, cehennemde zor bulunur valIahi billahi! Bu yüz karası kaltak nereden bela oldu Çürüksu’nun başına?”

RÜSTEM: “Ne dersin, kısmet!..”

ŞAHİN: (taşarak, küfre başlar) “Hay öyle kısmetin…” (Birdenbire kendini toplar.) “Tövbe, tövbe ya Rabbi… İnsanı günaha sokacak…”

RÜSTEM: “Çürüksuluların vicdanı kaldırmaz böylelerini ama…”

ŞAHİN: “Çürüksu ne edebilir böyle ahlaksıza?”

RÜSTEM: (öfkeyle) “Ne edecek? Bir mazbata yaptığı gibi anladın mı? Efendim… Bağlardı tenekeyi kuyruğuna…”

ŞAHİN: (bir kol hareketiyle) “O senin dediğin memurlar için olur.”

RÜSTEM: “Biz onu aşırmanın başka yolunu da bulurduk… Bırak Şahin Bey… Bizde kan kalmamış…”

ŞAHİN: “O senin dediğin, başı açık fahişeler için… Bu kaltak, hani ne derler, karda yürüyüp izini belli etmeyen takımından. Biz zavallı Akif Bey’i, ‘Nasıl yedi yuttu bu karıyı?’ diye ayıplarız… Akif Bey Çürüksu’ya yerleşeli ne kadar zaman oldu?”

RÜSTEM: “Bir sene var galiba…”

ŞAHİN: “Onun da çoğu seferlerde geçti… Tut ki bir sene… Akif Bey bir senelik misafiri Çürüksu’nun…” (elini sallayarak) “Ya biz kaç yıllık yerlileriyiz? Biz nasıl yuttuk?”

RÜSTEM: “Babası iyi adamdı canım…”

ŞAHİN: (acı ve alaylı bir gülüşle) “Dilrüba’nın babası mı? Sen koyduğum yerde otlarsın Rüstem… O babanın ne mene bir baba olduğunu şimdi şimdi anlıyoruz… Onu kızım diye Çürüksu’ya getiren, bu konağı satın alıp yerleştiren Dağıstanlı ihtiyar halı tüccarını sen hâlâ onun babası mı sanırsın?”

RÜSTEM: (saf) “Vallah başka türlü söyleyenler de oldu ama ‘Ağzı karaların iftirasıdır belki… Günahına girmeyelim.’ dedik…”

ŞAHİN: “Dedim ya ‘Sen koyduğum yerde otlarsın.’ diye dadaş…”

RÜSTEM: (kızar gibi) “Ya sen nerede otlarsın Şahin Bey?”

ŞAHİN: (içini çekip tasdik ederek) “O da doğru ya… Bir İstanbullu mal müdürü vardı ya burada… İlk önce o söyledi… ‘Bu Dilrüba, soyu sopu belirsiz bir Gürcü kızıdır, Dağıstanlının kızı değil, kapatmasıdır… Herif memleketinde çoluk çocuğundan korkmuş, kızım diye buraya getirip yerleştirmiş.’ dedi…” (pencerenin inik perdesini göstererek acı bir hüzün ile) “Sokakta peçesinin arasından, pencerede bu perdenin arasından ara sıra gördüğüm bu melek için bu lakırtıyı duyunca herifi (Rüstem’i gırtlağından yakalayarak) ha böyle gırtlağından yakaladım… ‘Allah’tan korkmadan saçlı sakallı adamla parmak kadar kızın günahına girersin ha? Bir daha duyarsam ağzını kulaklarına kadar yırtarım!’ dedim.”

RÜSTEM: “Senin için ‘O kızı babasından isteyecekti ya sonradan da çok peşinden dolaştı.’ diye bir dedikodu çıkmıştı…”

ŞAHİN: (Dehşete gelerek ve harem kapısına bakarak Rüstem’i boğazından yakalayacakmış gibi korkunç bir hareket yapar.) “Hişşşşşştt… İstemem lakırtı… Senin de yırtarım ağzını… Ben köpek artığı yiyecek adam değilim…” (bir sükûttan sonra vect ile) “Akif Bey benim kardeşim, canım ciğerim…”

RÜSTEM: (gülerek) “Kızma Şahin Bey… El oğludur, söyler…”

ŞAHİN: (Saf bir hüzünle hikâyesine devam eder.) “Mal müdürüne öyle ettik ama Dağıstanlı kaybolup gider. Yerine Tiflis’ten bir adam gelir, o da gider. Dilrüba’nın dayı oğlu, süt kardeşi diye başka başka adamlar, sonra sıra sıra nikâhlar… Bundan ayrılır ötekine varır. Ee Allah’ın emriyle dedikten sonra elden ne gelir?”

 

RÜSTEM: “Sana daha bir şey desem kızmaz mısın Şahin Bey?”

ŞAHİN: “Doğru dersen neye kızacağım?”

RÜSTEM: “Sen Akif Bey’in yakınısın… Onunla silah arkadaşlığı etmiş adamsın, yani kulağını bükmeli değil miydin?”

ŞAHİN: (ateşli) “Çürüksu’da bulunaydım, namusum hakkı için yapardım o işi… Ben şehre dönünce iş işten geçmişti… Bize nikâh şerbetini içmek kaldı…”

RÜSTEM: “O gün de demeliydin…”

ŞAHİN: (mahzun bir itirafla) “Doğrusun dadaş… Boş bulunduk, yapamadık. Namussuzluk ettim… Ama başka bilenler de vardı canım… Bilmeyen yoktu bu kahpenin ne olduğunu…”

RÜSTEM: (filozofça) “Bilirler ama herkes bildiğini diyebilse…” (Elini sallar.)

ŞAHİN: “Bir eve girip eşyanın en kıymetlisini paralayan gelincik gibi devletin en gayretli, en namuslu zabitini pençesine düşürmüş, hakikati söylemek kimin ne haddine?.. Mübarek onun sözünü işitince alev kesiliyor…”

ŞAHİN: (birdenbire) “Geliyor…” (Susup toparlanırlar… Akif, elinde kırmızı mühürlü zarflarla girer.)

AKİF: “İşte emanetler… İkinizi birden çağırdım. Çünkü ben her gün serhatte, ateş karşısındayım…”

ŞAHİN: “Doğru. Bana bir şey olursa Rüstem kardeşimiz var…”

AKİF: “Dünyada ne kadar malım mülküm varsa hepsinin senetleri, hesapları şu zarfın içinde… Şu da babama bir mektup, işte üstü de yazılı… ‘İstanbul’da Eyüpsultan’da, iskele civarında tersane mütekaitlerinden velinimetim babam Süleyman Kaptan.’ âlemde her hâl bizim içindir. Kavgada dünya ile ahiretin arası bir süngü boyu yerdir… Tanrı nasip eder de şehit olursam yahut başka bir kazaya uğrarsam ki yine şehit sayılırım… Çünkü gazaya o niyetle gidiyorum, zarfların ikisini de babama gönderirsin… Ben mektubumda yazdım, sen de ayrıca yazarsın… Vatanım için öldüğüme iftihar etsin… Bu bir!.. Mektupları küçük kardeşime okusun da desin ki ‘Vatanıma, benim kadarcık olsun hizmet etmeden gelirse yanıma kabul etmem!..’ Bu iki… Babam ihtiyarlığına bakmasın, buraya kadar gelsin… Haremimi alsın… Her muamelesinde onu benim yerime koysun… Benim yadigârım bilsin… Ben ona gerçekten oğulluk ettim… Sonra ahirette hakkımı helal etmem… Mahşere kadar…”

ŞAHİN: (için için kaynayarak homurdanır) “Allah Allah…”

AKİF: (dikkat etmeyerek) “Babam imdat etmezse Dilrüba sefil olur… Sen hâlini bilmezsin. Benden sonra kimseye varmaz…”

ŞAHİN: (dayanamayarak) “Size mektepte keramet de mi öğretirler Allah’ını seversen?”

AKİF: “O ne demek, o?”

ŞAHİN: “Yani, Dilrüba Hanım’ın senden sonra kimseye varmayacağını nereden bilirsin? O kadar vefalı imiş de eski kocasının üstüne ne diye sana varmış?”

AKİF: “Biçareyi zorla evlendirmişler… Sen de buralı iken bilmez gibi söylersin… Ben onu razı edinceye kadar neler çektim… Bereket versin yüreğinde şefkat galip… Halime acıdı… Yoksa…” (birdenbire değişerek öfke ile) “Hem sana ne Şahin Bey?.. Dostluğun yalancı değilse vasiyetimi yerine getirirsin… O kadar!..”

ŞAHİN: “Vasiyetini yerine getiririm… Ucunda ölüm de olsa… Amma senin hâline şaşıyorum. Bir kadın Akif’i bu kadar kendine kul etsin…”

AKİF: “Bana bak Şahin Bey… Bir daha haremimin lakırtısını ağzına almayacaksın… Yoksa bozuşuruz. Bir daha kıyamette bile birbirimizin yüzüne bakamayız…”

ŞAHİN: “Peki, sustum… Sen üzülme, inşallah emanetlerini elimden kendin alırsın.. Amma senden evvel bana şehadet nasip olursa işin kıl kadar aksamaz merak etme… Rüstem var… O da bizim kardeşimizdir.”

AKİF: (Rüstem’in sırtına vurarak) “Sağ olsun!”

RÜSTEM: “Can kurban sana Akif Bey…”

ŞAHİN: “Bize Allah’a ısmarladık. Liman dairesinde bekleriz… Seni gemiye uğurlamak için…” (Akif’i selamlayarak çıkarlar.)

SAHNE III
Akif, Dilrüba

Akif arkadaşlarını selametledikten sonra bir yükten kurtulmuş gibi hemen harem kapısına doğru koşar.

AKİF: “Dilrüba… Dilrüba… Dilrüba…” (O, kapıya varmadan Dilrüba sahneye girer, karşılaşırlar.)

AKİF: “Dilrüba!..”

DİLRÜBA: “Efendim…”

AKİF: (onu bileklerinden yakalayıp göğsüne çekmek ister gibi hareketler yaparak) “İki gözüm, nerelerdesin?”

DİLRÜBA: (kapıyı göstererek kokot bir tavırla) “Buracıkta… Uzakta olabilir miyim sizden?”

AKİF: (onu ısırır gibi hırsla ve hazla öptükten sonra) “Ah, senin bu dillerin!..”

DİLRÜBA: “Aklım başımda değil… İki saattir eşyalarınızı toplayamıyorum.”

AKİF: “Neden?”

DİLRÜBA: “Ben sizin gibi erkek değilim de ondan… Yahut vefasız.”

AKİF: “Vefasız mı? O nasıl söz?”

DİLRÜBA: (kokot) “Erkek, vefasız, ikisi de bir.”

AKİF: “Öyle mi sanıyorsun?”

DİLRÜBA: (masum) “Sandığınıza, hurçlarınıza ne korsam sanki hayatımdan bir parça koyuyorum… Biz keşke iki fakir köylü olsaydık… Bugün kazandığımızı bugün yerdik… Görürdünüz size nasıl cariyelik ederdim ama… Sultanlar gibi mesut yaşardım…”

AKİF: “Hâlimizden şikâyet etmeyelim Dilrüba… Ben niçin devletime istediğim gibi hizmet etmeyeyim? Senin nurdan dökülmüş bu ellerin niçin çift sürsün, inek sağsın?.. Çok şükür sağız… Yine birbirimize kavuşacağız… Sevginin en büyük tadı böyle ayrılıklarda değil midir? Birbirimizden ayrı düştüğümüz zaman, nemiz kalır birbirimizi düşünmekten başka? Gelecek gamlar ve kederler, gemiye çarpan dalgalar gibi bir kere vücutlarımızı yerinden oynatırlar, sonra inen dalga gibi geçip giderler…” (sesi tıkanarak ve ıslık çalarak) “Ya hele o kavuşmadaki lezzeti düşün… Geçen ay vazife ile Trabzon’a gitmiştim ya… Dönüşte Çürüksu’nun dalgalarını uzaktan gördüğüm vakit, ayaklarımı buraya bastığım vakit, seni kollarımda tuttuğum vakit gönlümden neler geçtiğini bilemezsin… Allah en makbul kullarını sevindirmek için, arada sırada o geçici ayrılıkları gönderse yeter. Bugün gidiyorum… Aklım ileride, gönlüm arkada olacak… İki tarafta ayrı zevk… İki cennet arasında yaşayacağım Dilrüba…”

DİLRÜBA: “Böyle hayallerle nasıl gönlünüzü eğlendirebiliyorsunuz? Karşınızdaki enginler, fırtınalar, hiç mi hatırınıza gelmiyor?”

AKİF: “Engin mi? Fırtına mı? Ne yapar onlar insana? Denize binmemişsin, fırtınaya tutulmamışsın ki bilesin…” (âdeta dini bir vect ve huşu ile) “Deniz, bizim vatanımızdır; velinimetimizdir. Onun sayesinde gezeriz. Yeriz, yaşarız… Böyle bir havada seni yanıma alıp engine açılmayı nasıl isterdim… İki aşkımın ikisi de kucağımda…” (hikâyeye devamla) “Denizin ne zevkli şey olduğunu o zaman görürdük. Bir kere gemi mütevekkil bir gönül gibi korkmadan rüzgârın önüne düşsün… Feleğin her cilvesine kendisini hazırlamış bir mert insan gibi zevkle bir yanına yaslansın; sevmek için yaratılmış kalplere uğrayan aşklar gibi durup dinlenmeden dokunduğu yerleri yararak ilerlemeye başlasın; bir kere ufak ufak dalgalar ilk ağlamaya başlamış bir dertlinin kirpiklerine gelip de gideceği yolu bilemeyen gözyaşı gibi öteye beriye dolaşmaya başlasın; bir kere büyük yıldızların ışıkları türlü renkte kandillerle donanmış minarelerini suların içine salıversinler… Mehtabın aksi, Tanrı yolu gibi nurdan bir cadde meydana getirsin… Hüda bilir gökyüzünü yıldızlarıyla, samanyollarıyla ayağına inmiş yahut kendini…” (Dilrüba’yı okşayarak) “yol arkadaşınla beraber göklere çıkmış sanırsın. Engin, hayat gibidir, insan dünyada olduğu kadar, enginde de yalnız bir daire içinde gezinir. Ufuk ümidin aynıdır. Sen daima yaklaşıyorum sanırsın, o daima senin aldığın yol kadar ilerler… Niçin öyle hayran hayran bakıyorsun, sana anlayamayacağın şeyler mi söylüyorum ben?”

DİLRÜBA: (sahte bir masumiyetle) “Belki… Ben sizi sevmekten başka bir şey öğrenmemiş bir küçük kadınım…”

AKİF: “Dilrüba’m benim…”

DİLRÜBA: “Yalnız zihniniz daima güzel şeylerde… Hep sakin denizler, mehtaplı havalar düşünüyorsunuz. Fırtına niçin aklınıza gelmiyor?.. Ben gemici değilim ama buradan denizi seyrediyorum. Zaman oluyor ki şu ufacık dalgaların her biri bir dağ kesiliyor, kıyılara doğru çırpına çırpına gelirken o kadar korkunç oluyor ki bir atılışta memleketi batıracak sanıyorum!..”

AKİF: (onu bir çocuk gibi okşayarak; saçlarını, alnını sıvazlayarak; burnunu, çenesini sıkarak) “Küçük kadın bile değil, çocuk!.. Hiç insan birkaç bardak suyun çağıltısından korkar mı?” (bir çocuğa korkunç bir masal anlatarak onun heyecanıyla eğlenir gibi şefkatle) “Fırtına açık havada daha safalıdır Dilrüba… Şimdi ufuktan siyah bir buluttur kalkar. Umulmaz bir hızla ileriye doğru yürür. Gökler, dağlar inim inim inlemeye; geminin her makarası, her ipi yelkenlerin her dikişi bir başka havadan haykırmaya başlarlar. Deniz felekle yarışa kalkışır da şişer, şişer, her dalgası bir kara bulut şekline girer; her dalganın atılışından, çağıltısından bir başka hava çıkar; gökler gözünün önünden, yerler ayağının altından kaçar. Bir dakika yükselirsin yükselirsin, kollarını uzatsan eline bir yıldız değecek sanırsın, yine o dakikada alçalırsın alçalırsın; Tanrı’nın kudreti dört tarafından meydana çıkıyor sanırsın…”

DİLRÜBA: “Vücudumun her zerresi ayrı ayrı titriyor… Zevk bunun neresinde?”

AKİF: “Fırtına Tanrı’nın kudretini bir kere gösterir… İnsanınkini bin kere… Kendini, kendi cinsinden olanları düşün… Biz neyiz? İki arşın boyunda bir mahluk… Ne olduğu bilinmez bir akılla birkaç parça etten, birkaç damla kandan yapılmış bir gönül… Biz o akıl ile o gönül ile neler yapıyoruz bir düşün. Birkaç tahtayı bir yere toplamış, bir tekne şekline sokmuşuz, üzerine birkaç ağaç dikmişiz, kenarlarına birkaç arşın bez bağlamışız. Onunla, su gibi dünyanın dört yanını tutmuş, hava gibi onun her yanını sarmış iki korkunç kuvvetin el birliğine karşı koyuyoruz… Hava, ne kadar kuvveti varsa seferber ediyor. Önüne ne gelirse yutmaya hazırlanıyor. Biz yine o ağaç kırıklarıyla, o bez parçalarıyla karşısına dikiliyoruz, uğraşıyoruz… uğraşıyoruz. Rüzgâr yoruluyor, biz yorulmuyoruz. Bir fırtına daha esiyor, biz çarpışacak yeni düşmanları bekliyoruz.”

DİLRÜBA: “Korkunç şey!.. Çok korkunç!..”

AKİF: “Korkacaksın diye söylemedim. Geçen ay Trabzon’dan gelirken şiddetli bir fırtına geçirdik.”

DİLRÜBA: “Biliyorum. Serpintileri buraya kadar geldi.”

AKİF: “Serpinti başka, fırtına başka… Gece idi, ilk yola çıktığımız gece idi. Korkunç bir fırtına koptu. Deniz bir taraftan, bulut bir taraftan, gece bir taraftan üzerimize üç karanlık birden çöktü… Deniz yükseldi, yükseldi, göklere kavuştu. Bulut alçaldı, alçaldı, âdeta yeryüzü ile birleşti. Arada bir karanlık su mudur, hava mıdır, fark etmek için keramet ister. İnsan Varna’yı tutayım derken, mesela Hocabey’e düşecek. Sağa gitsek her taraf kıyı… Bilir misin gemicinin en büyük düşmanı topraktır. İsterse vatan toprağı olsun… Geri dönsen Allah esirgesin müttefik devletlerin kaptanlarına gülünç olacaksın… İleri gidecek hava değil, çaresiz gittim…”

DİLRÜBA: (hep kendi derdinde) “Beni düşünmedin…”

AKİF: “Düşünmedim mi? O öyle iki aşk ki…” (ümitsiz ve hayal dolu bir gülümseme ile) “İkisini de sana anlatmak kabil değil…” (Yavaş yavaş kendini toparlayarak devam eder.) “Koca gemi, kasırgada kâğıt parçası gibi ne şiddetle ne hızla uçup gidiyordu. Biz o hengâmedeyken üstümüzü nur gibi mehtap kaplamış… Gemimizin bir direği bulutu bir tarafından yırtmış gibi. Seni ilk gördüğüm zamanlarda geceleri bin türlü hayaller ve ümitler içinde bu evin etrafında dönüp dolaşırken, ara sıra bu pencerenin perdesini aralayarak bana güzel yüzünü gösterişin gibi onu hatırladım Dilrüba… İçim yandı, yandı…”

DİLRÜBA: “Nasıl? Ölümle uğraşırken mi?”

AKİF: “Söyleyemem Dilrüba… Onu sana anlatmak kabil değil!”

DİLRÜBA: (boynunu bükerek) “Hakkınız var… Anlayamayacağım…”

AKİF: “Bizim hâlimiz budur Dilrüba… Enginde deniz göklere çıkarken gemimize bir martı konar… Her şeyi unuturuz; sevdiklerimizden bir mektup gelmiş gibi etrafına koşuşuruz.”

DİLRÜBA: “Enginde fırtına olur; mehtap doğar, kuşlar gelir…” (derin derin göğüs geçirerek) “Evde ağlayanlar hatıra gelmez…” (Uzak bir vapur düdüğü… Akif ürpererek kulak kabartır.)

AKİF: (başka bir sesle) “Vakit geldi… Geçiyor hatta… Gitmeliyim ben… Arkamdan ağlamanı istemem… Büyütme bunları zihninde Dilrüba! Bir kere benimle beraber denize çıkman mümkün olsa; kocanın, havalar ve sular üzerinde nasıl bir saltanat sürdüğünü görsen…”

DİLRÜBA: “Yok yok… İstemem onu…”

AKİF: “Nasıl? Benimle beraber bulunmayı istemez misin?”

Olete lõpetanud tasuta lõigu lugemise. Kas soovite edasi lugeda?