Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Ali Akbaş Armağanı», lehekülg 3

Анонимный автор
Font:

AİLEMİZİN VELİSİ ABİM
Ziya AKBAŞ

Ailemiz, Kahramanmaraş ilinin Elbistan ilçesine bağlı Maraba köyündendir. 1960’lı yılların başında Ceyhan Nehrinin, Söğütlü Çayı ile birleştiği, ilçeye 3-4 km mesafede olan Su Çatındaki ovaya yerleşmişiz. O yıllarda kalabalık ailelerden olan AKBAŞ ailesi 13 kardeşten oluşmaktadır. Kardeşlerin en büyüğü Ali abim olup, ben ise 7. Sıradayımdır. Dünyaya gelişim, Harman zamanı harman yerinde olmuştur (Ağustos sonu Eylül başı). O zamanlarda alışagelmiş şekilde nüfusa doğru yazılmadığı aşikardır ki kimlikte Mayıs 1962 yazılıdır (doğum yılı da meçhul). Rahmetli Anam bir rençber gibi hayvanların bakımı, tarla işleri ile ilgilenirdi. Aynı zamanda sabah kalktığımızda çorbamız ve sıcak kömbemiz hazır olurdu, sanki hiç uyumazdı. İlçemizin Sık Memmet, Sefer ve Horey Hüseyin gibi mecnunlarının doyurulması ve temizliği de anama aitti. Rahmetli Babam ise tam da Abimin ‘Babam’ şiirinde tarif ettiği gibi bir rençberdi.

Babam
 
Bazı an öyle yaman
Dünya korkar sanırım
Biraz sabır ve iman
Ben babamı tanırım
              Harman yanarken gördüm
              Yağmur yağarken gördüm
              Güler ağlarken gördüm
              Ben babamı tanırım
                                   Babam en büyük çeri
                                   Ekmektir alın teri
                                   Uy babamın elleri
                                   Ben babamı tanırım
 
 
Evimizin direği
Ne büyüktür yüreği
O erkeğin erkeği
Ben babamı tanırım
              Büyüktür dağlar kadar
              Bulunmaz ona uyar
              Azıcık parası var
              Ben babamı tanırım
                                   O toprakla güreşir
                                   Öküzüyle dilleşir
                                   Dünyamız güzelleşir
                                   Ben babamı tanırım
 

Yine Ali Abimin Söğüt ve Serçe yazısındaki serçeler gibi her birimiz korunaklı bulduğumuz ve rızkımızın tayin olduğu barınaklara uçtuk.

Abim ailenin okuyan ve en büyüğü olması hasebiyle bizim, akrabalarımızın, komşularımızın VELİSİ idi. Kitap sevgisi, okuma alışkanlıkları abimin getirdiği kitaplar sayesinde başladı. Okuma alışkanlığı o kadar içimize işlemişti ki, kitabı bitirmeden uyuyamıyordum. Şartların zor olduğu o yıllardan unutamadığım bir hatıradır ki; Rahmetli Anam gecenin bir yarısı kitap okurken (gaz lambasının gazı boş yere gitmesin diye) geldi ve ‘Oğlum, gündüze kıran mı girdi?’ dedi. Ardından, ışık anahtar deliğinden ve kapının eşiğinden görünmesin diye, elime gelen bez parçalarıyla kapatır ve okumaya devam ederdim.

80’li yıllarda sokaktaki siyaset okullara kadar girmişti. Abilerimizin siyasi görüşlerinin faturası aileye ve yakınlarımıza kesiliyordu. O zamanlarda maalesef okulu bırakmak zorunda olan kardeşlerimiz oldu fakat benim lise eğitimim bir türlü bitti. Üniversiteyi kazanamamıştım, Ankara’ya Velim olan abimin ve yengemin kanatlarının altına girerek sınava hazırlandım, çok şükür başarılı olmama vesile oldular. Erciyes Üniversitesini kazanmıştım, abim Kayseri de arkadaşı olan rahmetli Şükrü Karaca’nın himayesine gönderdi ve okula başladım.

Hayat yeni başlamıştı, okul, askerlik bitmişti, iş yoktu. Ankara’nın Emek semtinde bulunan 2 göz odalı evinde, Öğretmen maaşıyla ailesine bakan Ali abimin yanına sığınmıştım. Yengem, bir yuva kurmam gerektiğini düşünerek (benden kurtulmak için) yeğeni olan eşim Nurcan ile tanışmama vesile oldu. Eşim ise kısmetiyle geldi ve kurumsal bir şirkette muhasebeci olarak iş hayatına başlamış oldum. Ali abim, oğullarım; Tarık Turan’ın, Taha Tuğrul’un ve Ahmet Alp’in isimlerini koyarak bizlere olduğu gibi yeğenlerine de ömürlerinin başında veliliğini yapmıştır.

Velilik vasfını yüklediğimiz abim, memleketimizin Ankara’daki kapısıdır ki; hastası olan, okullusu olan, yolcusu olan herkesin sıcak bir çorba ve yatak veren konumunun yanında neticede beş çocuklu bir aile babalığı vardır. Dünya malına karşı son derecede kayıtsızdır, parasının hesabını kitabını bilmez, kendisine ihtiyacını bildiren hiç kimse eli boş dönmemiştir. Abimin en büyük dayanağı olarak gördüğümüz yengemin şehirli bir esnaf kızı olmasının artısı, abimi ve evin bütçesini çekip çevirir, denkleştirmesidir.

Abim şiire, edebiyata, sanata dolayısıyla mesleğine aşıktır. İnsan yetiştirmek, gençlerin ruhuna dokunmak, onları geleceğe hazırlamak başlıca çabasıdır. Mesleğinin kutsiyetine evlatları da inanmış olmalı ki; Taşer ve Selcen üniversite de akademisyen, Elif ve Selçuk ise öğretmendir. Aralarından sadece Emre mühendisliği seçmiştir ki o da sazı ile abimin ozanlık geleneğini devam ettirmektedir.

Abim, Ülkenin çeşitli illerinde ve ilçelerinde öğretme mesleğini ifa etti. 65’inde üniversiteden emekli olunca bir ara boşluğa düşer gibi oldu fakat sonrasında Avrasya Yazarlar Birliğini kurdular. Bu süreçte derginin sermayesine katkı sağlamak için kullandığı sigarayı terk etmesine vesile olmuştur. Sayıları aylık çıkan, Kardeş Kalemler Avrasya Edebiyat Dergisi ile abim 10-15 yaş birden gençleşti. Dernek ve dergi vasıtası ile Türk İslam Dünyasına hitap eder oldu.

Avrasya yazarlar birliği bünyesinde oluşturdukları şiir ve yazar atölyesi vasıtasıyla yüzlerce gencimizin kültür ve sanat vadisinde kanatlanıp yetişmesini sağladılar.

İnsani ilişkilerde hep vermeyi ve tevazuyu âdet edinen abim, özellikle şiir ve sanat konusunda asla taviz vermez, kendisine gelenlerin içinden bir kabiliyet gördüğü anda onu asla bırakmaz ama bazılarının geçici heveslerini sezdiği anda da “sen bu şiir sevdasından vazgeçsen iyi olur” diye kestirip atmaktan da çekinmez.

Ali abimin gençlik yıllarında şiirlerine konu olan hayallerle süslediği Türk Dünyasını, Demir Perdenin yıkılışından sonra adım adım gezmiş, gönül coğrafyamızdan yüzlerce kültür sanat adamıyla kopmaz dostluklar kurmuştur.

Gün gelmiş Bosna’nın bahtsız yetimlerine ağıt yakmış, gün gelmiş Hazreti Türkistan (Ahmet Yesevi)’nin eşiğine yüz sürmüş Orta Asya Türklerinin yiğit liderine destanlar yazmıştır. Ülkemizin tarihine geçen 15 Temmuz Destanı olarak adlandırdığımız, atlatılan badirede de kendisiyle birlikteydik;

15 Temmuz gecesi biraderimizin evinde idik. Ahlaksız kalkışmayı öğrendiğimizde birçok gazi ve şehit gibi biz de genel kurmayın önüne gitmeye karar verdik. Abdestlerimizi tazeledik yola çıkacağız, abim” kardeş kravatlarımızı takalım dedi” niçin diye sorduğumda, “başımıza bir hal gelir ise çapulcular sokağa çıkmış demesinler” dedi. Orada abimi gençlik yıllarına götüren bir hatıra yaşadık: 10 kadar delikanlı slogan atarak giderken hainlerin helikopterden üzerimize ateşine maruz kaldık, gençlerden birkaç tanesi biraz tereddüt etti. Delikanlılardan biri ‘ölümden korkuyordunuz niçin yola çıktınız’ dediğinde, gençler önlerinden geçen yaralıları görmeden memleket savunmasına biraz daha güçlenerek devam ettiler. Abimin güzel bir sözü vardır ki” biz öğretmenler, öğrencilerimizin yaşındayız” Abim, o an gençlere öyle hayranlıkla bir bakışı vardı ki, kendisinin gençlik yılları gözümün önüne gelmişti.

Elhamdülillah o geceden hem Ülkemiz hem de biz sağlıkla çıktık. O geceye dair abimin dergide yayınlanan yazısını paylaşmak isterim;

15 Temmuz!

Bu kâbus gecesi tarihimizde bir dönüm noktasıdır. O gece koynunda yılan yakalayan bu millet bir varlık yokluk mücadelesi verdi ve yüzünün akıyla çıktı bu mücadeleden. Kendisine tuzak kuranların tuzağını başlarına geçirdi.

İhanetin en tehlikesi maskeli olanıdır. Hak suretine bürünerek gelendir. İşte yine öyle oldu, din maskesine bürünerek geldi ihanet. Lavrens gibi evliya menkıbelerini ve peygamber kısalarını ezberden okuyan bir hoca suretinde geldi. Mazlumların sığınağı bir hami suretinde geldi. Çünkü o kitleler, laikliği dinsizlik şeklinde uygulayan, aynı üst aklın piyonları tarafından öylesine bunalmışlardı ki, aldanmaya can atıyolardı. Deccal’ı Mehdi sandılar ve kolayca aldandılar. Salya sümük ağlayarak vaazlar veren bu münafık; bülbül gibi ötüyor, karga gibi nane yiyodu.

“Hubbül vatan minel iman” diyor ecdadımız. Yani “Vatan sevgisi imandandır”diyor. Eğer başarılı olsalar şehit kanıyla sulanmış bu ata toprağını beş paraya satacaklardı bu hainler. İman bunların neresinde!…

Ama artık yol bitti çırılçıplak yakalndı kalpazanlar. Hem de kendisini aydın sanan sanatçı müsveddelerinin ve zibidi sosyetenin adam yerine koymadığı geniş halk kitleleri tarafından der dest edildiler. Kıskıvrak yakalandılar. “Hain havflı olur “ derler Bunlar da ihanetin verdiği tereddüt, bir eziklik içinde korkaktılar. Murdarv et yiyormuş gibiydiler. Karşılarında iman ehli delikanlıkları, anaları, bacıları görünce dizlerinin bağı çözüldü, birer birer teslim oldular.

“Asım’ın nesli diyordum ya nesilmiş gerçek.

İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek!” derken Büyük Akif, milletininseciyesini tanıyormuş meğer. “At binicisine göre şahlanır” derler. Bu millet de eğer yöneticileri yiğitse, önderini bulmuşsa hiçbir engel dinlemez. Destanlar yaratır.

Nitekim Cumhurbaşkanımızın davetiyle, caddeleri, sokakları, meydanları dolduran bu millet, kendini paletlerin altına atarak, tankları egzozuna gömlek tıkayarak ihanete geçit vermedi, Kabe’yi yıkmaya gelen Ebrehe’nin fillerine benziyordu tanklar: daha bıyığı terlememiş delikanlılarsa, akın akın uçan ebabiller gibiydi. Rabbimin inayetiyle ebabiller filleri yendiler.

Fakat o gece Başbakanımız Binali Yıldırım’ın torununun, bir çocuk safiyetiyle sorduğu soru ne kadar manidar:

– Dede, bu askerler bizim askerlerimiz değil mi, niye bizi vuruyorlar? Deyince gözyaşlarını tutamamış, ne cevap vereceğini bilememiş Binali Bey. Bu milli eğitim sefaleti böyle devam ettikçe, sorularıyla daha çok bunaltacak torunlarımız bizleri. Bir milletin gençliği her devirde böye kıblesi belli olmayan ajanlara emanet edilirse milletine ihanet eden daha çok ‘mankurtlar’ yetişecek; milleti kurtarmak da hep bizim gibi “karnını kaşıyanlara” kalacak.

Ogeceyi ve yaşananları Kardeş Kalemler dergisi olarak biz de sayfalarımıza taşıyalım, kendi kalemimizle yaşananlara, yaşadıklarımızla şahitlik edelim istedik. Arkadaşımız Ahmet Aslan, o alçak darbe girişiminde oğlu ile birlikte Genel Kurmay önündeydi ve yaralandı. Aldığı iki kurşun hayla vücudunda iken o karanlık geceyi anlattı. Yine dostumuz ProfDR Salih Yılmaz, Külliye nöbetçilerindendi. Gün ağırana kadar Beştepe’de Cumhurbaşkanlığı önünde yaşadıklarını yazdı. Osman Çevikso, komşusu olan bir şehit babasının dilinden anlattı yaşananları. Bünyamin Zile, Kazan’ı yazdı. Ve diğer arkadaşlarımız da kendi şahitliklerini yaptılar.

Ben de o gece kardeşim Ziya, oğlum Emre ve gelinim Havva ile Genel Kurmay önündeydim. Gördüklerimi yaşadıklarımı ne şiire sığdırabiliyorum ne yazıya. Belki gelecekte, yüreğim soğudukça ben de yazar sizlere arz ederim.

Şehitlerimize Yüce Yaratandan rahmet diliyoruz. Ya Rabbi onları Bedr’in Aslanlarının safına kat,cennetinle müfakatlandır! Gazilerimize medyunu şükranız; bu büyük davranışınızın ecrini ancak ebedi alemde alacaklarınız karşılayabilir, bizler sizin için ne yapsak az!

Allah, milletimize böyle bir kabusu bir daha yaşatmasın! Amin.

O, bizim sadece abimiz değil, yeri gelmiş öğretmenimiz olmuş, yeri gelmiş babalık etmiştir.

Fikri şahsiyetimizin oluşmasında rehberimiz olan sevgili abim, bizler kardeşiniz olarak iftihar ediyoruz. İnsan Velimize, Abimize sağlık, mutluluk ve hayırlı ömürler diliyorum.


ALİ AKBAŞ AĞABEYİME
Efendi BARUTÇU

Biz Ali Ağabeyimle “gönül dostu”, “yol kardeşiyiz”. O bana hep gönlünün derinliklerinden gelen bir sesleniş ile “Efendim” der. Bizim oralarda bu tabir bir sahiplenmenin, bağrına basmanın, muhatabını kendinden saymanın ifadesi kabul edilir. (Cihanım, Kürşatım, Oğuzum, Meleğim, Gülşahım gibi).

Menzilimiz sırât-ı müstakîm üzere halka hizmeti Hakk’a hizmet telakki eden bir anlayışla “huzurlarla örülmüş, sevgilerle donatılmış bir Türkiye idi…”

Ali Ağabey dost insandır. Tarihe dost, tabiata dost, ovalara, ırmaklara, göllere dost, fikre dost, sanata dost, Halik’ın hatırına bütün bir mahlûkata dost. Nebâte, kuşa dost, öyle ki şiirlerden sofra kurar kuşlara. Özelliklede Türk’e dost Türkülere dosttur. Türk Milliyetçiliğinin büyük mürşitlerinden merhum Nevzat Köseoğlu’nun ”mahşer gününde birbirimizi Türkülerimiz ile tanıyacağız” dediği gibi bu fani dünyada hiçbir şeye metelik vermeyen Ali ağabey de bir türkü dinleyebilmek için Huma Kuşunun büyük sanatkârına: “Kerem et Mükerrem bir Türkü söyle” diye seslenir.

Ali ağabey ölümsüz mısralarıyla Aral’dan, Tuna’ya; Kaşgar’dan Endülüs’e; Kerkük’ten Hakasya’ya hüzün yüklü bulutların altında kanatlanır durur. Vatan toprağının “Ağ Kartalın onulmaz yarasına merhem olması gibi” Ali ağabeyde gönül yaralarımıza ata topraklarından şifalar aramaktadır. “Melâli bilmeyen nesle âşina değiliz” diyen bir büyük sanatkâr. Sanki Ali ağabeyi tarif etmektedir.

Daha gencecik bir üniversite öğrencisi iken Kaf dağının arkasından çıkıp gelmesini beklediği büyük kahramanına:

 
“Sende bütün umutlar
Göğe yükselsin tuğun
Haykırıyor bozkurtlar
Selam sana Başbuğum
 
 
Türklük bir yiğit arar
Tanrı dağları kadar
Canlansın hatıralar
Selam sana Başbuğum
 
 
Semerkantlar Kerkükler
Yaslı yaralı Türkler
Artık Alparslan kükrer
Selam sana Başbuğum
 
 
Altaylar’dan Tuna’ya
Yeniden bütün dünya
Görsün korkulu rüya
Selam sana başbuğum
 
 
Tanrım güç versin sana
Acısın Türkistan’a
Selâm selâm Turan’a
Selâm sana başbuğum
 

Mısralarıyla seslenirken de Türklüğün kara talihinin yeniden Ak şafaklara dönüşeceği “Tanrı Dağları’nın gözyaşlar” nın dineceği günlerin hasretini duymaktaydı.

Ali Ağabeyin 14. kardeşiyim. Bizimkisi yol kardeşliği, bu çoğu zaman bel kardeşliğinden de ileri bir kardeşlik.

Kendisine –aşağıda sizlerle paylaşacağım- mahbes yıllarında, otuz dokuz yıl önce yazdığım ve tanışıklığımızın da kısa hikayesi’nin yer aldığı mektubumu ve cevabî mektubunu okursanız bize hak vereceksiniz., 1970’li yıllarda Türkiye büyük buhranlarla çalkalanırken Ali Ağabey ve çağdaşı Türk münevverleri milletimizin ve insanlığın geleceği adına arayışlar içerisinde olan Türk gençlerine rehberlik etmeye çalışıyorlardı. Öyle bir rehberlik ki; Sultanü’ş Şuara’nın (Şairler Sultanı) dediği gibi “Kalemlerine mürekkep yerine ciğerlerinden kan çekerek” Milletimizin iman ve ruh köküne bağlı Milli İslami ve insani değerlerle mücehhez bir nesil yetiştirmek için adeta çırpınıyorlardı.

Ne yazık ki Ali ağabeylerin gözlerinden dahi sakındıkları genç nesiller, yazarına “gençliğim eyvah…” diye feryat ettirecek bir kanlı oyunun içine çekildiler. Onlar artık bir savaş ortamının çocuklarıydı.

Okullar, üniversiteler, mahalleler, şehirler “kurtarılmış bölgeler” ilan ediliyor bu dayatmalara karşı çıkanlara hayat hakkı tanınmıyordu.

Bir tarafta “dünya emekçilerinin dayanışması” adına Sovyet ve Çin rejimine özlem duyanlar, Vietnam’a, Ho Chi Minh’e ağıt yakanlar bir tarafta da “her şey Türk için Türk’e göre Türk tarafından” uranıyla kalkınmış bir Türkiye özlemi duyanlar… “Yaşasın Dünya Türklüğünün Bağımsızlık Mücadelesi” haykırışlarıyla esir Türk illerine selam gönderenler .

Toplum öyle bir cinnet hali yaşıyordu ki ölmek kadar öldürmek de çok kolaydı. Ölümle hayat iç içe geçmişti. Değerler ölmek ve öldürmek üzerine anlam kazanıyordu. Gençler katilin de maktulün de birbirini tanımadığı kanlı bir girdaba sürükleniyordu.

Orhan Seyfi ŞİRİN:

 
“Tepelerden kanlı aylar doğardı
Dev ömürler bir namluya sığardı
Saçlarımız bir gecede ağardı
Sizler o günleri bilemezsiniz”
 

mısralarında bu karanlık günleri dile getir mekteydi.

Ali Ağabeyler gözlerinden bile sakındıkları gençlerin yabancı ideoloji ajanlarının oyunlarına, darbeci heveslere, siyasi ihtiraslara kurban edilmelerine razı olamıyorlardı. Kendi dünyalarında sevgiden başkasına yer vermeyen Ali Ağabeyler cemiyetin yaşadığı bu buhran çağında fırtınalı denizlerde sığınılacak liman arayan gençlere yüreklerini açıp onlara

Hacı Bektaş-ı Veli’nin diliyle seslendiler:

 
“Gönlünüzü kavî tutun,
Hakk’a sarılın,
Diyar-ı Rum boş sanırsız,
Aldanırsız!
Daha bozkır;
Dağları emzirmededir.
Hele dağlar tavlanadursun,
Dağlar, el ele verip halaya dursun,
Gör ne oyun oynarlar,
O hem tabut, hem ana!…”
 

Ali Ağabeyin dağa taşa uçan kuşa ağıtlar yakması, çocuk yaşta öksüz kalmasının yanı sıra biraz da gözlerinin önünden kaybolup giden bu dağ gibi delikanlıların hazin sonuna hayıflandığındandır. Zira bu kanlı oyuna yakın akrabalarından ve öğrencilerinden de kurbanlar vermiştir.

Kimdi bu gençler?:

Bu gençler; “Şövalyelik, yiğitlik, mertlik, delikanlılık, feragat ve diğerkâmlık; her ne kadar eski zamanlara dair kıymet hükümleri gibi görünseler de insan ruhunun özlediği ezeli ve ebedi karakter güzelliklerini arayış gayreti içindeydiler.”

Müslümanlığı seçen ilk Türk toplulukları içinde yiğitlik ve bilgeliği şahsında birleştiren ‘alperen’, ‘gazi, derviş’, karakterine sahip olmaktı çabaları.

Bu delikanlılar ‘gençlik’ hallerinden ancak pirifâniye yaraşan feragat ve istiğna hissiyle vazgeçmiş, taşıyabileceklerini bir an bile düşünmeksizin ellerini değil yüreklerini taşın altına koymuşlardı. Çoğu o yükün altında ezildi, çoğu mecruh, çoğu mahpus kaldı ama hiç mahkûm olmadılar… Öğretilmemiş , tevârüs edilmiş bir asaletin emriyle gâhi kızılcık, gâhi keder, gâhi sabır, gâhi ecel şerbeti içtiler ve bir dem olsun kan tükürmediler. Din-i devlet mülk-i millet uğruna canlarını bile vermekte tereddüt etmediler.

“Galiba hilkat onların kumaşını bayrakların kumaşı ile birlikte dokumuş, hamurlarını Allah’a adanan kınalı kurbanlık koçların mayası ile yoğurmuş, sütlerini haysiyet ve feragatin imbiğinden geçirmişti; onun için ‘maznun’ iken de ‘mahpus’ iken de, ‘mağdur’ iken de hep güzel kaldılar.”

“Hüznü ve ızdırabı buruk bir tebessümle yıllarca aydınlık nâsiyelerinde gezdiren” bu nesil, bir milletin belki birkaç asırda bir kere nadir ele geçirebildiği bir enerji köpüklenmesiydi. Çoğu taşralı, kasaba ve köylerden gelmişlerdi. Fikri donanımları, görgü ve bilgileri, hayat tecrübeleri belki eksikti ama istikametlerinin, kıblelerinin doğruluğundan asla şüphe edilmemelidir.

“Yaşıtlarının aksine, ‘oyuna ve oynaşa’ ayıracak zamanları hiç olmadı. Delikanlılığın yaşlanınca gülümsenerek hatırlanan yaramazlıklarından bile uzak kaldılar. Milletlerinin saadetlerini, devletlerinin yücelmesini, bayraklarının dünya durdukça nazlı nazlı dalgalanmasını hayatlarının gayesi saydılar.”

Devrin iktidarları ve özellikle 12 Eylül’ün cellatları; bütün öfke ve düşmanlıkla üzerlerine çullanıp her türlü zulmü reva gördüler.

Kader onların bir kısmını kırılan taze fidanlar gibi kara toprağa düşürdü, bir kısmını da en verimli çağlarında tutsak etti.

Bazıları da 12 Eylül’ün cellatlarından yakayı kurtarabilmek için, yabancı diyarlara göç etmek zorunda kaldılar ve uzun yıllar vatana hasret yaşadılar.

Hapishane kapılarında ihtiyarlayan ana babalarının cenazelerinde bulunamadılar, gelin olan kardeşlerinin kırmızı kuşaklarını bağlayamadılar. Çoğunun sevdaları yarım kaldı. Ancak duruşma salonlarında uzaktan bakışarak veya gül yaprağı koyup süsledikleri birkaç cümlelik mektuplarla hasret giderebildiler. Dışarıda onları bekleyenlerin bir kısmı beklemekten yoruldu, kendilerine yeni hayatlar kurdular. Bir kısmı da ‘beni beklemesin, buradan çıkışım yok.’ diye haber göndererek bağırlarına taş basıp yollarını ayırdılar.

** Ali Akbaş Ağabey’e…

17.02.1983 Bartın

Aziz Ağabeyim,

Kaç defadır ki kalemi alıyor ve bırakıyorum, öyle ya görüşmeyeli seneler oldu. Anlatacak, yazacak o kadar çok şey, dile getirilecek o kadar çok konu ve hasret var ki; hangisini yazmalı, hangisini anlatmalı… Hele de 1980’de bize şeref veren, layık olamadığımız alaka ve ağabeyliğinizin bir ifadesi ile bize ithaf ettiğiniz o muhteşem şiirinizden sonra bir teşekkür mektubu dahi yazamamanın mahcubiyetini taşıdım durdum. Sadece “Teşekkür ederim,” ifadesi çok yavan kalacaktı. Ne kadar gönlümün ta derinliğinden kopup gelse de memnuniyetimi ifadeye hiçbir zaman kâfi gelmeyecekti. Ama bunca zaman sonra da yine ancak “Teşekkür ederim,” diyebileceğim. Başkasını daha fazlasını şair gönlünüzün ifadesi o büyüleyici güzellikteki mısralarınıza karşılık gelecek bir mektubu yazamamamın mahcubiyeti ile kıvranıp durdum işte.

Evet ağabey, yıllar yılı bitmeyen ve daha da bitmeyecek olan hasreti ifade ne mümkün? Bazı şeyler ancak anlatılmaz, yaşanır. Yahut da gönüldeki acıları, hasretleri, sevinçleri, hüzünleri, hayalleri ifade edebilmek için bir “Ali Akbaş” Ağabey olmalı ki şairlik de Allah vergisi. Nasiplenene ne mutlu… Yine de yazamayacaktım ama Doğuş’un son sayısında “Masal Çağı”nın basıldığını görünce sevincim sonsuz oldu. Âcizane tebriklerimi ve fikir dünyamıza armağan edeceğiniz yeni eserlerinizi, “İman Çağı” nı ve diğerlerini hasretle beklediğimizi de belirtmek istedim. Aslında “Divan” da sonra “Doğuş” un sahifelerinde zaman zaman hasret gidermiyor da değiliz.

Mısralarınızı okurken eski günlere dalıp gidiyorum. Elbistan’a, Afşin’e… İlk defa Afşin’de tanışmıştık, hatırlarsınız herhâlde. Bir şiir-folklor şölenine davetli idiniz. Üzerimdeki ağabey haklarını daima hayır ile yâd ettiğim Hamza Ağabeyimle daha önceden olan tanışıklığım ve onun bize olan şefkat ve samimiyetinden aldığım cesaretle size yaklaşmış ve sormuştum. Sonra Elbistan, doyumsuz sohbetleriniz… Söğütlü çayının kenarında samimi bir hava içerisinde geçen bir pazar… Bilmiyorum şimdi “piknik” dedikleri, “sağlıklı yaşam” için düzenledikleri. Suni gezilerde o samimiyeti, o lezzeti bulabilmek mümkün mü? Gelecekten ümitli, heyecanlı gençliğimiz sizin samimi, fedakâr, olgun tavırlarınızla bir başka mana kazanıyordu. Akşamları evinize kadar yürüyüşler, saygıdeğer teyzemizin hangi saatte gidersek gidelim bir ana şefkati ile hazırladığı sofra, sıcacık süt…

Bozkırlı Ozan duruşuyla kopuzu seslendirmeye çalışmanız… Hepsi hepsi hafızamda bütün tazeliğiyle yaşıyor. Sonra ayrılık işte… Biz içeride… Siz dışarıda… Anlıyor ve inanıyorum ki sizlerin çektikleriniz bizimki ile kıyas kabul etmeyecek kadar büyük, muhteşem, mukaddes… Boşuna mı diyor şair;

 
“…Gördüm ki ateşte, cımbızda yokmuş.
Fikir çilesinden büyük işkence…”
 

Duyan, düşünen, hisseden insanın ruhunda kopan fırtınaları hissetmemek mümkün mü ağabey?


Can Ağabey,

Bu tabirimi hoş görünüz. Gönlümden öyle geldi. Allah rızası için seven insanlar birbirlerine gönüllerinden geldiğince hitap etmeli değil mi?

“Doğuş” çok güzel ağabey, çok güzel… Emeği geçenlerden, sizlerden, Alper Bey’den Allah razı olsun.

İnanır mısınız Doğuş’u burada herkes yıllardır beklenen bir sevgiliye duyulan hasretle bekliyor. Tel örgülerin arkasından yıllardır görmediğiniz bir sevdiğinizin zor seçilen simasını gördüğünüz anda içinizi kaplayan bir sevinç olur, bilir misiniz? Nefesiniz tıkanır, konuşamazsınız. Sanki konuşursanız bitmesini istemediğiniz zaman bitecek, gelmesini istemediğiniz an gelecektir.

Bu bir dosttur, ağabeydir, arkadaştır. Sohbetine hasret kaldığınız hocanızdır, öğretmeninizdir. Bir simidi paylaştığımız, sevinç ve gözyaşlarını paylaştığımız can arkadaşınızdır veya diyelim ki yıllar önce gencecik körpe bir dimağ iken tanıştığınız gönlünüzdeki aşkı, imanı, heyecanı yüreğine sabırla işlediğiniz hayallerinizin bir Alperenidir. Ve hakikaten emeklerinizi ve ümitlerinizi boşa çıkarmamıştır. Veya gözü yaşlı anadır, sabır ve tevekkül abidesi babadır. İşte bunlara kavuşur gibiyiz “Doğuş”a kavuştukça…

Dışarıdayken kitapçı vitrinlerinde, bayilerde sergilenen rengârenk dergiler, gazeteler arasında mazrufuda zarfı da güzel ve bizi anlatan, iyiyi, doğruyu, güzeli, anlatan, her şeyi ile bizden olan, temsil ettiği fikrin ihtişamına layık bir estetiğe de sahip -bizim olan- dergilerimizi arar, hayal ederdik. O hayallerin bugün hakikat olması daha nice ümitlerin yeşereceğinin de kutlu müjdeleri olması bakımından bir başka hayırlı işarettir.

Şekildeki güzelliğini ifadeden şahsen aciz olduğum gibi muhtevası hakkında fikir beyan etmek de çapımızın üstündeki bir mesele. Mazinin derinliklerinden beslenen asırlık çınarlar misali Türk tefekkürünün heybetli fikir adamları ile asırlık çınar olmaya namzet fidanların Doğuş’un sanat-edebiyat iman vadisi diyebileceğimiz sahifelerinde yan yana gelmesi her dem yeniden doğuşumuzun güzel bir örneğini teşkil etmektedir. İnanıyor ve temenni ediyorum ki “Doğuş” yeni kutlu doğuşların müjdesi olsun.

Aziz ağabeyim, Son iki aydır dönüp dönüp Doğuş’un arka sayfasındaki şiirinizi okuyorum. Yüreğimizi sıcacık duygularla birlikte hüzün kuşatıyor.

 
“Şarıl şarıl çimdiğim çay
Çiğdem topladığım tarla
Artık rüyama girmeyin,
Etmeyin, etmeyin böyle.”
 

Mısraları, her şeyi birbirinden güzel gördüğümüz yıllara götürüyor bizi. Bizim çocukluğumuz öyleydi işte. Ne konuşan bebekler, ne oyuncak trenler, ne çarpışan otolar, ne lunaparklar… Hiçbiri yoktu. Ama daha güzelleri vardı. Sunilikten uzak tabii. Oyuncaklarımız çamurdandı. Kendimiz yapardık. Sapan lastiğimizin çatalını kemik saplı çakımızla kendimiz yontar, yaylalarda ardıç ağaçlarından yapılmış tahterevallide kanatlanırdık. Oyukların içinden cardınları tutar, sonra karpuz kabuğunu iple bağlardık. Onlar bizim arabalarımızdı. Yaz gecelerinin “millehara”ları kızgın taşları Ay dedemin tebessümle seyrettiği oyunlarımızdı.

O zaman yeşil çayırlarda körpe yayarken oynadığımız oyunlar ise bir başka güzellikteydi. Topladığımız çiğdemlerden taçlar örerdik. Nevruzların güzelliğini şimdi hangi ruhta bulmak mümkün? O menekşe ve mavi sümbülleri ise ilk fırsatta öğretmenimize sunacağımız için heyecanlanırdık. Her şey tabii idi. Samimi idi. Topraktan gelmişti. Safiyane idi.

 
“Beni unutmayın sakın
Seven demez uzak yakın
Yitirdim köyün yolunu
Yamaçlara ateş yakın.”
 

Artık o bir kaptan yemek yemenin doyumsuz lezzetini, baba ocağının sıcaklığını hiçbir şeyde bulabilmek mümkün değil. Artık taş duvarların gerisinde bizi kaloriferler değil, sadece dostların sıcak alakası kutlu çerağı taşıyan “Doğuş”ların kıvılcımlarını gönülden gönülde taşıyan sıcaklığı ile ısınıyorum.

Doğuşlar: Bir gün döneceğimiz köyümüzü bulabilmemiz için yamaçlara yakılan ateştir bizim için. Doğru ağabey,

 
“Hiç sormayın nerde kaldım,
Her yıl bir diyarda kaldım,
Bir ifrit ağına düştüm
Bir kuş gibi darda kaldım…”
 

Gönülleri birleşenlerin duyguları da, hüzünleri de, ümitleri de müşterek oluyor; bunu mısralarınızı tekrar tekrar okudukça daha iyi anlıyorum. Müşterek sevinçlerimiz mi? Onu da konuşacağız ağabey. Ne demiştiniz “Doğuş”un ilk çıkışında “Söğüt ve Serçe” başlıklı yazınızda: “…Gün olur serçe bir kartal olur, söğütler bir ulu çınar. Allah kerim.”

En kalbi duygularımla şahsınıza, dostlarımıza hürmet ve selamlar ediyorum. Yanılmıyorsam dokuz-on yaşına gelen Taşer büyüğümüze de sevgi ve selamlarımı iletir misiniz ağabey?

Allah’a emanet olunuz.

Kardeşiniz Efendi Barutçu
Özel Tip Cezaevi A-2
Bartın

Ali Ağabeyimden Mektup;

6.IV.1983
ANKARA

Küçük Şehzadem

Efendim,

Sevimli mektubunda unutulmaktan söz ediyorsun. Ama bir kere seni tanıyıp da unutmak ne mümkün kardeş. Yalnız ben değil yengen bile hatırlıyor misafirliğinizi. Araya giren mesafe ve zaman sevenleri gönül ehlini etkiler mi hiç. Demek on yıl geçmiş Söğütlüdeki sohbetin üstünden. Öyle ya, yeğenin küçük Taşer on yaşına basmış. Ama daha dün gibi geliyor bana. Güldükçe beliren göz kapakların, al al yüzün ve gamzenle canlanıyorsun gözümde. Biz öz kardeş muhabbeti ile anarız seni hep. İnşallah yirmi sekiz ay sonra yiğitliği, sabrı ve çilesiyle bir olgun simayı kucaklayacağız. ”Dut-Biber” çekişmesine kaldığımız yerden devam edeceğiz. Afşin’e gidip biber, Elbistan’a gidip dut yiyeceğiz.

Neylersin; felek, şeleğini atmak için güçlü omuzlar seçiyor. Nadan değil ehli okusun diye olmalı, her satırı bir düz çizgiyi andıran mektubunu hasretle muhabbetle tekrar tekrar okuduk. Yengen, ben ve Aslan (Biliyorsun biz evde Hamza’ya aslan deriz.) daldık gittik hatıralara. Yani o gece aramızdaydın. Mektubunu okudukça zihnimdeki çocukluk hatıraları, köy duyumları tekrar canlandı; sana olan özlem arttı. Ne samimi üslup o.

Naçizane karalamalarımdan dolayı iltifat ediyorsun. Teşekkür ederim. Ama hiç yaşayanlarla yazanlar bir olur mu can… Asıl şiir, asıl destan arayış içindeki bir neslin dramıdır, çilesidir. Yazdıklarımla bir tek senin, bir saniyeni hoş geçirtebilir ise bahtiyarım Efendim. Yengen ve ben sana ve şahsında bütün arkadaşlarına selam eder, sağlık ve afiyet dileriz.

Yeğenleriniz ;

Taşer, Emre ve Elif ellerinizden öperler ve ben tekrar tekrar gözlerinizden öperim Efendim. Tez elden kavuşma dileklerimde. Allaha emanet olunuz.

Ali Akbaş

Bu gençler , sanki yıllarca cepheden cepheye koşup, haritada yeri bulunamayan esir kamplarında ömür tükettikten sonra ‘ana ben ölmedim!’ deyip çıkıvererek baba ocağına dönen seferberlik gazileri gibiydiler. Mahbeslerden salıverildiklerinde veya vatanlarına döndüklerinde bazılarının ana babaları ahiret yurduna göçtüğü için sığınacakları bir baba evi, aile ocağı bulamayanlar oldu. Bizi baba ocağına döndüğümüzde de Ali Ağabeyim yine ağabeyliğini göstermiş bizi armağanların en güzeli ile bir şiirle karşılamıştı:

Karşılama- Ali AKBAŞ
 
“Kademinle coşsun ulu dereler
Dağlar çiçek açsın ilkbahar gelsin
Obadan obaya yayılsın haber
Göğümüze telli turnalar gelsin
 
 
Hasret kara saplı Yarpız bıçağı
Yolunu bekliyor baba ocağı
Bu yıl sürülerin döl döküm çağı
Ardınca sürmeli kuzular gelsin
 
 
Dağlara çık göğsünü ver rüzgâra
Billur pınarlarda saçını tara
Yayla yollarında geçmişi ara
Ovalar, yaylalar sana dar gelsin
 
 
Baba ocağına geldiğin hafta
Kurbanlar keselim Eshâbülkef’te
Özetlensin dertler uzun bir âhta
Bu davete Üçler, Yediler gelsin
 
 
Yamaçlar yeşerdi ekinler göcek
Avşar eli yaylalara göçecek
Yol boyunca kılavuz ol başı çek
Ayşeler, Mineler, Sunalar gelsin
 
 
Halaya dizilsin emmi kızları
Kızların cemâli sulardan arı
Yıllar var ki gözetliyor yolları
Sevinçle ağlayan analar gelsin
 
 
Gel Efendi’m Binboğa’ya çıkalım
Çıkalım da dağda ateş yakalım
Ufukları sarsın kırmızı yalım “
Sönen paslı yüreklere fer gelsin
 

Zaman değişmiş, ölçüler değişmiş, değer hükümleri değişmiş, öz yurtlarında garip hallere düşmüşlerdi. Ama “ülkü denilen nazlı gelin”e sevdalarında bir azalma olmamıştı. Tıpkı Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı gibiydiler.

“Beli artık genç değiller, kırışmış alın çizgileri, ağaran şakakları, dökülen saçları, bedenlerini şuradan buradan yoklamaya başlayan romatizma ağrıları ile bir nüfus sayımında Türkiye’nin gençlik ortalamasında yer almaktan çoktan vazgeçtiler.” Şimdi çoğunun saçlarına karlar yağmış durumda; ev, ocak, yurt, yuva, evlat, torun sahibi olmuşlar ve o gençlik yıllarının ölçüsüz kardeşlik ve ülküdaşlık hukukunu hasretle anarak o günleri her hatırlayışlarında derinden bir tahassürle “aaaaah” demektedirler.

2,03 €