Loe raamatut: «Şanlı Olaf»
Robert Leighton, (5 Haziran 1858 – 11 Mayıs 1934) İskoç gazeteci, editör ve yazardır. Gazeteciliğe 14 yaşında Liverpool Porcupine’da başlayan Leighton, 1879’da Londra’ya taşınmış ve burada Young Folks dergisinin yardımcı editörü olarak görev yapmaya başlamıştır. Robert Louis Stevenson’ın klasik eseri Hazine Adası bu dergide tefrika edilirken de editör kadrosunda yer alan Leighton buradan ayrıldıktan sonra kariyerine Daily Mail’in edebiyat editörü olarak devam etmiştir. Hayatı boyunca elliden fazla kitaba imza atmış olan yazar özellikle macera hikâyeleri, dönemin başarılı yazarlarından olan eşi Mary Conner’la birlikte kaleme aldıkları melodramlar, köpekler hakkında kitaplar ve erkek çocukları için çıkarılan dergilere yazdığı hikâyeleriyle tanınmaktadır.
Berke Kılıç, Adana’da doğdu; ilköğretim ve lise eğitimini orada tamamladı. 2015 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu. Hemen ardından bir yayınevinde editör olarak çalışmaya başladı. 2016 yılından beri kariyerine serbest redaktör ve çevirmen olarak devam ediyor. Onlarca İngilizce romanın Türkçeye kazandırılmasında emeği geçti.
ÖNSÖZ
Aşağıdaki anlatı, bir hikâyeden ziyade biyografidir. Kahramanım hayali değildir; o on dokuz yüzyıl önce Norveç Kralı olarak taç giymiş kanlı canlı bir adamdı. Maceralı kariyerinin ana olayları, yani çocukluğunu Estonya’da köle olarak geçirmesi, Kral Valdemar’ın sarayındaki hayatı, Viking göçebelikleri, katıldığı pek çok savaş, İngiltere’de Hıristiyanlığa geçişi ve nihayetinde doğduğu topraklara dönüşü bu dönemi işleyen çeşitli İzlanda efsanelerinde yer almıştır. Bu eski kayıtları gönlümce kullandım ancak anlatının devamlılığı açısından önemli olduğunda olası olaylar ekledim. Homeros’un destanlarına benzeyen bu efsaneler dilden dile nesillerce aktarılmış ve Olaf Triggvison’un ölümünden çok sonralara dek yazıya geçirilmemiştir, o yüzden gerçek olaylarla kışın ateş başlarında eski efsaneciler tarafından anlatılarak eklenmiş olması muhtemel abartılı gelenekleri ayırt etmek zordur. Ama çoğu zaman kayıtlar birbirini tam olarak doğrular ve böylece hikâyenin tarihsel gerçekliği olduğu anlaşılır.
İzlanda efsaneleri, Olaf Triggvison’un başarısız İngiltere istilasından çok az bahseder, ben de hikâyenin bu kısmı için onun Anlaf, Olave ve Olaff gibi farklı isimlerle anıldığı o dönemin İngiliz tarih kitaplarından yararlandım. Kral II. Ethelred’le Olaf arasındaki orijinal barış antlaşması bu istilanın tarihini belirlerken Nors maceracısının Doğu Anglia’da zafer kazandığı meşhur Maldon Savaşı, yazdığı “Brihtnoth’un Ölümü” eseri erken İngiliz anlatı şiirinin en iyi örneklerinden olan isimsiz bir çağdaş şair tarafından asil bir vatanseverlik ve ilkel yalınlıkla dolu olarak tasvir edilir.
Bu sayfalarda herhangi bir tarih vermedim ancak daha fazla kesinlik isteğinde bulunan okurlara Olaf’ın MS 963’te doğduğunu, Viking göçebeliğine 981 yılında başladığını, Jomsburg Vikingleriyle Norveçliler arasındaki deniz savaşının 986’da gerçekleştiğini ve Maldon Savaşı’nın 991’de olduğunu söyleyebilirim. Olaf, Norveç Kralı olarak yalnızca beş yıl taç giydi, 995’te tahta çıktı ve 1000 yılında Svold’daki şanlı yenilgisinde ölünce hükmü sona erdi.
Robert Leighton
I
OLAF’IN BULUNMASI
O yaz, Sigurd Erikson kralın vergilerini ve haraçlarını almak üzere kuzeye, Estonya’ya yolculuk etmişti. İşi onu büyük Finlandiya Körfezi’nin kıyılarındaki bir limana getirdi.
Oldukça yakışıklı, uzun boylu, güçlü, açık renk saçlı ve dikkat çekici mavi gözleri olan bir adamdı. Son derece önemli ve ülkesinde el üstünde tutulan biri olduğundan yanında bir sürü silahlı hizmetli vardı.
Pazar yerini geçip atından indi ve gözlerini denize çevirdi. Önünde ahşap adacıklarla kaplı, hafifçe dalgalanan, güneş ışığının vurduğu koy uzanıyordu. Bir dizi balıkçı teknesi kabaran suyla uğraşıyor, birkaç tüccar gemisi yeşil burnun altında demir atmış halde bekliyordu.
Kıyıya daha yakın bir yerde, uzun yaldızlı pruvası güverte çadırının üzerinde yükselen uzun bir ejder gemisi, iskele görevi gören yontulmuş bir kaya yığınına demirlemişti. Bu geminin küpeştesi boyunca uzanan beyaz kalkanların görüntüsüyle gözleri parladı, zira bunun memleketi olan uzaklardaki Norveç’ten gelme bir Viking gemisi olduğunu anlamış ve memnun olmuştu. Fiyortların gözü pek savaşçılarıyla konuşma şansı pek olmuyordu.
Geminin yakınlarında gürültücü bir grup erkek ve oğlan çocuğu vardı. Uzun adımlarla yanlarına gittiğinde ortalarındaki birini yüksek sesle öven Vikinglerin boğuk seslerini duydu. Sigurd kalabalığa katıldı ve bir oğlanın geminin dar iskelesine adım atarak gemiyle kıyı arasında durup güneşli gökyüzüne doğru bir bıçak savurmasını ve düşerken yakalamasını izledi.
İyi dokunmuş kumaştan yapılma kıyafetlerinden iyi bir mevkiden gelme olduğu anlaşılıyordu, ayrıca tuniğinin dik yakasında altın bir işleme vardı ve uzun, siyah saçları güzelce taranıp kıvrılmıştı. Parlayan bıçağını kafasının üzerine doğru üç kez fırlatıp ustalıkta tekrar yakaladı. Ancak çok geçmeden, belki de karşısındakilere başarısını göstermek için kemerinden ikinci bir bıçak çıkararak ikisini, tentenin altında onu izleyen gemicilerin Thor’un çekici üzerine kimsenin bunu geçemeyeceğini yemin etmelerine neden olacak bir yetenekle elinde çevirdi.
“Aferin, aferin!” diye bağırdılar. Ve iskeledeki oğlanlar, “Aferin Rekoni!” diye seslendiler.
Bunun üzerine genç, bütün kuvvetini kollarına vererek bıçakları daha da yükseğe savurdu. Ne var ki savaşçıların övgülerine duyduğu heves dikkatinden daha fazlaydı, o yüzden silahlardan birini yakalamak üzere uzanırken dengesini kaybetti ve başı önde derin, yeşil suyun içine düştü. Ve o kıyıya yüzerken Vikingler yüksek sesle güldüler, ona ödül vermeyi düşünenlerden bazıları altınlarını tekrar cüzdanlarına koyup arkalarını döndü.
Sigurd Erikson’un çok yakınında, kesilmiş saçları ve kaba kıyafetlerinden köle oldukları anlaşılan iki oğlan duruyordu. Biri uzun boylu, sıska, soluk ince yanaklı ve üzgün bakışlı bir gençti. Teni solgundu, Sigurd bu sayede Estonyalı olmadığını anladı. Yanındakiyse on iki yaşında görünen, yapılı, geniş sırtlı ve son derece açık renk saçlıydı. Boynu ve güçlü çıplak kolları güneşten yanarak kıpkırmızı bir kahverengiye dönüşmüştü. Sigurd oğlanın yüzünü göremedi ve büyük olan, oğlanı ileri iterek gemi tahtasının üzerinde yeteneklerini göstermeye teşvik etmeseydi Sigurd onu fark etmeyecekti bile.
“Olmaz,” dedi daha genç olan, kesilmiş saçlarını sabırsızlıkla sallayarak. Ve başparmaklarını kemerine geçirerek geri adım attı. “Rekoni’nin marifetini göstermesi için çoktan bir sürü şey yaptım. Neyse ki denize düşerken yaralanmadı, yoksa babasının kırbacı sırtımda olurdu. Şimdi bile koyunlarını tepede başıboş bıraktım diye efendim kesinlikle yemeğimi kesecek.”
“Efendinin oğlu beceremezken senin başarılı olmanı dilerdim,” dedi daha büyük bir oğlan iç çekerek. Bunun üzerine oğlan dönerek daha yumuşak bir sesle konuştu.
“O zaman Vikinglerin övgüleri için değil de senin için yapacağım Thorgils. Kamanı versene.”
Böylece Thorgils’in kemerinden bıçağı aldı ve kalabalıktan ayrılarak cesurca iskelenin bitimine doğru yürüdü. Orada çıplak ayaklarının altını tozla ovdu, ardından dar tahtanın ortasına çıktı.
“Bu çocuk ne yapacağını sanıyor?” diye bağırdı Vikinglerden biri.
Oğlan sert bir hareketle dönüp konuşan adama baktı. Uzun boylu, kızıl sakallı, yara izli burnu bronzlaşmış yüzünde dümdüz duran biriydi. Oğlan onu görünce korkmuşçasına geri çekildi.
“Bebek ne yapabileceğini sanıyor?” diye tekrarladı savaşçılardan diğeri. Ama daha yakındakiler oğlanın yaşına göre son derece çevik ve güçlü olduğunu görmelerine rağmen cevap vermediler.
Sigurd, tahtanın üzerinde duran oğlanı izledi. Güneş ışığı temiz, genç yüzüne vuruyordu. Açık mavi gözleri, çattığı kaşlarının altında birer yıldız gibi parlıyordu. Parmaklarını kısa, sarı saçlarından geçirdikten sonra sırtını güneşe döndü ve bıçaklarından birini havaya fırlattı. Bıçak alçalmaya başlarken ikinci bıçağı savurup ilkini yakaladı ve daha yükseğe, geminin uzun direğindeki rüzgâr okundan çok daha yukarıya attı. Çıplak ayaklarıyla tahtayı iyice kavradı ve başını arkaya atarak esnek, iyi dengelenmiş bedenini kollarıyla uyumlu bir hareketle salladı. Ardından parıldayan iki silah hızla ve başarıyla yükselip alçalırken ellerinden biri kemerine gitti ve üçüncü bıçağı çıkarıp diğerleriyle birlikte sıraya soktu.
Bunun üzerine hem gemiden hem de kıyıdan övgü fısıltıları yükseldi ve Vikingler bu kadar yetenekli bir genci daha önce görmediklerini belirttiler. O sırada Sigurd Erikson gözlerini oğlanın ışıldayan, yukarı çevrilmiş yüzünden ayırmadı.
“Kim bu çocuk?” diye sordu yanındaki uzun boylu gence. Ama üzgün bakışlı Thorgils bu soruya kulak asmadı, sadece sessizce iskelenin kenarına yaklaştı ve orada durup ciddiyetle izledi. Geminin küpeştelerine bakarken kızıl sakallı ve kırık burunlu Vikinglerin başı gözüne ilişti ve yanındakine seslendi:
“Yeter Ole, yeter!”
Sonra oğlan bıçaklarını yakaladı ve teker teker kemerine yerleştirdi, kıyıya doğru döndü, hızla tahtadan indi ve Thorgils peşinde, ona tezahürat eden kalabalığın arasından geçti. Vikinglerin çoğu ona ödül vermek istediklerini söyleyerek arkasından seslendiler, Sigurd Erikson da geçerken onu yakalamaya çalıştı. Ancak genç köle yalnızca pervasızca gülerek hızla uzaklaştı.
Artık Sigurd arkasından gitmeye karar vermişti. Fakat kalabalıktan ayrılırken kasabanın zengin tüccarlarından biriyle karşılaştı ve adama şöyle dedi:
“Söylesene Brion, az önce bıçaklar konusundaki ustalığını kanıtlayan şu sarı saçlı oğlan da kim? Ve Estonya’ya nereden geldi?”
Tüccar başını salladı.
“Vahşi, inatçı bir oğlan ve hiç kimseye hesap vermiyor. Bıçak kullanma yeteneklerine gelirsek, ben olsam keskin bir silaha bu kadar dokunan bir köleyi anında öldürürdüm.”
“Görünüşe bakılırsa Norveç’te doğmuş,” dedi Sigurd.
“Olabilir,” diye karşılık verdi tüccar. “Çünkü batı rüzgârıyla geldiği doğru. Onu şimdi kölem olan Thorgils’le birlikte Vikinglerden alan bendim. Onları Klerkon Düzyüz’den iyi bir keçi karşılığında aldım. Çok geçmeden daha genç olanının işe yaramaz olduğunu anladım. Onunla yapılabilecek pek bir şey yoktu, ben de oldukça iyi bir yağmurluk karşılığında vadide yaşayan Reas adındaki adama sattım; pazarlıktan pişman değilim, yağmurluğu hâlâ kullanıyorum, oğlan da yol açacağı masrafa pek değmezdi.”
“Adını ne koydular?” diye sordu Sigurd. “Ve kimin oğlu?”
“Kimin oğlu olduğu beni ilgilendirmez,” diye cevapladı tüccar. “Viking’in tekinin piçidir herhalde; içinde Viking ruhu, damarlarında deniz tuzu var. Karadakilerin hiçbiri onu terbiye edemiyor. Adına gelirsek, öncesinde var mıydı bilmiyorum ama şimdi ona çiftçi Reas’ın kölesi olduğundan sadece Reasköle diyorlar.”
“Reas kölesini satacak olursa,” dedi Sigurd, “almak isterim; onu Kraliçe Allogia’ya hediye olarak Holmgard’a götürürüm.”
“Kraliçeye karşı bu kadar nezaketsizlik yapmadan önce iki kere düşün,” dedi tüccar. “Allogia’ya sana dün gece gösterdiğim mücevherli broşu götürsen kesinlikle daha iyi bir hediye olur, üstelik daha ucuza gelir. Fiyatı sadece on iki altın.”
Ama Sigurd cevap veremeden ağır bir el omzuna kondu ve boğuk bir ses adını söyledi. Arkasını döndüğünde yanında uzun, kızıl sakallı, kırık burunlu ve kaba, yaralı yüzü güneşten kuru kamıştan yapılma geniş bir şapkayla korunan Viking Şefi’ni gördü.
“İyi ki karşılaştık Hersir1 Sigurd!” dedi savaşçı. “Seni kuzey kıyılarına getiren asil işler ne? İki yıl önce Holmgard’daki at dövüşü yaptığımız Yul ziyafetinden beri görüşmedik. Flanders’ın kısrağı nasıl zafer kazandı öyle?”
“Hastalıktan öldü,” diye yanıtladı Sigurd. “Ama yakında Holmgard’daki, hatta Norveç’teki bütün atları yenecek bir tay eğitiyorum. Yani iyi bir at dövüşü görmek istersen elindeki en iyi atlarla gel. Bahse girerim benimki hepsini yener.”
“Seyir mevsiminin bitiminden önce ölmezsem,” dedi Viking, “sana tüm Viking diyarında karşısında dövüşülecek en iyi atı getireceğim.” Hâlâ geminin yakınlarında dolanan oğlanların oluşturduğu kalabalığın arasına bakarak ekledi: “Az önce tahtanın üstünde duran genç nereye gitti? Onda iyi savaşçı kumaşı var. Öylesi nadir bulunur, satılık olsa alırdım.”
Bunun ardından tüccar konuştu.
“Aslında,” dedi, “altı yaz kadar önce aynı oğlanı tam da bu pazarda satan sendin. Onu senden ben aldım Klerkon. Benden aldığın beyaz tüylü keçiyi unuttun mu?”
“Hayatım böyle küçük olayları hatırlayamayacağım kadar dolu,” diye cevapladı Klerkon. “Ama çocuk seninse şimdi ona ne kadar fiyat biçiyorsun?”
“Yok, benim malım değil,” dedi tüccar. “Buradan bir sabahlık mesafedeki Rathsdale’de kalan Reas’ın kölesi. İyi pazarlık yaparsan rehberlerden biri çok geçmeden seni tepeye kadar götürür.”
“Gençler işe yarar,” diye yanıtladı savaşçı. “Çocuğu Estonya’ya bir sonraki gelişimizde alacağım.”
Sigurd, “O zamana dek çoktan satılmış olur Jarl Klerkon; hatta benim bile ilgimi çekmiş olabilir,” dedi.
“O halde,” dedi Viking, “onu bir sonraki at dövüşümüzde ödül olarak ayarlayabiliriz. Ve benim atım seninkini yenerse oğlan ödülüm olur, onu Viking yaparım.”
“Peki ya sen değil de ben kazanırsam?” diye sordu Sigurd.
“Oğlanın ederi kadarını alırsın, bundan emin ol hersir.”
“Anlaştık,” dedi Sigurd. “Peki denizin batısından hangi haberleri getirdin?”
“Hem kötü hem de iyi haberler getirdim. Norveç’te büyük bir kıtlık var. Thrandheim’de halk mısır ve balık yokluğundan ölürken Halogaland’da kar yazın ortasına dek vadileri kapladı, o yüzden besi hayvanlarının tamamı ahıra tıkılıp huş filizleriyle besleniyor. İnsanlar kıtlıktan, para konusunda açgözlülük yapan ve çiftçilikle doğru düzgün ilgilenmeyen Gunnhild’in oğullarını sorumlu tutuyorlar. Krallar sürekli birleşmeyle alakalı tartıştığından orada huzur yok denecek kadar az ama görünüşe göre Harald Greyfell erkek kardeşlerine karşı üstünlüğü sağlıyor. Bugünlerde ülkede çok az neşe var. Ben dürüst bir korsan olarak hayatımdan memnunum.”
“Ne de olsa Viking hayatı bir insanın yaşayabileceği en büyük mutluluktur,” dedi Sigurd. “Jomsburg’daki dostlarımız ne durumda?”
“Her zamanki gibi iyi,” diye cevapladı Klerkon. “Sigvaldi kendine yeni, yirmi beş oturaklı bir ejder gemisi yaptırdı ve Jomsvikingler’in artık yetmiş adamı var. Denizi aşıp mısırla biranın bolca bulunduğu, güzel kıyafetler, iyi silahlar ve gemilerce gümüş ve altın kazanacakları Anglus topraklarına gitmekten bahsediyorlar; oradaki Hıristiyan halk oldukça zengin ve kiliselerinde hazine bolluğu, macerayı gerçekleştirecek kadar cesur olanlar için bir sürü altın kâse, iyi yapılmış boynuz kadehler var.”
“Ama o Angluslar iyi savaşıyorlarmış diye duydum,” dedi Sigurd. “Ve pek çok iyi yapılmış gemileri varmış.”
“Gemileri Vikinglerle karşılaştırılamaz bile,” dedi bunun üzerine Klarkon. “Ve bana krallarının barıştan yana olduğu söylendi, ona Barışçıl Edgar diyorlar. Hem krallardan bahsetmişken, Kral Valdemar nasıl?”
“Yaz öğleleri kadar keyifli,” diye yanıtladı Sigurd.
“O zaman gel gemime binelim ve bolca bal likörüyle onun şerefine içelim,” dedi Viking. Sigurd’u iskeleden geçirdi ve aşağı inerek gemidekilerden biri geminin üstteki güvertesinde ya da kıç güvertesinde durarak geminin limandan ayrılmak üzere olduğunu belirten tiz boru sesini çıkarana dek içtiler.
Ardından Sigurd karaya çıktı ve kralın işleri için kasabayı dolaştı; akşam vaktine dek sarı saçlı oğlan aklına gelmedi.
Tekrar deniz kenarına geldiğinde bir tesadüf gerçekleşti.
Çocuk kıyıda tek başına durmuş boş boş, bazıları aşağıdaki gelgitin ardından kalan sakin sulardaki yansımalarının üzerinden süzülen, bazılarıysa kayalardaki parlak kısımlardaki yeşil ve kırmızı otların arasında yiyecek arayan beyaz kanatlı deniz kuşlarını izliyor ve sık sık denizin ortasında Jarl Klerkson’un ejder gemisinin yavaşça hareket ettiği, ıslak küreklerinin gül rengi ışıkla parıldadığı günbatımının olduğu tarafa bakıyordu.
Birdenbire arkasından neşeli, çocuksu bir gülümseme geldi ve hızlıca döndüğünde oldukça yakınında sürme iskeledeki beyaz kıyafetli köle oğlan çocuğunu gördü. Çocuk derin deniz suyunun eşiğinde dikilmişti ve görünüşe göre sakin yüzeyde süzülmesi için boş midye kabuklarından bir filo oluşturmaya başlamıştı. Gemilerde ufak bir hareket yaratmak için suya dolu elinden çakıl taşları atıyordu.
Sigurd arkasına geldi ve şöyle dedi:
“Neden bu kabukları suya bıraktın?”
Oğlan şaşırmış görünüyordu, mavi gözleri uzunca bir süre uzun boylu, tuhaf adamı izledi. Sonra cevap verdi:
“Çünkü bunlar Viking seferleri için dizdiğim savaş gemileri, hersir.”
Bu cevap Sigurd’u gülümsetti.
“Oğlum, zamanı geldiğinde,” dedi, “sen de büyük savaş gemilerini kontrol edebilirsin.”
“Ben de onu diliyorum,” dedi oğlan. “Böylece düşmanlarımdan intikamımı alabileceğim.”
“Böyle genç birinin düşmanlardan bahsettiğini pek duymam,” dedi Sigurd. “Kaç yaşındasın?”
“On.”
“Peki adın ne?”
Oğlan bir kere daha yabancının yüzüne; geniş, bronz ve altından tepeli miğferine baktı. Adamın büyük kılıcına ve masmavi kumaştan pelerinine de göz atarak haklı olarak soylu biri olduğunu tahmin etti. Dudaklarında bir gülümseme vardı ve gözleri kazanan birinin özgüveniyle hassas ve nazikti.
“Adım Olaf,” diye yanıtladı oğlan.
“Kimin oğlusun?” dedi Sigurd.
Bu soru üzerine Olaf dönerek çakıl taşlarını suya fırlattı ve ıslak ellerini kaba fistanına sildi.
Ardından yabancıya biraz daha yaklaşarak doğruldu ve martıların dahi duymalarından korkuyormuşçasına neredeyse fısıldayarak şöyle dedi:
“Ben Kral Triggvi’nin oğluyum.”
Sigurd irkilerek biraz geri gitti.
“Kral Triggvi’nin oğlu!” diye tekrar etti şaşkınlıkla. Sonrasında bir benzerlik ararcasına oğlanın yüzüne daha dikkatle baktı.
“Yine de,” diye karşılık verdi Olaf, “ne fark edecek? Aynı zamanda köleysem, günlük siyah ekmek ve sert at etinden oluşan öğünüm için çok çalışmam gerekiyorsa kralın oğlu olmak bir şey değiştirmiyor. Triggvi, Harald Güzelsaç ve diğerleriyle beraber Valhalla’da ve şu anda bana yardım edemez. Ama Odin’e şükür ottan bir yatakta inek gibi değil de cesur bir adam gibi elinde kılıçla öldü.”
“Sahiden de cesur, iyi bir adamdı,” dedi Sigurd. “Ama söylesene oğlum, elinde gerçekten Triggvi Olafson’un çocuğu olduğunu kanıtlayacak bir şey var mı? Henüz on yaşındayım dedin ama hatırladığım kadarıyla Triggvi tam on kış önce katledilmişti. Söylediğinin doğru olduğunu nereden bileceğim?”
“Sözlerimden başka kanıtım yok,” diye cevapladı Olaf gururla.
Sigurd onu elinden yakalayıp sahildeki bir kaya çıkıntısına götürdü ve karşısına oturtarak ona bu yabancı topraklarda nasıl esir düştüğünü anlatmasını buyurdu.
Olaf ona şöyle açıkladı:
“Dünyaya yetim olarak geldim,” dedi, “ve babamın sesini hiç duymadım. Ama annem sürekli bir kralın oğlu olduğumu ve değerimi kanıtlamam gerektiğini hatırlatırdı. Annemin adı Astrid’di. Ofrestead’de, Uplandler’de oturan güçlü adam Erik Biodaskalli’nin kızıydı. Triggvi’nin ölümünden sonra Kraliçe Astrid Viken diyarına sürüldü, orada Gunnhild’e teslim edilecek ve lanetli oğulları katledilecekti. Kaçak olarak pek çok yere seyahat etti. Yanında üvey babası Throlaf Gevşeksakal vardı. Yanından hiç ayrılmadı, başına ne gelirse gelsin ona yardım edip onu korudu. Kafilesinde birkaç güvenilir adam daha vardı, o yüzden herhangi bir zarar görmedi. Nihayetinde Rand’ın fiyordunun ortasındaki bir adacığa sığındı ve günlerce orada saklandı. Ben o adacıkta doğdum, üzerime su serpip bana babamın babasının adını verdiklerini söylediler. Ama günler kısalıp geceler bitkinleşerek uzadığında ve kış havası üzerimize çöktüğünde annem saklandığı yerden çıkarak yanındakilerle birlikte Uplands’e doğru yolculuğa çıktı, gecenin korumasıyla seyahat ettiler. Ve birçok zorluktan ve tehlikeden sonra babasının ikamet ettiği Ofrestead’e geldi ve oraya yerleşti.
“Ben henüz kundaktaki bebek olduğumdan bunları çok az hatırlıyorum. Size anlattıklarımı üvey kardeşim, Tüccar Biorn’un kölesi olan Thorgils öğretti ve benden büyük ve sadık Thoralf’ımızın oğlu olduğundan daha fazlasını anlatabilir. Thorgils, benim doğduğumu haber aldığında Gunnhild’in birçok silahlı ulak gönderdiğini ve Kral Triggvi’nin oğlunu aramaları, erkekliğe erişip babamın topraklarında hak iddia etmemi engellemek için Uplands’a gitmelerini emrettiğini söyledi. Ancak Erik’in arkadaşları ulaklardan vaktinde haberdar oldu; böylece Erik, Astrid’in gitmesini sağladı, yanına iyi rehberler vererek onu bir dostu ve güçlü bir adam olan Hakon Gamle’nin ikamet ettiği İsveç diyarına gönderdi, orada uzun bir süre huzurla yaşadık.”
“Sonra ne oldu?” diye sordu Sigurd. Oğlan durdu, oturduğu kayadan dolaşık, kahverengi bir yosun çekti ve parmaklarının arasında küçük hava keselerini sıkıştırdı.
“Beklenmedik bir şekilde,” diye devam etti Olaf, “Kraliçe Gunnhuild yine gizlice saklandığımız yeri öğrendi. İsveç kralına çok sayıda adamla beraber güzel hediyeler ve hoş sözler gönderdi, Olaf Triggvison’u Norveç’e geri göndermelerini rica etti; orada Gunnhild bana bakacak ve beni kralın oğlu olarak büyütecekti. Ve kral Ofrestead’e gönderilecekti. Ama annem Astrid, Gunnhild daha önce babamı aldattığı için bu işte bir hainlik olduğunu anladı ve babamın katillerine gönderilmeme asla izin vermedi, böylece Gunnhild’in ulakları elleri boş döndüler.
“O güne kadar üç kış yaşamıştım, uzuvlarım güçlenmişti; annem beni doğuya, Gardarike’ye doğru giden bir ticaret gemisine bindirdi; oradaki erkek kardeşi iyi bir adamdı ve annem onun ben babamın ölümünün intikamını alıp hak ettiğim mirası talep edeceğim yaşa gelene dek bize seve seve yardımcı olacağını biliyordu.”
Bu sözler üzerine Sigurd son derece üzülerek bir elini nazikçe Olaf’ın koluna koydu ve Kraliçe Astrid’in başına ne geldiğini ve yolculuğun sonunu görüp görmediğini sordu.
“Heyhat!” diye yanıtladı Olaf. “Bana söyleyemeyeceğim şeyler sormayın. Hâlâ hayatta olduğunu biliyorum. Ama buraya getirilip esir olarak satıldığımız kara günden beri onu ne gördüm ne de ondan bir haber aldım.”
Çocuk konuşurken kederle Viking gemilerinin yavaşça adacıkların gölgelerine ilerlediği denize baktı. Sigurd’un gözleri meraklı bir istekle ona çevrildi.
“Doğu Denizi’ne doğru yelken açtık,” diye devam etti Olaf, “ve gemimizde oldukça yüklü paraları ve zengin ürünleri olan pek çok tüccar vardı. Ve her zamanki gibi Thoralf ve oğlu Thorgils yanımızdaydı. Gemimiz güç bela kara görüşünden uzakta kalırken büyük bir Viking gemisiyle karşılaştık ve süratle üzerimize gelip önce oklar ve taşlarla, sonra da kalkanlar ve kılıçlarla denizcilerimize saldırdılar ve büyük bir savaş çıktı. Böylece Vikingler bir sürü adamımızı öldürüp gemimize ve içindeki her şeye el koydular. Tutsak alındığımızda korsanlar bizi kendi aralarında köle olarak paylaştılar ve bu olaydan sonra annemle ayrı düştük. Klerkon Düzyüz adındaki Estonyalı bir adam beni Thoralf ve Thorgils’le birlikte kendi payı olarak aldı. Klerkon, Thoralf’ın köle olmak için fazla yaşlı olduğunu ve işe yaramayacağını farz ederek acımasızca onu gözümüzün önünde katletti ve bedenini denize attı. Fakat ikimizi yanına aldı ve beyaz bir keçi karşılığında pazarda sattı. Sonrasında talihsizliğimizle baş başa kalan Thorgils’le ben üvey kardeş olduk ve el sıkışarak yeterince güçlendiğimizde denize açılıp sadık Thoralf’ın katilinden intikam almak üzere yemin ettik.”
Sigurd loş ufuk çizgisindeki gemiyi işaret etti.
“Bahsettiğin kişi Jarl Klerkon,” dedi, “şu anda şuradaki gemide.”
“Gayet iyi biliyorum,” diye cevapladı Olaf. “Bugün geminin geçme iskelesinde dururken onu güvertede gördüm ve suratındaki düz burnundan o olduğunu anladım. Aklımda bıçaklardan birini ona fırlatmak vardı ama etrafta bana baskın gelecek çok fazla insan olduğundan vazgeçtim. Ve şimdi,” diye ekledi oğlan, kararan gökyüzüne doğru bakarak, “gece kararmadan ve kurtlar gelmeden önce efendimin koyunlarını tepeden toplama zamanı geldi. Zaten burada fazla oyalandım.”
Ve Sigurd onu tutmak için elini uzatamadan kayalardan indi ve çok geçmeden gözden kayboldu.