Samed Behrengi Bütün Öyküleri

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Samed Behrengi Bütün Öyküleri
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

KÜÇÜK KARA BALIK

Cemrenin düştüğü geceydi. Yaşlıca bir balık, denizin dibinde, sayıları on iki bine ulaşan yavrularıyla torunlarını etrafına toplamış, onlara bir masal anlatıyordu:

“Bir varmış, bir yokmuş. Dağların kayaları arasından fışkırarak doğan ve dere hâlinde akıp giden bir suda, annesiyle birlikte yaşayan küçük bir Kara Balık varmış.”

Bu Küçük Kara Balık›la annesinin yuvası, üzeri yosunlarla örtülü siyah bir kayanın altındaydı. Yosunlar yuvaya çatı yapmıştı, balıkla annesi de bu çatının altında uyurdu geceleri. Küçük Kara Balık, ay ışığının evlerinin içini aydınlatmasını çok istiyor, bunun gerçekleşmesini dört gözle bekliyordu.

Anne balıkla yavrusu, sabahtan akşama kadar birbirlerinin peşinde gezer durur, bazen de diğer balıkların arasına karışır, ufacık yerde hızlı hızlı bir o yana bir bu yana gider gelirlerdi. Bu yavru kara balık, annesinin bir tanesiydi, çünkü annesinin bıraktığı belki on bin tane yumurtadan bir tek bu yavru sağ salim çıkıp hayata tutunmuştu.

Birkaç gündür, Küçük Kara Balık bir şeyler düşünüyor, çok az konuşuyordu. Bütün vaktini, tembellik ve isteksizlikle, o yana bu yana salınıp gezerek geçiriyor, çoğu zaman da annesinin gerisinde kalıyordu. Annesi, yavrusunun rahatsızlandığını ama çok geçmeden iyileşeceğini düşünüyordu. Lakin Küçük Kara Balık’ın derdi bambaşka bir şeymiş meğerse!

Bir sabah erken vakitte, güneş henüz doğmadan, Küçük Kara Balık annesini uyandırdı:

“Anne! Seninle kısa bir şey konuşmak istiyorum.”

Annesi uykulu gözlerle ona baktı:

“Yavrucuğum! Başka zaman mı bulamadın! Konuşacağın konuyu sonraya bırakalım, şimdi biraz gezintiye çıkalım, ne dersin?”

Küçük Kara Balık:

“Olmaz anne, ben artık gezinmek istemiyorum. Buralardan gitmeliyim.”

Annesi:

“Mutlaka gitmen mi gerekiyor?”

“Evet anne, gitmeliyim.”

“İyi de sabahın bu vaktinde, nereye gideceksin?”

“Bu derenin sonu nereye varıyor, gidip görmek istiyorum. Biliyorsun anne! Aylardan beri bu derenin sonunun nereye vardığını düşünüp duruyorum, ama henüz bu soruya net bir cevap bulamadım. Dün geceden beri gözümü hiç kırpmadım, hep bunu düşündüm. Sonunda da karar verdim, kendim gidip bakacağım ve cevabını bulacağım bu sorunun. Hem başka yerleri de görüp tanımak, oralarda neler olduğunu öğrenmek istiyorum.”

Annesi güldü:

“Ben de çocukken bu tür şeyleri çok düşünürdüm. Aman canım! Bu derenin başı da sonu da yok, olduğu olacağı bu gördüğün su işte. Dere hep akar durur ve bir yere de varmaz.”

“İyi de anneciğim, her şey sonuçta bir yere ulaşmaz mı? Gece de bir yerde biter, gündüz de bir yerde sonlanır; hafta da, ay da, yıl da…”

Annesi sözünü kesti:

“Bu boyundan büyük sözleri bir kenara bırak da hadi gel gezintiye çıkalım biraz. Şimdi dolaşma zamanı, bunları konuşma zamanı değil!”

“Olmaz anne, ben bu gezintilerden usandım artık. Biraz da uzaklara gitmek, başka yerlerde de ne olup bittiğini görmek istiyorum. Sen şimdi belki de bu sözleri birisinin gelip bana öğrettiğini düşünüyorsundur, ama emin ol ki ben epeydir kendi kendime bunları düşünüp duruyorum. Elbette şundan bundan da pek çok şey duyup öğrenmişimdir. Mesela şunu anladım; pek çok balık, yaşlandıkları zaman, ömürlerini boşu boşuna telef ettiklerinden şikâyet ediyor. Sürekli yakınıp inliyorlar, her şeyden devamlı şikâyet hâlindeler. Şunu gerçekten bilip öğrenmek istiyorum; hayat dediğimiz, şu bir avuç daracık yerde iyice yaşlanana kadar o yana bu yana gidip gelmek midir? Yoksa bu dünyada başka türlü bir hayat da mümkün müdür?”

Küçük Kara Balık sözlerini bitirince, annesi cevap verdi:

“Yavrucuğum! Aklını mı oynattın sen? Dünya… Dünya… Dünya dediğin nedir peki? Dünya dediğin şu içinde bulunduğumuz yerdir, hayat dediğin de işte bu yaşadığımız şeydir.”

Bu sırada, yakınlarında oturan büyük bir balık evlerine yaklaştı:

“Komşu! Ne diye çocukla tartışıp duruyorsun? Bugün dolaşmaya çıkmıyor musunuz?”

Küçük Kara Balık’ın annesi, komşusunun sesini duyunca evden dışarı çıktı:

“Ne günlere kaldık! Artık çocuklar annelerine akıl verir oldular!”

Komşu balık:

“Ne oldu ki?”

Küçük Kara Balık’ın annesi:

“Bak bu yarım akıllı nerelere gitmek istiyor! Sürekli, ben gideceğim, başka yerleri de görüp ne olduğuna bakacağım deyip duruyor! Boyundan büyük laflar işte!”

Komşu balık:

“Ufaklık! Sen ne zaman böyle âlim ve filozof oldun da bizim haberimiz olmadı hiç?”

Küçük Kara Balık:

“Hanım! Siz kimler için âlim ve filozof diyorsunuz, onu bilmem. Benim söylediğim şu; bu amaçsız gezintilerden artık usandım, bir daha da böyle dolanıp durmak, yalandan yere iyiymiş gibi görünmek, göz açıp kapayıncaya kadar sizler gibi yaşlandığımı görmek, sonra da ölüp gitmek istemiyorum.”

Komşu balık:

“Vay be… Şu laflara bak!”

Anne balık:

“Benim bir tanecik yavrumun günün birinde tutup da bana böyle karşı geleceğini hiç düşünmemiştim. Kim bilir hangi kötü fikirliler güzel yavrumun aklını çeldiler böyle!”

Küçük Kara Balık:

“Benim aklımı hiç kimse çelmiş değil. Benim kendi aklım ve mantığım var, düşünebiliyorum. Kendi gözlerim var, görebiliyorum.”

Komşusu, anne balığa yaklaştı:

“Hemşire! Şu salyangozu hatırlıyor musun?”

Anne balık:

“Evet ya, iyi dedin! Hep yavrumun çevresinde dolanır dururdu. Allah bildiği gibi yapsın!”

Küçük Kara Balık:

“Yeter artık anne! O benim arkadaşımdı.”

Annesi:

“Bir balıkla salyangozun arkadaşlığı! Doğrusu ilk kez işitiyorum böyle bir şey!”

Küçük Kara Balık:

“Ben de balıkla salyangozun düşmanlığını duymamıştım, ama sizler onu boğdunuz.”

Komşu balık:

“Bunlar hep eskide kaldı!”

Küçük Kara Balık:

“Eski lafların kapağını siz açtınız.”

Anne balık:

“Ölmeyi hak etti o. Şurada burada oturup nasıl laflar ettiğini unuttun mu?”

Küçük Kara Balık:

“O zaman ben de o lafları söylüyorum. Beni de öldürün madem!”

Neyse, başınızı ağrıtmayayım! Konuşma, tartışma seslerini duyan diğer balıklar da oraya geldi. Küçük Kara Balık’ın sözlerini duyan diğer balıklar da öfkelendiler.

Yaşlı balıklardan biri:

“Sana acıyacağımızı zannetme!”

Başka bir balık:

“Canı ufak bir dayak istiyor!”

Küçük Kara Balık’ın annesi:

“Çekilin kenara! Yavruma dokunmayın sakın!”

Balıklardan bir başkası:

“Hanım! Çocuğunu vaktinde gerektiği gibi terbiye etmiyorsan, cezasına da katlanacaksın!”

Komşu balık:

“Sizinle komşu olduğum için utanıyorum ben!”

Bir başka balık:

“Hadi daha fazla uzatmadan bitirelim şu işi. Onu da salyangozun yanına yollayalım!”

Diğer balıklar, Küçük Kara Balık’ın etrafını sarmış onu tutmak üzereydiler ki dostları yetiştiler ve küçük balığı kalabalığın dışına çıkarttılar. Kara Balık’ın annesi ise başını ve göğsünü dövüyor, bir yandan da inliyordu:

“Eyvah ki eyvah! Yavrum elimden kayıp gidiyor, ne yapacağım ben! Ah bu başıma gelenler!”

Küçük Kara Balık:

“Anne! Benim için hiç ağlama. Şu zavallı kocamış balıklara ağla sen!”

Balıklardan biri öteden bağırdı:

“Ne hakaret ediyorsun bacaksız!”

Bir diğeri:

“Eğer gidersen, sonra pişman olsan bile dönmene izin vermeyiz!”

Üçüncüsü:

“Bunlar hep geçici gençlik hevesleridir. Gitme!”

Dördüncüsü:

“Buranın ne kusuru varmış yahu!”

Beşincisi:

“Başka bir dünya yok ki, dünya buradan ibaret. Geri dön!”

Altıncısı:

“Eğer aklını başına toplar da dönersen, senin akıllı bir balık olduğunu anlayacağız.”

Yedincisi:

“Ama biz seni görmeye alışmıştık…”

Annesi yalvardı:

“Benim hâlime acı. Gitme! Gitme!”

Küçük Kara Balık, artık onlarla bir şey konuşmadı. Kendi akranlarından olan birkaç yakın arkadaşı, suyun dağdan dökülmeye başladığı yere kadar ona eşlik etti, sonra geri döndüler. Küçük Kara Balık, onlardan ayrılırken:

“Yeniden görüşmek üzere arkadaşlar. Beni unutmayın!”

Arkadaşları:

“Seni nasıl unuturuz? Sen bizleri tavşan uykumuzdan uyandırdın. Bize öyle şeyler öğrettin ki bundan önce hiç aklımıza bile gelmezdi bunlar. Hoşça kal bilgili ve korkusuz dost!”

Küçük Kara Balık, şelaleden aşağıya kendini bıraktı ve bir göle düştü. Önce biraz sersemleyip bocaladıysa da sonradan yüzmeyi başarabildi ve gölün etrafında bir tur attı. Daha önce, bu kadar büyük bir yerde toplanan bunca suyu bir arada görmemişti. Suyun içinde binlerce kurbağa yavrusu kaynaşıp duruyordu. Küçük Kara Balık’ı görünce alay etmeye başladılar:

“Şuna bakın hele! Yahu sen ne tür bir yaratıksın böyle?”

Balık, onlara iyice yaklaştı:

“Rica ediyorum hakareti, dalgayı bırakın. Benim adım Küçük Kara Balık. Siz de isimlerinizi söyleyin de tanışalım.”

İribaşlardan biri yanıt verdi:

“Biz birbirimize kurbağa yavrusu deriz.”

Diğeri:

“Soylu ve asiliz.”

Bir başkası:

“Bizden daha güzeli bulunmaz dünyada.”

Bir diğeri:

“Senin gibi çirkin ve tipsiz değiliz.”

Küçük Kara Balık:

“Sizin bu kadar kendini beğenmiş olduğunuzu hiç bilmezdim. Ama olsun, ben sizi affediyorum, çünkü bu sözleri cahilliğinizden söylediğinizi biliyorum.”

Kurbağa yavruları, hep bir ağızdan:

“Yani biz miyiz cahil?”

Kara Balık:

“Eğer cahil olmasaydınız, dünyada diğer pek çok varlığın da kendine göre bir güzelliği olduğunu bilirdiniz. Sizin isminiz bile size ait değil.”

Kurbağa yavruları çok sinirlendi, ama Küçük Kara Balık’ın söylediklerinin doğru olduğunu bildikleri için başka bir konu açtılar bu sefer:

“Aman sen de, boş ver! Biz her gün, sabahtan akşama kadar dünyayı gezip dolaşırız da kendimiz ve anne babamızdan başkasını görmeyiz. Bir de küçük kurtçuklar var, ama onları hesaba katmaya değmez!”

 

Balık:

“Siz bu gölün dışına çıkamazsınız ki, hangi dünyayı gezmekten bahsediyorsunuz?”

Kurbağa yavruları:

“Bu gölün dışında başka bir dünya mı var sanki?”

Balık:

“Var tabii! Şöyle bir düşünmek gerekmez mi; bu su nereden gelip dökülüyor buraya, su dışında da başka şeyler olması gerekmez mi?”

Kurbağa yavruları:

“Suyun dışı dediğin de neresi? Biz suyun dışında hiçbir şey görmedik ki şimdiye kadar! Hah hah hah… Aklını oynatmışsın sen!”

Küçük Kara Balık’ın da gülesi geldi. Aslında en iyisi, bu kurbağa yavrularını kendi hâllerine bırakmak ve geçip gitmekti. Sonra aklına bunların annelerini de görüp, iki kelime etmek düşüncesi geldi:

“Peki sizin anneniz nerede?”

İnce bir kurbağa sesi birden sıçrattı balığı. Kurbağa, gölün kıyısında, bir taşın üzerine oturmuştu. Suya sıçrayıp, balığın yanına kadar sokuldu:

“Buradayım, buyur!”

Balık:

“Merhaba, büyük hanım!”

Kurbağa:

“Seni kendini beğenmiş şey, ne zamandır şurada boşboğazlık edip duruyorsun! Bulmuşsun çocukları, koca koca laflar atıp tutuyorsun! Ben, bütün dünyanın şu gölden ibaret olduğunu anlayabilecek kadar uzun yaşadım. İyisi mi sen şimdi hemen kendi yoluna çek git, benim çocuklarımı da yoldan çıkarma!”

Küçük Kara Balık:

“Bu şekilde yüz tane daha ömrün de olsa, böyle zavallı ve cahil bir kurbağa olmaktan öteye gidemeyeceksin.”

Kurbağa buna çok sinirlendi ve Küçük Kara Balık’ın üzerine doğru atıldı. Balık yıldırım gibi bir hareketle fırladı, suyun dibindeki balçığı, çamuru bulandırarak uzaklaştı.

Derenin gidiş yolu oldukça kıvrımlıydı. Akan suyu da birkaç katına çıkmıştı. Ama bu dereye, dağların tepesine çıkıp da bakacak olsanız, dere ancak beyaz bir ip gibi görülebilirdi. Dağdan kopup gelen ve yuvarlanarak suya düşen iri bir kaya parçası, dereyi ikiye bölmüştü. Avuç içi kadar irice bir kertenkele karnını bu kayaya dayamış, güneşin sıcaklığının keyfini çıkarıyor; bir yandan da suyun sığlaştığı bu tarafta, suyun kumlu dibine oturmuş, sığ sularda avladığı kurbağayı yiyen bir yengeci kolluyordu. Küçük Kara Balık geçerken, gözleri bir anda yengece takıldı ve korktu, uzaktan selam verdi. Yengeç, ona ters ters bakarak:

“Ne kadar edepli bir balık! Biraz yaklaşsana ufaklık, gel bakalım!”

Küçük Kara Balık:

“Ben dünyayı dolaşmaya gidiyorum. Zatıalilerinin avı olmaya da hiç niyetim yok.”

Yengeç:

“Sen niye bu kadar karamsar ve korkaksın küçük balık?”

Balık:

“Ben ne karamsar ne de korkağım. Gözümün gördüğü ve aklımın söylediği her şeyi dile getiririm, o kadar.”

Yengeç:

“Peki. O zaman söyle bakalım, gözün ne gördü ve aklın ne düşündü de seni avlayıp yiyeceğimi zannettin?”

Balık:

“Laf karıştırıp durmayı bırak artık!”

Yengeç:

“Kurbağayı mı kastediyorsun? Sen de amma saf bir ufaklıkmışsın yahu! Kurbağalarla aramız iyi değil, bu yüzden avlıyorum onları. Bilirsin belki, bunlar dünyada sadece kendilerinin yaşadığını sanan ve bu yüzden de çok şanslı olduklarını düşünen varlıklar. Ben de dünyanın kimin elinde olduğunu göstermek istiyorum onlara. Tamam, sen de artık korkmayı bırak, yaklaş şöyle, yaklaş!”

Yengeç bunları dedikten sonra küçük balığa doğru ilerledi. O kadar komik yürüyordu ki balık istemsizce güldü:

“Seni zavallı şey! Daha yolda düzgün yürümeyi bile beceremiyorsun, sen kimsin dünyanın kimin elinde olduğunu bilmek kim?”

Kara Balık kendini yengeçten biraz uzaklaştırdı. Suya bir şeyin gölgesi düştü ve sert bir darbe yengeci kumların içine batırdı. Kertenkele, yengecin hâline tavrına o kadar güldü ki neredeyse kendisi de yerinde duramayıp suya düşecek gibi oldu. Yengeç, suyun üstüne yeniden çıkamadı artık. Küçük Kara Balık, bir çoban çocuğun suyun kenarına oturmuş, kendisiyle yengece bakmakta olduğunu gördü. Koyun ve keçi sürüsü suya yaklaşıyor, ağızlarını suya sokuyorlardı. Beee beee beee ve meee meee meee sesleri bütün suyu dolduruyordu o an.

Küçük Kara Balık, koyun ve keçilerin su içmelerini bekledi. Onlar gidince de kertenkeleye seslendi:

“Kertenkeleciğim! Ben Küçük Kara Balık’ım, bu derenin sonunu aramaya gidiyorum. Sen akıllı ve bilgili bir hayvana benziyorsun, bu yüzden de sana bir şey sormak istiyorum.”

Kertenkele:

“Ne istersen sorabilirsin.”

Küçük Kara Balık:

“Yolda giderken pelikan, testere balığı ve balıkçıl kuşlarının olduğunu söyleyip korkuttular beni. Bunlarla ilgili bir şeyler biliyorsan bana da anlatabilir misin?”

“Testere balığı ve balıkçıl kuşları bu taraflarda görünmezler. Özellikle testere balığı denizde yaşar zaten. Pelikana ise hemen şu aşağılarda da rastlayabilirsin; ama onu görünce dikkat et, tuzağına düşüp de torbasına girmeyesin!”

“Ne torbası?”

“Pelikanların gagasının altında çokça su alan keseleri bulunur. Kuş suda yüzerken, bazı balıklar hiç farkına varmadan, onun kesesine girebiliyor; o zaman da doğrudan midesine yem oluyorlar. Tabii bir de pelikan o an aç değilse, kesesine giren balıkları yemeyip orada biriktiriyor, acıktığı vakit oradan yiyor.”

”O zaman, balık kesenin içine girdiğinde, bir daha dışarıya çıkabilmesinin bir yolu yok mu?”

“Keseyi parçalamak dışında hiç yolu yok. Ben sana bir tane hançer vereyim, pelikan kuşu seni keseye attığında kullanırsın.”

Kertenkele kayanın altındaki bir oyuğa girip kayboldu, sonra da elinde oldukça ufak bir hançerle çıkageldi. Küçük Kara Balık hançeri ondan aldı:

“Kertenkeleciğim sen ne kadar şefkatli ve iyisin. Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum.”

“Teşekkür etmen gerekmez canım. Bende bu hançerlerden daha çok var. Boş vakitlerimde, oturup, bitkilerin dikenlerinden bu hançerleri yapıyorum. Senin gibi akıllı ve bilgili balıklar uğradığında da onlara veriyorum.”

“Yani benden önce de başka balıklar geçti mi buradan?”

“Hem de epeyce balık geçti! Onlar şimdiye bir sürü oluşturdular bile, balıkçı adamı ciddi ciddi bunaltmaya başladılar.”

“Çok afedersin, laf lafı açıyor. Çok gevezelik ettiğimi düşünmeyeceksen eğer, bir sorum daha var; balıkçıyı nasıl bunalttılar?”

“Yani şöyle; balıkçı suya ağını attığı zaman, birlik olup hep beraber ağın içine giriyorlar, böylece ağı ağırlaştırıp denizin dibine çekip sürüklüyorlar.”

Kertenkele, kayanın içindeki oyuğa kulağını dayayıp dikkatlice dinledi:

“Ben artık müsaade isteyeyim, çocuklarım uyandılar.”

Kertenkele oyuğun içine girip kayboldu, Küçük Kara Balık da mecburen yoluna devam etti. Ama kafasındaki soruların ardı arkası gelmiyor, kendilerini gösterip duruyorlardı: “Acaba gerçekten bu dere denize mi dökülüyor? Allah vere de pelikan kuşuyla karşılaşmasam! Testere balığı gerçekten de kendi gibi balıkları öldürüp yiyor mu? Balıkçıl kuşunun balıklara olan düşmanlığı nereden geliyor acaba?”

Küçük Kara Balık, bir yandan yüzüyor, bir yandan da bunları düşünüyordu. Her bir anında yeni bir şeyler görüyor ve öğreniyordu. Kendini çağlayan sularla birlikte boşluğa bırakmak ve sonra da yüzmek artık çok hoşuna gider olmuştu. Sırtına vuran güneş ışınları onu daha da kuvvetlendiriyordu.

Bir kenarda, ceylanın biri alelacele su içiyordu. Küçük Kara Balık ona selam verdi:

“Güzel ceylan, ne acelen var senin?” diye sordu.

Ceylan:

“Peşimde avcı var, attığı mermilerden biri bana isabet etti. İşte bak!”

Küçük Kara Balık, merminin isabet ettiği yeri görmedi, ama ceylanın aksayarak koşmasından, söylediğinin doğru olduğunu anladı. Bir yerde güneşin sıcaklığında kestiren kaplumbağaları gördü. Kekliklerin ötüşü derenin içinde yankılanıyordu. Yaban otlarının kokusuyla suyun kokusu birbirine karışıyordu.

Öğleden sonra, derenin akış alanının genişlediği ve bir koruluğun içinden geçtiği bir yere vardı. Su o kadar fazlalaşmıştı ki Küçük Kara Balık ciddi ciddi keyif yapıyordu suyun içinde. Sonra da çok sayıda başka balıkla karşılaştı, annesinden ayrıldığından beri balıklarla ilk kez karşılaşıyordu. Birkaç ufak balık çevresini sardı:

“Yabancı gibisin sanki, öyle mi?”

Küçük Kara Balık:

“Evet, yabancıyım; uzaktan geliyorum.”

Ufak balıklardan biri:

“Nereye gideceksin buradan?”

“Derenin sonunu bulmaya gidiyorum.”

“Hangi derenin?”

“Şu an içinde yüzdüğümüz derenin.”

“Biz buna nehir diyoruz.”

Küçük Kara Balık bir şey demedi. Ufak balıklardan biri:

“Yolun ilerisinde pelikanın oturduğunu biliyor muydun?”

“Evet, bunu da biliyorum.”

“Buna rağmen, yine de gitmek mi istiyorsun?”

“Evet, ne olursa olsun gitmeliyim.”

Çok geçmedi; uzak bir yerden gelen Küçük Kara Balık’ın nehrin sonunu bulmak için yola çıktığı ve pelikandan hiç korkusunun bulunmadığı söylentisi balıklar arasında yayıldı. Ufak balıklardan birkaç tanesi de bu yolculuğunda ona katılmaya niyetlendi, ama büyüklerinden korkularından bunu dile getiremediler. Birkaç tanesi de şu fikirdeydi:

“Eğer yolda pelikan olmasa seninle birlikte giderdik, ama pelikanın kesesinden korkuyoruz.”

Nehrin kenarında bir köy vardı. Köydeki kadınlar ve kızları, nehrin suyunda bulaşık ve çamaşırlarını yıkıyordu. Küçük Kara Balık bir süre bunların seslerine kulak kabarttı, bir müddet de suda yüzmekte olan çocuklara baktı, sonra yoluna devam etti. Gitti, gitti, gitti, sonunda gece oldu. Bir taşın altına girip uyudu. Gecenin bir yarısı uyandı, baktı ki ay çıkmış ve her yeri aydınlatmakta, mehtap suyun yüzeyine yansıyor.

Küçük Kara Balık ayı çok severdi. Mehtabın suya yansıdığı gecelerde, yuvalarındaki yosunların arasından süzülüp dışarı çıkmak ve ay dede ile sohbet etmek isterdi. Ama annesi her seferinde uyanıp onu yeniden yosunların altına sokar ve yeniden uyuturdu.

Küçük Kara Balık sudaki ayın yansımasına yaklaştı:

“Merhaba, benim güzel ay dedem!”

Ay:

“Merhaba Küçük Kara Balık! Senin ne işin var buralarda?”

“Dünyayı geziyorum.”

“Ama dünya çok büyük, her yerini gezip görmen mümkün değil.”

“Olsun, ben de gidebildiğim yerleri görürüm.”

“Sabaha kadar senin yanında kalmak isterdim, ama koca bir siyah bulut yaklaşıyor, önüme geçip ışığımı kapatacak.”

“Güzel ay dede! Ben seni çok seviyorum. Senin ışığın hep yüzüme vursun isterdim.”

“Balıkçığım! Doğrusunu istersen benim kendi ışığım yok. Güneş, ışığından bana gönderiyor, ben de o ışığı yeryüzüne yansıtıyorum. Hem hiç duymuş muydun sen; insanlar birkaç seneye kadar uçup bana ulaşacak ve üzerime konacaklar?”

“Ama bu imkânsız…”

“Zor bir iş bu, ama insanlar bir şeyi yapmak istediklerinde…”

Ay sözlerini tamamlamaya fırsat bulamadı. Kara bulutlar gelip ayın ışığını kesti ve gece bir kez daha karardı; Küçük Kara Balık da böylece tek başına ve yapayalnız kaldı. Birkaç dakika, öylece durup karanlığı seyretti. Sonra da taşın altına girdi ve uyudu.

Sabah erkenden uyandı, başucunda birkaç tane ufak balık toplanmış, fısır fısır bir şeyler konuşmaktaydı. Küçük Kara Balık’ın uyandığını görünce, tek ağızdan, “Günaydın!” diyerek selamladılar onu.

Küçük Kara Balık onları hemen tanıdı:

“Günaydın. Sonunda siz de peşimden yola düştünüz!”

Ufak balıklardan biri:

“Evet, ama korkumuz henüz geçmedi.”

Bir başkası:

“Pelikan kuşunu düşünmek rahatımızı kaçırıyor.”

Küçük Kara Balık:

“Siz çok fazla kafaya takıyorsunuz. Sürekli bunu düşünmek doğru değil. Yola çıktığımızda, korkunuz tamamen geçer.”

Ama tam yola koyulacakları sırada, çevrelerindeki suyun yükseldiğini ve üstlerini kapadığını fark ettiler. Her yer kararmıştı ve kaçıp kurtulabilecek bir yer de görünmüyordu. Küçük Kara Balık, pelikanın kesesinin içine düştüklerini anladı hemen.

Küçük Kara Balık:

“Arkadaşlar! Pelikanın kesesinin içine düştük, ama kurtuluş yolumuz da tamamen kapanmış sayılmaz.”

Ufak balıklar ağlayıp inlemeye başladılar. İçlerinden biri:

“Buradan kaçış yolu yok artık. Bu senin suçun, bizi aldattın ve yoldan çıkardın!”

Bir başkası:

“Şimdi hepimizi yutacak, işimiz bitti artık!”

Bir anda korkunç bir kahkaha sesi etrafı kapladı, gülen pelikan kuşuydu:

“Ne de ufak balıklar yakalamışım! Hah hah hah… Sizin için gerçekten üzülüyorum! Hiç içim elvermiyor sizi yutmaya! Hah hah hah…”

Ufak balıklar yalvarıp yakarmaya başladılar:

“Çok sayın pelikan bey hazretleri! Biz sizin methinizi epey zamandır duyuyorduk. Lütfeder de mübarek gaganızı biraz aralayabilirseniz, biz de dışarı çıkarız ve sonsuza kadar sağlığınız için duacı oluruz.”

Pelikan:

“Ben sizi hemen yutup mideme indirmeyeceğim, birikmiş balığım var zaten şimdi, aşağıya doğru bir bakın…”

Kesenin içinde birkaç tane irili ufaklı balık daha vardı. Ufak balıklar:

“Saygıdeğer pelikan hazretleri! Biz bir şey yapmadık, suçsuzuz biz. Bu Küçük Kara Balık bizi yoldan çıkarıp kandırdı…”

Küçük Kara Balık:

“Korkaklar! Bu hileci kuşun yalvarıp yakarmanıza bakıp, sizi serbest bırakacağını mı sanıyorsunuz?”

 

Ufak balıklar:

“Sen de ne dediğini hiç bilmiyorsun! Şimdi görürsün pelikan bey hazretlerinin bizi nasıl affedeceğini ve seni de midesine indireceğini.”

Pelikan:

“Evet, sizi affediyorum, ama bir şartla.”

Ufak balıklar:

“Şartınız nedir, efendim?”

Pelikan:

“Tekrar özgürlüğe kavuşabilmek için bu lüzumsuz balığı boğun!”

Küçük Kara Balık bir kenara çekildi ve ufak balıklara:

“Kabul etmeyin! Bu hileci kuş bizi birbirimize düşürüp birbirimize öldürtmek istiyor. Benim bir planım var…”

Ama ufak balıkların kafası, kendi dertleriyle o kadar yoğundu ki başka bir şey düşünmediler bile ve Küçük Kara Balık’ın başına üşüştüler. Küçük Kara Balık, kesenin arka tarafına çekildi ve kısık bir sesle:

“Korkaklar! Her hâlükârda kapana kısıldınız ve kaçabilecek yeriniz de yok. Gücünüz de bana yetmez hem.”

Ufak balıklar:

“Seni boğmak zorundayız, özgürlüğe kavuşmak istiyoruz.”

Küçük Kara Balık:

“Aklınız başınızdan uçup gitmiş sizin! Beni boğacak olsanız bile yine de buradan kurtulamayacaksınız ki! Aldanmayın ona!”

Ufak balıklar:

“Sen bu tür laflarla kendi canını kurtarmaya çalışıyorsun. Yoksa bizi hiç düşündüğün yok.”

Küçük Kara Balık:

“Peki, o zaman size nasıl kurtulabileceğinizi göstereyim; ben şu ölmüş balıkların arasına karışıp kendimi de ölü gibi göstereceğim. O zaman bakalım pelikan sizi bırakacak mı? Eğer dediklerimi kabul etmezseniz şu hançerimle sizi parça parça edeceğim veya pelikanın kesesini yırtıp dışarı çıkacağım, siz de…”

Ufak balıklardan biri sözlerini yarıda keserek bağırdı:

“Yeter artık! Katlanamıyorum bu sözlere! Ühü… ühü… ühü…” diye ağlamaya başladı.

Küçük Kara Balık onun ağlamasını duyunca:

“Şu muhallebi çocuğunu niye getirdiniz yanınızda?”

Sonra da minik hançerini çıkardı ve ufak balıkların karşısına geçti. Ufak balıklar Küçük Kara Balık’ın tavsiyesini kabul etmek zorunda kaldılar. Yalandan birbirleriyle kavga ediyormuş gibi yaptılar. Küçük Kara Balık ölü taklidi yaptı ve diğerleri de kesenin üstüne doğru çıkarak:

“Sayın pelikan hazretleri! Şu lüzumsuz Kara Balığı boğup öldürdük…”

Pelikan güldü:

“Çok iyi ettiniz. Şimdi bu yaptığınızın ödülü olarak, midemde güzel bir gezinti yapabilmeniz için sizi canlı canlı yutacağım!”

Ufak balıklar neye uğradıklarını şaşırdılar, bir şey demeye fırsat bile bulamadan pelikanın boğazından mermi gibi süratle aşağı doğru kaydılar ve işleri bitti.

Ama Kara Balık, hemen o anda hançerini çekip, bir hamlede kesenin yan zarını yırttı ve dışarı çıktı. Pelikan acı içinde feryat edip başını suya soktu, ama Kara Balık’ı takip etmeyi başaramadı.

Kara Balık yüzdü, yüzdü, yüzdü, sonunda öğle vakti oldu. Şimdi artık dağlar, dereler geride kalmış, nehir düz bir ovadan geçmekteydi. Sağdan ve soldan başka ırmak kolları da gelip birleşiyor ve nehrin suyunu birkaç kat artırıyordu. Küçük Kara Balık, suyun bu denli artmış olmasından mutluluk duyuyordu. Bir anda kendine geliverdi ve suyun dibinin görünmediğini fark etti. Bir o tarafa bir bu tarafa yüzüp dolandı, suyun kıyısı da görünmüyordu artık. O kadar fazla su vardı ki, Küçük Kara Balık içinde kaybolmuştu iyice. Ne tarafa doğru yüzse bir türlü sonu gelmiyordu suyun. Birdenbire, uzun ve irice bir hayvanın kendisine doğru şimşek hızıyla hücum ettiğini gördü. İki yanlı bir testeresi vardı burnunun ucunda. Küçük Kara Balık, bu testere balığının kendisini hemen şimdi parça parça edeceğini düşündü. Hemen irkilip kendine geldi, birden suyun yüzeyine çıktı, ardından hızla suya daldı dibi görebilmek için. Dibe doğru inerken büyük bir balık sürüsüyle karşılaştı, binlerce balık vardı, binler kere binlerce balık… Onlardan birine sordu:

“Yoldaş! Ben yabancıyım, çok uzak yerlerden geldim. Burası neresi?”

Balık, sürüdeki arkadaşlarına seslendi:

“Hey, bakın! Bir tane daha!”

Sonra da Küçük Kara Balık’a döndü:

“Denize hoş geldin yoldaş!”

Balıklardan bir diğeri:

“Bütün nehirler, ırmaklar, dereler buraya dökülür. Ama elbette bazıları da bataklıklarda kalır, kaybolurlar.”

Bir diğeri:

“Ne vakit istersen bize katılabilirsin.”

Küçük Kara Balık denize ulaşabildiği için çok mutluydu:

“Önce biraz gezineyim buralarda, sonra da gelip size katılırım. Balıkçının ağını çekip sürüklemenizde bu sefer ben de sizinle birlikte olmayı çok istiyorum.”

Balıklardan biri:

“Bu istediğine çok çabuk ulaşacaksın. Şimdi git biraz dolaş, ama suyun üstüne yakın gideceksen balıkçıl kuşuna karşı çok dikkatli ol. Bu günlerde iyice pervasız oldu; her gün dört-beş tanemizi avlayıp yemeden rahat bırakmıyor bizi.”

Küçük Kara Balık sürüdeki balıklardan ayrıldı ve kendini suya bırakıp yüzdü. Bir süre sonra denizin yüzeyine yaklaştı. Güneş sıcak sıcak ısıtıyordu suyu, Küçük Kara Balık da sırtında güneşin sıcaklığını duyuyor, bundan büyük keyif alıyordu. Sakin ve huzurlu bir şekilde suyun üstünde yüzüyor, bir yandan da düşünüyordu:

“Ölüm çok kolay bir şekilde gelip beni bulabilir, ama yaşayabildiğim sürece kendi ayağımla gidip onu karşılamamalıyım. Lakin olur da bir gün ölümle karşı karşıya gelirsem de çok önemli değil; önemli olan, benim hayatımın veya ölümümün, diğer insanların hayatları üzerinde nasıl bir iz bıraktığı…”

Küçük Kara Balık, düşüncelerini sürdürmeye daha fazla fırsat bulamadı, balıkçıl kuşu yaklaştı ve onu kapıp götürdü. Küçük Kara Balık, balıkçıl kuşunun gagaları arasında çırpınıp duruyor, ama bir türlü ondan kurtulmayı başaramıyordu. Balıkçıl, belini o kadar sıkı kavramış ve sıkıyordu ki neredeyse canı çıkacaktı balığın. Ama Küçük Kara Balık sudan ayrı ne kadar süre hayatta kalabilecekti! Küçük Kara Balık, “Keşke balıkçıl beni hemen şimdi yutsa.” diye düşündü. Bu sayede en azından kuşun midesinin ıslaklık ve rutubetinde, ölmeden önce birkaç dakika daha yaşayabilmesi mümkün olurdu. Bu düşünceyle, balıkçıla seslendi:

“Neden beni canlı canlı yutmuyorsun? Ben, öldükten sonra eti zehirli olan balıklardanım.”

Balıkçıl buna bir şey demedi, kendi kendine düşündü:

“Seni kurnaz seni! Bak sen şunun yapmaya çalıştığı hileye! Beni konuşturmaya çalışıp da kurtulmak istiyor olmayasın?”

Kara uzaktan görünmeye başladı, giderek yaklaşıyorlardı toprağa. Küçük Kara Balık, karaya bir varacak olurlarsa işinin bitik olduğunu biliyordu. Bu düşünceyle:

“Beni yavrularını doyurmak için avladığını biliyorum. Fakat karaya varırsak ben ölürüm, vücudumun da zehir torbasından farkı kalmaz o zaman. Yavrularına da mı acımıyorsun?”

Balıkçıl kuşu düşündü:

“Tedbirli olmak da güzel bir iştir aslında! Seni ben yiyeyim, yavrularım için de gidip başka bir balık avlarım. Ama dur bakalım… bu işin içinde bir kelek olmasın? Yok yok, ne olacak canım, hiçbir şey yapamazsın bana!”

Balıkçıl bu düşünceler içindeyken, Küçük Kara Balık’ın bedeninin hareketsiz ve kaskatı kesildiğini hissetti. Yeniden düşünmeye başladı:

“Öldü mü yani şimdi? Bunu ben de yiyemem ki! Böylesine taze ve canlı bir balığı boş yere telef ettim!”

Bu düşünceler içinde, Küçük Kara Balık’a seslendi:

“Hey ufaklık! Hâlâ canın var mı, yutayım mı seni?”

Fakat sözlerini bitirmeye fırsat bulamadı, çünkü konuşmak için gagasını açar açmaz, Küçük Kara Balık bir sıçrayışta ondan kurtuldu ve aşağıya atladı. Balıkçıl kuşu çok kötü oyuna getirildiğini anladı, hemen balığın peşine düştü. Küçük Kara Balık ise şimşek gibi süratle denize doğru gidiyor, deniz suyuna duyduğu özlem ve iştiyakla suyun rutubetine kendini bırakmış, ağzını açıp kapıyordu sürekli. Tam suyun içine girmiş, yeni bir nefes almıştı ki balıkçıl bir anda yıldırım gibi ardından yetişti ve onu kaptığı gibi yuttu ve midesine indirdi. Küçük Kara Balık bir süre neye uğradığını anlamadı, ama dört bir yanının nemli ve karanlık olduğunu hissetti, bir çıkış yolu olmadığını gördü. Kulağına bir ağlama sesi çarptı. Gözleri karanlığa alışınca, bir köşede büzülmüş hâlde ağlayıp sızlayan ufak bir balık gördü, bir yandan ağlıyor bir yandan annesini istiyordu. Küçük Kara Balık ona yaklaştı:

“Ufaklık! Kalk da bir çare düşün, böyle ağlayıp anneni çağırmakla eline ne geçecek ki?”

Ufak balık:

“Sen… Sen de kimsin? Gör… Gör… Görmüyor musun… Ben… Artık… Kurtulamam… Ühü… Ühü… Ühü… Anneciğim… Ben… artık balıkçının ağını sizinle birlikte dibe çekemeyeceğim… Ühü… Ühü…”

Küçük Kara Balık:

“Tamam yahu, yeter! Rezil ettin bütün balıkları!”

Ufak balığın ağlaması dinince, Küçük Kara Balık:

“Ben bu balıkçıl kuşunu öldüreceğim ve diğer balıkları özgürlüğe kavuşturacağım! Ama ondan önce seni buradan kurtarayım da ortalığı karıştırma!”

Ufak balık:

“Sen kendin ölüp gidiyorsun, balıkçılı nasıl öldürebilirsin ki?”

Küçük Kara Balık hançerini gösterdi:

“İşte tam buradan, içeriyi parçalayacağım. Şimdi dinle bak ne diyeceğim; ben var gücümle kendimi o yana bu yana fırlatırken, balıkçıl gıdıklanacak ve gagası açılacak, gülmeye başlayacak, sen de o sırada dışarı çıkıp kurtulacaksın.”

Ufak balık:

“Peki sen ne olacaksın?”

Küçük Kara Balık:

“Sen beni düşünme, ben bu pis hayvanı öldürmeden dışarı çıkmam!”