Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Sefiller II. Cilt», lehekülg 4

Font:

IX
Jondrette Ağlamak Üzere

Virane o kadar karanlıktı ki dışarıdan gelen insanlar, bir mahzene girerken oluşan etkiyi içeri girerken hissettiler. Bu nedenle yeni gelen iki kişi, bu alaca karanlığa alışmış çatı katı sakinlerinin gözleri tarafından açıkça görülüp incelenebilirken etraflarındaki belirsiz şekilleri güçlükle ayırt edebildikleri için belli bir tereddütle ilerlediler. Mösyö Leblanc üzgün ama sevecen bir bakışla yaklaştı ve baba Jondrette’e şöyle dedi:

“Mösyö; bu pakette yeni giysiler, yünlü çoraplar ve battaniyeler bulacaksınız.”

Jondrette, yere kadar eğilerek “Meleksi velinimetiniz bizi korusun.” dedi. Sonra iki ziyaretçi bu içler acısı iç mekânı incelemekle meşgulken, en büyük kızının kulağına eğilerek alçak ve hızlı bir sesle ekledi: “Hey! Ne dedim? Ahmaklar işte! Para yok! Hepsi birbirine benziyor! Bu arada, o yaşlı ahmak adamın mektubu nasıl imzalandı?”

“Fabantou.” diye yanıtladı kız.

“Drama sanatçısı, iyi!”

Jondrette için bu soru şanstı çünkü o anda Mösyö Leblanc ona döndü ve bir isim hatırlamaya çalışan kişinin havasıyla:

“Görüyorum ki çok acınacak durumdasınız, Mösyö…”

“Fabantou.” diye yanıtladı Jondrette çabucak.

“Mösyö Fabantou, evet, bu kadar. Hatırlıyorum.”

“Drama sanatçısı, efendim ve biraz başarılı olmuş biri.”

Burada Jondrette açıkça “hayırsever”i yakalamak için uygun olan bu anı hemen değerlendirdi. Dağcıların panayırlardaki övünçlerini ve otoyoldaki dilencinin alçak gönüllülüğünü aynı anda şakırdatan bir aksanla haykırdı: “Talma’nın bir öğrencisi! Efendim! Ben Talma’nın bir öğrencisiyim! Eskiden şans bana gülerdi, yazık! Şimdi talihsizlik sırası. Görüyorsun, hayırseverim, ekmek yok, ateş yok. Zavallı bebeklerimin ateşi yok! Tek sandalyemin koltuğu yok! Kırık bir cam! Hem de bu havada! Eşim yatakta! Hasta!”

“Zavallı kadın!” dedi Mösyö Leblanc.

Jondrette ekledi: “Çocuğum yaralandı!”

Yabancıların gelişiyle şaşkına dönen çocuk, “genç hanımı” düşünmeye başlamış ve hıçkırmayı bırakmıştı.

“Ağla!” dedi Jondrette ona alçak sesle. Aynı zamanda ağrıyan elini sıktı. Bütün bunlar bir hokkabaz yeteneğiyle yapıldı. Küçük kız, yüksek sesle çığlıklar attı. Marius’ün düşlerinde “Ursule” dediği sevimli genç kız aceleyle ona yaklaştı.

“Zavallı, sevgili çocuğum!” dedi ona.

“Görüyorsun, güzel genç leydim…” diye devam etti Jondrette. “Kanayan bileğini! Günde altı santim kazanmak için bir makinede çalışırken kaza geçirdi. Kolunu kesmek gerekebilir.”

“Yok canım!” dedi yaşlı bey telaş içinde. Bunu ciddiye alan küçük kız, her zamankinden daha şiddetli bir şekilde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

“Eyvah ki ne eyvah! Evet, hayırseverim!” diye cevapladı baba. Jondrette, birkaç dakikadır “hayırsever”i tuhaf bir şekilde inceliyordu. Konuşurken sanki anılarını toparlamaya çalışıyormuş gibi ötekini dikkatle inceliyordu. Yeni gelenlerin çocuğa yaralı eliyle ilgili sorular sordukları bir andan yararlanarak birdenbire yatağında aptal ve kederli bir havada yatan karısının yanından geçti ve ona hızlı bir şekilde ama çok düşük bir tonda şunları söyledi:

“Şu adama bir bak!”

Sonra Mösyö Leblanc’a dönerek ağıtlarına devam etti:

“Görüyorsunuz efendim! Sahip olduğum tüm giysiler karımın iç çamaşırları! Ve hepsi üzerimde yırtıldı! Kışın ortasında bu hâldeyim! Paltom olmadığı için dışarı çıkamıyorum. Herhangi bir paltom olsa beni tanıyan ve beni çok seven Matmazel Mars’ı görmeye giderdim. Hâlâ Tour-des-Dames Sokağı’nda mı oturuyor, bilmiyorum bile. Biliyor musunuz efendim? İllerde birlikte oynadık. Onunla rolleri paylaştık. Célimene imdadıma yetişecekti efendim! Elmire, Bélisaire’e sadaka verirdi! Ama hayır, hiçbir şey! Ve evde metelik yok! Karım hasta, para yok! Kızım tehlikeli bir şekilde yaralandı, para yok! Karım boğulma nöbetleri geçiriyor. Yaşından kaynaklanıyor ve ayrıca sinir sistemi etkileniyor. Yardım almalı, kızım da! Ama doktor! Ama eczane! Onları nasıl ödeyeceğim? Bir meteliğe diz çökerdim, efendim! Sanatçıların indirgendiği durum budur. Ve biliyor musunuz güzel genç leydim ve siz, benim cömert koruyucum, biliyor musunuz; erdem ve iyilik yaydığınız o kiliseye kızımın her gün dua etmek için geldiğini ve orada sizi gördüğünü. Çünkü çocuklarımı dindar büyüttüm ben efendim. Tiyatroya gitmelerini istemedim. Ah! Ahmaklar! Onlara onur, ahlak ve erdem üzerine dersler okudum! Onlara sorun! Yaşamları, ailesiz olarak başlayıp halkla evlenerek biten mutsuz zavallılarınızdan değiller. Başta Matmazel Hiç Kimse, sonra da Madam Herkesin olurlar. Alın işte, durum bu! Fabantou ailesinde bunların hiçbiri yok! Onları erdemli bir şekilde yetiştirmek istiyorum, onlar dürüst ve güzel insanlar olacaklar ve kutsal adla Tanrı’ya inanacaklar! Peki efendim, değerli efendim, yarın ne olacağını biliyor musunuz? Yarın 4 Şubat günü, ölümcül gün, ev sahibimin bana izin verdiği son lütuf günü; bu akşama kadar kiramı ödemezsem yarın en büyük kızım, ateşli hasta olan eşim ve yaralı çocuğum, dördümüz de buradan çıkarılıp sokağa, bulvara; barınaksız hâlde yağmurda, karda dışarı atılacağız. İşte efendim. On iki aydır, bütün bir yıldır borçluyum! Yani altmış frank.”

Jondrette yalan söylüyordu. Bu sadece kırk frank ederdi ve Marius’ün dört aylık kirasını ödemesinin üzerinden altı ay geçmemişti. Mösyö Leblanc cebinden beş frank çıkardı ve masanın üzerine attı.

Jondrette en büyük kızının kulağına mırıldanacak zaman buldu:

“Alçak adam! Beş frangıyla ne yapabileceğimi sanıyor? Bu bana sandalyemin ve camımın değiştirilmesi için bile yetmez!”

Bu arada yaşlı adam mavi paltosunun üzerine giydiği büyük kahverengi paltoyu çıkarmış ve sandalyenin arkasına asmıştı. “Mösyö Fabantou.” dedi. “Benim yanımda sadece bu beş frank var ama şimdi kızımı eve götürüp bu akşam geri döneceğim. Bu akşam ödemeniz gerekiyor, değil mi?”

Jondrette’in yüzü tuhaf bir ifadeyle aydınlandı. Canlı bir şekilde cevap verdi:

“Evet, saygıdeğer efendim. Saat sekizde ev sahibimde olmalıyım.”

“Saat altıda burada olacağım ve sana altmış frank getireceğim.”

“Hayırseverim!” diye haykırdı Jondrette, heyecanla. Ve alçak bir sesle ekledi:

“Ona iyi bak, karıcığım!”

Yaşlı adam bir kez daha genç kızın koluna girmiş ve kapıya dönmüştü.

“Bu akşama kadar hoşça kalın dostlarım!” dedi.

“Saat altıda?” dedi Jondrette.

“Saat tam altıda.”

O anda, Jondrette’in büyük kızının gözü koltuğun üzerinde duran paltoya takıldı.

“Ceketinizi unutuyorsunuz efendim.” dedi.

Jondrette, kızına korkunç bir omuz silkme eşliğinde yok edici bir bakış fırlattı. Mösyö Leblanc geri döndü ve gülümseyerek ekledi:

“Unutmadım, bırakıyorum.”

“Ey koruyucum!” dedi Jondrette. “Yüce velinimetim, gözyaşlarına boğuluyorum! İzin verin, arabanıza kadar size eşlik edeyim.”

“Eğer dışarı çıkarsan…” diye yanıtladı yaşlı adam. “Bu paltoyu giy. Gerçekten çok soğuk.”

Jondrette’e bunun iki kez söylenmesine gerek yoktu. Aceleyle büyük kahverengi paltoyu giydi ve üçü de dışarı çıktı, Jondrette iki yabancının önünde yürüyordu.

X
Kiralık Araba Tarifesi: Saat Başına İki Frank

Marius bütün bu olanları izlemiş ancak işin sonunda yine de hiçbir şey anlamamıştı. Gözlerini genç kıza çevirmiş, virane eve adımını attığından bu yana sadece ona odaklanmıştı. Güzel kızın orada bulunduğu zaman boyunca Marius’ün aklı başından gitmişti. O, kıza bakmıyor; saten manto ile mor kadife bir şapkanın sınırladığı bir ışığa, sanki ilahi bir varlığa bakıyordu. Odanın ortasına gökten bir yıldız inmiş olsa Marius daha fazla şaşırmazdı. Güzel kız, onlara getirdiği paketi açıp yünlü giysilere ve battaniyelere dokunurken, hasta annesiyle konuşup yaralı kardeşini teselli etmeye çalışırken; Marius bütün o zaman boyunca kendisini onun sesine ve görüntüsüne bırakmış, ağzından çıkacak her sözü duymaya çalışmıştı çünkü âşık olduğu bu kızın sesini bile tanımıyordu aslında. Şu anda onun sözlerini duyabilmek için hayatını bile verebilirdi. Bu korkunç odanın içerisinde, tüm o yalancı yaratıkların arasında sevgilisini gördüğüne bir türlü inanamıyordu.

Onların çıktıklarını görünce Marius’ün ilk işi hemen peşlerine düşmek oldu, böylesi büyük bir tesadüf sonucu onu bulduktan sonra kesinlikle kaybetmemek için her şeyi yapmaya hazırdı. Masanın üstünden yere indi ve şapkasını aldı. Tam elini tokmağa atmış, kapıyı açıyordu ki ansızın aklına takılan bir düşünceyle olduğu yerde donup kaldı. Koridor uzun ve merdiven de çok dikti. Jondrette konuşmayı çok seven birisi olduğundan yaşlı adamın henüz arabaya binmemiş olması muhtemeldi. Ve onu görecek olurlarsa adam yeniden izini kaybettirmek için ortadan yok olabilirdi. Ne yapması gerektiğini bir türlü kestiremiyordu, beklemekten başka çaresi yoktu. Bununla birlikte araba çoktan gitmiş de olabilirdi. Marius epey şaşkındı ama karar alıp odasından çıktı. Koridor boştu, hızla merdivene koştu. Merdivende de kimse yoktu, basamakları dörder dörder indi. Yola çıktığında bir arabanın Petit-Banquier Sokağı’nın köşesini döndüğünü kederle fark etti. Marius, deli gibi arabanın peşinden koşmaya başladı. Caddenin kıvrımına vardığında kiralık arabanın Mouffetard Sokağı yokuşundan indiğini gördü ama çok uzaklaşmıştı, ona nasıl yetişecekti? Ardından koşmak olmazdı, arabadakiler kendisini tanırlardı, ihtiyar onu tanımakta hiç zorlanmazdı. Tam o anda, olağanüstü bir rastlantı sonucu bir başka kiralık arabanın yanından geçtiğini gördü. Arabaya atlamaktan başka yolu kalmamıştı, böylece hem güvenli hem de risksiz bir şekilde onları takip edebilirdi. Marius arabacıya işaret etti ve ona şöyle seslendi: “Arabanı bir saatliğine kiralamak istiyorum.”

Marius’ün üzeri pejmürde hâldeydi, kravatı bile takılı değildi; üzerindeki eski ceketinin düğmeleri kopuk, gömleğinin yakası da yırtıktı. Arabacı, Marius’e ilgiyle baktıktan sonra sol elini uzattı, baş ve işaret parmağını birbirine değdirip para işareti yaptı.

“Nedir?” diye sordu Marius.

“Parayı peşin alırım.” dedi arabacı.

İşte o zaman Marius cebinde sadece seksen santim olduğunu hatırladı: “Ne kadar?” diye sordu.

“İki frank”

“Dönüşte veririm.”

Adam tamamen umursamaz hâlde, bir ıslıkla La Palisse’in ezgisini çalarak kamçısını şaklatıp oradan uzaklaştı. Zavallı Marius, yirmi dört meteliği olmadığı için sevdiği kızın adresini öğrenemeyecekti. Ufku yeniden kararmıştı; mutluluğunu, sevincini, aşkını kaybediyordu. Sabah o fakir kıza verdiği beş frangı pişmanlıkla hatırladı. Beş frangı olsa kurtulacak, belki de yeniden doğacaktı. Büyük bir karamsarlıkla evine döndü. Aslında durum o kadar kötü değildi. Yaşlı hayırsever akşam altıda tekrar geleceğine söz vermişti. Marius bu kez ne yapar eder, onun izini yitirmezdi. Ancak kızı seyrederken öylesine kendinden geçmişti ki yaşlı adamın söylediklerini doğru dürüst duymamıştı. Tam merdivenleri çıkıyordu ki Jondrette’i gördü. O iyi adamın verdiği kalın ceket sırtında, serseri kılıklı biriyle konuşuyordu. Marius onun bir alçak olduğunu hemen anladı. Böyle adamlar suç işlemek için gündüzleri saklanıp geceleri ortaya çıkarlardı. Yağan karın altında, bir köşeye sinmiş bu görünümdeki iki adamı gören polis bile onları tutuklamak için gerekeni yapardı; bununla birlikte Marius onları belli belirsiz görmüştü. Kederden yanıp kavrulmasına rağmen bir anda aklına bir fikir geldi. Sanki Jondrette’in konuştuğu adamı bir yerlerden tanıyordu. O alçak suratlı adamı, bir gün Courfeyrac göstermiş ve onun Bigrenaille lakaplı Panchaud isimli büyük bir suçlu olduğunu da söylemişti. Daha sonraki yıllarda bu Panchaud, Bahar Çiçeği, Kolpacı, Gece Kuşu gibi adlarla cinayetler işleyecekti; şu sıralarda, henüz işinde ilk adımlarını atmasına karşın yine de tehlikeliydi. Günümüzde de haydutlar ve katiller arasında ismi hürmetle anılmaktadır. La Force Cezaevinin Aslanlı Çukur bölümünde, akşam karanlığında, mahkûmlar hâlâ ondan söz ederler. 1843’te otuz mahkûmun kaçış yolundaki kanalizasyon duvarında, kaçma teşebbüslerinden birinde kendi eliyle yazdığı PANCHAUD ismi görülebilir. 1832 yılında polis kendisini izlese de henüz aleyhinde yeterli kanıt bulunacak şekilde, tam manasıyla başlamamıştı.

XI
Sefilliğin Perişanlığa Yardım Teklifi

Marius yavaş adımlarla merdivenden çıktı, tam odasına giriyordu ki ardı sıra ayak sesleri duyarak başını çevirdi. Adamın büyük kızını karşısında görünce acısı bir kat daha arttı. Ona verdiği beş frangın büyük pişmanlığını yaşıyordu ve geri isteme olanağı da yoktu, ayrıca arkalarından gitmek için çok geç kalmıştı. Başka bir arabayı nasıl bulurdu? Aslında kız belki de parayı harcamıştı bile, ona geri vermezdi ki. Kıza biraz evvel gelen kişilerin adresini sormasının da bir anlamı yoktu çünkü nerede yaşadıklarını bilemezdi. Fabantou imzasıyla yazılı mektup, “Saint-Jacques-du- Haut-Pas Kilisesi’ndeki İyi Kalpli Mösyö’ye” hitaben yazılmıştı. Marius odasına girip kapısını kapatmak için itti fakat kapı kapanmadı, delikanlı bir elin kapıyı aralık tuttuğunu gördü.

“Ne var?” diye sordu. “Orada kim var?”

Jondrettelerin kızıydı bu.

“Yine mi siz?” diye sordu sabırsızlanarak Marius. “Ne istiyorsunuz?”

Kız dalgınca durdu, hemen karşılık vermedi. Henüz içeri girmemişti, kapıdaydı. Sabahki gibi kendinden emin, ukala değildi. Marius yarı aralık kapıdan, onun kederli göründüğünü fark etti. Genç adam haykırdı:

“Hadi ama artık konuşsanıza. Benden ne istiyorsunuz?”

Kızın fersiz gözlerinde sanki bir kıvılcım çakmış gibi parlama oldu:

“Mösyö Marius, çok kederli görünüyorsunuz, neyiniz var?”

“Benim mi?” dedi Marius.

“Evet, sizin.”

“Bir şeyim yok.”

“Bir sıkıntınız olduğu kesin!”

“Hayır!”

“Ben var diyorum!”

“Beni rahat bırakın!”

Marius kapıyı itti, kız onun elini tuttu. “Durun.” dedi kız. “Hata yapıyorsunuz. Size yardım etmek istiyorum. Siz çok iyi birisiniz, paranız olmadığı hâlde bu sabah bana beş frank verdiniz. Fakat siz bana derdinizi söylemiyorsunuz, oysa ben çok üzgün olduğunuzun farkındayım. Sizin üzülmenizi istemem. Size yardımcı olabilirim, benden ne istersiniz? Ama derdinizi söylemezseniz, size nasıl yardım ederim? Babama çok yardım ediyorum; mektup götürmeyi, evlere girip çıkmayı, adres aramayı, birinin ardından giderek kendimi göstermeden izlemeyi bilirim. Derdinizi anlatın, isterseniz gidip sizin adınıza konuşurum. Böylece her şeyi yoluna koyarız. Beni istediğiniz gibi kullanabilirsiniz.”

Birden Marius’ün aklına bir şey geldi. Hangi dalı hor görür insan, düştüğünü hissediyorsa? Jondrette’nin kızına doğru yaklaştı:

“Dinle.” dedi.

Kızın yüzünde bir mutluluk ifadesi gördü, kız onun sözünü kesti:

“Ah, benimle sen diye konuştunuz, bu hoşuma gitti.”

“Tamam.” diye yanıtladı. “Şu ihtiyarla kızını buraya sen getirdin, değil mi?”

“Evet.”

“Adreslerini biliyor musun?”

“Hayır.”

“Bir iyilik yap, bana onların adreslerini öğren.”

Az önce kızın mutlulukla parlayan gözleri soldu.

“Onların adresini mi öğrenmek istiyorsun?”

“Evet.”

“Onları tanıyor musunuz?”

“Hayır.”

“Demek öyle.” dedi kız, yine neşelenerek. “O kızı tanımıyorsun ama tanışmak istiyorsun değil mi?”

Biraz evvel “onlar” dediği kişiler, şimdi acı bir imayla “o”na dönmüştü.

Marius sordu:

“Bana yardım edecek misin?”

“Şu güzel matmazelin adresini mi istiyordunuz?”

Bu “güzel matmazel” deyiminde, Marius’ü huzursuz eden bir şey vardı. Hemen atıldı: “Fark etmez; babanın adresi, kızın adresi, adres olsun yeter bana.”

Kız ona aksice baktı: “Karşılığında ne vereceksiniz?” dedi.

“Ne istersen.”

“Ne istersem verir misiniz?”

“Evet.”

“Tamam, adresi öğrenir, size getiririm.”

Başını eğdi ve sonra seri bir hareketle kapıyı çarparak çıktı. Marius yalnız kalmıştı. Bir sandalyenin üzerine attı kendini, başını ellerinin arasına alıp düşünceye daldı. Sanki başı dönmüştü. Sabahtan beri gelişen olaylar gözlerinin önüne serildi. O meleğin görünüşü, kayboluşu, şu yoksul kızın kendisine önerisi; şimdi içine bir umut ışığı dolmuştu. Marius derin düşüncelerine tekrar daldı, sonra birden Jondrette’nin kaba sesini duyarak daldığı düşüncelerden sıyrıldı. Adam yüksek sesle Marius için çok önemli olabilecek şu sözleri söylüyordu: “Ben sana eminim diyorum, onu görür görmez tanıdım.” Jondrette kimden söz ediyordu? Kimi tanımıştı? İhtiyarı mı? Demek Jondrette onu tanıyordu.

Marius genç kızı saran o sır perdesinin açılacağını ve onun kimliğini öğreneceğini düşündü. Kimdi o kız? Marius kimi seviyordu? Babası kimdi? Onları örten koyu karanlık dağılacaktı. Aman Tanrı’m! Tekrar masanın üzerine tırmandı ve gözetleme deliğine gözünü uydurdu. Jondrettelerin inini izlemeye başladı.

XII
Mösyö Leblanc’ın Verdiği Beş Frangın Gittiği Yer

Ailenin ve odanın manzarasında bir değişiklik yoktu. Sadece kadın ve kızları, gelen çıkını açmış; yün çorapları, yün bluzları, yün eteklikleri üzerlerine giymişlerdi. Yataklarının üzerlerini de o adamın getirdiği yeni battaniyelerle örtmüşlerdi. Jondrette dışarıdan yeni dönmüş olmalıydı. Kapının önünde nefes nefeseydi. Kızları şöminenin önünde yere oturmuşlardı. Büyük kız, kardeşinin yarasını temizliyordu. Kadın şiltenin üzerine yarı uzanmış, yüzünde büyük bir şaşkınlıkla kocasına bakıyordu. Jondrette çok neşeliydi. Odada geniş adımlar atarak bir aşağı bir yukarı dolanıyordu. Gözleri resmen ateş saçıyordu. Kocasının karşısında korkak görünen kadın nihayet sorma cesaretini buldu kendinde:

“Ne diyorsun, kesinlikle emin misin?”

“Kesinlikle! Sekiz yıl geçti ama!.. Ama onu görür görmez tanıdım. Ah! Onu hemen hatırladım. Nasıl olur? Sen onu gerçekten tanımadın mı?”

“Hayır.”

“Sana ona dikkatle bak demiştim. Aynı boy, aynı tavır, yüzü biraz daha yaşlanmış ama çok az. Böyle uzun yıllar yaşlanmayan insanlar vardır, nasıl ederler bilmem. Ses tonu dahi aynıydı. Tek fark, adamın kılığının daha iyi oluşu. Ah iblis, seni yakaladım, artık elimden kaçamazsın!”

Hemen sustu ve kızlarına: “Haydi çocuklar.” dedi. “Sizin duymanıza gerek yok!”

Kızlar babalarının söylediğini yapmak için yerlerinden fırladılar. Anneleri söylenecek oldu:

“Evet ama o yaralı eli?”

Jondrette:

“Açık hava iyi gelir.” dedi. “Haydi dışarı!”

Adamın itiraz kabul etmez bir tip olduğu belliydi. Kızlar sessizce çıktılar. Tam kapıdan çıkıyorlardı ki adam büyük kızının kolunu tuttu ve sözlerinin üstüne basa basa: “Saat tam beşte gelmiş olacaksınız.” dedi. “İkiniz de! Size ihtiyacım olabilir.”

Marius dikkatle içeriyi dinlemeye devam ediyordu. Karısıyla yalnız kalan Jondrette, odada dolaşmayı sürdürdü. Sonra bir ara üstündeki kadın bluzunun eteklerini pantolonun beline sokmaya çalıştı. Sonra birden, karısına döndü ve kollarını göğsünde birleştirip öfkeyle haykırdı:

“Bir şey daha söyleyeyim mi sana? O güzel hanım kim, anladın mı?”

“Güzel hanım mı? Nereden bileyim bunu?”

Marius artık emindi, şu sırada sevdiği kızdan söz ediyorlardı. Kaygıyla kulak kabarttı. Fakat ne yazık ki çok iyi duyamıyordu çünkü Jondrette eğilip karısının kulağına bir şeyler fısıldamıştı. Sonra başını geriye attı ve yüksek sesle:

“Evet, kız da o!”

“O mu?”

Kadın nefret dolu bir sesle haykırmıştı.

“Evet, o. Ben ne dediğimi biliyorum.” dedi adam.

Kadının “Ne!” diye bağırırken öyle bir ses tonu vardı ki içinde şaşkınlık, kin, öfke ve büyük bir nefreti barındırıyordu. Bunu kelimelerle anlatmak çok zordu. Kocasının az önce kulağına fısıldadığı sözlerden sonra kadın zıvanadan çıkmıştı. Gerçi her zaman korkunç bir kadın olmuştu fakat ne de olsa anneydi. Şu anda anne olmaktan da çıkmış, canavarlaşmıştı.

“Olamaz!” diye bağırdı. “Benim kızlarım sefalet içinde. Üstlerine başlarına adam gibi giyecek bir şey bulamazlarken onun ipekli mantosu, kadife şapkası ve saten pabuçlarının olmasına aklın nasıl yatıyor? O çok şık giyimli bir hanımdı. Üzerinde hiç yoksa iki yüz franklık elbise vardı. Ayrıca bu genç kız çok güzel, hayır olamaz, bu kız o olamaz!”

“Sana ne diyorsam o. Birazdan sen de anlayacaksın ya!”

Kocasının bu kararlı ifadesine Madam Jondrette öfkeden morarmış yüzüyle yanıt verip korkunç gözlerini tavana çevirdi. O anda Marius, onu kocasından daha korkunç buldu. Kadın kaplan bakışlı dişi domuz gibiydi. Uğultulu bir sesle bağırdı: “Nasıl olur! Kızlarıma merhametle bakan şu güzel kız, o çirkin kız ha? Ah Tanrı’m! Tekmelerimle onun karnını deşmek için neler vermezdim!”

Şiltesinden kalktı ve burnundan soluyarak odanın ortasında durdu. Ağzı açık, yumrukları sıkılıydı. Daha sonra tekrar kendisini şiltenin üzerine attı. Adam, onu umursamadan dolanıp duruyordu. Birkaç dakikalık sessizlikten sonra adam karısının önünde durdu ve az önce yaptığı gibi kollarını göğsünde birleştirip:

“Sana bir şey daha diyeyim mi?” diye sordu.

“Evet.”

“Beni dinle.” dedi boğuk bir sesle. “Bir altın madeni buldum sayılır, bundan böyle sorunumuz kalmayacak!”

Kadın şaşkınlıkla ona baktı, kocasının delirmiş olabileceğini düşünüyordu. Adam konuşmaya devam etti: “Bana bak, yıllardır parasızlıktan neler çektik; açlıktan, sefaletten mahvolduk. Isınacak ateş, yiyecek ekmek bulamadık. Artık ben de paralı insanlar gibi yaşamak istiyorum. Ölmeden önce bir milyoner gibi yaşamaya ne dersin?”

Kadın şaşkındı: “Ne demek istiyorsun?” diye sordu. Adam başını salladı, göz kırptı ve bir köşede duran işportacı gibi sesini yükseltip: “Çok iyi bir planım var!” dedi.

Karısı telaşlandı: “Sus, bağırma bu kadar, yavaş ol. Bunun duyulmaması lazım!”

“Peh! Burada kim var ki? Komşumuz mu? Onun bir süre önce çıktığını gördüm. Hem burada olsa ne çıkar? Budalanın biri, ayrıca dediğim gibi gittiğini gördüm.”

Bununla birlikte karısının sözünü dinlemiş, sesini kısmıştı. Ama Marius yine de birkaç kelime duyabildi. Dışarıda yağan kar, arabaların seslerini kesiyordu; bu da genç adamın daha iyi duymasını sağladı.

Marius şunları duydu: “Dinle beni. O zengin adamı yakaladık, artık elimizde. Her şeyi ayarladım, dışarıda birileriyle konuşup anlaştım, arkadaşlar bize yardım edecekler. Adam akşam saat altıda şu paraları getirmeye gelince onu yakalarız. O saatte bizim aptal komşu da yemeğe gider. Madam Bougon kasabaya, bulaşık yıkamaya gidecek. Evde kimse kalmayacak. Komşu, gece on birden önce gelmez. Kızlar nöbet bekler, sen de bana yardım edersin, adamı içeri alırız.”

“Peki ama ya adam içeri girmezse ne olacak?” diye sordu kadın.

Jondrette, eliyle zafer işaret yaptı ve: “Kaygılanma.” dedi. “Ben onu hallederim!”

Sonra bir kahkaha attı. Marius ilk kez onun güldüğünü duyuyordu. Bu korkunç ve ürkütücü kahkaha genç adamı iliklerine kadar titretti.

Jondrette, ocağın yanı başındaki bir dolap kapağını açıp eski bir şapkayı başına geçirdi. “Ben şimdi çıkıyorum, daha önce görmem gereken adamlar var. Bak görürsün, her şey yoluna girecek. Her şeyi planladım! Birazdan dönerim. İyi iş yaptım, inan. Sen burayı bekle.”

Ellerini pantolonunun cebine atıp biraz dalgınca durdu ve sonra bağırdı: “Neyse, sersem beni tanımadı. Bu da bir talih. Beni tanısa bir daha geri gelmezdi. O zaman fırsat elimizden kaçardı; sakallarım sağ olsun, benim şu canım sakalım, güzel sakalım!”

Tekrar güldü, pencereye yaklaştı, kar hâlâ yağıyordu.

“Ne kötü bir hava.” diye homurdandı.

Ceketinin önünü kapattı:

“Bu benim için çok bol ama önemli değil. İyi ki ihtiyar bunu bana bıraktı. Aksi hâlde yarı çıplak sokağa çıkamazdım. Ah kader, sen nelere kadirsin!” Şapkayı gözlerinin üstüne kadar çekti ve çıktı. Sonra tekrar kapıda göründü, sinsi ve korkunç yüzünü içeri soktu: “Unutmadan! Ocağı sakın yakma!”

Karısının önüne ihtiyarın verdiği beş frangı attı: “Otuz meteliklik kömür al.”

“Tamam, kalanla da yiyecek bir şeyler alırım.”

“Sakın ha!”

“Neden?”

“Geri kalan parayı harcama!”

“Peki ama niye?”

“Çünkü benim yapacak alışverişlerim var.”

“Ne?”

“Yakınlarda bir hırdavatçı var mı?”

“Evet, Mouffetard Sokağı’nda var. Ne kadarlık alışveriş edeceksin?”

“Üç frank harcarım herhâlde.”

“Evet ama yiyecek için para kalmıyor.”

“Artık yemek sorunumuz kalmayacak. Yapacak çok daha değişik fikirlerim var.”

“Tamam hazinem, öyle olsun!”

Jondrette, bu sözlerden sonra kapıyı kapattı ve bu kez Marius onun koridordan geçerek merdivenlere gittiğini duydu. Tam o sırada, yakınlardaki Saint-Médard Kilisesi’ndeki çan çalmaya başladı.

1,74 €