Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Şakarim», lehekülg 3

Font:

GERİ GELMEZ KAYIPLARIN VERDİĞİ ISTIRAP

Göçebelerin yaşamı bazı hususlarda Şakarim’in en sevdiği eser olan “Bin bir Gece”nin kahramanlarının hayatlarına benzer; fakir aniden zengin, zenginse fakir oluyor, mutsuzlar birden mutluluk buluyor, hükümdarlarsa beklenmedik bir anda haklarından yoksun kişiler olarak karşımıza çıkıyor.

Şakarim’in babası Kudayberdi, henüz gençken vereme yakalanmış ve 1865 yılının güzünü yatakta geçirmek zorunda kalmıştı. Babasını çok seven Şakarim, hafızasında net bir biçimde yer edinen babasının hastalık halini sonraları defalarca yakınlarına anlatmıştır. Oğlu Ahat, Şakarim’in anlattığı şu hikâyeyi aktarıyor:

Hayatının son senesinde babam çok nadiren ava çıkardı, zamanının büyük bir kısmını evde geçirirdi. Türkçe hikâyeler okumaya devam ediyordu. Sonbahardan itibaren zayıflamaya başladı, öksürükleri arttı. Daha önceleri babam uzun boylu, geniş omuzlu, heybetli, keskin bakışlı, beyaz tenli, siyah bıyıklı, siyah sakallı hareketli ve dinç biriydi. Son zamanlardaysa konuşması azalmadıysa da çok zayıflamıştı.

Abay o sırada şehirdeydi. Ağabeysinin hastalığının şiddetlendiğini duyunca ilaç alıp köye doğru yola çıkmıştı.

Şakarim, Abay’ın eve girip hastaya sarıldığı anı çok iyi hatırlıyordu. Kudayberdi, kardeşini gördüğüne çok sevinmiş, hastalığını unutarak canlı canlı konuşmaya başlamıştı. Abay, hastaya beyaz toz ve kırmızı renkli damlalar içiriyordu. Daha sonraysa onu acil olarak şehirdeki doktorlara götürmek gerektiğini söylemişti.

– Doğru söylüyorsun, demişti Kudayberdi, fakat şimdi kış mevsimi, yazın muhakkak götürürsün.

Havanın ısındığı ve bitkilerin yeşerdiği Nisan’ın ortalarında Kudayberdi hastalığının ilerlemesi nedeniyle artık yataktan kalkamaz hale gelmişti.

“Evde çocukların oyun ve gürültüsü son bulmuştu. Eskiden yüksek sesle konuşanlar, şakalaşanlar, gülüşenler, gürültü edenler artık fısıltıyla konuşur olmuşlardı. Bana sanki etraftaki her şey sessizlik içinde donmuş gibi geliyordu. Bedenimi ümitsizlik sarıyordu ve kalbimde aşırı sık atmasına neden olan bir yük vardı.” diye anlatmaya devam ediyordu Şakarim.

Şakarim babasının ölümünü çok zor kabullenmişti. Babasının yüzü, onunla geçirdiği mutlu anlar hayatının son günlerine kadar onun hep aklındaydı.

Kudayberdi’nin ölümü Tobıktı Uruğu için büyük bir acıydı, çünkü o, yaşamının en parlak döneminde, cömertlik ve iyilikle dolu kalbinin yeni anlamlar kazanarak sonuna kadar insanlara açılmaya başladığı sırada vefat etmişti. Halk, fazla söze gereksinim duymadan bu tür faziletli şahsiyetlere her zaman değer vermiş, onları iyilikleriyle anıp onlar hakkında efsaneler oluşturmuştur. Kudayberdi vefat ettiğinde insanlar, akrabalık ilişkileri gerektirdiği için değil, kalpleri emrettiği için ona veda etmeye geldiler.

“Babamın ölümü, bastonlara dayanan erkeklerin monoton sesleri, kadınların evdeki ağıtları, kalpte ağırlık yapıyor, canımı yakıyordu. Yaratan’ın yarattığı her şey İlkbahara uygun olarak çiçek açıyordu, benim düşüncelerimiyse sanki biri çok ağır bir şeyle ezmiş gibiydi. Kadınların olduğu evin yanından geçerken onların ağlamalarını duyuyordum. Onların tüm ağıtlarını ezberlemiş gibiydim. Kadınların yürek parçalayan hıçkırıklarını duyunca ben de ağlamaya başlıyordum. Kendimi Alpamıs-Batır’ın oğlu Jadıger’e benzeterek uzun bir süre yalnızken ağladım. Babamın beni şımarttığı anları, bana söylediği sözleri hatırlayarak gözyaşlarımı durduramadığım anlar da oldu. Tölegen’in kazlarla veda anı geliyordu gözlerimin önüne ve onun acıklı şarkısını hatırlarken sanki ben de kendi efkârlı şarkımı söylüyor gibiydim, “ sözleriyle hatırlıyordu o anı Şakarim.

Kudayberdi 1866 yılının Nisan ayında, 37 yaşındayken, ardında beş erkek evlat bırakarak hayatına veda etti. Amir 14, Murtaza 11, Şahmardan 9, Şakarim 8 yaşlarında olup Irzıkbay ise henüz kırkından bile çıkarılmamıştı. İlk eşi Tölebike 36, ikinci eşi Botantay da 33 yaşında dul kaldı.

Abay, ölmek üzere olan Kudayberdi’nin başucunda onun tüm babalık vazifelerini kendi üzerine aldı. O, sevgili ağabeysine çocuklara bakacağını, onlara iyi bir gelecek hazırlayacağına dair söz verdi.

Kudayberdi’nin ailesiyle ilgili tüm sorumluluğu Kunanbay sessizce üstlendi. Bu yüzden nüfuzlu sülalenin ilgisi sayesinde Kudayberdi’nin eşleriyle çocukları, herkesin telaşının artmış olmasına rağmen, onun vefatından sonra da maddi anlamda kayda değer hiçbir zorluk çekmediler.

Şakarim’i babasının ölümü öyle derinden etkilemişti ki onu büyükler, özellikle de annesi sürekli teselli etmek zorunda kalıyordu. Hassas çocuğun bilinci sevdiği kişinin yokluğuna uzun bir süre alışamıyordu. Büyüklerin sözleriyse babasının artık geri gelmeyeceğine dair hissi daha da güçlendiriyordu. O hep yalnız kalmak istiyordu ve bunun bir çocuk için alışılagelmişin dışında bir durum olmasına rağmen büyükler, onun söz konusu davranışını yaşamış olduğu acıya bağlayarak tuhaf karşılamıyorlardı.

Çayır kuşunun ötüşü, ocak çekirgesinin çıtırtısı, bitkilerin hışırtısı, geceleriyse ayın dostane sessizliğiyle yıldızların esrarengiz parıltısı eşliğinde bozkırda sıkça kayıplara karışan Şakarim yalnızlığın hikmetlerini öğrenme konusunda aile içinde daha o zamanlarda emsalsizdi, fakat insanlarla iletişim konusunda biraz daha özgüven kazanmalıydı.

Şakarim zamanla, Kudayberdi’nin çocuklarıyla ilgilenmeyi kendisine borç bilen dedesi Kunanabay’ın kendisine tıpkı babası gibi ilgili olmaya başladığının farkına vardı. Dede, torunlarını kendi obasında misafir etmeyi severdi. Bazen kendisinin de gelinlerine uğradığı olurdu. Şakarim’i yanına oturtarak onun bilgisini ölçmek amacıyla okuduğu kitaplar, aklında kalmış şiirler hakkında sorular sorardı. Yanında büyük çocukların da olduğu zamanlarda Kunanbay onlara ibret olacak bir şekilde faziletli olmayı öğretmeye koyulurdu. Bu onun en sevdiği konuydu.

– Eğer dürüst bir şekilde çalışırsanız ve dürüst olursanız muhakkak itibar sahibi insanlar haline gelirsiniz, diyordu o çocuklara. Başkalarına karşı saygılı olun ki onlar da size saygılı olsunlar. İnsan ancak halkıyla birlikte güzelleşir, gelişir. İnsanların hoşuna gitmeye çalışın, işte o zaman Allah’ın da hoşuna gidersiniz.

– Dede, sen Allah’ı gördün mü? Diye Kunanbay’ın sesini kesiyordu çocukların büyüğü olan Amir.

– Vay, afacan! Diyordu Kunanbay. Bu tür sorular hiç sorulur mu?

– Onun Karabatır obasındaki Jumır’a benzediğini söylüyorlar.

– Bunu sana kim söyledi, yaramaz? Allah korkusu yok onların. Çocuklara neler öğrettiklerine bakar mısınız?

Dedesini en hassas yerinden yaralamayı başardığına sevinen afacan işine bakmaya giderdi.

Kunanbay kendi bildiğini okuyan torununa fazla öfkelenmez, tüm ilgisini hemen duyarlı ve hassas olan Şakarim’e çevirirdi. Kunanbay onun özellikle akşamları çok üzgün olduğunu fark etmiş olmalı ki sıkça beraberinde kendi obasına götürmeye başladı. Torun, acısını hafifletmek için her yolu deneyen dedesinde aylarca kalırdı.

Torununu aşırı derecede şımartan güçlü Kunanbay’ın himayesini Şakarim çocukça bir içtenlikle kullanırdı. Daha sonraları o “Şecere…” kitabında şöyle diyecekti:

Babamın vefatından sonra yetim kalınca Hacı dedemin himayesinde büyüdüm, fakat eskiden obamız ve kışlağımız ayrı durduğundan ve Hacı, öksüz olmam sebebiyle acıdığı için okuma konusunda beni zorlamak istemediğinden eğitimden uzak kaldım.

Öksüz oluşumu da kullanarak aklıma gelen her şeyi yaptım, bilgisizce büyüdüm, fakat Türkçe okuma yazmayı ve Rus alfabesini öğrendim.”

Şakarim kendisini “Şecere”yi yazdığı ileri yaşlarda eleştirmiştir. Aslında ilk gençlik çağını dünyayı tanımaya adamakla Şakarim’in çok şey kaybettiği söylenemez. Neler yapıyordu o yıllarda? Büyürken ecdatların ve başta Kunanbay olmak üzere Uruğun hayatta olan ileri gelenlerinin bilgeliğini, onların Kazakça bilgisini, çok anlamlı kelime labirentlerinde doğru sözü kullanma kabiliyetini, Kazakların sözlü sanata olan büyük tutkusunu ve ebediyet dilinde konuşma arzusunu yavaş yavaş benimsiyordu. Manevi güç seviyesine yükselen, atasözleriyle deyimlerle dolu, en iyi hatiplerce kafiyeler oluşturulan ahenkli, canlı ve renkli Kazak konuşma dilini can kulağıyla dinliyordu.

Bilge bir dede olan Kunanbay’ın nüfuzu, zeki ve dikkatli Abay’dan aldığı dersler, romantik destanlar ve ayın değişken çehresinin ışığı şiir yazmaya başlayan yeni yetme çocuğun iç dünyasının oluşmasına tesir eden değerlerdir. Şakarim, ilk şiirini Kudayberdi’nin cenaze töreni esnasında obayı dolduran kalabalıktan ve koşum atlarından uzaklaşarak evin önündeki tepenin üstünde otururken babasının anısına yazdı. Şakarim, taşın üzerinde giden tırtılı ayağıyla ezmiş ve birden ona acıyarak kendi öksüzlüğünü de hatırlayıp ağlamıştı. Düşünce karışıklığı içinde hassas çocuğun ağzından tırtılın adından yazmış olduğu şu mısralar dökülmüştü:

 
Öldürerek beni sen ne elde ettin?
Kendi halimde yaşıyordum yazın derede.
Oysa ölümün ne olduğunu gördün kendin;
Baban, sönen bir ışığa dönüştü.
 
 
Benim de çocuklarım öksüz kaldı,
Onlar da bu taşlara bakınıp ağlayacak,
Sen yetimsin, ama yetimlere acımıyorsun;
Bilinçten mahrum kafan ve dünya.
 

Akşam Şakarim, çocukların yazamayacağı bir ciddiyette olan bu şiiri okuduğunda kadınlar ağlamaya ve onun artık bu kadar efkârlı şiirler yazmaması gerektiğini söylemeye başladılar. Ertesi gün Tölebike, oğlunun şiirini Abay’a göstererek ondan Şakarim’e artık şiir yazmamayı tavsiye etmesini istedi. Abay ise onu sakinleştirip yeğenine şiir yazma sanatını kendisinin öğreteceğini söyledi.

O andan itibaren Abay yeğenine gerçekten de şiir yazma sanatını öğretmeye başladı. Bu on yıllarca süren ve her iki şaire çok şey kazandıran bir eğitim süreciydi. Abay çocuğa birden şiir yazmayı öğretmeye başlamadı. Hemen teorik bilgi vermek yerine o, Şakarim’in de ilk kitaplarını okurken hayran kaldığı güzel şiirleri okumak suretiyle acemi şairi kelimeler dünyasına götürerek işe başladı. Abay ona edebî eserin güzelliğini bütünüyle hissetmesine, sembol ve metaforların gücünü kavramasına, şiir kanunlarının estetiğini algılamasına yardımcı olmaya çalışıyordu. Ancak ondan sonra, kısmetse, şiirler, tıpkı ilkbaharda bozkırda çıkan bitkiler gibi, kendiliğinden ortaya çıkmaya başlayacaktı.

Şakarim’in ergenlik çağı, Abay’ın yanında Şıngıstav’ın gölgeliğinde geçti. Önceleri Abay’ın himayesini bir tür sanat okulu şeklinde kabul etme eğiliminde değildi. Onunla görüşmeler hayatın ta kendisiydi.

Diğer çocuklardan çok daha hassas olan genç Şakarim’de bir ışık fark eden Abay, şefkatini yeğeninden hiçbir zaman esirgememiştir. Abay onda şiire ve söze gönül veren, pratik bilgileri kolaylıkla kavrayan zeki bir çocuğun yanı sıra kendi yansımasını da görüyordu. Dünyayı tanımaya çalışırken kendisinin gençliğinde ulaştığı bulgulara Şakarim’in de ulaştığına, kendisinin aşmış olduğu engellerin aynısını onun da aşmak zorunda kaldığına şaşkınlık içinde şahit oluyordu.

Bir sonbaharda, Şakarim on bir yaşındayken, Abay onların obasına gelmiş ve yeğeninin kablolar aracılığıyla giden telgraflarla ilgili hikâyelerden etkilenip eviyle ek yapı arasında tel çektiğini ve uçlarına dipsiz, topraktan yapılmış fincanları tutturup onları birer rezonatör şeklinde kullanarak telin diğer ucunda toplanmış olan ağabeyleriyle konuşmaya çalıştığını öğrenmiş. Şakarim’in bu deneyi başarısızlıkla sonuçlanmış, alaylı yorumlarınsa ardı arkası kesilmemiş.

Bugünse Şakarim sabah girdiği odunluktan hâlâ dışarı çıkmadı. O demirciliği öğrenmeyi aklına koymuş, üstelik bunu kendi başına, annesinin yardımı olmadan yapacakmış. İlk önce körüğün altındaki tezekleri ateşe verdi. Daha sonra bıçak yapmak için eski orağı hazırladı. Orağı ahşap sapından ayırdı, demiri kıpkırmızı oluncaya kadar ateşte kızarttıktan sonra maşa yardımıyla dürdü. Her şey yetişkin ustanınki kadar iyi gidiyordu. Çekiçle vurarak malzemeyi yassı hale getirdi. Ancak tav verme için ürünü suya indirdiğinde hazırlamakta olduğu bıçağın keskin ağzı çatlayıverdi. Böyle bir şey annesinde olmuyordu. Biraz düşündükten sonra çocuk dökme külçesini yeniden hazırladı, onu kızarttı ve bıçağın keskin ağzını yaptı, fakat suya indirdiğinde o yine çatladı. Şakarim bu işlemi odunluğa Abay girene kadar birkaç defa tekrar etti. Abay onun üzgün halini fark etti.

– Gayretine diyecek yok, dedi. Sadece kendisi için emek sarf eden karnını dolduran hayvana benzer. Saygıdeğer insan toplum için çalışır. İşler yolunda gitmiyor mu? Ümidini yitirme. Sadece zayıf insan zorluklara yenik düşer. Nasıl soğutulduğunu neden annene sormuyorsun?

– Her şeyi kendim anlamak istiyorum, dedi Şakarim.

– Bunu görüyorum, dedi Abay gülümseyerek, azimlilikten terlemişsin bile. Hadi anneni çağıralım.

Tolebike bıçağın keskin ağzının aşırı ısıtma işleminden hemen sonra soğutulduğundan dolayı çatladığını açıkladı. Önce biraz bekletilmesi gerektiğini söyleyip Tolebike oğluna malzemenin nasıl soğutulduğunu gösterdi.

Şakarim daha uzun süre atölyede kalarak büyüklerin bile zorlanacağı bu işle uğraşmaya devam etti.

Kış akşamları ise Abay’la Şakarim, köşedeki odada baş başa kalmayı severlerdi. Keçenin üzerine oturup ellerine birer dombıra alırlardı. Hacı Kunanbay’ın yirmi beş yaşındaki oğlu, günümüze daha çok 1886’dan sonra kaleme aldığı şiirlerinin ulaşmış olmasına, eserlerininse ilk defa ancak 1889’da yayınlanmasına rağmen daha o zamanlarda Uruğun meşhur şairi olarak tanınırdı.

Bir bozkır asilzadesi için şiir yazmak takdire şayan bir uğraş olarak görülmüyordu fakat Abay şiire olan tutkusundan onun fikrine göre artık eskimiş olan normlar uğruna vazgeçmek niyetinde değildi. Bir sanat olarak ele alındığında şiirin hiç de basit bir iş olmadığını o çoktan anlamıştı.

Abay on iki yaşından itibaren şiir yazmaya başladı; birine ithafen yazılmış şarkılar, methiyeler, alaylı portrelerin çizildiği şiirler. Kendi aralarında konuşurken bile kafiyeli mısralar oluşturan nerdeyse tüm bozkır sakinlerinin müzik eşliğinde irticalen şarkı söylemesinden dolayı, Abay ilk başta şiire fazla önem vermiyordu. Gençler “Yüzüğü Bul” oyununu oynarken de yenilen genç anında müzik eşliğinde irticalen bir şiir söylemek zorundaydı. Yani bozkırda şiir alelade bir uğraş sayılıyordu.

Uzun süre Abay şiirlerinin sözlü olarak yaşamasıyla yetiniyordu. Şiirlerinin çoğu bu yüzden günümüze kadar ulaşamadı, fakat daha sonraki dönemde yazdığı şiirler, her göçebe toplumda olduğu gibi, ağızdan ağza dolaşarak tüm bozkıra yayıldı.

İnsan hafızası seçicidir. Sayısız sözlü edebiyat ürünlerinden şiirin sadece şimşek gibi asırları delip geçen en iyi örnekleri halk içinde yaşatmaya devam etmiştir. Abay’ın olgun yaşında yazdığı edebî eserlerinin, 1909 yılında oğulları ve talebeleri tarafından toplanıp ayrı bir kitap şeklinde yayınlana dek halkın hafızasında yaşamış olması onun şiirlerinin gerçek gücünün, güzelliğinin ve derinliğinin göstergesidir.

Dindar ortamda büyüyen Abay, aslında, büyük Doğu şairlerinin talebesiydi. O kendisini bozkır geleneğini temsil eden bir şairden ziyade İslam felsefesini çok iyi bilen bir şair olarak değerlendiriyordu, fakat genç Şakarim’e tasavvufi yapıyı tanıtmak için henüz erken olduğunu düşünüyordu.

Abay, günlük yaşam tasviri içinde kaybolan Kazak şiirinin saf, taze, canlı bir fikrin sağlayabileceği derinliğe ihtiyacı olduğunu anlamaya daha genç yaşlarında başlamıştı. Toplumla arasında fikir ayrılığının ortaya çıkmasından itibaren şiirin estetik ilkeleri hakkında daha çok düşünmeye başladı.

Şakarim de tam bu dönemde Abay’a, sıkça uğramaya ve onunla şiir sanatı hakkındaki karmaşık fikirlerini paylaşmaya başlamıştı. Billur kadar açık kalpli delikanlı onun için tertemiz su pınarı gibiydi. Abay’ı toplumla karşı karşıya getiren şiirle ilgili arayışları ve manevî ilkeleri konusunda bir tek Şakarim haklı buluyordu.

Şakarim’in son derece zeki ve bilgili olarak büyümesine, şüphesiz, Abay’ın katkısı büyüktü. Onun sayesinde Şakarim yeni yetme çağında Tolstoy’un “yalnızlık çölü” dediği dönemi kolaylıkla atlatmıştı. Delikanlı, amcasının getirdiği tüm kitapları adeta yutuyor gibiydi.

Doğduğu ortamda hayatın acıklı yanının şuuruna varan Abay ise Şakarim’i kendisine yakın görüyor, onunla Doğu halklarının edebiyatı ve Rusçadan istifade ederek geliştirdiği kendi kendini yetiştirme programını paylaşıyordu.

KIŞ AKŞAMLARININ MELODİLERİ VE ŞEHİR RİTİMLERİ

Av döneminin bitmesiyle seyahatler çok sık yapılmaya başladı.

Kışın Şakarim, ağabeyleri Murtaza ve Şahmardan’la düğüne katılmak için annesinin akrabalarına gitti.

Şakarim’in yeteneklerini bilen, akrabaları onun gelmesine çok sevindiler. Onların da hepsi sanatçı sayılırdı. Zaten tüm oba özellikle şarkı, şiir ve ozanların monologuyla dolu akşamlarda ortaya çıkan kendine özgü sanat ortamının yanı sıra hayat sevgisi ve ulvi hisler aşılayan atmosferiyle ünlüydü.

Konserler, tabii ki, her akşam yapılamıyordu; çünkü hayvan yetiştiricilerinin işleri çok olur, fakat yoğun işlerin ardından genelde geç yenilen akşam yemeği beklenirken biri eline dombırasını alarak kışlaktaki tüm çadır sakinlerinin kalplerine işleyen şarkılar söylemeye başlıyordu. Bir melodinin yerini başka bir melodi alıyor, işin içine armonika giriyor, ardından kopuzun koyu cezp edici sesi duyuluyordu. Bu tatlı sanat dünyası Şakarim’in tüm bedenini sardı. Yeni şarkılar dinliyor, onları aklında tutmaya çalışıyordu. Kendisi de dombıra nağmeleri çaldı, bozkırın meşhur şarkılarını söyledi. Daha sonraysa kendisine ait olup Abay’a göstermekten çekindiği eserleriyle izleyicileri hayran bıraktı. Burada onun şiirleri çok beğenildi.

O kendisini bir yıldız gibi hissetti. Dayılar ve teyzeler, onu iltifatlara boğdular. Kuzenleri birbiriyle yarışırcasına Şakarim’i kızlarla tanıştırıyor, onu geleceğin büyük ozanı olarak takdim ediyorlardı. Misafir olan Şakarim için özel olarak düzenlenmiş parti sayısı çoktu ve bu durum çekingen delikanlıyı oldukça rahatsız ediyordu. Onun şerefine koyun kesildi, akrabaları misafire övgü dolu sözler söyleyerek iyi dileklerini dile getirdiler. O kendisine gösterilen saygı ve hürmetin dedesi Kunanbay, amcası Abay ve rahmetli babası Kudayberdi’ye duyulan büyük saygıdan kaynaklandığını düşünerek kendisini sakinleştirmeye çalışıyordu.

Bir ziyafet esnasında müzisyenlerden biri keman çaldı. Kemanın sesi Şakarim’e kopuzun iliklere işleyen mistik sesinden çok daha fazla tesir etti. O kemanın ince melodisinden derinden etkilendi. Ertesi gün kendisi keman çalmayı denedi fakat bunun için özel bir dersin alınması gerektiğini anladı. Keman çalabildiği ortaya çıkan kuzeni Kerimkan ona söz konusu aleti çalmayı öğretmeye başladı, fakat bu iş zaman alacaktı.

1870’lerin ortası Şakarim’in yetenekli insanlarla tanışma zamanı olarak tarihe geçti. Avcı Aleksey’den başka yaklaşık iki ay misafir kalarak kendilerinden müzik ve şarkı söyleme dersi aldığı anne tarafından akrabaları da kabiliyetli çıktı. Keman sesini ilk defa burada duyan Şakarim bu aletin çalınmasıyla ilgili ilk incelikleri de burada öğrendi.

Bu ziyaretin kendisinde bıraktığı izlenimleri ailesine durmadan anlatıyordu. Yetenekli akrabalarının kendi elleriyle yaparak hediye olarak gönderdikleri takıları ve geleneksel dombıradan başlayarak ağız armonikasıyla eski dönemlere ait nefesli çalgılara kadar çeşitli müzik aletlerini dağıtıyordu. Onların içinde topraktan yapılan ve “saz sırnay” denilen özel bir kaval, flüt anlamına gelip düdük adıyla da bilinen sıbızgı da vardı. Şakarim, şaman-baksıların en sevdiği enstrümanı “şankopuz”u büyük bir hayranlıkla anlatıyordu. Görünüşte o uzunlamasına gelen ve gittikçe daralan basit, ufak metalik bir çemberdir. Çembere ince madeni bir çubuk tutturulmuştur. Şankopuz dudaklara yerleştirilir ve ağız boşluğu bir nevi rezonatör görevi görmeye başlar. Parmakların çubuğa dokunmasıyla da bozkırın uçsuz bucaksız enginliğinde insanın tüm bedenini sıkça saran efkârı tam olarak anlatabilen çok değişik ince bir ses meydana gelir.

Kazaklarda o dönemde bu tür hediyelerin verilmesi hoş karşılanmıyordu. Genel olarak koyun ve at hediye ediliyordu, bazen bunlar sürüsüyle veriliyordu, fakat Tölebike’nin akrabaları hayatı bir bayram olarak algılama alışkanlığından vazgeçmeyerek kendi sevinçlerini etraftakilerle söz ve müzik sanatı, el işçiliği aracılığıyla paylaşmaya çalışıyordu. Kunanbay için özel olarak onlar hançer kını olan kakmalarla süslü deri bir kemer hazırlamışlardı. Şakarim hediyeyi Aksakalın obasına bizzat kendisi getirdi. Kunanbay o sırada torununa Semipalatinsk’e gitmesi gerektiğini söyledi. Akrabalar tarafından çok eskiden belirlenmiş olan plana göre delikanlının alış veriş için şehre gidip gelmek böylece, yavaş yavaş mali işlerin içine dâhil olması gerekiyordu. On yedi yaşına gelmiş olmasına rağmen Şakarim Semipalatinsk’i hiç görmemişti, bu yüzden yolculuk için büyük bir heyecanla hazırlanmaya başladı.

Göçebe halkların hayatlarında sahip olduklarıyla yetindikleri bilinen bir şeydir, fakat zaman onların yaşamında daima gerekli gördüğü değişiklikleri yapmıştır. XIX. asırda şehir medeniyetinin nimetleri bozkır sakinleri için artık bir bilmece veya sır olmaktan çıkmıştı. Ticaret, değiş tokuş, idari ilişkiler göçebeliğin izole edilmiş şeklini yavaş yavaş değiştiriyordu. Kazakların yaşamına şehirden getirilmiş ürünler girmeye başladı. Zamanla hayvanları şehre götürerek satıp kazanılan paraya un, çay, şeker, bal, tuz ve bozkır koşullarında aşırı ihtiyaç duyulan kumaş, kışlık ve yazlık kıyafetler, mobilya, madeni eşyalar, takılar, iğne ve ipliklerle başka da ufak tefek şeyleri satın almanın bunları köyde hazırlamaktan daha kârlı olduğu anlaşılmıştı. Bu yüzden bozkır insanları alış veriş yapmak üzere şehre gitmek için yazın at arabalarını, kışın da kızaklarını hazırlardı.

Şakarim için de sorumluluk isteyen bu işin üstesinden gelme zamanı gelmişti.

Onun üzerine başka işleri de yüklediler. O tüccarlardan mal satın almanın yanı sıra bölge kalem müdürlüğüne uğrayıp Abay’la ilgili şikâyet dilekçelerini de almalıydı. Şakarim kiminle ne hakkında konuşacağı konusunda detaylı talimatlar aldı. Ayrıca elinde Tobıktı Uruğu büyüğünün saygı ifadelerinden sonra esas olarak 1872’nin sonundan 1874’e kadar yaklaşık bir buçuk yıl süren Mekke’ye yaptığı Hac ziyaretiyle ilgili raporun yer aldığı Kunanbay’ın askeri vali Poltoratskiy’e yazmış olduğu mektup da vardı.

Kunanbay mektupta Küçük Cüz’ün temsilcileriyle birlikte Mekke’de Kazak Hacılarının kalabileceği bir misafirhane satın alarak orada kurban kesip evi de Kanatbay adlı kişiye emanet ettiğini bildiriyordu. Bunun yanı sıra askerî valiye Mekke’den henüz geçen yıl dönmesi dolayısıyla oğlu Abay’ın yönettiği bölgeyle ilgili işleri henüz tam olarak anlayamadığını fakat ilçe idaresine şikâyet dilekçelerini karşı partiye mensup kişilerin yazdığını, daha kendisi ağa-sultan görevini yürütürken aynı kişilerin başkalarının hayvanlarını çalmaktan ve otlaklarını ellerinden almaktan kaçınmadıklarını belirtiyordu. Kunanbay, genel validen sahte dilekçelere göre başlatılan incelemenin durdurulmasını istiyordu.

Abay’ın kendisiyse şikâyetçileri Allah’a havale ederek sorumlu tutmak istememiş ve genel valiye mektubun yazılmasına karşı çıkmış, fakat Kunanbay, mektubu kalem müdürlüğüne götürmesi konusunda Şakarim’i sımsıkı tembihledi. Delikanlı 1875 yılının yaz mevsiminde Semipalatinsk’e doğru yola çıktı.

Bu yolculukta gıcırtılı dört tekerlekli arabalar eşliğinde at üstünde bozkırda üç gün süren yolculuk çok güzeldi. İrtış Nehri üzerinden feribotla geçiş de, coşkun akıntısıyla bol sulu İrtış’ın kendisi de ve tabii ki, nehrin her iki kıyısında yer alan ahşap evleriyle Yedi Konak anlamına gelen Semipalatinsk şehri de, yani her şey fevkaladeydi.

Şakarim, Yeni Semey’e, yani sol kıyıya girer girmez yolunu şaşırdı. O, fethedilemez kale şeklindeki bu evlerin neden gerektiğini, bu duvarların ardında kimlerin hayatlarının, korkularının, acılarının saklandığını anlamaya çalışarak yüksek duvarlara bakıyordu.

Şakarim, Semipalatinsk’in tanınmış tüccarlarından Tinıbay Kaukenov adlı Aksakalın sol kıyıdaki iki katlı evine yerleşti. Tinıbay’ın Menlibay adlı oğlu Abay’ın ablasıyla, yani Kunanbay’ın Makiş adlı kızıyla evliydi. Tünıbay’ın kalabalık ailesi şehirde yaşıyordu ve onun tüm evlatlarıyla torunlarının kendilerine ait evleri vardı. Şakarim’e şehre varır varmaz doğrudan Tinıbay dünüre gitmesi yönünde sımsıkı tembihlenmişti. Onun evini herkes tarafından bilinen Tinıbay Camisinden yola çıkarak bulmak çok kolaydı. Kunanbay’ın kendisi de Semipalatinsk’e her geldiğinde dünüründe kalıyordu. Hacca giderken de o, Tinıbay’ın evinde kalmış, onun camisinde namaz kılmıştı. Daha sonra Şakarim de Hacca giderken namazını aynı camide kılacaktı. Tinıbay’ın kendisiyse Hac ziyaretini çok daha önce, Semipalatinsk diyarı Kazakları içinde ilklerin arasında gerçekleştirmişti.

Nüfuzlu ve itibarlı tüccar servetini pek de uğraşmadığı ufak çaplı ticaretten toplamadı. Yaşamının en parlak döneminde o büyük çaplı işler yapmıştı; kuzeye, yani Kazak bozkırıyla sınır komşusu olan Rus şehirlerine ve güneye, yani Çin’e sayısı binlerce olan koyun, at, deve sürüsü götürüyordu. Rusya’dan manifatura, Çin’den de çay, şeker, baharat getiriyordu. Bu piyasada Tinıbay, Rus ve Tatar tüccarlarının sert rekabetine karşı koyabilmişti. Paralar eve, deyim yerindeyse, su gibi akıyordu. Baba işini devam ettiren varislerin de serveti artıyordu. Halk arasında gerçek midir, uydurma mıdır bilinmez, ama Tinıbay’ın oğlu Menlibay’ın Rus bir tüccarla kâğıt paralarla semaveri kimin daha çabuk ateşleyebileceği üzerine bahse vardığı ve bu bahsi Kazak’ın gönlünün zenginliği sayesinde kazandığı anlatılıyordu.

Şakarim, Tinıbay’ın evine ilk geldiğinde o, 86 yaşındaydı ve artık Çin ve Rusya’ya hayvan sürüsü götürmüyordu. O işlerle artık çocuklarıyla torunları uğraşıyordu. Aksakal nerdeyse tüm zamanını eviyle bitişik olan camide geçiriyordu. Tinıbay kendisini hayır işlerine adayarak maddi desteğe ihtiyacı olan Müslümanlara yardımcı oluyor, cami çalışanlarının giderlerini karşılıyordu.

Şehrin, seyahat eden genci hayretlere düşüren görünüşü, tüccar sülalenin dindar kurucusuyla yapılan sohbetler esnasındaki talebelik saatleri, Şakarim’i kendi içindeki bir sese kulak vermeye zorluyordu. Şakarim’in zihninde Tinıbay’ın Uruğun her bireyinin hayat hikâyesi üzerinde durmak suretiyle atalarının adlarını saygıyla sıralayarak şeceresini nasıl oluşturduğunu anlatırken aslında onun olaylara derinleşerek akrabalarını sadece titiz bir biçimde sıralamakla kalmayıp göçebeliğin ezeli yapısını çok iyi idrak etmiş biri olarak tüm Kazakların tarihini dokuduğu yönünde bir fikir oluştu.

Genç adam hemen çantasından kâğıt kalem çıkarıp ilgisini çeken bazı bilgileri kayda geçirmek istedi, fakat bilgilerin geleneksel, yani sözlü bir şekilde korunmasına alışık olan ihtiyarın onun bu fikrini hoş karşılamayacağını düşünüp muhatabının sözünü kesmeye cesaret edemedi. Ancak akşamleyin kendisine ayrılan odaya geçince aklında kalan bilgileri kaydetmeye başladı. Semipalatinskli Aksakalın anlattığı Kazak uruklarının tarihi yazıya geçirilmiş oldu.

Bu halkın genel tarihinin sadece bir kısmıydı fakat Şakarim bilgisizliğin karanlığında gizli asırların meçhul yükünü hissediyordu. O aşırı derecede esrarengiz sis perdesini kaldırmayı, geniş bozkırda sabırlı ve cesur bir şekilde asırlarca yaşayan halkın sırrını saklayan örtüyü bakışıyla delip geçmeyi arzuluyordu. Gerçeklerin hangi şekilde sunulması gerektiğini Şakarim henüz bilmiyordu fakat ileride de halkın tarihiyle ilgili bilgileri toplayacağına ve kayda geçireceğine dair bir karar aldı çünkü geri dönüşü olmayan değişimlerin kaçınılmaz olduğu göçebe dünyasında yazılı metnin sözlü bilgiden daha sağlam olacağı kesindi. Delikanlı obasına dönünce bu düşüncelerini Abay’la paylaşmaya karar verdi.

Ertesi gün ilk iş olarak Tinıbay’ın hakkında çok şey duyduğu camisine girdi. Evin tam yanında bulunan taş bir temel üzerine inşa edilmiş caminin duvarlarından minare ve kubbesine kadar her şey ahşaptan yapılmıştı. Kubbeyle dış duvarlarının bir kısmı oymalarla süslüydü. Alçak alımsız ahşap evlerin yanında 1834 yılında Tinıbay Kaukenov’un şahsi birikimiyle inşa ettirdiği cami çok gösterişli duruyordu.

Binanın dışını hayranlıkla seyrettikten sonra Şakarim içeri girdi. Üst taraftan çatıyla ayrılan geniş oda erkekler için ayrılmış bölümdü. Ön duvarın arkasında da odalar vardı, onların üstündeyse, Şakarim’in tahminine göre, ufak bir bayanlar odası yer alıyordu. Bu kadar sıra dışı mimari yapıyı daha önce hiç görmediğinden o, odaların güzel dekorunu uzun süre hayretle izledi.

Gündüz Şakarim İrtış’ın sağ kıyısına gitmek üzere yola çıktı. Sallanan feribota korka korka bindi. Büyük nehrin suları belirsiz tecrübeler vaat ediyordu fakat seyahatin ortasında Şakarim korkusunu tamamen yendi. Serin rüzgâr başını döndürüyordu ve delikanlı, zapt edilemez akıntıdan gözlerini ayıramıyordu. Akıntının gücü bir duvar gibi yaklaşarak hafif bir çağıltıyla ahşap salın gövdesine çarpan su kütlesinin yaman ilerleyişi aracılığıyla anlaşılıyordu. Feribotu varış noktasına ulaştırmak ümidiyle birkaç kişi ipi elleriyle çekiyordu. Başka biri de elindeki uzun sırığı nehrin mümkün olduğu kadar dibine dayama çalışıyordu, fakat karşı kıyı yaklaşmayı hiç düşünmüyor gibiydi.

Şakarim şiddetli akıntıyı hayranlıkla izliyordu. Acaba bu nehir yüz yıllar, bin yıllar önce de, yani ağabeyleri, ablaları, babası, dedesi ve ataları daha dünyaya gelmeden önce de akmaya devam ediyor muydu? Bu devasa seli devamlı hayata döndüren güç nedir? Onun hiç azalmadan kasvetli, zapt olunmaz ve ciddi bir şekilde kuzeye yönelmesinin sebebi nedir? Doğanın bu fevkalade yaratığının sürekli yaşamıyla kıyaslandığında çok kısa olan insan yaşamı hakkında düşünmemek mümkün müdür böyle anlarda?

Şakarim birden Şıngıstav’ı, doğduğu köyü ve evini çok özlediğini fark etti. O birden nehrin onda bıraktığı izlenimleri, hayatın hızlı akışı hakkındaki düşüncelerini ve Aksakal Tinıbay’ın verdiği bilgilere ilave etmek üzere kendi Tobıktı Uruğu konusunda büyüklerden, bilhassa da dedesi Kunanbay’dan duyduğu hikâyeyi yazıya geçirmek için çadırındaki alçak masanın başında olmak istedi. Neden bilinmez ama Şakarim’e atalarıyla ilgili anıları hemen o an yazarak ebedîleştirmek gerektiği çok önemli gibi geldi. Tükenmek bilmeyen su kitlesine bakarken o, bu akıntının belirli bir kısmında kendi hayatının da aktığını ve nehrin milyonlarca hayatın timsali olduğunu düşünüyordu. Onu nehirle birleştiren ne olabilir? İnsanoğlu hakkındaki anılardan başka bir şey olamaz. Gerçi onların da doğruluğuna her zaman şüpheyle bakılmalıdır.

1,31 €