Usta ile Margarita

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Usta ile Margarita
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Master i Margarita

, Mihail A. Bulgakov

© 2003, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti.

Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

1. basım: 2003

6. basım: Eylül 2013, İstanbul

E-kitap 1. sürüm Ocak 2014, İstanbul

2013 tarihli 6. basım esas alınarak hazırlanmıştır.

Yayına hazırlayan: Saadet Özen

Kapak tasarımı: Ayşe Çelem Design

Kapak resmi: © iStockphoto.com / Bogusław Mazur

ISBN 9789750720390

CAN SANAT YAYINLARI

YAPIM, DAĞITIM, TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ.

Hayriye Caddesi No: 2, 34430 Galatasaray, İstanbul

Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33

www.canyayinlari.com

yayinevi@canyayinlari.com

Sertifika No: 10758

M

İHAİL

B

ULGAKOV

USTA İLE

MARGARİTA

ROMAN

Çeviri

Aydın Emeç

MİHAİL AFANASYEVİÇ BULGAKOV, 1891’de Kiev’de doğdu. Genç yaşta hekimliği bırakarak kendini tümüyle yazarlığa verdi. İlk romanı Belaya gvardiya (Beyaz Muhafız, 1925), komünist bir kahramana yer vermediği gerekçesiyle Sovyet resmî çevrelerince büyük tepkiyle karşılandı. Sovyet toplumunu eleştiren yergili fantezilerin yer aldığı Dyavoliada (Şeytanlıklar, 1925) da resmî çevrelerin eleştirisine uğradı. Bulgakov, aynı yıl, sözde bilim üstüne bir yergi niteliğindeki Köpek Kalbi’ni yazdı. 1930’a gelindiğinde, eserlerinin yayımlanması yasaklanmıştı. Bulgakov, buna karşın, 1930’larda iki önemli eser daha verdi. Moskova Sanat Tiyatrosu’nun perde arkasını acımasızca yeren yarıda kalmış özyaşamöyküsel romanı Teatralni roman (Tiyatroluk Roman) ve göz kamaştırıcı bir fantezi olan Usta ile Margarita. 1940’ta Moskova’da ölen Bulgakov’un eserleri, Stalin’in ölümünün ardından, 1950’lerin sonlarına doğru gittikçe saygınlık kazandı.

AYDIN EMEÇ, 1939’da İstanbul’da doğdu. Gazeteci, yazar, yayıncı ve çevirmen olarak Türkiye’nin kültür yaşamına önemli katkılarda bulundu. 1968’de Cengiz Tuncer’le birlikte kurduğu E Yayınları’nda, saygın bir yayıncılık örneği verdi; dünya edebiyatının pek çok seçkin yazarının ilk kez dilimize kazandırılmasını sağladı. Hür Yayın ve Cumhuriyet gazetesi kültür servisini yönetti. Bulgakov, Ehrenburg, Calvino, Kazancakis, Kundera, Vasconcelos gibi yazarların eserlerini Türkçeye çevirdi. Aydın Emeç, 1986’da, henüz 47 yaşındayken yaşama veda etti.

Mihail Bulgakov ve “Usta ile Margarita” üstüne

Kader, Mihail Afanasyeviç Bulgakov’la ilgili kâğıtlarımın, mektupların, yazıların, notlarımın kaybolmasını istedi. Oysa bunlardan bir kitap doğacaktı.

Hastalığın ölüme mahkûm ettiği Bulgakov’un hayatının son günlerinde topladığım biyografik bilgilerin yardımıyla, bu romana, yayımlanırken bir önsöz yazacaktım. Hem şakalaşıyor, hem not alıyorduk. Notlar, Bulgakov’un hayatının en az bilinen bölümüyle ilgiliydi.

“Gençliğimde çok çekingendim,” diyordu. “Hayatımın sonuna kadar da gideremediğim bu kusuru belli etmemeye çalışırdım. 1920’li yıllarda, lisede birlikte okuduğum Kievli bir yazara Moskova’da rastladım. Birbirimize pek yakın değildik; ama doğdukları kenti çok seven bütün Kievliler gibi birbirimizi çok sıcak karşıladık. ‘Sizi çok iyi hatırlıyorum Bulgakov!’ diye bağırdı. ‘Hep elebaşıydınız. Sizden büyüktüm ama bugün bile amansız sözleriniz aklımdan çıkmıyor. Latince öğretmeni Suboç’u hatırlıyor musunuz, sizden usanmıştı. Koca liseyi titretirdiniz. Şimdi sıra “Turbin’in Günleri” geldi. Daha o zaman ününüz yayılmıştı sizin.’”

Bulgakov, bunları anlatırken gülünç bir tavırla omuz silkerdi.

“Bana kalırsa kimseyi ürküttüğüm yoktu. Bağımsızlığımı koruyordum, o kadar. Ama gerçek olan, lise yönetiminin bana hoşgörülü davranmadığıydı. Nedendir bilmem, sakin bir çocuk olan benden, kim bilir neler planladığımı düşünerek kuşkulanırlardı. Üstlerimle, hayatım boyunca anlaşamadım.” (Burada içini çekti.) “Oysa, herkese örnek olmayı isteyen bir çocuktum…”

1916’da Kiev Üniversitesi’nde tıp öğrenimini bitirdi. Ardından Smolensk yöresinde Nikolskoye köyüne gitti. Aşağı yukarı bir buçuk yıl boyunca doktor olarak Zemstvo’da1 çalıştı. “Genç Bir Doktorun Mektupları” adlı öyküleri o çağın izlenimlerini taşır.

İşini ciddiye alıyordu. Hayatı boyunca tıp bilimine de, doktorlara da büyük saygı duymuştu. Ama henüz çok genç olduğundan ve gezmek, çok şey görmek isteğiyle yanıp tutuştuğu için yerinde duramıyordu. Yola çıktı. Nereye gittiği değil, her şeye boş verip yola düşmekti onun için önemli olan. Bütün değerlerin yok edildiği bir çağdı o çağ. Bulgakov genç sayılmazdı, aşağı yukarı otuz yaşlarındaydı; az da olsa, bir doktorluk deneyimi edinmişti. İyi kötü kurulu bir düzeni de vardı. Öyleyse neydi yapmak istediği? Yazar olmaya ilişkin olağanüstü tutku onda nasıl gelişti, olgunlaştı? Yazarlığı iyice kafasına koymuştu. Durmadan yer değiştirmeye başladı. 1920’de Kafkasya’daydı.

Hayatının bu dönemini anlatırken ilk tiyatro yazarlığı denemelerinden gülerek söz ederdi. Siyasal eğilimli oyunlarından bazıları, Vladikafkas Tiyatrosu’nda oynanmıştı.

“Çarka kapıldım ve ondan kendimi hiç kurtaramadım.”

O çağlarda yazdığı oyunlar ortada yoktu, hiçbirini saklamamıştı, onlardan sanki yaratıcılık zevkini elinden büsbütün alacaklarmış gibi söz ederdi.

Tiflis’te Osip Emilyeviç Mandelştam’la tanıştı. Mandelştam, yoksulluk, bağımsızlık ve coşkun bir kayıtsızlık içinde yaşıyordu. Bulgakov’un hatırladığı, saygı duyduğu da onun bu kayıtsızlığıydı. O güne kadar Mandelştam’ın tek şiirini okumamıştı, ne “Taş”ı biliyordu ne “Tristin”i. İlk kez duyduğunda çok etkilendi.

Ama şairin dizelerini okurken tumturaklı bir sesle her sözün üstüne basışı hoşuna gitmedi. Güleceği geliyor, tedirgin oluyordu.

Vladikafkas’ta, Batum’da bölge gazetelerinde çalıştı, hiçbirinde kök salamadı. 1920’de Moskova’ya geldi. Gudok dergisindeki görev, onu Valentin Katayev, İlf ve Petrov2, Yuri Olyeşa gibi yazarlara yaklaştırdı. Ben, Mihail Afanasyeviç’i sonraları, 1930 yıllarına doğru tanıdım. Daha önce başından geçenleri de, anlattıklarından biliyorum.

Gerçekleri değiştirmekten korkuyorum. Belleğim ne denli gerçeğe sadık olursa olsun, notlarımı ve konuşma biçimini, ses tonunu (özellikle ilginç bir yanıydı bu) toparlayamıyor, bu nedenle genel bir anlatıma gidiyorum. Hem peşinen söyleyeyim: Bulgakov’un biyografisini yazmıyorum ben, eserleri üzerine bir deneme çiziktirdiğim de yok. Burada ortaya koyduklarım Bulgakov’un hayatı, dolayısıyla Sovyet edebiyatı, bu edebiyatın şaşırtıcı tarihinin trajik ve güzel anları üzerine düşüncelerdir.

Eserlerinde Bulgakov’u yöneten, hayatın kendi soluğundan başka bir şey değildi. O, hayata kayıtsız bir gözle değil, coşkuyla bakıyor, ona katılıyordu. Yazar olarak, içtenliğini bir gün bile yitirmedi. İçtenliği, ilkeden yoksunluk, uşaklık eğilimi, namussuzluk ve utanmazca bir ikiyüzlülükle karşılaştığında amansızlaşıyordu. Yalnız eserlerinde değil, hayatında da, başkalarıyla ilişkilerinde de şen ve alaycı biriydi. Öykü uydurup anlatma yeteneği büyüktü. Şakalarının hepsinde kendini daha dolaysız, daha doğrudan ifade etmeye yönelik bir istek sezilirdi. Bulgakov, Herzen’in şu sözlerini rahatlıkla benimseyebilirdi:

Kahrolsun eğretilemeler, üstü kapalı sözler. Özgür insanlarız, köle değil; gerçeği masal kılığına sokmaya ihtiyacımız yok!

Sözlerinde iyi niyetten başka şey yoktu; ne var ki hep tersinden kuşkulanıldı. Devrimden söz ediyor, devrimin dertlerini ve getirdiği sefaleti hissediyor, bir mizah yazarı olarak sarsılan hayatın tüyler ürpertici görünüşünü anlatıyor, gülünç ve iğrenç yanlarını dile getiriyordu. Ülkesinden kaçanların yaşadıkları trajik sapmaları, kötü sonları, kendi oğullarının derdi gibi anlamaya çalışarak iç savaştan ve Rus aydınlarından söz ediyor, ama ülkesinin ahlak gücüne ve geleceğine inanıyordu… Oysa herkes, Beyazları savunduğunu, onları yücelttiğini söylüyordu. O ise, ikiyüzlülükle savaşan yaratıcının yazgısından, iktidarın uşaklarına özgü kötülükten söz ediyordu. Yine Herzen’e göre bu ikiyüzlülük, “düşmanı her ne pahasına olursa olsun eleştirerek, olmazsa hafiyelik yaparak yıkma” amacını güdüyordu. Sovyet edebiyatına çamur sıçrattığı söyleniyordu. Nihayet, edebiyatın kafası işleyen memurları, Bulgakov’dan uzaklaşmakla kalmadılar, çevresinde soluk alıp vermesini zorlaştıran bir sıkıntı da yarattılar.

Bulgakov’u tiyatro kurtardı. Hayatı boyunca tiyatroyla ilişkilerini koparmamaya çalıştı. Oyunlarının oynanmadığı sıralar bile, yönetmen yardımcısı ya da oyuncu olarak başkalarının eserlerinin yaratılmasına yardım etti. (Moskova Sanat Tiyatrosu’nda, Dickens’ten alınan Mister Pickwick’in Serüvenleri adlı oyunda yargıç rolündeydi.)

Bir yandan da cıvıl cıvıl yazı işleri odaları, hazırlanmasına katılacağı, sayfa düzenine yardım edeceği, yazılarını okuyacağı, basımevi mürekkebinin kokusunu duyabileceği bir gazete düşlüyordu… Ama boşuna. Gençliğinde, gerek Gudok’ta çalışırken gerekse Niedra Yayınevi’nde görevliyken kısa bir süre böyle ortamlarda bulunmuştu. Tiyatroya duyduğu bütün bağlılığa karşın –prova yapılırken kararan salon, kulisten içeriye bir göz atmanın, bir oyunun ortaklaşa yaratılmasına katılmanın verdiği heyecan, ansızın dayanılmaz bir yoğunlukla çınlayan kendi sözlerinin halkın karşısında doğuşu– bütün bu güzel şeyler edebiyatın, acılarının, hayatının yerini tutamazdı…

Tiyatroya girişi patırtılı oldu. Alaycı öykülerine (“Yazgının Yumurtaları”, “Diavolia”) herkes kulak kabarttı. Moskova Sanat Tiyatrosu’nda sahnelenen oyunu “Turbin’in Günleri” sonu gelmez tartışmalara yol açtı. O sıralar daha tanımıyordum onu.

İlk kez 1926 yılında, “Liyubov Yarovaya” ve “Turbin’in Günleri” adlı oyunlar konusunda yapılan bir açıkoturum sırasında gördüm Bulgakov’u. O günlerde bu iki oyun sık sık karşılaştırılırdı. Açıkoturum, Meyerhold Tiyatrosu’ndaydı. Katılımcılardan biri olan eleştirmen O., Bulgakov’a amansızca saldırdı. Onun konuşmasından sonra sahnede, sinirli, heyecanlı, sarışın bir adam göründü. Kolunu eleştirmene doğru uzatıp, “Sonunda sizi gördüğüme çok sevindim!” diye bağırdı. “Sonunda gördüm sizi! Benim hakkımda rastgele söylenen her yalanı dinlemek zorunda mıyım? Bütün bu sözler, binlerce kişi tarafından tekrarlanıyor, ben susmak zorundayım, kendimi savunamıyorum! Bu, bir duruşma bile değil! Bana söz hakkı verilmiyor! Nedir peki ortada dönen? Benim seyircilerim var, yargıçlarım da onlar; siz değilsiniz. Oysa beni yargılıyorsunuz. Yazdıklarınız bütün ülkede okunuyor… Benim oyunumu ise Moskova’da bir tek tiyatroda görebilmek mümkün. Oyunumu görmeyenler sizin yazdığınız gibi düşünüyor. Sizse yalandan başka şey yazmıyorsunuz. Benim düşüncelerimi saptırıyor, yazılarımın anlamını değiştiriyorsunuz! Ama sizi sonunda gördüm; bir kereliğine de olsa neye benzediğinizi gördüm. Hiç olmazsa bunun için size teşekkür eder, sizi yerlere kadar eğilerek selamlarım. Sağ olun!”

 

Eliyle selam verdikten sonra, yine sinirli ve heyecanlı, yanakları al al, kayboldu. Salona büyük bir sessizlik çöktü. Hiç kimse alkışlamadı. Hiç kimse tepki göstermedi. Kimse, o tuhaf sessizliği bozmaya cesaret edemedi…

O gün bana, uzun kollu ve bacaklı, birden boy atmış genç çocuklar gibi hafif kambur, iriyarı bir adam gibi görünmüştü.

Bu açıkoturumdan ancak birkaç yıl sonra onunla tanıştım.

Bolşoya Pirogovska Sokağı’nda, bir kiralık dairede oturuyordu. Evi pek az ışık alıyordu, alçak pencereler kaldırıma bakıyordu. Küçük yemek odasından üç basamakla, beyaz ahşap rafları olan, ciltsiz kitaplar ve dergilerle dolu çalışma odasına çıkılıyordu. Kızıl tüylü köpeği Buton, içeride dolaşıyor, gelenleri kuyruğuyla selamlıyordu. Her çeşit insan, sohbet etmek için onun evine gelirdi. Sık sık Tiflisli bir genç kızla buluşurduk orada (bu eve ilk olarak onun için gelmiştim). Ortalık epey karışıktı; çoğunlukla bohem, bazen de yorucu ve teklifsiz bir hava eserdi içeride.

Bulgakov, kalabalık arttı mı çalışma odasına çekilir, ropdöşambrını giyer, kitaplarını karıştırmaya, yazılarını yazmaya koyulurdu. Kalın perdelerin ardından, yakından geçen tramvayların gürültüsü gelir, yemek odasından yükselen sesler duyulurdu. O sırada Molière adlı bir oyun ve bir roman üzerine çalışmaya başlamıştı. Sonradan Usta ile Margarita adıyla yayımlanacak olan romanının da ilk bölümlerini yazmıştı.

Çevresinde olup bitenlerden birden kopuyor, her şeye yabancılaşıyordu. Evine gelenlerin gerçek dostları değil, bir rastlantı sonucu orada bulunan kişiler olmasının da önemi yoktu. Hayatı çok hareketliydi, gözde yazarlardan biriydi artık. Basının saldırıları ününü artırıyor, ona yönelen ilgiyi kışkırtıyordu. Kafası bir yığın yenilikle doluydu. “Turbin’in Günleri”nin gördüğü ilgi giderek arttı. Oyun, içtenliği, kahramanların insancıl yanı ve duyguların derinliğiyle, seyircileri etkiliyordu. O zamanlar sık görülen şişirme oyunlardan çok farklıydı. Oyuna gösterilen ilginin nedeni yalnız bu da değildi. Moskovalı aydınlar devrim öncesindeki gibi Sanat Tiyatrosu’nu kendi tiyatroları sayıyorlardı. “Turbin’in Günleri”ni seyredenler arasında, kaderi oyun kahramanlarının kaderine benzeyen pek çok kişi vardı. Gösteri şaşkınlık yaratıyor, anıları canlandırıyor, seyirciyi çekiyordu. Herkes oyunu konuşuyor, görmek istiyor, defalarca seyrediyordu. Sanat Tiyatrosu’nun oyunlarının başarısı, oyunun çağdaş oluşuyla ve seyircinin siniri, nabzı, iç dünyasında yankılanmasıyla doğru orantılıydı. Tiyatronun geleneği, oyuncuların güncel olayların bilincinde olmalarını gerektirmekteydi (bu niteliğini yitirdiği gün Sanat Tiyatrosu da yok oldu). Henüz belleklerden silinmemiş olayları ele alan “Turbin’in Günleri”nin (“aracı kuşak” sayılan) yeni bir oyuncu kuşağını doğurması da tesadüf değildi. Şmelev, Dobronravov, Sokolova, Tarassova, Yaşin, Prudkin, Kudriavtsev, Stanitsin adları seyircileri fethetti. Yorumladıkları kişiler (Aleksey Turbin, Elena, Nikolka, Lariocik, Mişlayevski ve başkaları) oyunculuktaki başarılarıyla iç içe geçti. Sanki o kahramanlarla birlikte doğmuşlar, onlardan ayrılamıyorlardı.

“Turbin’in Günleri”nden sonra, Sanat Tiyatrosu’nun “Yarış”ı sahnelemeye hazırlandığı haberi basında yeniden amansız saldırılara yol açtı. O dönemin gazetelerinden birinde şu satırları okumak mümkündü:

Gelecek sayılarımızdan birinde, Bulgakov adlı bu tipik küçük burjuva ve gelip geçici yazarın tuttuğu yol hakkında bir makale yayımlayacağız. Ne yazık ki, “Turbin’in Günleri”nin ünlü yazarıyla yine ilgilenmek zorundayız. Sanat Tiyatrosu’nun geçmişiyle bağlarını koparmasını sevinçle karşılamıştık ama işte Bulgakov oraya döndü. “Yarış” mı? Hayır, bu oyunun oynanması söz konusu değildir.

Gorki’nin, oyunun “aforoz edildiği için başarı kazanacağını” söylemesine rağmen saldırılar başladı. 9 Ekim 1928 günü Sanat Tiyatrosu’nda, “Yarış” üzerine yapılan açıkoturumda Gorki, beyaz generallerin “iyi gösterilmesi” yönünde bir eğilim görmediğini açıkladı. “Bu çok güzel bir komedidir, tam üç kere okudum,” dedi. “Yarış”ın, ilk başta, tıpkı “Turbin’in Günleri” gibi yalnız Sanat Tiyatrosu’nda oynanmasına izin verildi. Ama kısa bir süre sonra, 1928 Eylülü’nde yasaklandı.

“Yarış”, yazarının ölümünden on yedi yıl sonra (1957) ilk kez Volgograd’ın Gorki Tiyatrosu’nda sahnelendi.

“Yarış” çok değişik bir oyundur. İçindeki sekiz ayrı düşle, sanki “Turbin’in Günleri”nin devamıdır. Ama psikolojik bir dram değildir; duvarın ötesinde, ülkelerinden uzakta kalmış kişiler hakkında acıklı bir güldürüdür. Düş görürcesine, halka karşı işlenen kanlı cinayetleri hatırlayan beyaz subaylar onurlarını yitirir, sefalete ve düşkünlüğe sürüklenirler. Yazar onları “davranışlarına göre” yargılar. Onlara karşı acımasız davranır, günümüzde bu düşlerin başka türlü yorumlanması olanaksızdır.

Yazar, oyunun ve niyetlerinin sakıncalı görülmediği dönemlere yetişemedi. “Yarış”ın bir daha ortaya çıkmamak üzere karanlığa gömüldüğünü sanıyordu.

1927 yılında Vartangov Tiyatrosu “Zoyka’nın Evi”ni oynadı. N.E.P.3 çağının Moskovası üzerine bir hiciv olan bu oyunla Bulgakov, yeniden eleştirmenlerin saldırısına uğradı. Oyunun hiciv yanı dikkate alınmıyor ve gerçeğin, taraflı bir bakış açısıyla, akıl almaz biçimde çarpıtıldığı söyleniyordu.

Karmeni Tiyatrosu’nun 1928’de oynadığı “Kızıl Ada”, Bulgakov’un fırtınalı tiyatro hayatını bitirdi. Oyun, sözde devrimci görüntüleri alaya alıyor, Bulgakov gerçeğin altını çizmek için çok yerde hicivden yararlanıyordu. Ama bu bir şaka olarak kalmıyor; yazar, yurttaş olarak kendi yerinin de altını çiziyordu.

“Zoyka’nın Evi” ile “Kızıl Ada”, tiyatronun repertuvarından çıkarıldı. Aynı şey “Turbin’in Günleri”nin de başına geldi ama oyun, üç yıl sonra yeniden gün ışığına çıktı.

P.S. Popov’a yazdığı bir mektupta Bulgakov şöyle diyordu: “1932 yılı Ocak ayının ikinci yarısında bilmediğim, derinine inmek niyetinde de olmadığım nedenlerle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği hükümeti, “Turbin’in Günleri”nin yeniden oynanması için Sanat Tiyatrosu’na emir verdi. Oyunun yazarı için bu, hayatının bir bölümünün kendisine iade edilmesi demektir. Başka sözüm yok.”

Sonradan Stalin’in, “Turbin’in Günleri” için, “Pek öyle korkulacak bir oyun değil, zararından çok yararı var,” dediğini öğrendik (bkz. 1949’da yayımlanan Stalin’in bütün eserlerinin ikinci cildi). “Turbin gibilerinin, davayı kaybettiklerini anladıktan sonra silah bırakmak zorunda kalmaları, Bolşeviklerin yenilmezliğini, onlara karşı bir şey yapılamayacağını gösterir,” diyordu Stalin. “‘Turbin’in Günleri’, Bolşevizmin sarsılmaz gücünün bir örneğidir.” Sonra da ekliyordu: “Tabii yazarın bu konuya bir katkısının olduğu söylenemez, ama ne önemi var.”

Böylece “Turbin’in Günleri” kurtulmuş oldu. Ama yalnızca tek bir oyundu kurtulan.

1929’da Bulgakov, kendini “Yobazların Oyunu” adlı (Molière’in hayatıyla ilgili) oyununa verdi. 1932’de onu Sanat Tiyatrosu’na teslim etti. 1934 yılına kadar ses çıkmadı. Oyun üzerinde tartışılıyor, yazara sahnelenmesi için çeşitli önerilerde bulunuluyordu. Sonunda, 1934 yılında provalara başlandı. Oyunu sahneye koymakla görevlendirilen N.M. Gorçakov, “Stanislavski’nin Sahneleme Dersleri” adlı kitabında, Bulgakov ile tiyatro arasında ilişkilerin kötü yanlarını göstermeye hiç çalışmadı; tersine, tiyatro yöneticilerinin, özellikle Stanislavski’nin, sahnelemenin ve oyuncu yönetiminin yazarın yorumuna uygun olması için çok dikkatli davrandıklarını, ince eleyip sık dokuduklarını belirtti. Ama Gorçakov, dolaylı yoldan Bulgakov’un acı durumunu ortaya koydu. Yazar, kendisine kabul ettirilmek istenen yoruma karşı çıkıyordu. Kızmaması için ona karşı çok saygılı ve dikkatli davranıldı. Bulgakov da ilişkileri bozmak istemiyordu; ama ne olursa olsun, iki taraf aynı dili konuşmuyordu. Temel anlaşmazlık, yazarın, yaratıcı ile iktidar arasındaki ilişkileri anlatan bir oyun yazmasından doğuyordu. Onun elinde Molière’in hayatı bir taslaktı, bu hayat üzerinde düşüncelerini dilediği gibi işliyordu. Tiyatro ise, Molière’i büyük bir tiyatrocu ve yaratıcı deha olarak göstermek niyetindeydi. “Molière’de, o büyük tiyatrocu ve eşsiz dâhinin parıl parıl parlayacağı sahneler görmek istiyoruz,” diyordu Stanislavski.

Sizin oyununuzda, kaba deyimimi hoş görün, Molière fazlaca boğuşuyor, bedeni fazlaca öne çıkıyor. Bu sahnelerin yanında, yaratıcılığını ortaya koyan başka sahneler de gerekli. Bir oyun, bir rol, bir hiciv, ne isterseniz…

Bulgakov, utana sıkıla, “Molière’in hiciv yazdığını hiç sanmıyorum,” dedi. “Bana kalırsa, gerek konu, gerekse oyunun trafiğiyle Molière’in dehasını hissettirmek oyunculara düşer.”

Herkesin durmadan görüş belirttiği ve oyunu bir sürü başka oyunla karşılaştırdığı bu tartışmalara son vermek isteyen Bulgakov, güçsüzlüğünü açığa vurarak şöyle dedi: “Beş yıldır oyunda sürekli değişiklik yapılıyor. Artık dayanamayacağım.” Gorçakov’a da mektup yazmaya karar verdi. Mektupta şöyle diyordu:

Molière’imi değiştirmeyi kesinlikle reddediyorum. Yapılması istenen düzeltmelerin, ana düşünceyi yok edip bana bambaşka bir oyun yazdırma niyetinden kaynaklandığını sezmekteyim.

İçinde bulunduğu durumda, böyle kararlı bir ifade kullanmak, yürek isterdi.

Provalardan çok önce, oyun, Repertuvar Komitesi tarafından kabul edildi. Sanat Tiyatrosu’ndan başka Leningrad Tiyatrosu da oyunu sahnelemek için Bulgakov’la anlaşma yaptı. Leningrad’da provalara bile başlanmıştı. Birden, tiyatro yöneticileri yazara, karar değiştirip oyundan vazgeçtiklerini bildirdiler.

Bu, Molière’e vurulan ilk darbeydi. Ortada hiçbir resmî neden yoktu. Tersine, Repertuvar Komitesi’nin onayı oyunun her yerde oynanabileceği anlamına gelirdi. Tiyatro da yazılı anlaşma imzalamış, yazara avans bile vermişti. “Yukarı”dan hiçbir baskı gelmemiş, basında da oyun hakkında hiçbir kötü yorum çıkmamıştı. Leningrad’ın bu kararı vermesinin nedenlerini kestirmek güç; ama sahnelenmesinden çok önce, oyunun çevresinde yavaş yavaş birtakım kuşkuların doğduğu, bir kötü niyet havasının estiği bir gerçek. Sanat Tiyatrosu’nun da oyunu sahneye koymakta çok ağır davranması, çelişkili yorumlara yol açıyordu. Provalar ve yukarıda sözünü ettiğim Gorçakov’la tartışmalar bu atmosfer içinde geçti. Yine Gorçakov’un anlattığına göre, Stanislavski, ara sıra sahneleme çalışmalarına da karışmaktaydı. Stanislavski, görüşünü ortaya koyduğunda kendi yorumuna sadık kalınması için diretiyor, Bulgakov’un içinde bulunduğu güç durumu anlamak istemiyordu. Bulgakov bu yüzden Stanislavski’ye kinlendi, kızdı ve onunla hep küskün kaldı.

Sonunda 15 Şubat 1936 günü oyunun galası yapıldı. Ama ancak yedi temsil verildi. 9 Mart 1936 günlü Pravda’da, “Dışı yaldız, içi yanlış” başlıklı yazı çıktı ve halktan ilgi görmesine karşın oyun afişten indirildi. Başka gazetelerin öldürücü eleştirileri de var elimde. Ama yazarın ustalığından söz eden Gorki’nin yazısını da saklıyorum. Gorki yazısında, “Bulgakov, hayatının son yıllarını yaşayan Molière’in eşsiz bir portresini çizmiş,” diyordu. “Kişisel sıkıntıları nedeniyle şöhretin ağırlığı altında ezilen Molière’in…”

Oyun, günümüze kadar bir daha sahneye konmadı. Yazarın ölümünden ancak yirmi iki yıl sonra okur, Bulgakov’un oyunlarını –“Turbin’in Günleri”, “Yarış”, “Son Günler”, Don Quijote (İskutsvo, 1962)– bir araya getiren kitapta, Molière’i, “Yobazların Oyunu” olarak eski adıyla okuyabildi.

9 Mart, Bulgakov için bir yas günü oldu. Beni görmeye gelmişti. Sakin görünüyordu, para sıkıntısı içindeydi, benden öğüt istiyordu. Molière’in afişten indirilmesi, onu parasal yönden de güç durumda bırakmıştı. Borçları vardı ve bu oyuna çok güveniyordu. Oysa oyun sahnelenmeyecekti.

Oyunun yaratıldığı bu zorlu süreçte ve birkaç gün süren temsiller sırasında, Bulgakov, Jurgaz Yayınları için Molière üzerine bir de kitap yazdı. O sıralar bu yayınevi “Ünlü Kişilerin Hayatı” adlı bir dizi yayımlıyordu. Dizinin çizgisine uymadığı gerekçesiyle roman da geri çevrildi. Yayınevinin danışmanı bazı bölümlerin altını çizmiş, yazara, kitaptaki anlatıcıyı kaldırmasını öğütlemişti. Ona göre bu adam ahlaksızdı. Kralcı eğilimleri vardı, yatak hikâyelerinden hoşlanıyor ve kuşkulu kaynaklardan yararlanıyordu. Danışman, “Onun yerine, ‘ciddi bir Sovyet tarihçisi’ koymak gerekir,” diyordu. Bulgakov, tarihçi olmadığını söyleyerek kitabı değiştirmeyi reddetti.

 

Oyunu gibi Bulgakov’un bu romanı da 1962 yılında gün ışığına çıktı. Sonradan Molodoya Gvardiya Yayınları’na geçen “Ünlü Kişilerin Hayatı” dizisinden yayımlandı hem de. Bu dizi son birkaç yıl içinde büyük önem kazanmıştı. Biyografik bilgilerin kullanılışıyla ötekilerden ayrılan, bir sürü ilginç kitap çıkıyordu artık aynı dizide. Bulgakov’un kitabı dizinin “çizgi”sine uygundu, ama yazar, kitabının basılışını göremedi.

1935 yılında Bulgakov’un çevresine büyük bir sessizlik çöktü. Öyle bir sessizlikti ki bu, insanda isyan isteği uyandırıyordu.

“Turbin’in Günleri”nin program sayfasından başka yerde adı geçmiyordu Bulgakov’un. Sanat Tiyatrosu’yla ilgili yazılarda da adına rastlanmıyor, ne broşürlerde ne elkitaplarında boy gösteriyor ne de kendisiyle yapılmış bir konuşma çıkıyordu. Elbirliğiyle hasıraltı edip onu unutturmaya çabalıyordu bazıları.

Sanki ölmüş, sanki hiç yaşamamıştı.

Unutuldu, adının üstüne bir çizgi çekildi.

Evi boşaldı, gelenlerin sayısı azaldı. Dostu denebilecek, dehasına hayran olduklarını söyleyen kişilerin birçoğu elini eteğini çekti. Telefonu neredeyse hiç çalmıyordu.

Bulgakov’un yalnızlığı en çok hissettiği dönemdi bu. Boğuşup duruyordu. İş hayatındaki felaket özel hayatındaki krizle aynı zamana denk geldi.

Ne yapacağını bilmez halde, beni görmeye geliyordu. Yanakları al al, konuşmaya başlıyor, ama çabucak sözü değiştirip daha önemsiz konulara atlıyordu. Gerçek bir konuşma yapamıyorduk. İşe yarar bir şey çıkmıyordu ağzından.

Kimsenin haberi olmadan, hayatına biri girmişti bile. Bu insan ona çok yakındı. Bulgakov da onu çok seviyordu. Ama bir arada yaşamaları olanaksızdı. Çok kişinin kederi söz konusuydu. Gizli saklı da olsa, buluşamıyorlardı. Sonra her yer karardı. Sanki dünya sonsuza dek kapkara kesilmişti. Ama susmak zorundaydı. En yakın dostuna bile sevdiğinin sözünü edemezdi.

Olanları anlatma hakkını kendimde bulamıyorum. Hepsi çok özel.

Bu olayla kuşku, umutsuzluk ve heyecan içindeki adam, uzlaşmaz kişiliğinin sağlamlığını ortaya koydu. Gerek yazar, gerekse insan olarak sarsılmaz karakterini gösterdi. Bay Prişvin, bir gün şöyle demişti: “Sakın, yazarın bütün ustalığı kişiliğinde olmasın? Bu konuda bir kitap yazılabilir.”

21 Ocak 1932 günü Bulgakov, P. S. Popov’a şu mektubu yazıyordu:

Ey sevgili dostum,

“Ne yemeli?” diye soruyorsun bana? Jambon belki ama kuru kuruya gitmez. Hava kararırken eski bir kanepenin üstünde, eski ve sadık eşyaların arasında yemeli jambonu. Köpek, sandalyenin yanında yere oturmalı, tramvayların sesi duyulmamalı. Şu anda saat sabahın altısı ve tramvayların gürültüyle depodan çıkışları geliyor kulağıma. Uğursuz viranem tepeden tırnağa sallanıyor.

En zoru yalnızlıktı.

Ama yazmayla ilgili sorunlarının da çözülmesi gerekiyordu. Bulgakov, ilkeler uyarınca eserleri geri çevrilen işsiz bir yazar durumundaydı. O zaman kesin bir yol seçti: Hükümete mektup yazdı. İçtenlikle kaleme alınmış, namuslu bir mektuptu bu. Yazar olarak düşünmeye ve her şeyi kendi gözüyle görmeye hakkı olduğunu belirtiyordu mektubunda. Bu yapılamazsa yazmanın hiçbir anlamı kalmazdı. Stalin, Bulgakov’a telefon etti, o günden sonra da telefonu durmadan çalmaya başladı. Tiyatrodan çağrıldı. Yönetmen yardımcısı ve edebî danışman olarak tiyatroya alındı.

Böylece kişisel sorunları çözülmüş oldu.

Bulgakov’un özel hayatı hakkında, ancak kendi sözlerini aktararak bilgi verebilirim. Usta ile Margarita romanının bu bölümünü otobiyografik bir itiraf saymamak gerek. Yine de buraya aldığım metinde, Bulgakov’un yaşadıkları uzaktan uzağa seziliyor sanki:

Karanlık bir sokağın köşesinde bir anda bitiveren bir katil gibi, aşk önümüze dikildi; ikimizi de bir vuruşta devirdi! Yıldırım da böyle çarpar adamı, hançer de böyle saplanır! Sonraları o, böyle olmadığını, çok uzun süredir, birbirimizi hiç tanımazken kendisinin başka bir erkekle yaşadığını ve birbirimizi hiç görmediğimiz halde ezelden beri seviştiğimizi söyledi…

… Evet, aşk yıldırım gibi çarptı bizi. Aynı gün, bir saat sonra, geçtiğimiz yolların hiçbirini görmeden Kremlin duvarlarının dibindeki rıhtımda buluştuğumuz an bunu anladım…

Sanki daha bir gün önce birbirimizden ayrılmışçasına, yıllardan beri tanışıyormuşuz gibi konuşuyorduk… Ertesi gün aynı yerde, Moskova Irmağı kıyısında buluşmaya karar verdik. Buluştuk da!.. Mayıs güneşi bizi ışığa boğuyordu. Ve kısa, çok kısa bir süre sonra bu kadın, gizlice karım oldu.

… İlişkimizi bilen yoktu. Size yemin ederim. Gerçi böyle şeyleri gizli tutmak imkânsızdır. Oysa ben bundan eminim. Kocası da habersizdi benden, aile dostları da. Zemin katını kullandığım eski evdekiler, bir kadının bana geldiğini biliyorlardı elbette ama adını bilmiyorlardı.

Bu aşk öyküsüyle çok ilgilenen İvan, “Peki, kim bu kadın?” diye sordu.

Ziyaretçi bunu hiçbir zaman söylemeyeceğini belirten bir işaret yaptı…

Her şey açığa çıkınca Bulgakov, Furmanov Geçidi’ndeki yeni bir eve taşındı. Gerek içten, gerekse dıştan, hayatı değişmişti. Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Yeni evine ilk gittiğimde tetikteydim. Kendimi her şeyin çok güzel, hatta biraz da sahte olduğu yemek odasında buldum. Sağdaki kapıdan yatak ve çalışma odasına geçiliyordu. Soldaki bir başka kapı ise küçük Seriyoşa’nın odasına açılıyordu. Kitaplar koridora yerleştirilmişti, kitapları adına bu biraz acı geldi bana. Her şey tertemiz, pırıl pırıldı. İçine yeni yerleşilmiş, aslında daha kimsenin doğru dürüst oturmadığı bir ev gibiydi. Hizmetçi mutfaktan çıktı ve hemen evin hanımından kesin bir emir aldı. Sonra evin hanımı bana döndü, ciddi yüzünde dostça, konuksever bir ifade belirdi. Uzun süredir evlerine girip çıkan biriymişim gibi davrandı bana.

“Az sonra yemek yiyeceğiz,” dedi. “Mişa banyoda.”

Rahat görünmek istiyordu, ama onun da tetikte olduğunu fark ediyordum. Bulgakov’un, “önceki hayat”ından kalma “az sayıdaki dost”unu kaçırmamaya çalıştığını, bana da içtenlikle yakınlık göstermeye çabaladığını seziyordum. Eski dostların çoğunun kadını benimsemediğini, en azından bu konuda çok zor adım attıklarını biliyordum.

Özenli bir sadelikle giyinmişti. Çevresindeki her şey de özenliydi. Masanın üstünde yaldızlı balık desenli mavi tabaklar, yanlarında, aynı renk biri küçük biri büyük bardaklar. Meze ve kızarmış ekmek dolu dar bir tepsi. Üzülerek, “Benim küstah Bulgakov’um öldü, burjuvalaştı,” dedim kendi kendime.

Derken Bulgakov göründü. O eski, örgü başlığını kafasına geçirmişti. Altından çıplak bacaklarının göründüğü, kirli, mor ropdöşambrı sırtındaydı. Yatak odasına yönelirken eliyle bana bir işaret yaptı ve kapının ardında kayboldu. Bir saniye sonra yeniden göründü, göz kırparak, “Sen havaya gir, ben az sonra geliyorum,” dedi.

O tanıdık bildik Bulgakov’du ama aynı zamanda başka biri oluvermişti. Son aylarda dikkatimi çeken, beni kaygılandıran sinirliliği geçmişti. Birden her şey değişmiş, tehlikeler ve tehditler kaybolmuş, işler yoluna girivermişti.

Gerçekte ise, durum hiç de öyle değildi. Sonradan anladığım kadarıyla, yeni ve önemli bir yaşama nedeninin ortaya çıkmasıydı onu değiştiren. Artık bir evi vardı, bu ev onun kuşkuları ve umutlarıyla soluk alıyor, yaşıyordu. Burada her gün, her saat, harcanmış biri değil, çok önemli bir iş yapan, hiçbir iktidara bağlı olmayan, yeryüzündeki yeri ve yazarlık yeteneğinden kuşku duyulmayan biri olduğunu hissediyordu. Ülkesinde, ülkesinin edebiyatında hakkı olan yeri kimse elinden alamazdı.