Loe raamatut: «Mitoloji Rehberi», lehekülg 3

Font:

Salyangoz Wasbashas Nasıl İnsana Dönüştü? (Kuzey Amerika Kızılderilileri)

Bir zamanlar Missouri Nehri kıyısında bir salyangoz yaşıyordu, neşe içindeydi çünkü bol bol yiyeceği vardı ve bir salyangozun isteyebileceği hiçbir şeyde gözü yoktu. Ne var ki en sonunda başına bir felaket geldi. Nehrin suları taştı ve küçük yaratık güvenle kıyıda kalma umuduyla var gücüyle bir kütüğe tutunsa da, yükselen sular hem onu hem de kütüğü alıp götürdü ve sular çekilene kadar günlerce çaresizce yüzdüler. Zavallı salyangoz nehrin balçığıyla kaplı bir kıyıya saplanıp kaldı, güneş doğduğunda hava o kadar sıcaktı ki çamura geri dönüşü olmayan bir biçimde saplanıp kaldı.

Sıcak ve kuraklıktan bunalmış, yiyecek bulamadığı için aç bir halde umutsuzca kaderine boyun eğdi ve ölmeyi bekledi ancak ansızın yeni hissiyatları uyandı ve vücuduna yenilenmiş bir güç girdi. Kabuğu aniden açıldı, başı yavaş yavaş yerden yükseldi, alt uzuvları ayak ve bacak şeklini aldı, iki kolu çıktı ve parmakları oluştu. Böylece parıldayan güneşin altında uzun boylu ve asil bir görüntüsü olan bir adama dönüştü. Bir süre bu değişim onu sersemletti, ne enerjisi ne de belirgin düşünceleri vardı. Yavaş yavaş beyni faaliyete geçti ve geri gelen anılar onu doğduğu kıyılara dönmeye teşvik etti. Çıplak, cahil ve neredeyse açlıktan ölmek üzere bir halde yürümeye başladı. İştahını kabartan hayvanlara ve kuşlara rastladı ancak onları nasıl öldüreceğini bilmediği için karnını doyuramadı.

Sonunda o kadar güçsüz düştü ki ölmesi gerektiğini düşünerek umutsuzca kendini yere bıraktı. Çok geçmeden ona adıyla seslenildiğini duydu: “Wasbashas, Wasbashas!” Yukarı baktı ve önünde beyaz bir hayvanın üzerinde oturan Baş Tanrı’yı gördü. Gözleri yıldızları, saçlarının ışıltısı güneşi anımsatıyordu. Tepeden tırnağa titreyen Wasbashas kafasını eğdi, ona bakamadı. Yumuşak bir ses yeniden duyuldu: “Wasbashas, neden korkuyorsun?” “Titriyorum,” dedi Wasbashas, “çünkü beni yerden kaldıran gücün önünde duruyorum. Bayılmışım, kıyıya küçük bir kabuk halinde vurduğumdan beri ağzıma tek lokma koymadım.” Bunun üzerine Baş Tanrı ellerini kaldırarak ona bir yay ve ok gösterdi. Wasbashas’ın ona bakmasını söyleyerek yaya bir ok taktı ve gökyüzüne fırlatarak bir kuşu avladı, kuş yere düşüp öldü. Sonra bir geyik göründü, yayına bir ok daha taktı ve onu da delip geçti. “İşte,” dedi Baş Tanrı ve ona oku ve yayları uzatarak “Bunlar yiyeceklerin, bunlar da silahların,” diye ekledi. Hayırsever bir varlık, daha sonra ona geyiğin derisini nasıl yüzeceğini ve ondan nasıl kıyafet yapacağını öğretti. “Çıplaksın,” dedi. “Giyinmelisin çünkü şimdi sıcak olsa da hava değişecek; yağmur, kar yağacak ve soğuk rüzgârlar esecek.” Bunu söyledikten sonra onu ateşin lütfuyla da tanıştırdı ve ona geyik ve kuş etini nasıl pişireceğini gösterdi. Boynuna wampum’dan5 bir kolye takarak “Bu, senin tüm hayvanlar üzerindeki otoritenin unvanıdır,” dedi. Bunun üzerine Baş Tanrı göğe yükselerek gözden kayboldu. Was-bashas yiyeceklerle karnını doyurdu ve sonrasında doğduğu topraklara doğru yola koyuldu. Uzun bir süre yürüdükten sonra bir nehrin kıyısına oturup olanları düşünmeye başladı. O esnada nehir yatağından büyük bir kunduz çıkageldi. “Sen de kimsin?” diye sordu. “Buraya benim saltanatımı yıkmaya mı geldin?”

“İnsanım,” dedi adam. “Bir zamanlar sürüngen bir salyangoz kabuğundan ibarettim. Peki ya sen kimsin?” “Ben kunduzların kralıyım,” dedi. “Halkımın bu nehirdeki yukarı ve aşağı hareketini yönlendiriyorum. Hepimiz epey meşgulüz ve bu nehir benim egemenliğim altında.”

“Olanları sana anlatmalıyım,” dedi Wasbashas. “Baş Tanrı beni büyükbaşların, kuşların, balıkların ve kümes hayvanlarının başına getirdi ve bana hakkımı savunma gücü verdi; Baş Tanrı’nın armağanlarını, yayı, mızrakları ve bu wampum kolyeyi takdim etti.”

“Gel, buyur,” dedi kunduz ses tonunu değiştirerek. “Kardeş olduğumuzu anladım. İnime doğru bana eşlik et, yolculuğun ardından dinlenmiş olursun.” Bunun üzerine, daveti büyük bir memnuniyetle kabul eden Wasbashas’ı güzel ve büyük bir köye götürdü. Koniler şeklinde inşa edilmiş barınaklarla dolu köyde şefin barınağında ağırlandı. Zemin çam hasırla kaplı olduğundan Wasbashas’ın gözüne çok güzel görünüyordu. Yerlerine oturunca, şef karısına ve kızına misafirleri için en güzel yemekleri hazırlamalarını söyledi. Bu arada misafirine barınağını nasıl inşa ettiğini anlatarak onunla hoş sohbette bulundu ve ağaçları dişleriyle kesip nehir boyunca baraj oluşturma yöntemini anlattı. Bu bilge konuşmalarıyla şef hem zamanın nasıl geçtiğini anlamadı hem de Wasbashas’ın saygısını kazanmış oldu.

Karısı ve kızı içeri gelerek taze soyulmuş kavak, söğüt, taflan ve mürver kabuğu getirdiler, ki bunlar onların en meşhur yiyecekleriydi. Wasbashas bunların tadına bakar gibi yaparken onu ağırlayan şef de büyük bir keyifle çoğunu yedi. Şimdi şefin kızı Wasbashas’ın dikkatini çekmişti. Mütevazı tavırları, temiz giyimi, babasının emirlerine itaat etmesi, konuğun gözündeki cazibesini daha da artırdı. Wasbashas genç kıza ne kadar uzun süre baktıysa, o kadar derinden etkilendi ve sonunda onunla evlenmeye karar verdi. Bunun üzerine ikna edici sözlerle şefle konuştu ve bu isteğini kabul etmesi için ısrar etti. Şef teklifi memnuniyetle kabul etti ve kızı da talibi hakkında olumlu bir izlenim edindiğinden evlendiler, elbette kunduzların ve dost canlısı hayvanların da davet edildiği bir ziyafetle. Osage kabilesinin kökeni bu salyangoz ve kunduz sembolüne dayanmaktadır.

Büyük Yabantavşanı’nın Parmak Isırtan Maceraları

Su Samuru ve Ağaçkakan Kızlar

Ayrıca Yabankedisi Lusifee’yi Kandırdığı Ünlü Kovalamacanın Tam Metni (Algonkin)
I – Yabantavşanı Su Samuru Keeoony’yle Aşık Atmaya Kalkarsa

Eski zamanlarda, Mikmak dilinde Ableegumooch denilen, tavşan Mahtigwess, büyükannesiyle yaşar ve daha güzel günlerin gelmesini beklerdi; gerçekten de çetin geçen kışın ortasında, nehir buz tutmuş ve ovalar karla kaplanmışken, bu küçük ev halkı için bile geçinmek epey zor işti. Bir gün ormanda koştururken ıssız bir çadır buldu, nehrin kıyısında bulunan ve girişinden nehre doğru pürüzsüz buzdan bir yol uzanan bu çadırda su samuru Keeoony yaşıyordu. Su samuru onu memnuniyetle karşıladı ve hizmetçisine yemek için hazırlanmasını söyleyerek yakaladığı balıkları astığı kancaları aldı ve akşam yemeği için avlanmaya gitti. Kızak yolunun tepesine tırmanıp kendini suyun altına bıraktıktan kısa süre sonra, birazdan akşam yemeği olarak pişirilecek bir sürü yılanbalığıyla çıkageldi.

“Vay canına!” diye düşündü yabantavşanı. “Geçimini ne kadar da kolay sağlıyor! Bu balıkçı ahalisi karınlarını çok kolay yoldan ve ucuza doyuruyor! Bu kadar zekiyim, bu su samurunun yaptığını yapamaz mıyım? Elbette yapabilirim! Neden olmasın?” Böyle düşündükten sonra kendine güveni öyle bir geldi ki üç gün sonrasına onu kendisiyle – adamadusk ketkewop – bir akşam yemeği yemeye davet ettikten sonra evinin yolunu tuttu.

“Haydi gel!” dedi büyükannesine ertesi sabah, “çadırımızı gölün kıyısına taşıyalım.” Birlikte çadırı taşıdılar ve tavşan, su samurununkine benzer bir yer seçti ve hava soğuk olduğu için çadırın kapısından suya kadar buzdan bir yol yaptı ve buraya kadar işleri rast gitti. Sonra söylenen saatte misafiri geldi ve tavşan büyükannesine yemek için hazırlık yapmasını söyledi. Bunun üzerine yaşlı kadın, “İyi ama ne pişireceğim torunum?” diye sordu.

“Ben icabına bakacağım,” dedi tavşan ve kendine bir nabogun yani yılanbalıklarını dizeceği bir sopa hazırladı. Sonra buz patikasından geçerek bu sanatta usta biri gibi kaymaya çalıştı ancak şansı pek yaver gitmedi ve bir sağa, bir sola çarpa çarpa suya gelene kadar sıçradı ve sonunda geriye doğru biraz salınarak suya girmeyi başardı. Ve maalesef bu kötü başlangıç, iyi bir sona varmadı çünkü tüm yüzücülerin ve dalgıçların arasında, tavşan en başarısız olanıydı ve onun da kardeşlerinden hiçbir farkı yoktu. Su soğuktu, nefesi kesildi, çırpınmaya başladı ve neredeyse boğulacaktı.

“Bunun nesi var böyle?” diye sordu su samuru şaşkınlıkla ona bakan büyükanneye.

“Belli ki birinde gördü ve aynısını yapmaya çalışıyor,” dedi büyükanne.

“Huu! Çabuk çık oradan!” diye bağırdı su samuru. “Nabogun’u bana uzat!” Soğuktan tir tir titreyen ve neredeyse donmak üzere olan zavallı tavşan sudan çıktı ve ağır ağır yürüyerek kulübesine girdi. Büyükannesi onunla ilgilenirken su samuru suya daldı ve bir sürü balıkla geri döndü. Ama tavşanın boyundan büyük işlere kalkışmasına kızarak balıkları kulübeye fırlatıp hiçbir şey yemeden kendi evine gitti.

II – Tavşan Mahtigwess’in Ağaçkakan Kızlarla Yediği Yemek ve Onlarla Aşık Atıp Bir Kez Daha Rezil Olması

Büyük yabantavşanı ne kadar hayal kırıklığına uğrasa da pes etmedi çünkü sahip olduğu tek erdem yılmamaktı. Bir gün kırlarda dolaşırken kırmızı başlıklı genç kızlarla dolu bir çadıra rastladı; eh, kırmızı kafalarına şaşmamalıydı çünkü kızlar ağaçkakandı.

Büyük yabantavşanı, iyi yetiştirilmiş bir Kızılderiliydi ve gönüllere taht kurmayı iyi biliyordu; akşam yemeğine davet edildi ve teklifi memnuniyetle kabul etti. Bunun üzerine kızıl saçlı güzel kızlardan biri, eline bir woltes yani tahta tabak alarak koşuyor gibi görünecek kadar kolayca ağaca tırmandı ve yükselirken ara sıra durup gagalayarak sağdan soldan Kızılderililerin apchel-moal-timphawal ya da çok benzediği için pirinç olarak adlandırdıkları böceklerden toplamaya başladı. Bu pirincin, müdavimleri için leziz bir yemek olduğunu göz ardı etmeyin. Toplanan pirinçler haşlanıp yendikten sonra, tavşan yeniden aynı şeyi düşündü. “İşe bak! Bazıları için hayat ne kolay! Ben niye yapmayayım? Hey kızlar! Yarından sonraki gün akşam yemeği için bana gelin.”

Konuklar daveti kabul edince, büyük yabantavşanının ağaçkakancılık oynayacağı gün gelip çattı. Bir yılanbalığının kafasını alıp kendine bir gaga yapmak için burnuna bağlayıp elinden geldiğince tırmanarak – ki elinden gelen epey yetersizdi – pirinçleri toplamayı denedi. Ancak tek bir pirinç bile toplayamadı, ağaçkakana benzer tek bir yanı vardı; o da kırmızı kafasıydı çünkü kancalar kafasını ezmiş ve kanatmıştı. Bu sırada zarif kuşlar ona bakıp ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyorlardı.

“Ah”, dedi büyükannesi. “Sanırım yine başkasından gördüğü bir şeyi taklit etmeye çalışıyor. Hep böyle yapar.”

Gülmek için elinden geleni yaparak “İn aşağı!” diye bağırdı Bayan Ağaçkakan. “Tabağı bana ver!” Tabağı alıp ağacın gövdesine tırmandı ve kısa süre sonra akşam yemeğiyle geri geldi. Ama bu, tavşanın şen şakrak ağaçkakanları son görüşü oldu.

III-Tavşanın Olduğu Gibi Davranarak Bilgeleşmesi ve Kanada Vaşağına Sihirle Oynadığı Korkunç Oyunlar

Taklitte başarısız ama kendi olduğu haliyle çok başarılı insanlar vardır, büyük yabantavşanı da onlardan biriydi. Başkalarının yaptıklarını taklit etmeyi bırakınca başarıyı yakaladı ve zaafının farkına vardıktan sonra kendini ciddiyetle becerilerini geliştirmeye adadı ve m’teoulin yani büyü konusunda çalışmaya başladı. Zaman içinde öyle büyük bir sihirbaz oldu ki istediği zaman hayaletler, mahsuller, fırtınalar ya da şeytanlar yaratabilmeye başladı çünkü azimliydi ve bunu doğru kanala yönelttiğinde her istediğini yapabilirdi.

Sonra büyük yabantavşanının başı belaya girdi. Mikmaklar’ın kayıtlarına göre, bunun sebebi kendini kovalayan su samurundan birkaç adet balık çalmasıydı ancak Passamaquoddy’ler bu kötü eylemdeki niyetinin masum olduğunu söylemekteydi; bunun sebebi de muhtemelen ondan kendi ataları ve Wabanald’ın babası olarak övgüyle söz etmeleridir. Bunlara rağmen hikâye şöyle anlatılmaktadır:

Tavşan, bir tür yabankedisi olan Kanada vaşağının, Lusifee’nin doğal avıdır ve türünde ondan başkası bu kadar inatçı değildir. Bu yabankedisi bir gün bir kurt çetesiyle ava çıkmış ve kurtlar hiçbir şey avlayamamış. Hal böyle olunca, onlara büyük vaatlerde bulunan ve önderlik taslayan yabantavşanı sinirlenmiş ve büyük yaban-tavşanını düşünerek bu kez gerçekten de karınlarını doyuracaklarına söz vermiş. Sonra onları tavşanın çadırına götürmüş ama tavşan orada yokmuş, açlıktan gözü dönen kurtlar öfkeyle yabankedisine hakaretler savurup ormanın dört bir yanına dağılmış.

Bu yüzden tavşanın tam bir sihirbaz olduğunu düşünüyorum. Öyle olmalı çünkü yaban kedisi onu tek başına avlamak istediğinde, tüm ruhuyla ona yem olmamaya karar verdi ve sihirbazlık kabiliyetini mümkün olduğunca geliştirdi. Eline bir avuç talaş aldı ve birazını olabildiğince uzağa fırlattı ve üzerine atladı, uzun atlayış kabiliyeti tartışılmazdı. Sonra birazını da fırlatıp atlayarak bu şekilde uzun bir yol katetti. Bunu yapmasının sebebi iz bırakmak istememesiydi, hem izini, hem kokusunu hem de sesini kaybettirdiğini düşününce ışık hızıyla kaçtı.

Daha önce de söylediğim gibi, kurtlar tavşanın çadırına gidip hiçbir şey bulamadıklarında, bir müddet etrafı kokladılar ve sonunda sonsuza dek avlanmak ya da aç kalmak pahasına da olsa tavşanı yakalayacağına dair kuyruğu üzerine yemin eden yabankedisini bırakıp kaçtılar.

Bunun üzerine yabankedisi, çadırı kendine merkez belleyerek etrafını aramaya devam etti ve her seferinde çemberi biraz daha genişletti. Sonunda bir iz bulunca, tavşanın peşinden koşmaya başladı. Gece çökene dek ikisi de çok koştu. Kendini korumak isteyen tavşanın, ancak karı çiğneyip bir ladin dalını dikerek ucunda soluklanacak kadar zamanı vardı. Ancak yabankedisi çıkagelince, kendine güzel bir çadır buldu ve oraya saklandı. Görebildiği tek şey, çok ciddi ve ağırbaşlı bir görüntüsü olan, saçları ağarmış, heybetli (sogmoye) görüntüsünü bir çift uzun ve saygıdeğer kulakla taçlandırmış bir adamdı. Yabankedisi soluk soluğa kalmış bir halde ona bu tarafa doğru koşan bir tavşan görüp görmediğini sordu.

“Tavşanlar!” diye bağırdı yaşlı adam. “Neden soruyorsun ki, elbette gördüm. Ormanda bir sürü var. Her gün düzinelerce görüyorum.” Bu sözlerin üzerine yaşlı adam, yabankedisine kibarca bir süre onu ağırlamayı teklif etti. “Ben yaşlı bir adamım,” dedi ciddi bir tavırla. “Hem de yalnız yaşayan yaşlı bir adam. Sizin gibi saygıdeğer bir konuk benim için bir lütuftur.” Bu sözlerden çok etkilenen kedi teklifi kabul etti. Güzel bir akşam yemeğinden sonra ateşin yanına uzandı ve bütün gün koşturduğu için hemen uykuya dalarak sabaha kadar deliksiz uyudu. Ama uyandığında kendini karların içindeki çalılıklarda neredeyse açlıktan ölmek üzere bulunca dehşete kapıldı. Sefil bir haldeydi! Rüzgâr, canını almak isteyen bir sertlikte esiyor, sanki iliklerine işliyordu. Sonra aptal olduğunu, sihirle kandırıldığını anladı ve tavşanı öldürmek için dişleri ve kuyruğu üzerine bir kez daha yemin etti. Ortada çadır falan kalmamıştı; bir tek eşelenmiş karlara tutturulmuş bir ladin dalı kalmıştı ama tavşan, bu kadarcık şeylerden bile büyük bir hezeyan yaratmıştı.

Yine bütün bir gün boyunca koştuktan sonra gece çökünce tavşan, önceki güne kıyasla daha çok zamanı olduğundan karda daha geniş bir alan açtı ve etrafa bir sürü dal serpti; bu kez daha büyük bir şey inşa edecekti. Yabankedisi oraya vardığında, büyük bir Kızılderili köyüyle karşılaştı. İnsanlar bir o yana bir bu yana koşturuyordu. Gördüğü ilk bina bir kiliseydi ve içeride ayin vardı. İçeri girip karşısına çıkan ilk kişiye “Hu! Buradan geçen bir tavşan gördün mü?” diye sordu.

“Şşt!” diye yanıtladı adam. “Böyle sorular sormadan önce ayinin bitmesini beklemelisin.” Ardından genç adam onu içeri davet etti ve yabankedisi, kindar ve açgözlü olmanın kötülüğüyle ilgili uzun bir vaaz dinledi. Vaiz, ak saçlı bir ihtiyardı ve kulakları, küçük şapkasının üzerinden sürahinin kupları gibi dikiliyordu. Vaazda söylenenlerin hiçbiri yabankedisinin yüreğine dokunmadı ve vaaz biter bitmez yardımsever adama dönerek, “Şimdi söyle, buradan geçen bir tavşan gördün mü?” diye tekrar sordu.

“Tavşanlar! Tavşanlar!” diye yanıtladı genç adam. “Buralardaki sedir bataklıklarda her gün yüzlerce tavşan oluyor, ne kadar istiyorsan al.” “Ah!” dedi yabankedisi. “Ama benim aradığım onlar değil. Benimki tamamen farklı bir tür.” Bunun üzerine adam orman tavşanlarından başka tavşan bilmediğini, belki de bilge Şeflerinin ya da Chiei’lerinin başka türdeki bir tavşandan haberdar olabileceğini söyledi.

Sonra Şef, Sagamore, yanlarına geldi. Vaiz gibi, onun da çok dikkat çekici bir görüntüsü ve ak saçları vardı; başının iki yanından uzun bukleler uzanıyordu. Bu yabancıyı evine davet etti ve güzel iki kızı misafirlerine bir akşam yemeği hazırladı. Yabankedisi dinlenmek isteyince ona battaniyeler ve güzel bir beyaz ayı postu getirdiler ve ateşin yanına onun için güzel bir yatak hazırladılar. Yabankedisi, yine kafasını koyar koymaz uykuya daldı ve uyandığında büyük bir değişiklikle karşı karşıya kaldı. Bu sefer, ıslak bir sedir bataklığında yatıyordu ve rüzgâr öncekinin on katı sertlikteydi. Akşam yemeği ve gece uykusu ona pek iyi gelmemişti çünkü bunlar da bir başka hezeyandan fazlası değildi. Etrafında tavşan ayak izleri ve kırık dallardan başka bir şey göremedi.

Yeniden, çok daha öfkeli bir şekilde ayaklandı ve ondan intikam alacağına dair kuyruğu, pençeleri ve dişleri üzerine korkunç yeminler etti. Bütün gün koşturdu ve o gece başka bir büyük köye yaklaşınca, soluk soluğa “Buralardan… geçen bir tav…şan gördünüz mü?” diye sordu. Büyük bir endişe ve nezaketle köylüler ona sorunun ne olduğunu sordu. Yabankedisi bütün hikâyeyi anlatınca, köylüler ona acıdılar ve hatta iki güzel kızı olan yaşlı bir adam – kabile reisi – gözyaşları içinde onu teselli etti ve geceyi onlarla geçirmesini söyledi. Hep birlikte ortada ateşin yandığı geniş bir salona gittiler. Ateşin üzerinde çorba ve etle dolu iki tencere kaynıyordu ve ateşin başındaki Kızılderililer, herkese payını dağıtıyordu. Yabankedisi de payına düşeni aldı ve hep birlikte bir ziyafet çektiler.

Yemek bittiğinde, kır saçları ve başının yanından dökülen saygıdeğer lüleleriyle Şef, misafirini selamlamak için uzun bir konuşma yaptı ve misafir ağırlamanın bir gelenek olduğunu ancak misafirden de bir şarkı söylemesini beklediklerini anlattı. Bunun üzerine sesiyle övünen yabankedisi, tavşanlardan alacağı intikamı namelere döktü:

 
Onlardan öylesine nefret ediyor,
Onları öylesine hor görüyor,
Onlara öylesine gülüyorum ki,
Hepsinin kafa derisini yüzeceğim!
 

Sonra Şef’ten bir şarkı söylemesini istedi. Şef bu isteği kabul etti ancak salondaki herkesten başlarını eğip gözlerini kapamalarını istedi, onlar da söyleneni yaptı. Sonra Şef Tavşan, tek bir hamlede misafirlerin kafalarını uçurdu ve zıplarken timheyenini, baltasını çekerek yabankedisinin kafasında derin bir yara açtı ancak bu onu sadece sersemletti, öldürücü bir darbe olmadı. Ertesi sabah uyanan yabankedisi, kendini yine kar, çamur ve pisliğin içinde, her zamankinden daha aç halde buldu; kafası aldığı korkunç darbe yüzünden kanıyordu ve neredeyse ölmek üzereydi. Tüm bunlara rağmen içindeki Kızılderili şeytanı her zamankinden daha güçlüydü çünkü yediği her kazık, içindeki intikam ateşini harlıyordu. Bu kez kuyruğu, pençeleri, dişleri ve gözleri üzerine yemin etti.

O gün kafasındaki yara yüzünden zar zor yürüyebildiğinden, çok uzaklaşamadı. Yorgunluktan bitkin düşmek üzereyken, öğle vakti iki güzel çadıra rastladı. Birinde kır saçlı bir ihtiyar, diğerinde ise onun kızı olduğunu düşündüğü genç bir kadın vardı. Onu kibarca karşıladılar, başından geçenleri dinlediler, ona üzüldüler ve yaşlı adam onlarla kalmasını, ona bir doktor bulacağını söyledi çünkü yarasına hemen müdahale edilmezse yabankedisi ölecekti. Çok endişelenen adam, kızını bu yorgun ve yaralı misafire bakması için orada bırakarak doktor aramaya gitti.

Nihayet doktor geldi, o da kır saçlı yaşlı bir adamdı ve kafa derisi tuhaf bir biçimde iki boynuz şeklinde bölünmüştü. Ancak sürekli kandırılan yabankedisi, bu kez şüphelenmeye başlamıştı çünkü iyi niyeti sürekli suiistimal edilen kişi, haliyle bir süre sonra her şeyden kuşkulanırdı. Doktora gaddarca bir bakış atan yabankedisi, “Buralarda hiç tavşan gördünüz mü diye soracaktım ama sizi bir tavşana benzettim doğrusu. Burnunuz nasıl yarıldı öyle?” diye sordu. “Ah, cevabı çok basit,” dedi yaşlı adam. “Bir gün wampum boncukları dövüyordum, o sırada taş ikiye yarıldı ve bir parçası yüzüme fırlayarak burnumu ikiye ayırdı.”

“Peki ya ayak tabanlarınız neden bu kadar sarı; bir tavşanı aratmayacak kadar hem de?” diye ısrar etti yabankedisi. “Çünkü tütün ayıklıyordum ve ellerim dolu olduğu için ayaklarımı kullanmak zorunda kaldım. Ayaklarım o yüzden sarıya boyandı.” Bunun üzerine yabankedisi şüphelerini bir yana bıraktı ve doktor yarasına merhem sürdü, artık kendini daha iyi hissediyordu. Ama sabah uyandığında bir kez daha içine gömüldüğü o sefalet! Üstelik bu defa sefaletin uç noktasındaydı. Başı inanılmaz derecede şişmişti ve ağrıyordu, iyice açılan korkunç yara baldıran otları ve çam ağacı kıymıklarıyla doluydu. Belli ki doktorun sürdüğü merhem bunlardı! Bunun üzerine karşısına çıkacak ilk canlıyı öldüreceğine ant içti! Tavşan veya bir Kızılderili, kim olduğu umurunda değildi. Bu sefer kesinlikte intikamını alacaktı.

Artık tavşan, sihrinin ya da m’téoulinin sonuna yaklaşmıştı, yine de son bir oyun için yeterli gücü vardı. Bir gölün yakınına vardığında eline kocaman bir yonga6 aldı ve onu sihirle büyüterek suya fırlattı; böylece yonga, bir anda beyaz adamların yaptığı devasa bir gemi gibi görünmeye başladı. Yaban kedisi göle gelince, yelkenleri açılmış ve bayrağı dalgalanan bir gemiyle karşılaştı. Kollarını kavuşturan kaptan, güvertede tüm görkemiyle duruyordu; hoş, ak saçlı ve ağırbaşlı bir adamdı, iki ucundan büyük ve görkemli boynuzları andıran yanları kalkık bir şapka takmıştı. Ancak yabankedisi büyük yeminini bir an olsun unutmamıştı, bu yüzden “Bu sefer benden kaçamazsın tavşan! Artık seni yakaladım!” diye bağırdı ve suya dalıp gemiye doğru yüzmeye başladı. Tüfek talimiyle meşgul kaptan, suda bir yabankedisi görünce adamlarına ateş etmelerini emretti ve onlar da kulak yırtıcı büyük bir gürültüyle emre uydu. Aslında bu gürültünün esas sebebi, tepede bir grup gece kuşunun silah atışına benzer bir çığlıkla üzerine çullanmasıydı ya da yabankedisi bu sesi silah sesine benzetmişti. Bu yaylım ateşi karşısında dehşete kapılan yabankedisi, bu sefer gerçekten bir hata yaptığını düşünerek kuyruğunu kıstırdı ve karanlık, köhne ormana doğru yüzerek kıyıya çıktı. Eğer hâlâ ölmediyse, muhtemelen tavşanı aramaya devam ediyordur.

Aşağıdaki iki hikâyede, Amerikan Kızılderili mitolojisinin en ünlü iki kahramanı yer almaktadır. Bunlardan ilki, Algonkin Kızılderilileri arasında Manabozho, İrokualar arasında Hiawatha olarak bilinir. Kızılderili efsanelerinde çoğunlukla bir insan olarak tasvir edilmesine rağmen zaman zaman ilahi niteliklere sahip olduğuna rastlanmaktadır. Onunla ilgili alışılagelmiş rivayetlere göre,7 bu kahraman bilge insan veya peygamber niteliğiyle insanlığa gönderilmiş Baş Tanrı’nın elçisi olarak kabul edilmektedir ancak insandaki tüm niteliklere ve mucizeler yaratma gücüne sahiptir. İnsanoğlunun davranışlarına ve geleneklerine mükemmel biçimde uyum sağlar; evlenir, kendine bir ev inşa eder, avlanır, balık tutar, savaşır ve diğer Kızılderililer gibi zaferleri ve yenilgileri vardır. İnsanın güçle ve bilgelikle yapabileceği her şeyi başarabilir ancak insan gücünden daha fazlasını gerektiren durumlarla karşılaştığında mucizevi güçlerini devreye sokar. İstediği yere gidebildiği sihirli bir kanosu vardır ve tıpkı bir ignis fatuus8 gibi geniş ovaların üzerinden atlayabilir. Tanrı gibi aniden belirir ya da yoksul ve aç bir avcı gibi şehrin döküntüleri arasında dolaşır. Sesi bazen gök gürültüsü gibi pes ve gür bir tondayken bazen kadınsı bir yakarışın yumuşaklığını ortaya çıkarır. Kendini istediği herhangi bir hayvana dönüştürebilir ve sık sık kümes hayvanlarıyla, sürüngenlerle ve balıklarla konuşur. Kendini onların akrabası olarak görür, onlara her zaman “kardeşim” diye hitap eder ve en büyük yeteneğinden biri zor durumda kaldığında hayvan kılığına girmesidir.

Kötü güçleri ne olursa olsun Manitolar’ı yenebilir. Kızılderili hikâyelerinde Manitolar, perilere benzer nitelikte tasvir edilir. Hayali mizaçları, mertebeleri ve güçleri vardır; bunlar bazen iyi bazen de kötü olabilir ancak Manabozho, en kötü niyetlileri bile bozguna uğratacak, en güçlüleri yenecek ve en kurnazları alt edecek kadar güçlü, büyülü bir güce sahiptir. Bununla birlikte, tüm bu yeteneklere sahip bir şahsiyetten beklendiği üzere tamamen iyiliksever bir varlık değildir; ne yazık ki zaman zaman hırslı, kibirli ve hilekârdı ve bazen kötü bir Manito’dan farkı yoktu. Ama Batı Rüzgârı’nın oğlundan başka ne beklenebilir? Babası Ningabiun, batı rüzgârı tanrısıydı ve rüzgârı kişileştiren efsanevi varlıkların her zaman tıpkı rüzgârın kendisi gibi oyunbaz bir mizacı olduğu görülürdü. Tanrı olarak kendisinden hep büyük beyaz tavşan olarak bahsedilirdi.

Bir diğer Algonkin kahramanı, Gluskap9 da ilki kadar ilginçtir ve Manabozho’ya kıyasla daha gerçek bir kahraman niteliği taşır. Bu tanrısal varlığın adı Gluskap, yalancı anlamına gelir çünkü ruhlar diyarına göçmek için yeryüzünü terk ettiğini ve tekrar döneceğini söylemesine rağmen bunu asla yapmamıştır. Gluskap hakkında birçok harika hikâye anlatılır ama ondan hiçbir zaman Manabozho gibi aptal, zalim veya fantastik olarak söz edilmez. Bugün Yeni İskoçya’yı ziyaret eden herkes Gluskap’ın yaşadığı, Fundy Körfezi ve Minas Havzası arasında uzanan geniş Blomidon Burnu’nu görebilir. Kırmızı kumtaşıyla kaplı zemin, gökyüzüne yükselen granit siperlerle taçlandırılmıştır. Bazen Minas Havzası’nın suları bu devasa burnun tabanına hafifçe çarpar, bazen de suya ulaşmak için burundan 1,5-2 km yürümek gerekebilir. Suyun yükselmesi ve çekilmesiyle bu durum günde iki kez gerçekleşir. Gerçekten de burası büyülü bir diyardır ve Blomidon, kafası yıldızlara değecek kadar yükselebilen ve dev bir düşmanı yayının tek bir hamlesiyle öldürebilen büyük Kızılderili tanrısına son derece yakışan görkemli bir evdir. Bu kahramanların ikisiyle de az sonra tekrar karşılaşacağız.

5.Kızılderililerin para olarak kullandığı boncuklar. (ç.n.)
6.Kesilen, yontulan ya da rendelenen bir şeyden çıkan irice parça. (e. n.)
7.Bkz. Schoolcraft.
8.Bataklık alevi. (ç. n.)
9.Bkz. Leland, Algonquin Legends.