Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Hz. Eyyûb (a.s.)’ın Kıssası

İshak Aleyhisselam’ın oğlu olan Ays’ın evlatlarından biri de Eyyûb Aleyhisselam idi. Pek çok malı ve Şam tarafında nice mülkleri var idi. Cenabıhak, onu imtihana tabi tuttu. Bütün malları ve mülkleri elinden gitti, o şükretti. Hasta oldu, sabretti. Bedeninde yaralar açıldı, yine sabretti. Yaraları kurtlandı, yanına kimse varamaz oldu. Yalnız hanımı Rahmet ona hizmet ederdi. O, yine sabreder ve ibadetine devam ederdi. Sonra şifa buldu. Vücudu evvelki gibi tertemiz oldu ve bütün mal ve mülkleri yerine geldi. Dünya ve ahiret saadetine nail oldu.

Bişir adında bir oğlu vardı ve kendisinden sonra yerine geçti, peygamber oldu.

Hz. Şuayb (a.s.)’ın Kıssası

Şuayb Aleyhisselam, Hazreti İbrahim’in ateşe atıldığı gün iman edip de onunla beraber Şam bölgesine hicret etmiş olan bir kabiledendir. Büyük validesi, Lut Aleyhisselam’ın kızıdır.

Medyen ve Eyke ahalisine gönderildi. Tatlı dilli ve sözü tesirli idi fakat kavmine söz geçiremedi. Onca zaman güzel güzel nasihatlerde bulundu ve pek çok tesirli sözler söyledi fakat etkili olamadı.

Nihayet Cenabıhak, Eykeliler üzerine bir şiddetli sıcaklık musallat etti. Bu sıcak, yedi gün sürdü. Bütün ırmaklar kaynadı. Sonra üzerlerine bir bulut geldi. Sıcaktan kaçıp hepsi onun altına toplandı, buluttan ateş yağdı, hepsi yandı. Ehl-i Medyen de bir ses ile telef oldu.

Hazreti Şuayb, kendisine iman edenleri alıp Mekke’ye gitti. Ondan sonra, vefatına kadar Mekke’de ibadet ile meşgul oldu. Medyen’de iken bir kızını Hazreti Musa’ya vermişti. Nitekim bu olay aşağıda açıklanacaktır.

Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Harun (a.s.)’ın Kıssaları

Hazreti Yusuf’tan sonra Mısır’da Beni İsrail çok fazla üreyip çoğaldı. Yakub ve Yusuf Aleyhisselam’ın şeriatlarına uydular. Mısır’ın kadim yerlisi olan Kıpti kavmi ise yıldızlara ve putlara tapardı ve Beni İsrail’e hakaret gözüyle bakarlardı.

Firavunlar, yani Mısır hükümdarları da Beni İsrail’i kendilerine tebaa edip, onları esir gibi ağır ve meşakkatli işlerde kullanırlardı. Onların günden güne çoğalmalarından şüphelenirlerdi.

Beni İsrail, Kıpti kavminin muamelelerinden ve meliklerinin ağır tekliflerinden bezmiş, usanmış idi. Dedelerinin kadim yurtları olan Kenan diyarına gitmek istiyorlardı fakat bir türlü yakalarını Firavun’un pençesinden kurtarıp da Mısır’dan çıkamıyorlardı. Zira Beni İsrail, on iki kabile idi. Her kabile, Hazreti Yakub’un oğullarından birine mensup idi. Her kabilenin bir şeyhi vardı. Bunlara “esbât-ı Beni İsrail” denilir ki Yakub’un torunları demektir.

İşte bu esbât-ı Beni İsrail’in tamamı bir yere gelse haylice kuvvet hasıl olabilirdi fakat tamamına bir baş gerekirdi ki hepsi birleşerek yekvücut olup da kendilerini esaretten kurtarabilsinler.

O sıralarda bir kâhin, Firavun’a, “Beni İsrail’den bir çocuk doğacak, senin devletinin zevaline sebep olacak.” demiş. Firavun bundan ürküp, Beni İsrail’den doğan erkek çocukları öldürtmeye başladı. Her semte cellatlar tayin etti. Cellatlar, Beni İsrail’in hanelerini dolaşıp, yeni doğan erkek çocuklarını öldürdükleri esnada Hazreti Yakub’un üçüncü oğlu olan Lâvi’nin torunlarından İmran adlı zatın sulbünden Hazreti Musa dünyaya geldi. Annesi onu bir sanduka içine koyup Nil Nehri’ne attı. Nil ile akıp giderken Firavun’un hanımı Asiye onu tuttu. Açıp Musa’yı görünce ona canıgönülden muhabbet duydu. “Aman bunu öldürmeyiniz. Belki büyür de işimize yarar yahut onu oğul ediniriz.” dedi ve onu emzirmek için pek çok sütana getirtti. Musa, hiçbirisinin memesini almadı. Annesi ise onu Nil’e bıraktıktan sonra arkasına gözcü bırakmıştı. Firavun’un sarayına alındığını ve sütana arandığını öğrendi. Sütanalığa kendisini arz ettirdi.

Asiye onu getirtti. Musa, derhâl onun memesini aldı. Firavun’un çevresinden kimse farkına varmaksızın annesi, kendi oğlunu Firavun’un sarayında emzirip büyüttü.

Hazreti Musa, büyüdükten sonra, bir gün Mısır’da gezerken gördü ki Beni İsrail’den biriyle bir Kıpti kavga ediyor. Kıpti’nin göğsüne bir yumruk vurdu, kazara Kıpti’nin canı çıkıverdi.

Hazreti Musa, elinden böyle bir kaza çıktığına inanamadı, Firavun’dan korkup, hemen Mısır’dan firar ederek Medyen’e gitti. Orada Şuayb Aleyhisselam’ın bir kızını aldı. Bu şekilde on sene Medyen’de kaldı.

Daha sonra ailesini alıp Mısır’a giderken Tur Dağı’na uğradı. Orada Allah’la söyleşti ve oradan Mısır’a varıp büyük kardeşi Harun ile görüştü. Musa ve Harun Aleyhissselam, Firavun’u davete memur olduklarından, Firavun’un yanına gittiler ve onu Hak dine davet ettiler. Ve “Beni İsrail’i bırak. Onları alalım, ecdadımızın kadim vatanları olan Kenan diyarına gidelim.” dediler.

Firavun buna şaşarak, Hazreti Musa’ya, “Sen çocukken bizim sarayımızda büyüdün, sonra bir suç işledin ve buradan firar ettin. Şimdi dönüp gelmişsin, ne demek istiyorsun?” dedi.

Musa Aleyhisselam da “Evet, elimden bir kaza çıktı. Bir Kıpti’yi vurdum, hataen öldürdüm ve korkumdan kaçtım. Şimdi Rabbi’lâlemin, bana nübüvvet ve risalet verdi ve seni davet için beni gönderdi.” diye cevap verdi.

Firavun sordu: “Rabbi’l-âlemin nedir?”

Musa Aleyhisselam, “Yerlerin, göklerin ve tüm mahlukatın Rabb’idir.” dedi.

Firavun gazaba gelip, “Mısır’da benden başka rab yoktur. Eğer sen benden başka rab ve ilahlar tanırsan seni zindana atarım.” diye Hazreti Musa’yı korkuttu.

Musa Aleyhisselam, asasını yere bıraktı. Hemen bir büyük ejderha oldu, hareket etmeye başladı.

Firavun ondan ürktü ve daha önce kâhinin haber verdiği çocuğun o olabileceğini düşünüp endişeye kapıldı. Etrafındaki yakınlarına, “Ne buyurursunuz, Musa sanatında mahir ve büyük bir sâhirdir. Sihirbazlıkla sizin itikadınızı bozup da Mısır hükûmetini zapt etmek ister.” dedi.

Onlar da “Biraz mühlet ver. Etrafa memurlar gönder. Ne kadar mahir sâhirler varsa getirsinler. Musa ile Harun’a galip gelsinler.” diye görüş verdiler.

O zamanda sihirbazlık, âlemde pek revaçlı bir sanat olmuş ve her tarafta itibar bulmuştu.

Firavun tarafından her şehre memurlar gönderildi. Ne kadar sanatında mahir sihirbaz var ise Mısır’a getirildi ve Kıptilerin sene başındaki bayram gününde, belli bir yerde toplanmak üzere herkese ilan edildi.

O gün bütün Mısır halkı orada toplandı. Sihirbazlar da oraya getirtildiler. Sihirbazlar meydana çıkıp, “Firavun’un izzet-i hakkı için biz galibiz.” diyerek sihir alet ve edevatı olan iplerini ve değneklerini ortaya attılar. Göz bağcılık ile yılanlar geziyormuş gibi birtakım gösteriler yaptılar. Hemen Musa Aleyhisselam, asasını bıraktı. Asa, bir büyük ejderha olup alet ve edevatı yuttu.

Sihirbazlar gördüler ki ne ip var ne de değnek. Hâlbuki eğer Musa’nın işi de sihir olsaydı, yalnız kendi gösterileri mahvolmalı, fakat ip ve değnek gibi alet ve edevatları mevcut kalmalı idi. “Bu mutlaka insan kudretinin dışında bir mucizedir.” dediler ve Hazreti Musa’ya iman ettiler.

Firavun, onlara çok kızdı ve “Meğer Musa sizin ustanızmış. Önceden onunla işi pişirmişsiniz ve Beni İsrail ile birlikte Mısır’ı zapt etmeye karar vermişsiniz. Bakınız ben size ne yaparım. Ellerinizi ve ayaklarınızı keserim ve sizi hurma dallarına asarım.” dedi.

Onlar da “Bizim için problem değil. Biz, Musa’nın Tanrı’sına iman ettik. Biz ancak onun af ve merhametini isteriz.” dediler.

Bundan sonra da Musa Aleyhisselam, pek çok mucize gösterdi. Buna rağmen Firavun ve kavmi imana gelmedi. Bu arada Kıpti kavminden bir grup, “Musa’ya niçin bu kadar meydan veriliyor? Halkın zihinlerini karıştırıyor. Onun hareketi, âdeta memlekete fesat karıştırmak ve halkı isyana davet etmektir.” diyerek Firavun’u tahrik ettiler.

Hâlbuki Beni İsrail’in tamamı Hazreti Musa’ya tabi bir şekilde yekvücut olmuş ve böylece kendilerini esaretten kurtarabilecek bir hâle gelmişlerdi. Bunun üzerine Firavun da bir aralık, belayı defetme kâbilinde, Beni İsrail’in Mısır’dan çıkıp gitmesine ruhsat vermişti. Sonra pişman oldu.

Musa Aleyhisselam ise bir zaman tayin ederek bütün Beni İsrail ile haberleşti ve geceleyin onları Mısır’dan çıkardı ve Bahr-i Kulzem’in, yani Kızıldeniz’in kenarına götürdü. Firavun duyup, hemen etraftaki askerini topladı. Beni İsrail’in arkasına düştü ve sabahleyin onlara yaklaştı. Musa Aleyhisselam, asası ile denize vurdu. Deniz yarıldı, on iki yol açıldı. On iki soyun herbiri bir yoldan gitti. Firavun da askeri ile onları takip etti. Beni İsrail geçip kurtuldu. Sonra deniz birleşti; Firavun, askeriyle beraber boğuldu.

Bu şekilde Musa Aleyhisselam, düşmanlarına karşı zafer buldu. Beni İsrail ile beraber Kenan diyarına doğru haraket etti.

Yolda Amalikalı bir kavmin yurduna uğradılar. Gördüler ki öküz suretine tapıyorlar. Beni İsrail her ne kadar Hazreti Musa’ya tabi olmuşsa da Mısır’da iken gözleri buna benzer suretlere alışmış ve zihinlerinde henüz Tevhid-i Bâri yerleşmemiş olduğundan, o kavmin öküz suretlerini görünce onlara meylettiler. Hemen “Ya Musa, onların ilahları gibi, bize de bir ilah tedarik et.” dediler. Hazreti Musa “Siz cahil bir kavimsiniz. Onların ibadetleri batıldır. Allah’tan başka ilah olur mu? Siz Rabbü’l-âlemin Hazretleri’nin verdiği nimetin kadir ve şükrünü bilmiyorsunuz. Sizi diğer kavimlerden mümtaz kıldı. Firavun size eziyet eder ve oğullarınızı keser iken Allah sizi kurtardı.” diye nasihat etti. O zaman Kenan diyarındaki en büyük şehirler; Eriha, Nablus ve Kudüs olduğundan, hemen yol üzerinde bulunan Eriha beldesine doğru gittiler.

Fakat buralar o zaman Amalika kabilelerinden birtakım zorbaların elinde olup, onları oradan savaş ile çıkarmak gerekiyordu.

Beni İsrail, “Biz, zorbalar ile muharebe edemeyiz.” diye geri çekildi. Hazreti Musa da gücenip onlara beddua etti. Bu sebepten dolayı, Tih Sahrası’na düştüler ve kırk sene orada dolaştılar, bir tarafa çıkıp gidemediler. Mısır’da iken çektikleri onca eziyet ve sefaleti unuttular ve “Keşke Mısır’dan çıkmasaydık.” demeye başladılar. Tih Sahrası’nda bulundukça Cenabıhak onlara kudret helvası gönderir ve bıldırcın indirirdi. Onlar da bu sayede hoşça geçinirlerdi.

 

Kudret helvası ile bıldırcın kuşundan usandılar, “Biz, bakla ve soğan gibi hububat ve sebze isteriz.” dediler.

Hazreti Musa’nın artık canı sıkıldı. “Haydi Mısır’a gidiniz. İstediğiniz şeyler orada vardır.” diye ret cevabı verdi.

Allah katından Hazreti Musa’ya bir kitap indirileceği vadedilmiş olduğundan Tur Dağı’na davet buyuruldu. Musa Aleyhisselam da kardeşi Harun’u yerine vekil tayin etti ve kendisi Tur’a gitti.

Kırk gün Tur’da halvet ve ibadet edip doğrudan Cenabıhakk’ın kelamını işitti. İşte o vakit ona Tevrat-ı Şerif nazil oldu. Hâlbuki Beni İsrail, Mısır’da iken düğün ve bayram nedeniyle Kıpti kavminden geçici olarak, altından yapılmış birtakım süs eşyaları almış ve ansızın Mısır’dan çıkıp onları sahiplerine verememişti.

Tih Sahrası’nda ise köy ve kasaba olmadığından, altının ve gümüşün itibarı yok idi. Bu ekilde Beni İsrail, bu süs eşyalarını, boyunlarındaki günahları gibi boşuna kendilerine yük edip taşıyorlardı.

İçlerinde Sâmirî adında bir münafık vardı ve onları aldattı, o süs eşyalarını toplattı. Hepsini ateşe koyup eritti. Sanatla, altından bir buzağı sureti yaptı ki buzağı gibi ses verirdi: “İşte sizin ilahınız ve Musa’nın da ilahı budur. Musa onu arayıp bulmak için Tur’a gitti. Geliniz, buna tapınız.” dedi. Onlar da o buzağıya tapmaya başladılar.

Harun Aleyhisselam, her ne kadar nasihat ettiyse de kulak asmadılar. “Musa gelinceye dek biz buzağıdan vazgeçmeyiz.” deyip, Harun’a muhalefet ettiler.

Musa Aleyhisselam, Tevrat-ı Şerif ile Tur’dan geldi. Bir de görsün ki Beni İsrail buzağıya tapıyor. Pek fazla gazaplandı. Sâmirî’yi lanetledi, buzağı suretini yaktıktan sonra denize attı ve “Niçin kavmi gözetmedin de Sâmirî’ye aldandılar?” diye Harun Aleyhisselam’ın sakalından tuttu.

Harun, “Ben ne yapayım? Bu kadar nasihat ettim, dinlemediler. Az kaldı ki beni öldüreceklerdi!” diye şikâyet etti. Buzağıya tapmış olanlar da ettiklerine pişman oldular. Yalvardılar ve günahlarından dolayı tövbe ve istiğfar ettiler. Bu şekilde Hazreti Musa’nın hiddeti geçti ve sonra Tevrat-ı Şerif’i ortaya koydu. Ondan sonra Beni İsrail, onun içeriğiyle amel etmeye başladı. Tevhid-i Bârî’yi güçlükle zihinlerine yerleştirebildiler.

Bunun üzerinden nice yıllar geçti ve bir asır değişti. Zorbalar ile muharebeden ürküp de geri dönenlerin çoğu öldü. Onların yerine çölde büyümüş, şehir ve kasaba görmemiş, yürekli yiğitler yetişti. Bu şekilde Beni İsrail, düşman karşısına çıkacak ve savaşa kadir olacak bir hâle geldi.

Hazreti Musa, Beni İsrail’i alıp Lut Gölü’nün güney tarafına getirdi. Oradan ileri hareket ederek Uvc Ubnü Unk adlı melik ile savaş yaptı ve ona galip geldi. Bu şekilde Şeria Nehri’nin doğu tarafındaki beldelere sahip oldu. Hatta Ürdün denilen Şeria Nehri’nin kenarına indi ve Eriha şehrinin karşısındaki dağa çıktı, oradan Beni İsrail’e mevut olan Kenan diyarını seyretti.

Önce Harun Aleyhisselam vefat etmiştir. Musa Aleyhisselam ise Yusuf Aleyhisselam’ın oğlu Efrayim’in soyundan Yûşa adlı zatı yerine halife olarak seçti ve kendisi de vefat etti. Beni İsrail’in Tih Sahrası’nda geçirdiği süre, Hazreti Musa’nın vefatı sırasında tam kırk seneye varmıştı.

Dünya yaratılalı kaç yıl olmuştur? Bunu Allah’tan başka kimse bilmez. Hazreti Âdem’in yeryüzüne indiği zamandan Nuh Tufanı’nın çıkışına kadar ve tufandan Hazreti Musa’nın vefatına kadar kaç yıl geçmiştir? Bu da tarihçiler arasında ihtilaflı bir meseledir. Doğrusunu ancak Allah bilir. Zira o zamanlarda yazılmış bir tarihî kaynak yoktur. O vakitlerin durumu, yalnız Tevrat-ı Şerif’te anlatılmıştır. Hâlbuki şimdi elde bulunan Tevrat nüshaları birbirine uymaz. Hangisi doğrudur, ne bilelim?

Fakat tarihçiler arasında meşhur ve muteber olan rivayete göre Âdem zamanından Tufan’a kadar iki bin iki yüz kırk iki ve tufandan Hazreti Musa’nın vefatına kadar bin altı yüz yirmi altı yıl geçmiştir. Bu hesaba göre Âdem zamanından Musa’nın vefatına kadar üç bin sekiz yüz altmış sekiz yıl geçmiştir.

Hazreti Musa’nın şeriatı, Hazreti İsa’nın peygamberliğine kadar baki kaldı. İkisinin arasında gelip geçen peygamberler, hep Hz. Musa’nın şeriatı ile amel etmek üzere görevlendirilmişlerdir.

Musa Aleyhisselam’dan sonra pek çok zaman Beni İsrail’in işlerini birbiri ardı sıra gelen hâkimler düzenleyip idare ettiler. Bu hâkimler, melik olmayıp Beni İsrail halkının reisleri ve kadıları makamında idiler.

Fakat Beni İsrail soyunun on iki kolu da onların hükmüne itaat ederdi. Bu şekilde onlar, meliklerin yerini tutarlardı. İşte bunlara, Beni İsrail’in hâkimleri denilir ki ilki Yûşa ve en sonuncusu İşmoîl Aleyhisselam’dır. İkisi de Beni İsrail peygamberlerindendir.

Hz. Yûşa (a.s.)’ın Kıssası

Musa Aleyhisselam’dan sonra yerine Yûşa Aleyhisselam geçti. Hazreti Musa’nın vefatından üç gün sonra Beni İsrail’i alıp çölden çıkardı ve Şeria Nehri’nin kenarına getirdi. Köprü ve kayık olmadığı hâlde mucize olarak Beni İsrail’i Şeria Nehri’nin beri yakasına geçirdi ve hemen ileri yürüyüp Eriha beldesini fethetti. Böylece Beni İsrail çöllerde dolaşmaktan kurtuldu. Dedelerinin eski vatanları olan Kenan diyarına girmiş oldular.

Hazreti Musa, Mısır’dan çıkarken Hazreti Yusuf’un tabutunu alıp Tih Sahrası’na götürmüştü. Vefatında onu Yûşa Aleyhisselam’a teslim etti. Eriha’yı fethettikten sonra Nablus’a gitti ve Hazreti Yusuf’un kemiklerini, daha önce kardeşleri tarafından satılmış olduğu yerde defnetti. Ondan sonra Yûşa Aleyhisselam, Şam’ı zapt etti ve her tarafa memurlar dağıttı. Yirmi sekiz sene Beni İsrail’in işlerini idare ettikten sonra dar-ı bekaya göçtü.

Ondan sonra sırasıyla pek çok hâkimler gelip Beni İsrail’e reis oldular. Beni İsrail, kâh doğru yolda gitti kâh isyan ve tuğyan ile şeriata muhalif hareket etti. Onlar öyle yolsuz hareket ettikçe Cenabıhak, onların üzerine bir düşman musallat eder, kâh esarete kâh başka türlü musibete uğrarlardı. Bazen de hâkimsiz kalıp perişan olurlar ve sonra Allah’a yalvarıp bu gibi felaketlerden kurtulurlardı. Nihayet İşmoîl Aleyhisselam hâkim olup on bir sene Beni İsrail illerini idare etti.

Bu on bir senenin sonunda Hazreti Musa’nın vefatından dört yüz doksan üç sene geçmişti. İşte o vakit Beni İsrail’in hâkimlerinin devri bitti ve Beni İsrail hükümdarları devri başladı. Şöyle ki: O esnada Filistin diyarında hükûmet eden Amalika’nın geri kalanı Beni İsrail’e galip gelmişti.

Beni İsrail, kendilerini derleyip toparlayarak, Amalika’dan intikam alabilmek için içlerinden birinin melik tayin olunmasını Hazreti İşmoîl’den istediler. O da Tâlût’u seçtirdi. İşte Beni İsrail hükümdarlarının ilki budur.

Tâlût, saltanat tahtına geçtikten sonra İşmoîl Aleyhisselam’ın tedbiri üzerine Beni İsrail’den bir ordu hazırlayarak Filistin üzerine gitti. Amalika ordusu karşı geldi ve reisleri olan Câlût ki gayet boylu ve yürekli bir şahıs idi. Meydana çıkıp karşısına adam istedi. Yahuda soyundan, yani Hazreti Yakub’un oğlu Yahuda’nın neslinden olan Hazreti Davud da Tâlût’un tarafındaydı ve Câlût’u öldürdü.

Bunun üzerine Amalika ordusu bozuldu ve Beni İsrail maksadına ulaştı. Hazreti Davud da fazlasıyla şöhret buldu. Ondan sonra İşmoîl Aleyhisselam vefat etti. Beni İsrail, Hazreti Davud’a meyil ve muhabbet besledi ve Davud’un kadir kıymeti bir kat daha yükselmiş oldu.

Tâlût ise kıskançlık duyarak Hazreti Davud’u öldürmeye kalkıştı. O da kaçıp bir tarafa savuştu ve ondan sonra Tâlût yine Amalikalılar ile muharebeye girişti ve sonunda Amalika kabilelerinin elinde öldürüldü. Yerine oğlu geçti fakat Beni İsrail soyu arasına tefrika düştü. Bir kısmı, yani Yahuda, Davud soyuna tabi olup, geri kalan on bir kabile Tâlût’un oğlunun emrinde kaldı.

Fakat sonra bu on bir kabile de Hazreti Davud’a biat etti ve bütün Beni İsrail ona bağlandı.

Hz. Davud (a.s.) ve Hz. Süleyman (a.s.)’ın Kıssaları

İşmoîl Aleyhisselam’ın vefatından sonra Davud Aleyhisselam’a peygamberlik geldi ve Tâlût’un vefatından sonra yukarıda geçtiği üzere, önce Yahuda Kabilesi ve sonra diğer kabileler ona biat etti. Kısacası Beni İsrail’in bütün kabileleri onun hükmüne geçti.

Bu suretle Davud Aleyhisselam peygamberlikle hükümdarlığı birleştirmiş oldu. Kenan bölgesinde henüz Beni İsrail’in eline geçmemiş olan Kudüs taraflarını ve diğer yerleri zapt ederek Kudüs-i Şerif’i başkent yaptı. Bunlardan başka; Amman, Halep, Nusaybin ve Ermenistan’ı da fethetti. Bu arada Hazreti Davud’a Zebur nazil oldu. Fakat Zebur, hep nasihatler ve ilahilerden ibarettir. Onda şeri hükümler yoktur. Bundan dolayı Davud Aleyhisselam da Beni İsrail’in diğer peygamberleri gibi Musa’nın şeriatı ile amel etmiştir.

Kırk sene bu gidiş üzere hükmetti ve Hazreti Musa’nın vefatından beş yüz otuz beş sene geçtikten sonra ahirete göçtü. Oğlu Süleyman Aleyhisselam, on iki yaşında iken onun yerine geçti ve o da babası gibi hükümdarlık ile peygamberliği birleştirdi. Dört sene sonra babasının vasiyeti üzerine Beytü’l-Makdis’in, yani Mescid-i Aksa’nın inşasına başladı ve yedi senede tamamladı. Ondan sonra Kudüs-i Şerif’te bir büyük hükûmet sarayı inşasına girişti. Onu da on üç senede tamamladı ve bir sene sonra Himyer hükümdarlarından, Yemen melikesi olan Belkıs gelip onunla görüştü. Ondan sonra doğu ve batıda bulunan hükümdarların hepsi, ona itaatlerini gösterdiler ve pek çok hediye gönderdiler.

Hazreti Süleyman da kırk sene bu şekilde hüküm sürdükten sonra vefat etti. Oğlu hilafet tahtına geçti fakat yalnız Yahuda ve Bünyamin soyları onun itaati altında kaldı. Diğer on kabile ayrılıp, Efrayim soyundan ve Hazreti Süleyman’ın özel hizmetçilerinden birini kendilerine melik seçtiler ve başka bir devlet oluşturdular.

Bu suretle Beni İsrail, iki devlete ayrılmış oldu. Birisine Yahuda Devleti ve diğerine İsrail Devleti denildi. Yahuda Devleti’nin başkenti Kudüs-i Şerif olup, melikleri de Hazreti Süleyman’ın oğulları ve torunları idi ve bunlar sanki İslam halifeleri makamında idiler.

Bu devlet her ne kadar iki kabileden ibaretse de Beni İsrail âlimlerinin büyükleri hep Kudüs-i Şerif’teydi. Beni İsrail’in mabet ve idare yeri olan Beytü’l-Makdis, Tevrat-ı Şerif ve Hazreti Musa’nın asası gibi emanat-ı şerife hep orada bulunduğundan bu devlet, halkın gözünde muteber olup hükûmetlerine meşru ve sahih nazarıyla bakılırdı.

İsrail Devleti, on kabileden ibaret olup, meliklerine mülûk-i esbât denilir ve bunlar Hazreti Süleyman’ın neslinden olan Yahuda Devleti halifelerine asi ve bâgî sayılır idi. Mülûk-i esbâtın başkenti başlangıçta Nablus idi, sonra Sâmiriye, yani Sebastiye şehrini bina ettiler ve onu başkent yaptılar.

Beni İsrail’in on kabilesi, bu İsrail Devleti’ne tabi idi. Ancak içlerinde ahkâm-ı şeriyye layıkıyla uygulanmazdı. Hatta Kudüs-i Şerif ziyaretini de terk etmişlerdi. Bir aralık bu İsrail Devleti’nde putperestlik ayini dahi zuhur etti. Hatta Ba’al denilen puta tapar oldular ve gide gide bütün şeriat-ı Museviye’den ayrıldılar.

Her ne kadar Yahuda Devleti’nde de bir aralık buna benzer şirk ve günahlara dair bidatlar zuhur ettiyse de onun durumu, İsrail Devleti’ne nispetle daha ehven idi. Zira her zaman Kudüs-i Şerif’te pek çok ulema bulunur ve Mescid-i Aksa’da Tevrat-ı Şerif okunur idi.

İşte o asırda İlyas ve Elyasa Aleyhisselam, Beni İsrail’e peygamber olmuşlar idi.