Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Resul-ü Ekrem, birinci hutbeyi bu şekilde tamamladıktan sonra, ikinci hutbeye de kalkıp şöyle buyurmuştu:

“Allah’a hamdolsun, Allah’a hamdederim ve ondan yardım isterim. Nefislerimizin kötülüklerinden ve fena işlerimizden Allah’a sığındık. Allah’ın doğru yola yönelttiğini, kimse çeviremez Allah’ın sapıklıkta bıraktığını da kimse doğru yola iletemez. Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. O tek ve eşsizdir. Sözün en güzeli Allah’ın kitabıdır. Her kimin kalbini yüce Allah, Kur’an ile süslü kılarsa, onu sapıkken İslam’a sokar ve o da Kur’an’ı başka sözlere üstün tutar. İşte o kimse kurtulur. Doğrusu Allah’ın kitabı, sözlerin en güzeli ve en üstünüdür. Allah’ın sevdiğini seviniz, Allah’ı candan ve gönülden seviniz. Allah’ın kelamından ve onu tekrardan usanmayınız. Allah’ın kelamından kalbinize sıkıntı gelmesin. Çünkü Allah kelamı, her şeyin en iyisini ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını ve kulların seçkini olan peygamberlerin ve kıssaların iyisini mevzu eder, helal ve haramı açıklar. Artık Allah’a ibadet ediniz ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Ondan hakkıyla sakınınız. Güzel sözünüz de Allah’a doğru olsun. Aranızda Allah sözü ile sevişiniz. Muhakkak bilmelisiniz ki yüce Allah, sözünden dönenlere gazap eder. Vesselamü aleyküm.”

Akabe’deki biatle ensar, her ne zaman Resul-ü Ekrem, kendi şehirlerine gelirse, her şekilde onu korumak üzere söz verip yemin etmişlerdi.

Evvelce Resul-ü Ekrem, onların memleketine gelip bir süre Kuba’da kaldıktan sonra, bu sefer Medine’ye girmek üzere olduğundan, artık onların verdikleri söze uymak zorunda olacakları an gelmişti. Bunun içindir ki Resul-ü Ekrem, bu hutbenin sonunda yüce Allah’ın sözünden dönenlere gazap edeceğini belirterek hutbesine son vermiştir.

Resul-ü Ekrem öylece Ranuna’da cuma namazını kıldıktan sonra yine devesine bindi ve Medine şehrine yöneldi. Fakat kimin evine misafir olacağını kimse bilmiyordu.

Ensarın gerek ilk başta, gerekse sonraları muhacirlere yaptığı yardım, haklarında gösterdikleri saygı ve ev sahipliği doğrusu tarif edilmez derecedeydi.

Bu defa Hz. Peygamber’in Medine’ye gelişinde ise sanki düğün bayram derecesinde şenlik ettiler. O gün Medineliler için gerçekten büyük bir bayram günüydü. Çocukları sevinip sokaklarda, “Allah’ın elçisi geldi!” diye çağrışıyorlar, kadınlar damların üstüne çıkıp güzel güzel şiirler okuyorlar ve “Hoş geldiniz!” diye bağrışıyorlardı. Hangisinin evinin önünden geçse, “Buyurunuz ey Allah’ın elçisi!” diye evine davet ediyor ve devesinin yularından tutup döndürmeye çalışıyordu.

Onlar bu şekilde devenin yularına sarıldıkça Allah’ın elçisi, “Ona dokunmayınız, memurdur, Allah tarafından memur olduğu yere gidiyor. Durunuz bakalım, nereye gidecek?” diye engel olurdu ve Resul-ü Ekrem, devenin yularını bırakıp hiç dokunmazdı. O mübarek hayvan da sağa sola bakarak kendiliğinden giderdi.

Sonunda Malik bin Neccâr’ın evinin önündeki boş arsada çöktü, fakat durmayıp kalktı, tavus gibi süzülüp giderek Neccâroğullarından Halid’in yani Ebu Eyyûb Ensari’nin evinin önüne vardı ve orada çöktü. Ama durmayıp yine kalktı ve dönüp evvelki çöktüğü yerde çöktü ve hemen boynunu uzatıp bağırdı. Resul-ü Ekrem de “İnşallah konağımız burasıdır.” diyerek devenin üzerinden indi ve Ebu Eyyûb Hazretleri’nin evini şereflendirdi.

Hz. Halid, Zeyd bin Harise ile beraber devenin üzerindeki şeyleri alıp evine götürdü.

Ensarın en büyüğü olan Es’ad bin Zürare de (r.a.) teberrüken deveyi alıp kendi evine götürdü.

Hâtemü’l-Enbiya’nın şerefli gelişiyle Medine şehri mesut oldu ve nurla doldu. Vatanlarından ayrı düşüp de gönülleri üzgün olan muhacirlere taze can geldi. Ensarın da yüzü güldü.

O gün Medine halkı, Hz. Halid’in (r.a.) evine gelip Resul-ü Ekrem’i ziyaret ettikleri sırada, Yahudi âlimlerinden Abdullah bin Selam da geldi ve dikkatle Hz. Peygamber’in yüzüne baktı, “Bu yüz yalancı yüzü değildir.” deyip, hemen Müslüman oldu.

Ensarın her biri, Resul-ü Ekrem’i kendi evine misafir etmek istiyordu. Hangisi tercih olunsa diğerlerinin üzülmesi hatırlara gelirdi. Hâlbuki konak yerini deve belirleyince kimsenin bir diyeceği kalmadı. Fakat o boş arsada çökmesinin sebep ve hikmeti neydi? Onu da anlatalım:

O arsa, Neccâroğullarından iki çocuğun, miras kalmış mülküydü. Resul-ü Ekrem, onu on miskal altına satın aldı. O miktar altını Hz. Ebu Bekir’e ödettirdi. O da bu parayı sahiplerine verdi.

Sonra Resul-ü Ekrem, kerpiç kestirdi ve kereste buldurdu. O arsada bir mescit yaptırmaya ve bir tarafında kendisi için odalar bina ettirmeye başladı. Daha sonraları zaman içinde nice yüksek binalar eklenerek bugünkü bayındır ve süslü “peygamber mescidi” işte bu camidir ve kapısı, devenin çöktüğü yerdir. Bu cami yapılırken Allah’ın elçisi, ashabıyla beraber çalışmış ve elleriyle kerpiç taşımıştır. Kâbe-i Mükerreme, müşriklerin elinde bulunduğu için, Resul-ü Ekrem, Medine’ye geldikten sonra Beytü’l-Makdis’e, yani Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kılardı. Bunun için bu mescidin kıblesi Kudüs yönünde olmak üzere yapımına başlandı.

Resul-ü Ekrem’in kızlarından Rukuyye (r.a.), evvelce kocası Osman bin Affan (r.a.) ile birlikte Medine’ye göç etmişti.

Bu defa mescidin yapılmasına başlandıktan sonra, Resul-ü Ekrem’in diğer kızlarıyla hanımı Sevde’yi getirmek üzere kendi azatlıları olan Zeyd bin Harise ile Ebu Râfi’yi Mekke’ye gönderdi. Onlar da gidip Resul-ü Ekrem’in kızları olan Ümmü Gülsüm ve Fatıma’yla (r.a.) hanımı Sevde’yi (r.a.) ve Zeyd bin Harise’nin hanımı Ümmü Eymen ile oğlu Üsame’yi (r.a.) alıp Medine’ye getirdiler. Onlarla beraber Hz. Ebu Bekir’in oğluyla bütün ailesi de geldiler.

Resul-ü Ekrem’in büyük kızı Zeyneb’in (r.a.) kocası Ebu’l-As İbn Reb’i, henüz İslam’a girmemiş olduğundan Hz. Zeyneb, Mekke’den çıkamayıp geri kalmışsa da sonradan o da Medine’ye göç etmiştir.

Kısaca muhacirlerin hepsinin Mekke ile alakaları kesildi ve Resul-ü Ekrem’in gelmesiyle şereflenen ve aydınlanan Medine şehri, artık kendilerinin sevgili vatanları oldu.

Ama aradan çok geçmeden, Hz. Ebu Bekir ile Bilâl-i Habeşî (r.a.), sıtmaya yakalandılar. Sıtma tutarken, Mekke’nin hava ve suyunu hatırlayıp sayıklayarak hasretlerini belli ederlerdi. Bilâl-i Habeşî, Mekke’den çıkmaya sebep olanlara ve en çok Utbe bin Reb’ia, Şey-be bin Reb’ia ve Ümeyye bin Halef’e beddua ederdi.

Fahr-i Âlem de “Ya Rabbi! Sen bize Mekke gibi Medine’yi de sevdir ve burada bize bereket ve geçim genişliği ver.” diye Allah’a yalvarırdı. Yüce Allah da duasını kabul buyurdu ve Medine’yi muhacirlere sevdirdi.

Hatta Hz. Ömer (r.a.), “Ya Rabbi, bana senin yolunda şehitlik nasip et ve resulünün şehrinde ölmeyi takdir et.” diye dua ederdi.

Mescid-i Şerif ile yanındaki odaların yapılmasına kadar Resul-ü Ekrem, yedi ay süresince Ebu Eyyûb Ensari’nin (r.a.) evinde kaldı.

Ensar, her gün oraya, Allah’ın elçisi için, sırayla yemek getirirdi.

Resul-ü Ekrem’in şeref vermesine karşılık olarak ensarın her biri böyle bu şekilde yardım etmiş ve her biri bir şey vermiştir. Enes bin Malik’in annesi pek fakir olduğundan, hiçbir şey götürüp veremediğine üzülüp dururdu. Nihayet bir gün, on yaşında olan oğlu Enes’in elinden tuttu, götürüp, “Ey Allah’ın elçisi! Bu da size hizmet etsin.” diyerek bırakıp gitti. Ondan sonra Enes de (r.a.) Hz. Peygamber’in hizmetine devam etti.

Peygamber mescidi ile yanındaki odalar yapıldıktan sonra Resul-ü Ekrem, Ebu Eyyûb Ensari’nin evinden odalara taşındı.

Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) sevgili kızı olup, Mekke’deyken Resul-ü Ekrem’e nikâhlanmış olan Aişe’nin (r.a.) zifafı da o sırada oldu. Onun odasından Mescid-i Şerif’e bir yol açıldı. O zaman, Hz. Muhammed’in hicretinin üzerinden sekiz ay geçmişti.

Mescidin bir tarafında bir sofa vardı. Üstü sundurmalıydı, yani üstü kapalı, önü açık bir yer idi. Orada ashabın fakirleri yatardı. Onlara “ashab-ı suffa” denilirdi. Onların akşam yiyecekleri yoktu. Her gün akşam olunca bir kısmını Resul-ü Ekrem yanında tutar, diğerlerini ashabın evlerine paylaştırırdı. Her biri varıp bir evde yemek yerdi.

Resul-ü Ekrem, sadaka kabul etmeyip ancak hediye kabul ederdi. Kendisine sadaka diye gelen şeylere el sürmeyip onları suffa ashabına verirdi. Gelen hediyelerden de onlara hisse ayırırdı.

Ashab-ı suffa, daima mescitte hazır bulunurdu ama öteki ashap, namaz zamanı mescide gelerek Hz. Peygamber ile birlikte namaz kılıp giderdi.

Sonra ezan okumak uygun görüldü. Namaz vakti olunca Bilâl-i Habeşî (r.a.) ezan okurdu. Ashap da onu işitir işitmez camiye toplanırdı.

Bu sene Mekke’de müşrik reislerinden As bin Vâil ile Velid bin Mugire dünyadan göçüp ceza yerine gittiler.

Medine-i Münevvere’de de ensarın en büyüklerinden olan Es’ad bin Zürare ile Berâ (r.a.) dünya sıkıntısından geçip, İslam’a yaptıkarı hizmetin bol bol mükâfatını almak üzere ahirete gittiler.

Bu seneye Senetü’l-İzin, yani Ruhsat Yılı denilir. Başında Mekke’den Medine’ye göç etmek üzere ashaba izin ve ruhsat verildi. Onlar da hemen muharrem ayında göçe başlamış ve arka arkaya Mekke’den Medine’ye gitmişlerdir. Nihayet Resul-ü Ekrem de safer ayında Mekke’den çıkıp, rebiülevvel ayında Medine’ye ulaşmıştı.

Sonradan bu sene, muharrem ayının başı İslam tarihinin başlangıcı sayılmıştır. İşte Hicret tarihi dediğimiz budur. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) doğumunun elli dördüncü ve Hz. İsa’nın doğuşunun altı yüz yirmi ikinci yılıdır.

Müslümanların tamamen Mekke’den çıkıp gitmeleri, ilk bakışta müşriklerce bir çeşit başarı sayılıyordu. Mekke’nin, artık yabancılardan boşalmış olarak kendilerine kaldığını sanıyorlardı.

Hâlbuki Medine’de muhacirlerin yerleşip, ensar ile birleşmesiyle müşriklerin aleyhine büyük bir ordu toplanıyordu.

Hakikat gözüyle bakanlara bu senenin muharreminin başlangıcı, kâfirlere karşı Müslümanların elinde yalın kılıç bir zafer silahı gibi görünüyordu.

İlk zamanlarda ashaptan bazıları, “Kâfirlerin niçin bu kadar eza ve cefalarını çekelim?” diyerek kendilerine saldıran kâfirlere silahla karşı koymak üzere izin istedikçe, Resul-ü Ekrem, “Şimdilik savaşa izinli değilim.” derdi. Bu sene kâfirlerle çarpışmak için Müslümanlara izin verildi.

 

Çünkü Evs ve Hazreç kabileleri iman edince İslam dini kuvvet bulmuş ve Müslümanların kudreti, müşriklerle savaşabilecek kıvama gelmişti.

Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hicretinden beş altı ay sonra, zaman zaman muhacirlerden birer birlik kurulur ve Resul-ü Ekrem’in amcası Hz. Hamza İbni Abdül-Muttalib ve amcasının oğlu Hz. Ubeyde İbni’l-Haris İbni Muttalib İbni Abdi Menaf gibi ashabın büyüklerinden biri kumandan tayin edilirdi. Beyaz bir bayrak verilerek bu birlikler Mekke müşriklerinin kervanlarına saldırmak üzere Medine’den çıkarılır oldu.

Hicret’in ikinci yılının safer ayında Resul-ü Ekrem altmış kişilik bir muhacir grubu ile Medine’den çıktı ve Sa’d bin Ubade’yi Medine’de vekil bıraktı. Sancağı amcası Hz. Hamza’ya (r.a.) verdi. Hemen Medine ile Mekke arasında olan Veddân ve Ebvâ köylerine doğru yürüdü.

Bu seferden maksat o yerden geçip giden bir Kureyş kervanına yetişmek ve Kinâne Kabilesi’nden olan Zamreoğulları Aşireti’ni itaat altına almak idi. Hâlbuki Ebva köyüne varılınca kervanın savuşup gitmiş olduğu anlaşıldı. Zamreoğulları şeyhi gelip aman diledi. Resul-ü Ekrem de bundan sonra Müslümanların düşmanlarına yardım etmemek ve icabında Müslümanların tarafını tutmak üzere Zamreoğulları ile bir anlaşma yaptı ve kendilerine bir de amanname verdikten sonra Medine’ye döndü.

Daha sonra Ebu Süfyan’ın bir kafile ile Mekke’den çıkıp Şam’a gittiği işitilince yine Hicret’in ikinci yılının cemâdi’l-û’lasında Resul-ü Ekrem (s.a.v.) yüz elli kadar Müslüman ile Medine’den çıktı. Bu defa Ebu Selem İbni Abdi’l-Esed’i Medine’de vekil bıraktı. Bayrak yine Hz. Hamza’nın (r.a.) omuzundaydı.

Yenbu tarafında Uşeyre denilen yere vardılar. Kureyş kervanının yine savuşup gitmiş olduğu haber alındı. Hemen Kinâne’den, orada oturan Müdlicoğulları ile barış yapıldı. Onlara da Zamreoğulları gibi bir amanname verildikten sonra Medine’ye dönüldü.

Birkaç gün sonra, Mekke taraflarında göçer olan Kureyş kabilelerinden ve Fihr bin Malik’in soyundan Kürz İbni Câbiri’l-Fihri’nin, müşriklerden bir grupla Medine yakınlarına gelip, Medine halkının hayvanlarını yağmalamış olduğu haberi alındı. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem hemen Zeyd bin Harise’yi Medine’de vekil bıraktı ve bayrağı Hz. Ali’ye verip muhacirlerden bir grup ile Medine’den çıktı ve Kürz İbni Câbiri’l-Fihri’nin peşine düştü. Kürz ise sapa yollardan savuşup gitmiş olduğundan, Resul-ü Ekrem ona yetişemeyip geri döndü.

Daha sonra Resul-ü Ekrem’in hâlâ çocuğu olan Abdullah İbni Cahşi’l-Esedi, on kadar muhacir ile Kureyş’in durumunu anlamak için Mekke taraflarına gönderilmiştir. Recep ayının sonlarında Mekke ile Taif arasında Batni Nahle denen yerde, Kureyş’in, Taif’ten Mekke’ye gelmekte olan bir kervanına rastladılar. Reisleri Amr İbni Hadremî olup, Osman bin Abdullah ile Hakem bin Keysan da beraberinde bulunuyordu. Müslümanlar Amr İbni Hadremi’yi öldürdüler ve Osman ile Hakem’i de tuttular. Diğer arkadaşları kaçtı. Abdullah İbni Cahşi’l-Esedi de bu iki esiri ve kervanda bulduğu eşyayı aldı. Arkadaşları ile beraber sağ salim, üstelik ganimetlerle Medine’ye geri döndü. İşte Müslümanların ilk aldıkları ganimet budur.

Osman bin Abdullah, daha sonra bedel vererek esirlikten kurtuldu. Hakem bin Keysan ise İslam’la şereflenip Medine’de kaldı. Müslümanların böyle Mekke yakınlarına kadar gidip de kervan vurmaları Kureyşlilere pek dokundu.

Bu yılın şaban ayında ise kıble, Kudüs’teki Beytü’l-Makdis’ten Kâbe’ye çevrildi. Yani, Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kılınırken, bundan sonra Kâbe’ye doğru namaz kılınması emrolundu. Böylece Müslümanların yüzü Mekke’ye döndü. Beş vakit namazda muhacirlerin asıl vatanları olan Mekke hatırlarına gelir oldu. Mekke müşriklerine karşı üstünlük sağlama arzusu, gönüllerde kuvvetle yer etmeye başladı. Bu ana kadar Medine’den şuraya buraya gönderilen askerler, hep muhacirlerden olup, ensardan şimdiye dek savaş için çıkan olmadıysa da muhacirlere baktıkça onlara da din uğrunda çarpışma arzusu gelmeye başladı.

Bununla beraber Evs ve Hazreç kabileleri içinde birtakım münafıklar vardı. Bu münafıkların başı Abdullah İbni Ubeyy İbni Selûl idi. Çünkü Abdullah İbni Ubeyy İbni Selûl, Hazreç’in ileri gelenlerinden olup, Medine’de sözü geçen biri olduğu hâlde İslam’ın çıkışından sonra eski nüfuzu kalmadı. O da hasedinden dolayı İslam aleyhine düştü. Diğer münafıklar ile birlikte Yahudilerle birleşip gizlice fitne ve fesattan geri kalmazdı. Ama açıkça muhalefete cesaret edemezdi. Çünkü İslam’ın kudret ve kuvveti olgunlaşmıştı. Bu yılın ramazan ayında oruç tutmak farz oldu. Aynı ramazan ayı içinde Bedir Savaşı meydana geldi. Bedir’deki zaferle Müslümanların yüzü güldü ve Mekkeli putperestlerin kuvveti kırıldı.

Hz. Peygamber zamanında yapılan savaşların hepsini etraflıca yazmaya bu kitabın sayfaları yetmez. Fakat en önemli savaşları kısaca anlatalım ve hemen Bedir Savaşı’ndan başlayalım. Çünkü Müslümanların rahat bir nefes almasına ve İslam dininin hızla her tarafa yayılmasına sebep, işte bu büyük savaştır.

Bedir Savaşı

Bedir Savaşı, Hicret’in ikinci yılının ramazanında meydana geldi. Önceden düşünülüp hazırlık yapılmış bir muharebe değildi, tevafuk olarak meydana gelen önemli bir olaydı.

Yukarıda anlattığımız gibi Mekke’den Şam’a giden Kureyş kervanına yetişmek üzere Resul-ü Ekrem, Medine’den çıkıp, Uşeyre denen yere kadar gitmiş fakat o kervana rastlayamamış ancak Müdlicoğullarını itaat altına alarak Medine’ye dönmüştü.

Bu kervanın başı Ebu Süfyan olup Şam’dan epeyce mal alarak geri döndü. Amr bin As da Ebu Süfyan ile beraberdi ve yanlarında ancak elli kadar adam vardı. Böyle yüklü mal ile Şam’dan çıktıkları haber alınması üzerine Resul-ü Ekrem, o malları ganimet olarak ele geçirmeleri için ashabı cesaretlendirdi. Kervanın durumunu anlamak üzere Talha İbni Ubeydullah ile Said İbni Zeyd’i (r.a.) Şam tarafına gönderdi. Sonra Resul-ü Ekrem, ramazan başlarında Medine’den çıkıp, Revha denen yere vardı. Orada ordusunu teftiş etti, ufak çocukları, hasta ve sakat olanları geri çevirdi.

Bu seferde geride İbn-i Ümmü Mektûm (r.a.), peygamberin mescidinde imamlığa memur olarak Medine’de kalmış ve Ebu Lübâbetü’l-Ensari, Medine’nin korunması için vekil bırakılmıştı.

Medine’nin avali denilen köylerinde karışıklık olduğuna dair bazı şeyler işitildiğinden, Asım İbni Adiyyü’l-Aclani de (r.a.) Kuba ve avali köylerine hâkim tayin edilerek Kuba’ya gönderilmişti.

Affanoğlu Osman (r.a.), hanımı ve Resul-ü Ekrem’in kızı Rukuyye (r.a.) de hasta olduğundan, Resul-ü Ekrem’le birlikte gidemediği gibi, Ebu Ümâme’nin (r.a.) annesi ağır rahatsız olduğundan, Medine’de kalmak üzere kendisine izin verilmişti.

Ashabın diğer büyüklerinin tamamı Resul-ü Ekrem’le birlikte oldukları hâlde Revha’dan kalkılıp Safra Konağı’na yürüdüler. İslam askerleri üç yüz beş kişiydi. Altmış dördü muhacirlerden geri kalanı ise ensardan oluşuyordu. İçlerinde yalnız üç kişi atlıydı ki bunlar Mikdad İbni Esved, Zübeyr İbni Avvam ve Mersed Ganevî’ydi. Yanlarında yetmiş deve olup ashap bunlara sırayla binerlerdi. Hatta Resul-ü Ekrem, Hz. Ali ve Zeyd İbni Harise (r.a.) için bir deve tahsis edilmişti, üçü sırayla binerdi.

Muhacirlerin beyaz sancağını Mus’ab bin Umeyr taşıyordu. Ensarın da iki sancağı vardı. Biri Hazreç Kabilesi’ne, diğeri Evs Kabilesi’ne ait idi.

Daha sonraları dünyanın meşhur kıtalarında zafer bayrakları açıp da âlemi titreten Müslümanların ilk ordusu işte bu ordudur.

Resul-ü Ekrem’in kervan üzerine hareketini Ebu Süfyan önceden haber alarak, Zamzam İbni Amru’l-Gaffâri’yi haberci olmak üzere ücretle tutup Mekke’ye göndermiştir. O da süratli bir şekilde Mekke’ye varıp Kureyş’i telaşa düşürmüştü. Ebu Süfyan ise bu şekilde Mekke’ye haberci göndermekle beraber kıyı yolundan büyük bir süratle hareket ederek, Müslümanların Medine’den çıktığı sırada, o da kervanla Bedir yakınından savuşup gitmiştir.

İlginç bir olaydır ki Zamzam’ın Mekke’ye varışından üç gün önce Âtike binti Abdül-Muttalib rüyasında şöyle bir olay görmüştür: Deveyle Mekke’ye bir kimse gelmiş ve “Ey cemaat, üç güne kadar muharebe meydanına yetişiniz.” diye haykırdıktan sonra, Ebu Kubeys Dağı üzerine çıkarak büyük bir kayayı yerinden koparıp aşağı atmış ve o kaya, parça parça olup Mekke’nin her evine birer parçası isabet etmiş. Sabahleyin Âtike, bu rüyayı kardeşi Abbas’a anlatmış ve “Bu günlerde Kureyş’e büyük bir musibet isabet edecek.” diye yorumlayarak gizli tutmasını ihtar etmiş.

Abbas ise bunu gizlice Velid bin Utbe’ye, o da babası Utbe bin Reb’ia’ya ve o da bazı kimselere söylemiş. Bu sözler ağızdan ağıza yayılarak bütün Kureyş’in ileri gelenlerinin kulağına gitmişti. Bir gün sonra Utbe bin Reb’ia, kardeşi Şeybe, Ebu Cehil, Ümeyye bin Halef, Zem’a bin Esved, Ebul-Bahterî ve diğer Kureyş büyükleri, Kâbe’de toplanıp, Âtike’nin rüyasını konuşurlarken Abbas da onların yanına vardı.

Ebu Cehil, Abbas’a dönerek, “Kız kardeşinize ne zaman peygamberlik geldi? Ey Abdül-Muttaliboğulları, erkeklerinizde peygamberlik davası çıktığına kanaat etmeyip şimdi de kadınlarınız mı peygamberlik davasına kalkışacak?” yollu ileri geri konuşarak, bütün Abdül-Muttalib soyuna dokunacak sözler sarf etti.

Ebu Cehil’in bu sözleri, o gün bütün Mekke içinde yayıldı, hatta kadınların kulaklarına kadar erişti. Akşam olup da Abbas evine vardığında bütün Abdül-Muttaliboğullarının kadınları, onun başına toplandılar ve hepsi bir ağızdan, “Ebu Cehil’e niçin bu kadar yüz veriyorsunuz? Erkekleriniz hakkında söylemedik söz bırakmadığı yetmiyormuş gibi, şimdi de karılarınıza dil uzatmaya başladı. Buna da mı susacaksınız?” diye söylendiler. Kadınların bu davranışı Abbas’ın pek zoruna gitti. “Hele sabah olsun da gidip şu herife, Ebu Cehil’e çatayım ve dil ile de olsa öcümü alayım.” diye niyet etti.

Ertesi sabah Kâbe’ye gidip Ebu Cehil’in yanına doğru vardı ve onunla münakaşa etmeye bir bahane aradı. İşte o an, Ebu Süfyan’ın habercisi, yani Zamzam Gaffâri gelip, “Ey Kureyş! Çabuk yetişiniz. Yoksa Şam kervanı Muhammed’in eline düşer ve bunca mallarınız elden gider.” diyerek Âtike’nin rüyasında gördüğü gibi bağırıp çağırıyordu ve herkes onun sesine doğru koşup gidiyordu. Bunun üzerine Abbas’ın Ebu Cehil ile konuşmasına fırsat kalmadı. Onlar da bu haberin aslını anlama merakına düştüler ve habercinin yanına doğru koşuştular. Bütün Kureyş büyükleri habercinin başına üşüştü. Hemen Ebu Süfyan’a yardım etmek üzere halkı teşvike kalkıştılar.

Bilhassa Ebu Cehil, bütün Mekke halkını sefere katılmaya çağırıyor ve Süheyl bin Amr da halkın gayret ve hamiyet damarlarına dokunacak sözler sarf ediyordu. Sonunda Kureyş büyüklerinin hepsi hazırlandılar ve bütün dövüşçüleri ayağa kaldırdılar. Fakat Âtike’nin rüyası birçoklarını şüpheye düşürdü. Ebu Leheb, Müslümanlara çok büyük düşmanlık duyduğu hâlde kendisi gitmeye cesaret edemeyerek yerine birini tutup göndermeye karar verdi ve Ebu Cehil’in kardeşi As bin Hişam’ın zimmetinde olan dört bin dirhem alacağına karşılık, onu kendi yerine tutup gönderdi.

Bu sırada Utbe İbni Reb’ia ile kardeşi Şeybe de geri kalmak istedilerse de yakalarını Ebu Cehil’in elinden kurtaramadılar. Kaldı ki Utbe, Ebu Süfyan ile arasındaki akrabalık nedeniyle ona yardım için koşmak zorundaydı. Çünkü Utbe, Reb’ia’nın oğlu; Ebu Süfyan, Harp İbni Ümeyye’nin oğlu ve Ümeyye ile Reb’ia ise Abdi Şems İbni Abdi Menaf’ın oğullarıydı. Bundan başka, Ebu Süfyan’ın karısı olan meşhur Hind de Utbe’nin kızıydı. Ümeyye İbni Halef de ihtiyarlığından dem vurarak geri kalmak istedi ancak Ebu Cehil, bir sürme kutusu, Ukbe İbni Ebu Muayt da bir buhurdan alıp, Ümeyye’nin evine gitti. “Karılar gibi oktan ve kılıçtan çekinenlere bunlar yakışır!” diye üstüne yürümeleriyle o da birlikte sefere çıkmak zorunda kaldı.

Âtike’nin rüyasından dolayı Abbas ile Ebu Cehil’in arası bozulmuş ve belki bütün Abdül-Muttaliboğulları Ebu Cehil’e darılmışsa da zemzem dağıtma vazifesi ve Kâbe’nin tamir işi Abbas’a ait olduğundan, ona göre geri kalmak elinde değildi. Diğer Abdül-Muttaliboğulları da ister istemez Kureyş ordusuyla birlikte gitmek zorunda kaldılar.

Kısaca Ebu Leheb’den başka ne kadar Kureyş’in ileri gelenleri varsa, hepsi büyük bir kalabalık ile Mekke’den çıkıp gittiler. Ebu Süfyan ile Amr İbni As’a yardım için büyük bir hızla yola çıktılar. Mekke’deki Kureyşlilerin hepsi bu orduda bir arada idi. Yalnız Hz. Ömer’in kabilesi olan Adiyoğulları onlarla birlikte değildi. Bu ordu Mekke’den kalkıp da Bedir köyüne varıncaya kadar her konak yerinde Ebu Cehil ve sonra Safvan İbni Ümeyye, Süheyl İbni Amr, Şeybe İbni Reb’ia, Utbe İbni Reb’ia, Kays İbni Sabbabe, Abbas İbni Abdül-Muttalib ve Ebü’l-Buhterî, sırayla onar veya dokuzar deve kesip Kureyş askerini doyurdular.

Onlar Mekke’den kalkıp da Bedir’e gelirken Ebu Süfyan, kıyıdan savuşup kervanı kurtarmış olduğundan, ordunun geri dönmesi için haber göndermişti. Fakat Ebu Cehil’in kışkırtması üzerine Kureyşliler geri dönmeyip, Müslümanlardan intikam almak üzere Bedir’e kadar gelmişlerdi. Ama Zühreoğulları ile anlaşmış olan Übeyye İbni Şerikü’n-Naki, “Kervan kurtuldu. Maksadımız gerçekleşti. Artık geri dönmek lazım.” diyerek, Zühreoğullarından orduda bulunan kişilerle anlaşarak geceleyin ordudan çıkıp gitmişlerdi.

 

Adiyoğulları zaten ordu ile hareket etmemiş, Zühreoğulları da böylece ayrılmış olduklarından, Bedir Savaşı’nda bu iki kabileden de ölen olmamıştır. Ama öteki Kureyş kabilelerinin hepsi bu savaşta bulunarak hâl ve miktarlarına göre zarar ve ziyan görmüşlerdir.

Resul-ü Ekrem, Kureyş kervanının nerede olduğunu araştırmakta iken Safra Konağı’na vardığında Mekke’den öyle bir ordu çıkmış olduğu haberi alındı ve İslam ordusu, güç bir durumda kaldı. Çünkü elli kişiyle korunan bir kervanın üzerine gönderilmiş birlikler ile iyi hazırlanmış öyle bir orduya karşı çıkmak zor idi. Hâlbuki kervanın peşine düşülse uygunsuz bir yerde Kureyş ordusuna rastlama ihtimali vardı. Geri dönmekse utanılacak bir şeydi.

Bundan dolayı Resul-ü Ekrem, ashabını toplayarak düşüncelerini anlamak için onlara, “Ne dersiniz? Kervanın peşine mi düşmek istersiniz, yoksa Kureyş ordusuna karşı çıkmayı mı tercih edersiniz? Hele bu ikisinden birini yüce Allah bana vadetmiştir?” diye buyurdu.

Onlar da “Biz, kervan niyetiyle çıktık. Eğer böyle büyük bir ordu ile muharebe edileceğini bilseydik daha hazırlıklı çıkardık.” diye cevap verdiler ve kervan tarafına meyil gösterdiler. Resul-ü Ekrem onların bu cevabından alındı. Fakat Hz. Ebu Bekir, Hazreti Peygamber’in gönlünü alacak sözler söyledi. Hz. Ömer de ona katıldı.

Bunun üzerine Mikdad İbni Esved (r.a.) meydana çıkıp, “Ey Allah’ın elçisi! Allah’ın emri ne ise biz ona uyarız ve her hâlde seninle beraberiz. Allah’a yemin ederim ki dünyanın neresine gitsen, seninle beraber gideriz.” dedi. Resul-ü Ekrem, Mikdad’ın (r.a.) bu sözlerine pek ziyade memnun oldu. Fakat ensar, evvelce Akabe’de biat ettiği zaman, Resul-ü Ekrem, kendi şehirlerine gelirse, onu eş ve çocuklarından daha fazla, her şeyden esirgeyip sakınacaklarına söz vermişlerse de Medine dışında muharebe edeceklerine dair sözleşmeleri olmadığından, onların fikirlerini sormak lazım geldiğinden, onlara dönerek, “Sizler de bir fikir veriniz.” diye buyurdu.

Ensar tarafından Sa’d bin Muaz, “Ey Allah’ın elçisi! Bizleri mi murat buyuruyorsunuz?” diye sordu. Resul, “Evet.” diye buyurdu. Sa’d bin Muaz, “Ey Allah’ın elçisi! Biz sana inandık. Allah tarafından getirdiğin şeylerin hak olduğunu kabul ettik ve inandık. Sana itaat edip uymak üzere söz verdik, yemin ettik. Artık sen ne dilersen emret. Seni gönderen Allah hakkı için, denize girsen seninle beraber gireriz; hiçbirimiz geri durmayız. Biz düşmana karşı çıkmaktan çekinmeyiz. Muharebe sırasında geri dönmeyiz, bizi sadık ve sabrediciler olarak göreceksin. Yüce Allah’tan dilerim ki bizden memnun olacağın işler göstersin. Hemen Allah’ın lütfuyla bizimle dilediğin tarafa yürüyebilirsin.” deyince, Resul-ü Ekrem çok memnun olarak, “Öyleyse Allah’ın lütfuyla yürüyünüz.” diye buyurdu. Ordu Bedir köyüne doğru hareket etti.

Resul-ü Ekrem, “Size müjdelerim ki yüce Allah, bana iki topluluktan birini vadetti. Allah’a yemin ederim ki ben sanki Kureyş kavminin düşüp telef olacakları yerlere bakıyorum.” diye buyurdu. Bedir’e varıldığında ise “Burası falanın, şurası da filanın öldürüleceği yerdir.” diye mübarek eliyle gösterdi. Daha sonra hep öyle oldu. Hiçbirinin yeri şaşmadı, yani müşriklerden herhangi biri için bir yer gösterdi ise muharebe sırasında o müşrik orada düşüp can verdi.

İslam ordusu Bedir’e yakın yere vardı ve kumluk bir sahada ordu düzene sokuldu ki yürürken insanların ve hayvanların ayakları kayardı.

Önce Kureyş ordusu gelip, Bedir suyunu ele geçirdi. Bu nedenle Müslümanlar susuzluktan zahmet çekmeye başladı, şeytan da bazılarının kalbine susuzluktan kırılma vehmini düşürerek vesvese verdi.

Hâlbuki yüce Allah, o gece Kureyş ordusunun içine bir korku düşürdü ve Müslümanlara tatlı bir uyku verdi. Kureyşlilerin Müslümanlara göre kuvvetleri kat kat fazla iken onlar telaş ve endişe içindeyken, Müslümanlar emniyetle uyurdu.

Ertesi gün, ramazanın on yedinci cuma günüydü. Sabahleyin yağmurlar yağdı, seller aktı. Müslümanlar suya kandı. Bazılarının kalbindeki şeytani vesvese yok oldu. Yerler sertleşti ve yürüyüş kolaylaştı.

Hübâb İbni Münzir’in rey ve tedbiri üzerine ordunun yeri değiştirildi. Bedir köyünün en sonundaki kuyunun önünde ordu düzen kurdu ve yanında Müslümanlar için büyük bir havuz yapılarak içi su ile dolduruldu. Diğer kuyuların üzerine çer çöp atıldı. Böylece Kureyş ordusu susuz kaldı.

Sa’d İbni Muaz, Resulullah için hurma dallarından bir gölgelik yaptırdı.

Resulullah, mağara arkadaşı Hz. Ebu Bekir’le birlikte o çadırın altına girdi.

Sa’d İbni Muaz da (r.a.) kılıcını takınıp, ensardan birkaç kişi ile birlikte çadırın kapısında bekledi.

İşte o sırada Kureyş ordusu meydana çıkıp göründü. Müşrikler, zırhlara bürünmüş oldukları hâlde ileri yürüdüler. Bunların sayısı bin kadar olup, içlerinde yüz atlı ve yedi yüz develi vardı.

Sayıca Müslümanların üç mislinden fazla oldukları hâlde silah ve malzemece kuvvetleri kat kat fazlaydı. Üç bayrakları vardı. Birini Ebu Aziz Zürâre İbni Ümeyr, diğerini Nadr İbni Haris, üçüncüsünü de Talha İbni Talha taşıyordu. Harp meydanına geldiler ve yer tutup saf oldular.

Müslümanlar da onlara karşı saf olup durdu. Fakat ne garip bir manzara idi ki Ebu Aziz İbni Umeyr, Kureyş ordusunun birinci sancaktarı iken kardeşi Mus’ab İbni Umeyr, muhacirlerin sancaktarı idi. Kureyş ordusunun diğer eşrafı ve reisleri ile muhacirlerin çoğu -uzak veya yakın- hep birbirinin akrabası idi.

Kısacası Resul-ü Ekrem’in büyük düşmanları olan Ümeyye İbni Halef ve kardeşi Übeyye İbni Halef, Resul-ü Ekrem’in en eski atası olan Mürre İbni Ka’b’ın kardeşi Hasis İbni Ka’b’ın soyundan ve o zaman Ebu Süfyan’ın adı geçen kervanda yoldaşı olan Amr İbni As da Sehimoğullarından ve Sehimoğulları ise bunun gibi Hasis İbni Ka’b’ın soyundan oldukları hâlde ashabın büyüklerinden Hz. Ömer ve Said İbni Zeyd de (r.a.) Mürre’nin diğer kardeşi olan Adi İbni Ka’b’ın neslinden idiler.

Bütün ashabın büyüğü olan Hz. Ebu Bekir, yine ashabın büyüklerinden Talha (r.a.), Teym İbni Mürre’nin soyundandı. Resul-ü Ekrem’in en büyük düşmanı olan Ebu Cehil İbni Hişam ile Halid İbni Velid de Mahzûmoğullarından idi. Mahzûmoğulları ise Yakaza İbni Mürre’nin torunlarındandır.

Daha garip olanı da Hz. Ebu Bekir’in oğlu Abdullah (r.a.) kendi yanında ve diğer oğlu Abdurrahman ise Kureyş müşriklerinin arasında idi.

Nadr İbni Haris ki Resul-ü Ekrem’e çok büyük düşmanlığı vardı, hatta Resul-ü Ekrem Kur’an okurken, “Muhammed, size eski masalları söylüyor!” diye alay ederdi. O da Abdi Menaf’ın kardeşi olan Abdü’d-Dâroğullarından olduğu hâlde ashabın büyüklerinden Zübeyr İbni Avvam (r.a.) Abdi Menaf’ın diğer kardeşi olan Abdu’l Uzza evladındandır.

Yine kadınların efendisi Hz. Hatice, Abdül-Uzza evladından olup, kardeşi Nevfel İbni Huveylid ise İslam’ın büyük düşmanlarından idi.

Adı geçen kervanın başı olan Ebu Süfyan ve Resul-ü Ekrem’e büyük bir düşmanlığı olan Ukbe İbni Ebu Muayt da Ümeyye İbni Abdi Şems İbni Abdi Menaf’ın torunları idiler. Kureyş ordusunun en büyük reislerinden olan meşhur Utbe, Şeybe ve Reb’ia, İbni Abdi Şems İbni Abdi Menaf’ın oğulları oldukları hâlde muhacirlerin büyüğü olan Ubeyde (r.a.) ise Hars İbni Muttalib İbni Abdi Menaf’ın oğlu idi.

Utbe İbni Reb’ia’nın oğlu Velid kendi yanında ve diğer oğlu Ebu Huzeyfe Müslümanlar arasındaydı.