Hâristan

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Açılmaya başlayan gecenin siyah kirpikleri altından, seherin sarı gözleri, göğün orasına burasına saplanan altın oklar renginde, keskin şuaâtını yaymaya başlamıştı. Gecenin hatarât-ı zalâmına alışkın ve seherin, mevkiin, geçen vakanın tesir-i ihtişamıyla kamaşan gencin gözü, gönlü bu bârân-ı mühtezz-i sâye ü nurun altında, ıraktan görünen denizin tantana-i bülendi huzurunda, sade bir ihtiras-ı hayat ile mütelezziz oluyordu. Bu sırada rakik sislere sarılmış elvan-ı hare-ver-i fecrin bir parçası, bir kanat şeklinde uzana uzana, Hârâ’nın bulunduğu kamışlığın nihayetindeki taşlığa yayıldı. Ve ortasında evvelâ meşkûk ve mütereddid ve sonra ayân ü vâzıh bir şekl-i lâtif peyda oldu. Bu şekil, Hârâ’nın refîk-i inzivası olan ihtiyarın; yorgunluklar, ızdıraplar altında bunaldıkça çektiği her âhın sonunda “Kadın… Kadın… Kadın!..” diye tarif ettiği, hayal-i nazikterini andırıyordu. Hârâ’nın, anlamadan hissettiği bedia-i hayalîyenin tesir-i icadıyla yonttuğu heykellerin kemal bulmuş bir nazirine benziyordu. Gencin vücudu üryan bir kalp rikkatiyle titredi. Kollarını uzattı. Bu bir rüya mıydı? Koşmak, onu yakalamak, tutmak istedi. Lakin biraz evvel tepelediği bir arslan gibi onunla, imkânı yok, mübareze edemeyeceğini, belki o kadar elvan içinde, o kadar ihtişam, o kadar yumuşaklıklar arasında inen bu şikarı yakalamak; ona yavaş yavaş, usul usul gitmek, onu, boynunu bükerek, yalvarıp ağlayarak, okşayıp sayd etmek mümkün olabileceğini düşündü. Ve hemen âlât-ı rezm ü vegasını bir tarafa fırlatmış, ayaklarının ucuna basa basa, bulutların ortasında tayeran eden şikâr-ı şirine doğru ilerlemeye başlamıştı. İki adım atmamıştı ki hafif rüzgâra maruz bir nihal inhinasıyla bulutlara basarak bu hayal-i dilfirib çekilmeye, uzaklaşmaya başladı. Ve bir dakika sonra yerde kaya parçalarından, çakıllardan maada bir şey kalmadı.

Hârâ, bu dakika ömründe ilk defa ağlıyordu. Mağaraya avdetle, arkadaşlarına sergüzeştini hikâye ettiği zaman; refiklerinin kimi hülya, kimi rüya diye mukabele ediyordu.

Şiraze

Her yer taşlık… Her taraf dikenlik… Hârâ bu taşlıklara tırmanmaktan, bu dikenlere tırmalanmaktan kurtulmanın mümkün olabileceğini; yüreğinde daima acıyan yaranın çare-i iltiyamını düşünüyor, başka ufuklar keşfetmek, başka şikârlar sayd eylemek, o her zaman ka’r-ı canında hissettiği boşluğu doldurmak, duyduğu noksanı ikmal etmek arzusuna galebe edemeyecek buhranlı bir çağa gelmişti.

İştihası var, yemeğini yiyor. Kuvveti var karşısına çıkan sibâ’ı mağlup ediyor. Yaşamaya arzusu var, mübarezelerinde galebeyi temenni ediyor. Ya her zaman, her yerde kendisini hissettiren bu noksan neden? Onu anlayamıyor; onu anlamak istiyor ve bunu arkadaşları anlatamıyordu.

Hârâ, ulu bir ağaç kütüğünü oymakla imâl ettiği sandala, bir gece mehtapta binmiş, yanına silah ve bir çok nevale alıp Cezire-i Hâristan’a veda etmiş, umman ile çarpışmaya çıkmıştı.

Ölüm, diyor, neden? Ve nasıl?.. Bütün gece sabaha kadar kâh kürek çekiyor ve kâh kütüğü cereyana bırakarak ilerliyordu. İnfilak-ı seherle beraber uykusuzluktan bî-tâb ve mahmur, iri gözlerini uzaktan görünen bir noktaya doğru nasb etti. Bir fezâ-yı hâb içinde kararan dil ü cânı bu arz-ı mev’ûdun rüyetiyle, bir taze hayat-ı münevver kesbetmiş; o sevinçle küreklere, akşama kadar yorulmak bilmeyen bir ibtila ile sarılmış ve gitmişti.

Gece yarısını geçmişti. Birdenbire Hârâ şimdiye kadar işitmediği, narin ve nermin bir bülbül sadası karşısında mestan-ı neşe kürekleri bıraktı. Durdu. Nagamât-ı bülbül ile revâyih-i gül, nefâyih-i rüzgârın şevkiyle, yukarı tepelerden sahile kadar inmişti.

Hârâ bu akşam, mehtabın istitarından etrafını göremediği hâlde bu fevkalâdeliği, bu rahat ruhu, bu safayı emmek ister gibi dudaklarını açmış, başını arkaya bırakmıştı. Yırtıcı hayvan girivlerine alışmış kulaklarını, bülbül sesleri öptükçe; dikenlerle yırtılan vücuduna, bu gül kokuları sarıldıkça irkiliyor, sinirleri bir takallüs-i iştiyak-ı mübhem ile geriliyordu. Hârâ o derece mestkâm ve dilşâd idi ki, bu geceki neşesinin ihlal olunması havf ve recası beyninde mütereddid sandalından çıkamıyordu.

Vaktâ ki sabah oldu. Gerdune-i gülgûne-i âfitâb, matla-ı ihtişamından ağır ağır ilerledikçe, makes-i taraveti olan, pembeli, yeşilli sahralar uyanmaya, parıldamaya başladı. Hârâ nereye geldiğinden, neler gördüğünden gafil, mütecessis ve mütehayyir gözlerini açmış bakınıyordu. Bu esnada ağaçların arkasından bir pembe bulut girdbâdı, bir kahkaha ve pür zemzeme Hârâ’nın bulunduğu tarafa doğru ilerlemeye başladı.

O zamana kadar korkmak nedir hissetmemiş olan genç şimdi helecandan titriyordu. Yayını gerdi. Her ihtimale karşı hazırlandı. Bu sarsar-ı reng ü sehâb döne; yuvarlana, yayıla Hârâ’nın bulunduğu kumluğa kadar geldi. Bulut sıyrılınca, kumların üstünde bir cism-i münevver kaldı; Hârâ, güneşler mi buraya inmiş, yoksa kendi mi göklere irtika etmiş, yeknazarda anlayamadı. Ne yaptığını düşünmeden sandalından çıkarak mutadı olan “Hay!” âvâzıyla yayına davrandığı esnada, ikâzkâr bir safir ile karşısından gelen bir ok Hârâ’yı yaraladı.

Nesrinnuş daima tezâyüd eden kasvet ve âlamını def için validesinden, adanın etrafında şikâr için müsaade almıştı. Bu sabah nedimelerini yolda bırakarak, mütenekkiren hem istihmam ve hem sayd için sahile kadar inmişti.

Nesrinnuş şimdi zahm-ı tîr-i cansûzuyla yaraladığı bu meçhul ava doğru koşarken, şikârın süratle ona yaklaştığını gördü. Ve tekrar okuna müracaata vakit kalmaksızın kendisini saydının ağuşunda buldu. Ve nazarları mahrumiyetin bütün ateş-rîz hararetiyle yekdiğerinde karıştı. Nesrinnuş için Hârâ bir şikâr, Hârâ için Nesrinnuş yırtıcı bir kuştu. Fakat neden ve nasıl oldu anlaşılmadan bunların nazarları yekdiğerinin gözlerinde kaynadı. İkisi de pür helecan idiler. Hârâ’nın feryadından Nesrinnuş ve Nesrinnuş’un ibtisamından Hârâ hemnev olduklarını anladılar. Nesrinnuş’un al bürümcükleri, Hârâ’nın geyik postu, mukabilinde buruştu. Üzüldüler, ayrılmak istediler ama gördüler ki birbirlerinin…

Hârâ omzundan sızarak, kumlar üstünde mütereddid bir yol bulup eğrile büğrüle akan kanlarına bakınca, elindeki silahını yere attı. Nesrinnuş da bir hayret-i mütezâyide ile okunu elinden düşürmüştü. Şimdi miyanede tekellüfsüz, merasimsiz bir insiyâk-ı serâir-engiz ile bir âmiziş-i nihanî peyda oldu. Nesrinnuş soruyordu: “Nedir? Nerelerden geldi? Niçin ve nasıl geldi?” Hârâ işaretler ile anlatıyordu: “Uzaklardan… Dikenlerden… Taşlardan…”

Genç avucunun içindeki elin yumuşaklığından, sıcaklığından, tekmil vücuduna sirâyet eden, bir hararet-i mahmume ile tâ umk-ı canından kopan bir irtiâş-ı müessirin, zebûnu olmuş ve akan kanlardan çehresine reng-i ibtilaya benzer bir donukluk çökmüştü.

Nesrinnuş yavaşça oku çıkardı. Sızan kanları tülleriyle sildi. Yarayı yıkadı. Gitti, yakındaki çamlardan sakız ve pelesenkler buldu. Bu devaları Hârâ’nın omzuna korken, iki nazar, iki ruh, iki emel-i mübhem yine karşılaştı. Bu defa ikisinin de yanan gözlerinde can-füruz birer kıvılcım parladı. Dalgalar kıyılara doğru nasıl koşar, güneş nasıl kâinata düşer, arılar nasıl çiçeklere konar, rüzgâr nasıl mevcudatı okşarsa bu iki bigâne-i ruh-âşinânın dudakları da yekdiğerine doğru aynı tabiilik, aynı sükûnetle usulca kavuşuverdi.

Bu safır-i mahrem-i buse, ebedî bir rehavet altında gevşeyen, durgun bir ömrün bâr-ı sakiniyle yorulan bu cezireye bir cereyan-ı intibah isâle etti. Bunların öpüşüşlerinden bütün kuşlar birden ötmeye başladı. Bütün goncalar birden güllendi. Bir gird-i aheng ü renk, bir zemzeme-i durâdur ile bu fezâ-yı nâimi çınlattı. Bu an-ı germ her ikisini de mugaşşî ve medhûş bırakmıştı. Hârâ’nın o zamana kadar hissedip de telezzüzle şadkâm olamadığı bu neşenin lezzet-ı şîrininden çeşmhâneleri büyümüş, kolları sarılmak istiyor gibi açılmıştı. Göğsü kabarıyor, gönlü uçacak bir kuş gibi çırpınıyordu.

Bu tahavvül-i nâgehânîden ürken Nesrinnuş, üryan bileğini yüzünden çektiği zaman, dudağının üstünde, busenin konduğu yerde bir gülün açıldığını hissedince, validesinin ihtar-ı tehdidkârını hatırladı. Her şey mahv olmuştu, şimdi ne yapacaktı?.. Bu hatayı validesine nasıl itiraf edecek ve bu yabancı ne olacaktı?.. Ve o zaman anladı ki onu öpen bir erkekti.. Bu büyük bir felâketti. Fakat bu büyük felâket, tatlı bir felâketti. Hârâ’ya bütün bunları anlatmak ve validesinin gazabından, geldiği yere gidip kurtulmasını söylemek istiyor, lakin bir türlü ifhâma muvaffak olamıyordu. Nesrinnuş ağlıyordu. Gözlerinden dökülen yaşlar, al yanaklarından birer inci olup kumların üstüne düşüyordu.

Hârâ bu ağlamadan bir şey anlamadı. Lezâiz-i sabıkanın dimağında bıraktığı çâşnî-i lahûtî-i şevk ü şegafla Nesrinnuş’u kucağına alıp o taşan ihtirasıyla yaşlı gözlerinden de öptü. Nesrinnuş, işin vahametini anlatamayınca Hârâ’yı pembe elleriyle itiyordu. Hârâ kendini iten elleri de yine aynı teklifsizlikle öpüyordu.

Artık Nesrinnuş bir havf-ı müskirin tesiriyle çırpınarak bu vahşi sevdanın füsunkâr ağuşundan kurtulmak isterken, uzaktan validesinin -o kızına bir erkek eli değmesini men eden validesinin- ayak seslerini duydu; bu tesadüfün şeametini anlayıp, eliyle Hârâ’ya sandalını göstererek çekilmesini ihtar etmek üzere gencin kolları arasında bayılıverdi… Bayılmak nedir, onu da henüz öğrenememiş olan Hârâ bu gayr-ı memul sükûnu bir nevi teslimiyet ve muvaffakiyete atf ile artık bilâ-intizam ve bilâ-insicâm saçlarının arasından ayaklarına kadar muttasıl öpüyor, öpüyor, öpüyordu…

Ve Hârâ’nın öptüğü yerde aynı süratle bir gül açılıyordu… Bir hâlde ki Hârâ’nın dudaklarının arasından boşanan şelâle-i buse ile açılan güllerden Nesrinnuş’un vücudunda açık ve çıplak bir nokta kalmamış, bir şeyden haberdâr olmayan validesi Hârâ’nın yanına geldiği zaman Nesrinnuş bir güldeste-i latif hâline gelmişti. O hâlde ki, Hârâ’nın kucağındaki demetin Nesrinnuş’un kendisi olduğunu validesi tanıyamadı.

İhtiyar kadın kaşlarını çatarak gence vürûdunun sebebini soruyordu. Hârâ anlamıyordu. Elindeki gül demetini gösteriyor, bütün kuvvetiyle demeti kavrıyordu. Acuze bu erkeği bir an evvel adadan tard etmeyi evlâ ve ehven buldu. Asasını uzatarak çekilmesini emretti.

 

Hârâ derhâl bu güldeste-i ruhu derağuş ederek sandalına atladı. Nesrinnuş hâlâ bihûş idi. Cereyanın yardımıyla cezire-i hâristana yaklaştıkları zaman, genç bütün refiklerini sahilde kendisine muntazır buldu. Bunlar, arkadaşlarının gaybubetinden mütevellid ciddi endişelerle, cezirenin sahiline üşüşmüşlerdi. Hârâ bu deste-i ganimete sarılıp onu karaya çıkardığı zaman; arkadaşları, bunca seneden beri mütehassir oldukları bu gülleri koklamaya başladılar. Hârâ sergüzeştini onlara nakledince bütün rüfeka tahsinler, hayretlerle memzûc bir teessürle hikâyeyi dinleyerek hayatlarındaki bu büyük noksanın, bu lazime-i ömrün, bu kadının iade-i hayatı için çareler düşündüler. Nihayet o gün mağarada kalan mahûd ihtiyarın tedabir ve tecaribine müracaata karar verdiler.

İhtiyar sergüzeşti en küçük tafsilatıyla istima ettikten sonra bütün kahanet-i hindiyesini tecrübe ederek sabaha kadar çalıştı. Sabahleyin güneşle beraber, Nesrinnuş’un vücudundaki güller de etrafa serpildi. Ve kadın; bütün kadınlığıyla, bütün şefkat-i şi’riyetiyle doğuverdi.

Şimdi, Nesrinnuş, böyle kavi pazılar, ateşli sineler arasında bulunmaktan mütevellid bir şevk-i mağrur-ı neseviyyetle etrafına gülhande-i hüsnünü serperken, bütün şu çorak cibal ve hâmûndaki siyah ve gamnâk dikenler; al güllere, mor sümbüllere tebeddül etmiş ve kadınlığın bu nim hande-i sehharı, yübuset-i hicran içinde kavrulan ruhlara bunca senedir çekilen azapları bir anda unutturmuştu.

Yine bu dakika-i meserret içinde, adalarda, hâiz oldukları kıymetin takdir olunmamasından, sürünen elmaslar, inciler, zümrütler, la’ller, yakutlar, firuzeler, safirler bütün Nesrinnuş’un ayağının altına döküldüler. Ve ona muşaşa ve mübeccel bir sedir-i ibtihâc teşkil eylediler. Bu cazibe-i ân ü hüsnü temaşa eden ihtiyar, başını sallayarak diyordu:

“Evet, sevda-rîz saçlar olmayınca elmasların, gülbîz parmaklar bulunmayınca yakutların ve zümrütlerin, beyaz gerdanlar görülmeyince incilerin ne hükmü, ne lutfu olabilir?”

Şimdi Nesrinnuş kendisini deragûş edecek, bir yed-i kuvvet ve Hârâ mübareze-i hayatın eziyetlerini unutturacak bir dest-i şefkat bulmuştu.

Bu neşeden teskin-i şetaret edemeyen ihtiyar yine söylüyor:

“Kadınlar, vahşi ağaçlara sarılıp rayihalı dallarıyla onları tezyin eden sarmaşıklara benzerler ki, erkekleri ezhar-ı aşk ile deraguş ve ihata ederler. Kadınsız erkek dürüşt olur. Münzevi olur. Mürebbi-i manevî olan şefkat ve nevâzişin nerm-hande-i müessiriyledir ki erkeklerde hissiyat-ı rakika-i ulviyye münceli olur. Ve ilave ediyordu:

“Kadınlarda güzellik olmasaydı, erkeklerde büyüklük olmazdı… Erkeklerde büyüklük bulunmasaydı, kadınlardaki güzellik görünmezdi.”

20 Teşrin-i Sâni 1316

Lâne-i Münkesir

“Saçlarını öyle kıvırmalıydın ki initaf edecek nazarlar onlar arasında takılıp kalmalıydı.”

“Böyle çirkin miyim?”

“Siyah peçenin meyus rengi altında sarı saçlar âdeta ağlar… Daha ince peçen yok mu?”

“Gül rengi carımla peçemi giyeyim mi?”

“Çehrenin bu al rengini örtecek. Yazık değil mi?”

“Bugün sen beni giydir.”

“Gözlerinin etrafındaki sürme az; kirpiklerin o kadar siyah, o kadar siyah olmalı ki arasından uçan nazarların seyyarelerin nur-ı mahmuriyete benzesin… Bakışlarındaki ruhâniliğin süzgünlükleri huzurunda gönüllerde perestiş çılgınlıkları uyandırsın.”

“Peki! Gel, yaklaş, daha gel. Gözlerime sürmeyi de sen sür… Bugün sen beni süsle… Ben gözlerimi kapayayım… Sen istediğin gibi süsle, giydir. Beni bir levha gibi tersim et. Zevk-i selimini göster.”

Mihriban gözlerini kapamış, kocasına gülerek teslim-i vücud etmişti. Neriman sürmedânı eline aldı. Titreyen elleriyle kirpiklerini açtırarak yeşile bakan o maî gözlerin etrafına bir hale-i siyah çekti.

“Bu gözler istediğim gibi bakmasını biliyorlar mı?”

“Öyle ise dur! Gözlerinin içine bakayım, ellerini avuçlarımın içine koy!.. Böyle. Oh! İşte böyle… Gözlerini gözlerimle öpeyim… Bakmasını biliyorlar mı?”

Neriman’ın har ü mugaşşi bir galeyan-ı demin tekmil vücudunda feveranı başını ateşler içinde bıraktı. Dizleri titriyor, elleri titriyor, dudakları titriyordu ve ekseriya irad ettiği; “Erkeklerin kadınlar huzurunda âguşları açılır. Çiçeklerin güneşe karşı yaprakları açıldığı gibi…” sözleriyle karısını derağuş etti. Ve Mihriban’ın kıvrık saçlarının zalâm-ı zerrîni içinde Neriman’ın gözlerinden çakan titrek şimşekler, hararetli izler bıraka bıraka, karısının sadefgûn ensesinde dağılarak, dudakları bir tatlı meyva yer gibi mahmur-ı iltizaz şapırtılarla ten-i şirin ü münevverden gıcıklayıcı, o insanı, bir dakika için acı acı yakıp, sonra tatlı ateşi, sertâbepâ vücuda yayıla yayıla bütün sinirleri kıran, kıvıran, bayıltan, medîd öpücükler toplamaya başladı.

Bu dakika-i sekerân içinde Mihriban; “Saçlarımı bütün dağıttın, pudralarımı uçurttun.” âvâzesiyle sıyrıldı, çıktı.

“Oh! Bu dakika ne güzelsin!”

“Her zaman değil miyim?”

“İsterim ki evdeki güzelliğini, şiiriyetini sokakta da muhafaza edesin. Dil-nevaz ve zeki ayaklarınla kaldırımları okşadığın vakit…”

“Ben yalnız senin güzelin, senin şi’rin olmak istiyorum.”

“Yok. O kadar hôdgâmım ki seni sokakta görenler; ‘Bu pek güzel mahlûk, Neriman’ın karısıdır; bahtiyar adam, mesud fâni.’ desinler. Bu incinin sadefi ben, bu gülün saksısı yine ben olduğum fısıldansın.”

“Hayır fısıldanmasın. Hatta o kadar fısıldanmasın ki işte seni o şereften mahrum etmek için bugün çıkmayacağım. Ve bugün elinle ikmal ettiğin süslerim yine karşında dağılsın, sen de çıkma. Ben de seni giydireyim. Boyun bağını elimle bağlayayım. Bıyıklarını elimle kıvırayım. Sana tatlı kumru hikâyeleri söyleyeyim.”

“Ben senin eğlenmeni, gezmeni istiyorum. Meselâ seni Maden yolunda gezerken görünce; ‘Ah bu güzel kadın, bir periye benziyor, onun izini takip edeyim.’ hülyasıyla seni takip edeyim. Seni kaçıracakmışım, uçuracakmışım gibi çarpıntılarla, eziyetlerle gizli hicranlar, azaplar çekerek, mahrum-ı emel bir şûrîde-i sevda tehâlüküyle peşinden ayrılmayayım. Sonra sen benim ol. Meraret-i tahassürün halavet-i visâlini böyle tatmış bulunayım. Ve yaşadığımı anlayım.”

“Evet, biliyorum. Sus, biliyorum!”

Bu “Sus”; Mihriban’ın bu danteller, bu süsler altında gizlediği bütün bir felaketi, kocası Neriman’a anlatmak isterken döktüğü bir damla yaştı. O böyle öpüle öpüle pembeleşen yanaklarla, okşana okşana dürtülerek, itilerek seyre gitmenin ne demek olacağını keşfediyordu… Kocasının gözleri şimdi bir sâika şua’ıyla parlayarak ona diyordu ki: “Hayır, yürürken sinen vücudundan ileri gitmeli. Ruhun sinenin üstünde çırpınır gibi, uçmak ister gibi yürümeli. Hamra Hanım’ın yürüyüşü bütün işve. Dikkat etmiyor musun?”

Evet yine Hamra, yine o kız. Kocasının lisanından her gün, her gece bir suretle fırlayan bu kıvılcım, her defa başka işkencelerle kıvrılarak Mihriban’ın kalbgâhına sarılıyor.

“Araba hazır. Belki yolda birbirimize tesadüf ederiz. Diyasgelos bu akşam kalabalıktır.”

Mihriban Hanım, vilayâttan birine mensup, on seneden beri İstanbul’a nakl-i mekan eden, gayet zengin bir ailenin yegâne kızıydı. Pederinin serveti pek az zaman içinde, İstanbul’un kibar âlemi arasında, kendisinden gıpta ve serzenişlerle bahsettire ettire, tezvic için birçok namzetlere, engin hülyalar irâs eden Mihriban’ın; bir buçuk sene evvel ansızın Neriman Bey’le izdivacı, hayli kıl ü kâli mucib olmuştu. O gün şirketin Beylerbeyi’ne uğrayan vapurları, yekdiğerlerinden fazla malûmat almak isteyen, seyirci kadınlarla dolmuştu. O perşembe gününden bed ile iki ay bütün bu düğünün dârâtı, şaşaası İstanbul’un güzide haremleri arasında mübalağalarla, çalkana kabara, yayılarak yaşadı. Servet ve asaletin bu suretle imtizacı, en parlak bir izdivaç olarak kabul edilmişti. Bu günden bahsetmek için kendilerinde, usanmaz bıkmaz bir heves bulan mütecessis hanımların nagamatı şu nakaratta karar kılıyordu:

“Fakat gelin daha bir bebek, güvey bir çocuk.”

Mihriban’ın pederi İstanbul’a yerleşmeye karar verdikten sonra yalnız nümayişperest, bazı vilayet ahalisinde görülen tecrübesiz bir istical ile kızına mükemmel bir tahsil ve terbiye vermek telaşına düşerek konağına Alman mürebbiyeleri, İtalyan musiki üstatlarını, Fransız muallimelerini üşüştürdü. Mihriban bu hây hûy-ı telaş ve dağdağa arasında asabi bir zekâ ile on beş yaşına kadar üzerinden vilayetin bürka-ı kesîf ü münzeviyetini atarak, şûh-ı sâtır bir şehirli kız inceliğiyle, gördüğü, görüştüğü nev-nihalân-ı asalet refikalarının arasında bir mevki-i mümtaz işgal etmeye başladığı bir sırada, izdivacı vuku buldu.

Mihriban bugün bu tenezzühün nümayişiyle setre çalıştığı, derin bir infiâl-i meyusun merâret-i nihânıyla, Büyükada’nın çamlar arasındaki yumuşak tozlu yolları arasında, arabanın önünde başlarını bir tavr-ı nahvetle sallayarak yürüyen bir çift iri Macar beygirinin reftâr-ı mevzunundan mütehassıl tantana-i muttaridini, dalgın dinlerken gözlerinin önünde bütün bu nevazişler, nimetler, kibarlıklarla açılan güllerin insafsız dikenleri, onun ruhunu incitiyordu. Diyasgelos yolunda araba, çamlıkların arasında, şale tarzında inşa olunmuş bir tirşe köşkün önünden geçerken, şimdiye kadar arabada kendisine tevcih-i hitâb etmeyen kayınvalidesi, siyah iri kaşlarını kaldırarak bir nazar-ı müstehzi ile Mihriban’a: “Bak.” dedi. “Kamra ve Hamra sana sesleniyorlar.” ve arabacıya durmasını işaret etti.

Şimdi bu iki taze, ansızın kafeslerinin kapısı açılıveren bir çift kanarya şakraklığıyla çırpınarak, süzülerek, sekerek, koşarak köşkün demir parmaklı kapısından çıkıp arabanın yanına geldiler. Mihriban’ın kayınvalidesinden müsaade istihsal için latifeler icâd edip, Kamra güle güle: “Vallahi efendim, bu akşam kaynanayı gelinden kurtarmak istiyoruz.” feryadıyla Mihriban’ı hemen zorla, yarım saat kadar, şurada bahçede kanepelerin üstünde, geleni geçeni seyretmek bahanesiyle çektiler, aldılar. Kayınvalidesi nâçâr bir ibtisam-ı zarif-i nezaketle müsaade ederken, Hamra “Hem o kadar anlatalacak şeylerimiz var ki…” diyordu.

Mihriban, Kamra ile Hamra’nın, bu iki hemşirenin arasında bulunmaktan bir azâb-ı müz’ic hissediyor ve usret-i teneffüse uğramış bir hasta eziyetiyle kendisinde lakırdı söylemek için iktidarın, yüreğinin çarpıntılarıyla azaldığını duyuyordu. Şimdi Hamra Mihriban’ın süsünü, bir nigâh-ı seri-i tenkit ile süzerek:

“Kardeş bu yeni manton mu? Bilmem ki fes rengi manto yaptırmak nereden hatırına gelir.”

“Bunu Bey istedi.”

Artık ikisi de dayanamadılar. Kahkahalarla gülerken:

“O! Bey’in hüsn-i tabiatına diyecek bulunmaz. Şimdi buradan geçti. Söyleseniz de fesini o kadar kaşlarının üstüne indirmese.”

Bu sırada Neriman arabasıyla geçiyordu. Arabasını durdurmak istedi, cüret edemedi. Zevcesiyle Hamra ve hemşiresinin akrabalığından istifade ile yanlarına gitmek istemişti. Neriman’ın izhâr eylediği bu tereddüt ve telaşa karşı köşkün bahçesinden fırlayan kahkahalar, uzaklaşmakta olan Neriman’ın kulağına kadar geldi. Şimdi kırılışıyorlar ve ilave ediyorlardı:

“Beceriksiz. Allah için beceriksiz. Yanımıza gelmek istedi baksana. İhtimali yok. Karar veremedi.”

Hamra dedi ki:

“Benim Neriman Bey’den kaçmak hatırıma bile gelmez. Enişteden firar manasız olmaz mı? Ne dersin Mihriban?”

“Tabii!”

Bazen dudakların bitiremediği cümleleri gözler ikmal ve kaşlar tefsir eder. Mihriban’ın bu nâtamam ve müphem cevabı da şimdi mantosunun katmerlerini elleriyle kıvırırken, onların üstüne düşen feryadkâr bir nazar-ı seri-i mühtezi itmama ve amcazadelerini tehdit ve ikaza kifayet etti. Demin mantosunun kıvrımları üstüne düşen o nazar, mebnâ-yı saadetini yıkmak için, sarsan darabat-ı nihaninin şiddetinden inşiâl ve feveran eden bir kıvılcım idi ki şimdi yanında, kendisinin safvet-i kalbinden istifade ile yalnız zevcinin aşkına bürünmüş gönlünü böyle muazzeb istihzalarla çimdikleyen amcazadeleri Hamra ile Kamra’nın, bu iki rakibe-i müstesnanın, cüretlerini tahribe kâfi gelecek zannetti. Hamra Mihriban’ın şetaretsizliğinden bu bahs devam edemeyeceğini anlamakla beraber yekten ayağa kalkarak:

“Bu güzel havada kanepeye çivi gibi mıhlanmakta bir mana göremiyorum. Hiç olmazsa yolda gezinelim iştihâmız açılır.” dedi.

Üçü de kalkmışlardı. Bu iki hemşirenin nefha-ı rüzgâr hafifliğiyle yürüyüşlerini görmek istemeyen Mihriban, yanında yürüyen bu iki güzel rakibenin süslerine ansızın baktı. Hamra’nın pembe bengalinden pelerinli bol mantosu, yukarıdan aşağı kat kat kıvrıklar içinde idi. Hamra ikisinin ortasına girmiş ve şimdi arkalarından Hıristos tepesinden kayarak ve çamlığın üstünden süzülerek üzerlerine gelen baygın, solgun güneşe ha’il olmak ümniyesiyle illüzyon dedikleri, ince ipek tül köpükleriyle kabaran şemsiyesini açmıştı. Başına örttüğü açık pembe ipek örtünün altından ve alnının üstünden fırlayan lüle lüle saçlar akşam rüzgârının küçük fiskeleriyle kıvrıla kıvrıla titriyorlardı. Hemşiresi Kamra’nın tuvaleti dahi Hamra’nın sarısı idi.

 

Mihriban bu iki hemşirenin tantana-i tezyinâtı karşısında küçülmüş gibi gözlerini kırparak, boynunu bükerek kocasının bunlar için ne dediğini düşünüyordu. Vaktiyle Neriman, bunları böyle kıvrım kıvrım tuvaletleriyle, katmer katmer tülleriyle, lüle lüle sarı saçlarıyla “birini pembe, öbürünü sarı krizanteme” benzetmiş ve içini çekerek “Ne şairane hâlleri var.” itirafında bulunmuştu.

Artık hiç şüphe yoktu. Aralarında küçükten beri hükümran olan bir hiss-i rekabet Hamra’yı, Mihriban’ın kocasını kendi elinden çelmek hıyanetinde bulunmaya sevk etmişti. Ona demişlerdi ki: “Kendi gibi kenarın dilberine Neriman gibi koca memnudur.” Bu söz Hamra’nın idi. Lakin bu hiç sevmediği Büyükada’ya, kendisinin izmihlaline bir dâm-ı ihtiyal olmak için bulunmuş bu sayfiyeye niçin gelmeye razı olmuştu? Kocasının adaya gelmek hususundaki ısrarına niçin mümanaatta sebat etmemişti? Demek ki bugünden sonra önünde bir meydan-ı rekabet açılmıştı. Esasen hüsnüne, güzelliklerinin şaşaasına kapılan gençleri bile su-i şöhretlerinin şayiatıyla ricata mecbur eden bu iki dilaşup ile uğraşmanın göründüğü gibi kolay olmadığını anlamakta Mihriban teehhür etmedi. Şimdi kendisine refakat eden saadeti için muzır ve müz’ic bir düşman olan amcazadelerinin, ipekli elbiselerinin sürtünmesinden çıkan feşâfeşi, hayatını ısırmak isteyen bir yılanın safir-i kini gibi onu titretiyordu. Bunların bütün hainliklerini, söylenmeyecek tahkirlerle yüzlerine çarpmak, sonra buradan kaçmak ve kocasını bunların elinden çekip kurtarmak istedi.

Hamra bir iki dakika devam eden sükût-ı müteheyyici ihlal etmek isteyerek:

“Mihriban.” diyordu. “İki haftadır adadasınız, gezmiyorsun, eğlenmiyorsun.”

“Ben adayı hiç sevmiyorum.”

“Neriman Bey bilakis pek seviyor galiba. Siz nakletmeden her cuma ve pazar buradaydı. Kâh bize gelir, pederle görüşüyordu. Sonra son vapura kadar adada birkaç devir ettiğini görürdük. Sen ne kadar mürdümgiriz isen, kocan o kadar neşeli. Bize geldiği zaman selamlıkta pederle konuşurkenki kahkahalarını içeriden biz işitince, neden bahsolunduğunu bilmediğimiz hâlde biz de gülerdik. Böyle adamlar keskin olur. Kardeş, sana nasihatim olsun, tetik davran.”

Mihriban bu son darbeye tahammül edemedi:

“Ben değil, onun arkasından koşanlar tetik davransınlar.”

İki rakibe beyninde ilan-ı harb vuku bulmuştu. Bu sırada köşkün önünde duran arabanın içinden, kayınvalidesinin kendisini çağırdığını gören Mihriban kısa bir veda ile amcazadelerinden ayrılırken, bunlar arabanın yanına gelerek: “Efendim gelin hanıma bu adayı sevdirmeli.” diyorlardı.

Mihriban köşke avdetle odasına atıldığı sırada kendisini, dadısının elindeki oyuncaklarla eğlenen kızının karşısında buldu. Kocası Neriman’ın kara gözlerinin küçük bir numunesi olan bebeğin henüz rengi takarrür edemeyen koyu kurşuni gözlerine bakarak, bir validenin o yalnız suçsuz bir evlad karşısında döktüğü sessiz gözyaşlarıyla ağlamaya başladı.

Pek genç, pek tecrübesiz olan kocası, Hamra gibi uyanık, hercaî, ihanete münatıf mütecessis parlak gözlere mâlik bir kadının, bilailtizam yaptığı süsler, ârâyişler, şuhluklar huzurunda, müvazenesini kaybederek sendeleyeceğini ve bir gün gönlü parçalanmış, ruhu paslanmış olduğu hâlde o pek korkunç, pek karanlık ve pek derin olan felaket uçurumuna doğru yuvarlanırken kendisini de evladını da bütün erkân-ı saadetini de beraber sürükleyeceğini düşünüyor ve bu zamanın hal-i hazıra nazaran pek yakın olduğunu görüyor ve bir taze kadının galeyan eden gurur-ı neseviyyetiyle bu uçurumdan onu, o sevdiği kocasını, zayıf kollarıyla kucaklayarak bizzat kurtarırken, uçurumun ka’rından kindar yumruklarını gösteren ifritlerin, canavarların yüzlerine tükürmek istiyordu.

Bütünbuhâileler,birasabikadınüzerindekitesir-imübalağakârisiyle Mihriban’ı sıkıyor ve aczin bir cilve-i mesudesiyle muvakkaten iktisâb eylediği bir cüret-i mahmumenin sevkiyle, çaresizliğin, meyusiyetin verdiği son bir kuvvet-i icaza kapılıp; hôdbehôd meydan-ı mübarezeye atılmak ve kendisinin gözyaşlarıyla eğlenerek ve kahkahalarla ciğerini, ciğerparesini parçalamak isteyen bir bâdire-i felaketi, ince parmaklarıyla boğmak, gözlerinden saçılan yıldırımlarla yakmak istiyordu.

Rekabet-i aşktan mütevellit gayzlar dâima gizli yaşarsa, kuvvet-i fecaatini muhafaza eder. Kalpte, kalbin karanlık bir köşesinde barındıkça hüzn-i şi’riyetle büyür. His ile ruh onun iki aşinâ-yı hicranıdır, iki cenah-i mededkârıdır. Onlarla beraber irtika, yine onlarla beraber inhitat eder. Ekseriya aşka ait en muhrik rekabetler, düştükleri gönüllerde barınacak, esrarengiz bir köşe bulamayarak za’f-ı ahlakı ima eder bir tedbirsizlikle işâa olunduğu dakika, adi bir kıskançlık kisve-i fersudesine bürünerek halkı güldürmekten başka bir şeye yaramayacak.

Kadınlar ki dünyada bütün malik oldukları şeylere tecavüzü, güzelliklerine taarruza tercih ederler. Sırf hislerine ait izzet-i nefislerini pâmâl eden istirkâbları kimseye itiraf edememek mecburiyeti, onların en harab dakikalarında memnun görünmelerini müntic olur ki, erkekler ekseriya böyle muammalar karşısında bulunmakla dûçâr-ı hayret olurlar.

Mihriban şimdi râz-ı pinhânıyla karşı karşıya kalmış ve kendisini tehdit eden karîb bir felaketin adım adım yaklaştığını görüp feryat etmek isterken, dizlerinin dibinde oyuncaklarıyla aldanan kıyının, bu kâbus-ı peyâpey felaketle istihza eden gevrek, pürüzsüz sesiyle “Nineciğim!” diye gülüşünden saçılan nur-ı meserret, bütün kara hülyalarını târümâr eylemişti. Evladını kucakladı ve ona hücum eden ejdere, bu inci dişlerden dökülen bir bebeğin pakize handeleriyle mukabele etmek isteyerek, onu bir siper gibi kavrayıp havaya kaldırdı… Ve kenarları pembeleşen o küçük gözlerin içinde muhtaç olduğu lem’a-i ümidi buldu.

***

Neriman çamların kütüklerini tutarak, küçük kayaların üstünden ayağı kayarak, sendeleyerek temmuz gecesinin durgun semasında parlayan yedi sekiz günlük bir hilalin ışığında, gözlerini köşkün arka kapısına dikti. Kapı açıldı. Gecenin sükûtu ortasında bir deste ipekli kumaşın feşâfeşi arasında bir gevrek kahkaha, titreye titreye çamların altına yayıldı. İki yumuşak gölge, “A! Vallahi tuhafsın kardeş!” âvâzesiyle ilerledi. Neriman göğsünden çıkardığı bir ufak deste benefşeyi Hamra’ya, “Müsaade edin şu demetçik dudaklarınızı koklasın.” diye uzatırken eteğine doğru eğildi. Hamra hafif bir çığlıkla “Destur!” dedi. “Bu kim? Gece kuşu mu?”

“Size vurulmuş bir kuş!”

Neriman’ın titreyen dudaklarından dökülen kelimelerdeki ihtizaz, sözlerini anlaşılmayacak derecede bölüyordu. Kamra hemşiresine dedi ki:

“Ay Neriman Bey imiş…”

Hamra ilave etti:

“Sizin burada ne işiniz olabilir? Bu da acayip! Ne işiniz olabilir? Yok, cevap verin. Çabuk, çabuk!..”

Neriman müşkül bir mevkide idi. Tedarik ettiği cümlelerin kâffesini şimdi unutmuş, söze nereden başlamak gerektiğini unutmuş:

“Bilir miyim efendim? Bu akşam hemşirenize, ben geçerken, bu kapıdan çamlığa çıkacağınızı söylüyordunuz. Benim de size o kadar anlatacak şeylerim, ayaklarınıza dökecek gözyaşlarım vardı ki…”

Şimdi Hamra, gözleriyle, dudaklarından kahkaha şimşekleri saçarak:

“Ne garip, ayaklarımıza dökecek gözyaşları varmış. Aman ne garip şeyler bunlar? Peki olsun! Fakat o yaşların hepsini birden dökünüz de çabuk bitsin. Kıvrılıp bükülen, sürünüp ezilen merasimden hoşlanmam. Hemen lakırdı mı söyleyeceksiniz yoksa ağlayacak mısınız? Haydi beş dakika içinde bitirin. Ve yürüyün şöyle ileri gidelim.”

Hamra ile Kamra önde eteklerini kaldırarak yürürken, Neriman arkada bu iki vücud-ı nazikterînin câzibe-i tâkâtsûzuyla atıldığı girdbâd-ı sevdanın sekeran-ı tesiriyle mahmum ü bitâb ve her türlü ihtimalata karşı zuhur edebilecek netayici, mevâni’i çiğneyip geçebilecek derece gözleri dumanlanmış, kararmış ve ekseriya bir aşk-ı meşru’a karşı edilen ilk tasaddilerde kalbe ârız olan mağdur ve giryan bir hayal-ı mûkizin “Beni unutma! Beni unutma!” enîn-i siyah-ı niyazı, kulaklarında uğuldayarak bir sevda-yı lezîz ü nevin ile telaş içinde çırpınan gönlüne kadar nüfuz edemiyordu.