Hâristan

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Birkaç adım atmışlardı ki Hamra:

“Biliyor musunuz Neriman Bey, bu akşam Mihriban, sizi bize göstermeye bir türlü razı olmadı. Akrabanın birbirinden firarı münasip olmadığını söylediğim hâlde…”

“Ondan şimdi bana bahsetmeyiniz efendim.”

Daima yürüyorlardı. Sık ağaçlı bir tepeye geldiler. Hamra ilave etti:

“Lakin hareminiz değil mi? Onu yalnız köşte bırakıp bize ne söylemeye geldiniz?”

“Sizin aşkınızın beni öldüreceğini söylemeye geldim.”

Hamra bu defa artık bütün kuvvetiyle gülüyordu ve:

“Oh! Aşk, sevda, muhabbet, sevmek; ne yıpranmış, kullanılmış, pörsümüş lakırdılar. Bâhusûs sizin gibi bir evli adamın ağzından bunları işitmek…”

“Sizi seviyorum, çıldırasıya seviyorum!”

“Hareminizi sevmiyor musunuz?”

“Size perestiş ediyorum!”

“Lakin siz Mihriban’ın kocasısınız!”

“Sizin kölenizim!”

“Niçin?”

“Sizi ölmek için seviyorum!”

“Peki fakat o bu sözlerinizi duyarsa…”

“O duyarsa her şeye hazırım. Fakat siz aşkımı, beni kahredecek aşkımı reddederseniz ölürüm, yaşamam. Beni kurtarın; karşınızda gördüğünüz şu Neriman ruhsuz bir vücuttur, onun ruhu şu gül rengi avucunuzun içindedir.”

“Fakat sizin için, onu sevdi de aldı.” diyorlar.

“Size perestiş ediyorum, beni reddetmeyiniz. Eğer aşkımın şiddetini bilseniz siz…”

“Zevcenizi düşününüz!”

“Ona malik olmayaydım, size memluk olmayacaktım. Ruh vardır ki nısfı başkasındadır. Onlar yekdiğerleriyle ikmal olunmak için yaratılmışlardır. Biri diğerini karanlıklar, hüsranlar içinde arar; doğan kamere sorar… Bir hıram-ı mevzunun ahengine sorar… Bir kumaşın feşâfeşine sorar… İpek saçların kıvrıklarında arar… Mesut handelerin titreyen elhânında, mağmum giryelerin sükûtunda arar… Bir şemsiyenin esmer semasında arar… Bakışların mânâ-yı serâirinde arar… Eşini arayan bir kumru gibi onu her yerde, her an gönlüyle arar… Aklıyla arar… Hayaliyle arar… Hissiyle arar… Yoruluncaya kadar, ölünceye kadar arar; bulmadan ölürse mahrum-ı saadet; gülmeden, yaşamadan bedbaht olur. Bulursa benim gibi, her mâniayı çiğneyerek, bir inzicâb-ı tabii ile müştakına kavuşmak ister. Ben sizin, yalnız sizin için yaratılmışım. Hayatımı ikmal ediniz. Ben sizsiz yaşayamam. Sizin şu narin libasınızdan yayılan rayiha benim ruhumdur… Saçlarınızın rengi benim ruhumdur… Harmaninizin katmerleri benim ruhumdur… Şu küçücük ayaklar benim ruhumdur… Bütün handeleriniz, düşünceleriniz, ümitleriniz, şuhluklarınız benim ruhumdur. Ben yalnız sizin için yaratılmışım. Hayatımı ikmal ediniz, sizsiz yaşayamam…”

“Neriman Bey coştu ve ben üşüdüm. Hemşire artık gidelim.”

Şimdi Neriman bir buhran-ı mahmum içinde meftur ve perişan ağlıyor ve galeyan-ı hiss-i şegafla dumanlanan gözleri harekâtının gulüvv-i vacidini görmüyordu. Sözlerinin şuh kadın üzerindeki tesirini anlamak istemiyordu. Mühlik bir sevda ile sevdiği Hamra’nın karşısında, bütün râz-ı derûnunu döke döke yalvarmak ve böylece terk-i hayat etmek hiss-i elîmiyle medhuş idi. Hamra’nın hemşiresiyle bütün bu figanların buhran-ı perişanından ürkmüş gibi firar ettiklerini görünce, onları alıkoymak ve ayaklarına kapanmak istediği zaman, onlar köşkün kapısını Neriman’ın gözyaşlarına karşı kapamışlardı bile…

Hamra hemen odasına giderek mantosunu, baş örtüsünü başından fırlatıp “Oh Rabbi’m! Ne vaka, ne vaka!” diyordu. Ya Mihriban duyarsa, işte o zaman bu mudhike, bir faciaya dönecek. Birçok güftügû olacak. İki aile er-kânı birbirine girecek. Sonra hadise Ada’ya, Boğaziçi’ne, İstanbul’a işâa olunacak. Bütün dostlar duyacak. Her yerde kendisinden bahsolunacak. Neticede ömründe bir defa daha eğlenmiş olacak… Lakin Neriman’ın aşkı, çılgın, mütecâsir bir aşk ise; ya zevcesini bırakıp kendisini almaya kalkarsa… Kalkarsa, “Otur yavrum.” diyebilecek mi?

Hamra kalktı, sedefli, sekiz köşeli bir iskemle üstünde yarı açık duran sigara paketinden eğildi, bir sigara aldı. Kibriti çakarak uzanmış dudakları arasında sıkışan sigarayı, iki küçük alev darbesiyle acele yaktı ve kibriti söndürmeyerek endam aynasının civarında duran, üçüzlü bir şamdanı yaktı. Şimdi bir ufk-ı revnakdarın bir köşesine benzeyen, iri aynadan in’ikâs eden şuleler, pembe döşemeli bu odanın içini, bir şafak bulutu güzergâhına benzetti. Ucu, iri dudaklarının içine gömülen sigarayı leziz bir iştiha ile içerken, aynanın önüne geçti. Durdu. Saçlarının -o tabire gelmeyen; sonbahar sabahlarında esen kuru rüzgâr ile kavrulmuş, yanmış yaprakların kırmızıyı andıran rengine benzeyen saçlarının- leyyin taravetini, çehresinin pembe rengini, gözlerinin işveler ihtira eden bakışlarını temaşa ederken, “Pek hoş, pek hoş!” itirafını ima eder bir vaziyetle, aks-i endamına, küçük bir hande-i takdir ve başıyla bir temenna-yı aşinaî yolladı. Beyaz kusursuz dişleriyle baktı, bol yenli kollarını kaldırarak bağteten üryan olan bileklerini tetkik etti. Ellerini kalçalarına dayayarak ve yan tarafa temayül edip bir tavr-ı meshurâne ile boyunu, belini, boynunu süzdü, süzdü… Şimdi düşünüyordu: “Hayır Mihriban, maksadım seni üzmek, azametine basıp yükselerek kibrinin nasıl kırıldığını görmek, Hamra’yı çekememenin, Hamra’yı rast geldiğine çekiştirmenin cezasını tertip edivermek… İşte bu oyun bu kadarla bitecek. Neriman! Sen de yırtınma, bu vücuda sahip olmak liyakatini henüz kimsede görmüyorum… Gözyaşlarına acıyorum… Fakat…”

Evet, samimiyetle akan yaşlar hiçbir zaman tesirsiz olamazlar. Bu katrelerin düştüğü zemin, ne derece çorak olsa yine orada küçük bir nihal-i şefkat belirmek ihtimali vardır. Hamra’nın üzerinde bu dakika Neriman’ın gözyaşlarının bir tesiri vardı. Lakin bu tesir o yaşların kurumasıyla beraber zail olacak derece muvakkat olabilir.

Hamra soyunup yatağa girdiği sırada, bugünkü geçen dakikalarının kendini memnun ettiğinden dudaklarında, gözlerinde bir ibtisam-ı meserret uçuyordu.

***

Bu ikinci mektuptu ki Mihriban kocasının cebinde bulup okuyor, demek ki şimdi kocasının gönlü tamamıyla Hamra’da… O, hayatı beyhude olan, fazla duran bir bedbaht, bir kimsesiz… Şu dakika ölse kimse ona acımayacak hatta Neriman sevinecek, Hamra sevinecek. Ömrü onlar için bir bâr-ı girân. Neriman, kendisiyle bir aydan beri lakırdı bile etmeye temayül etmezken, ona şarkılar tanzim ediyormuş. Şimdiye kadar lisanından bir manzum söz işitmemiş iken bu kadının aşkıyla Neriman şair olmuş:

 
Hande-i gül-rû-yı letafetsiniz;
Nursunuz ruh-i muhabbetsiniz;
Âlihe-i arş-ı melâhatsiniz;
Âfet-i hengam-ı şebâbetsiniz!
Etmiş idi lütfunuz ihya beni;
Öldürüyor, şimdi o hülya beni;
Korkutuyor ah! Bu sevda beni.
Korkulacak mertebe afetsiniz!
 

Bilmem kaçıncı defadır, Mihriban bunu ruhu yanarak okuyor ve düşünüyordu.

 
Etmiş idi lütfunuz ihya beni!..
 

Kocası bu kadının lutfuna da nail olmuş. Oof!.. Bu fikir, Mihriban’ın sabrını târ-mâr ediyor. Bu hayatının bir kıyametiydi. Buna tahammül edemeyecekti. Gönlü bu bârı çekemeyecekti… Belki şimdi kendi bu eziyetlerle kıvranırken kocası ona “Hande-i gül-rû-yı letafetsiniz!” diyor. Lakin bu nevazişlere maruz olmak, yalnız kendi hakk-ı sarihi değil miydi? Hamra ne salahiyetle, ne nam ile kendine ait bu hakkı gasp ediyordu? Şimdi Hamra ile Neriman’ın arasındaki münasebetin derecesini, tafsilat-ı hakikiyesini anlamak için bir çare arıyordu. Mihriban bu dakika nefsinde şedîd bir kıskançlık duymuyordu. Yalnız hakikate muttali olmak, niçin, neden, nasıl aldatıldığını bilmek istiyordu. Hâlâ o, kocasını ciddi, menfaatsiz, ihtiyatsız bir hürmet-i amîka ile seviyordu. Bu mektup, bu şarkı aşkını rahnedâr etmekten ziyade, izzet-i nefsine dokunuyordu. Ve tekmil mesuliyeti Hamra’ya atfederek saf ve pakize kocasını ızlale sebeb, bu kadının sahte işveleri olduğuna karar verince, dimağı zehr-âlud tasmimler kahhar fikirlerle dolarak, bütün âmâl-i müz’icesini birden icra için bir karar-ı âni vereceği sırada; za’f ü aczinin hayluletini teferrüs ile ağlamaya başlıyordu. Rekabet-i sevda bir tıfl-ı muhabbettir ki validesini zehirleyen bir yılan yavrusuna benzer. Mihriban böyle bir kasd ve bir emel neticesiyle, sırf bir sevk-i tabiî-i neseviyetle kimsesizliğin, çaresizliğin en ziyade hissolunduğu karanlık ve sessiz gecelerde böyle metrukiyet-i aşkıyla zehirlene zehirlene, itidalini kaybediyordu.

Neriman karısını avutmak için bulduğu fena bir tedbire müracaatla daima süslenip gezmesini dermiyan eylediği zaman, Mihriban kocasının yüzüne gözlerini dikip ağlamaktan başka bir şey yapamıyordu.

Artık Mihriban kocasının her hâlini, her hareketini, her sözünü sıkı bir tecessüs altında tutuyor, kocasının ağzından bir kelime kapıp bütün bütün zehirlenmek için uyumuyor ve onu tefahhuslarıyla izaç etmekten çekinmiyordu. Ceplerini karıştırıyor, kâğıtlarına bakıyor, gözlerinde geçmiş bir hatıranın izlerini araştırıyordu. Ve daima muvaffak oluyordu. Kâh Neriman’ın cebinde bulunmuş bir çiçek onu ağlatıyor, kâh uykusunun arasında işittiği yarı anlaşılır bir sayıklama onu öldürüyordu… Günler geçtikçe kocasının muamelesi değişiyordu. Hatta Hamra ile Kamra’nın, kendisine görünmesine müsaade etmediğinden dolayı zevci küçük mücadeleler bile çıkarıyordu. Mihriban biliyordu ki zevci, validesinden sergüzeştlerini saklamaya lüzum görmedikten maada, kayınvalidesi olacak bu merhametsiz kadından teşvik bile görüyordu. Mihriban bu azaplar altında kıvrandıkça, itidâl-i ahlakı da sarsılıyordu. Bir kitapta okumuştu ki: “Kimseyi kıskandırmak istemeyenler kıskandırılırlar.” Düşünüyordu. “İşte bir doğru söz, ben de Neriman’dan evvel başlamış olaydım. Mademki o iktidar bende de var.”

Şimdi bu vesvese gittikçe tezayüd ve terakki ediyor. Evet, onu mademki kocası sevmiyordu… Lakin onun sevilmeye ihtiyacı vardı. Metruke fakat niçin? Maşuka olamaz mı? Mademki her zaman yaşam devam etmeyecek, her zaman gençlik ele geçmeyecekti! Neriman, sevgili Neriman, işte onu düşünmüyor, onu aldatıyordu. Hem aldatmakla beraber, bütün ezvak-ı muzlime-i hayatın kapılarını eliyle açıp ona sapa bir yol gösteriyordu. Evde unutulmuş, aldatılmış makhûr yaşamaktansa velev gözyaşlarıyla irvâ’ ederek, hayatında bir gülzâr-ı hatırat tarh edemez miydi? Evde, mesela şu karşıki köşkte, her zaman kendisine yiyecek gibi mütehassirâne bakan sarı bıyıklı genci, bir nazra-i teşvik ile teshîr ederek, onun bir mabude-i yegânesi olmak hissiyle mütelezziz olarak, muvakkaten olsun, şu hicran yaralarını tedavi edemez miydi? Gizli, müessir bir intikam hissiyle inşirah edemez miydi? Niçin kocasına hayatını tevdi etti? Yaşamak, bir aile teşkil etmek, mesut olmak, sevilmek, öpülmek, takdir olunmak için değil mi? İşte ben bugün rabıtalar kâmilen bitmişti. Zevci şimdi bir diğerinin, mesudiyetini ikmal ediyordu. Bir başkasını seviyor, bir başkasını öpüyordu. Bu hâlde kendisine ne kaldı? İnsanlıkta sevilmeye, takdir olunmaya ait bir sevk-i tabii vardır. Yaşadıkça, öldükten sonra unutulmak endişesi, bizi meyus etmeye kâfi iken, hayatta iken unutulduğumuza vâkıf olmak, sevilmeyip terk olunduğumuzu anlamak bizi çıldırtmaz mı? Zannediyorum ki bütün serair-i encamı meçhul kalmış intiharların sebebi, sevdikleri tarafından unutulmak felaketinden münbais olmak lazım gelir. Rabıtasız, bir iz bırakmadan takib-i hayat faydasız bir ömür, kimseyi meşgul edemeden yaşamak işte bahusus güzel kadınlara çılgın bir yeis verecek bir azaptır. Evet, şimdi Mihriban ölüverse kocası ve Hamra sevinecekler ve “Oh, bu engel bertaraf oldu. Artık birbirimize kaldık.” diyecekler.

 

Mihriban bütün muhakemat-ı dûr ü dıraz neticesinde, uykusuz, emelsiz, kimsesiz gecelerin fısıltılarıyla şimdi gönlünde doğan ve yavaş yavaş büyüyen tabii bir sevk-i hisse, feth ü zabt-ı kulûp hissine temayül etmişti. Artık o da sevmese bile, sevdirmek için, mesela ufak bir nigâh, gizli bir tebessüm ile mümkün olabilecek, samimi çarelere teşebbüs edecekti. Bu suretle hem kendisini düşündürtecek ve hem de intikamını almış bulunmak lezzetiyle şâdgâm olacaktı… Ve kendi aczinden istifade eden kocasının yüzüne müsterih ve mutmain, istihzah bakışlar fırlatacaktı.

Sefaletle geçen izdivacının daha ikinci senesinde, bu kadının kalbinde intikam için -dürüşt, kıymet-nâşinâs zevcine karşı- bir heves ve erkeklerden aldığını yine erkeklere vermek üzere onların fevkinde, onlardan büyük görünmek hevesi doğmaya başladı.

Birinci hatveyi attı. O genç için hazırladığı tebessümü tevdi etti. Genç tarafından takip olundu. O yabancının boynunu büktüğünü ve merhamet talebini ima eder bir vaziyet aldığını bu kalbini yırtan çarpıntılarla temaşa etti ve bu sırada etrafında Neriman’ı, gafil vefasız kocasını aradı. Ona bu levhayı gösterecek ve diyecekti ki: “O kadının ayağına kapandığını ben hoş göreyim fakat şu, bana boynunu büken gencin de benim ayağıma kapandığını, sen hoş gör. Neriman! Sen o kadını öptükçe, ben de buna güleyim, olmaz mı? Bu mukaveleye razı olacak mısın? Şimdi bu levhayı yüreğin titremeden, kanın galeyan etmeden temaşa edecek misin?”

Fakat kocası bu feci levhadan ürkmesin. Ya masum kızları mürur-ı zamanla televvüs edip, bu iki levhanın huzurunda paymâl olan istikbaline ağlayarak müsebbiblerine lanet etmeyecek mi?

Mihriban dimağında bu sarsar-ı izmihlalin feveranını hissederek odasına çıktığı sırada, “Nineciğim buradayım ben!” diyen kızını, ağlaya ağlaya kucakladı. Yok o, bu yoldan bir intikamın, edna bir mukabelenin ehli değildi. Mihriban her ihtimale mukavemet göstermekle, belki kocasını irşada muvaffak olacaktı ve bunu ümit ediyordu.

Artık karar vermişti; bütün istihzalı, haksız tahtıelere sabırla mukabele ediyordu. Her gece Neriman bir bahane bulup Hamra’nın güzelliğinden, hüsn-i tabiatından, güzel giyinişinden ve pencerenin altından dinlediği piyanosundan bahsediyordu. Bu bahisler arasında Neriman: “Mihriban mezuniyet verse onu da nikâh ederdim ve piyanosuyla bizi eğlendirirdi.” teklifini birkaç defa tekrar ettiği hâlde karısından gözyaşları dışında başka bir cevap alamadı. Bir gün Hamra’yı sevdiğini de itiraf etti ve “Ne yapayım Mihriban?” dedi. “O kadının hayali karşısında bütün metanetimi kaybediyordum.” Bu itiraflar aynı serzenişlerle tekrar ediyordu. Mihriban o zayıf hastaya benziyordu ki vereme müptela olduğundan katiyen emin ve birkaç gün sonra solup öleceğinden haberdar olmakla beraber, yine hayatı her zamankinden ziyade sever ve herkesten ziyade ati hakkında ümitler beslerdi. Şimdi bu kadın da kocasını vefasızlıklarına mukabil belki her zamandan ziyade seviyordu ve onun kadınlığı ezen eziyetlerini, bir dakika sonra unutacak ve afv edecek bir hal-i esarete gelmişti.

Temmuz içinde bir mehtap gecesi… Neriman geç gelmişti. Karısının muavenetini talep etmeden soyundu. Yatağına girdi.

Sabaha kadar uykusunun arasında “Hamra, Hamra!” feryadıyla sayıkladı. Mihriban da kocasının bu öldürücü, çılgın efganlarını işitip bütün gece kendi kendisine ağladı, ağladı, ağladı…

Sabahleyin Mihriban kocasını giyinmiş buldu. Artık Neriman karısının ayaklarına düşmüş ve “Bir şey teklif edeceğim Mihriban.” diyordu. “Benim hayatımı sen kurtaracaksın, ölüyorum. Teklifim, sana belki güç gelecek. Lakin bana merhamet et! Bundan sonra senin her zamandan ziyade kölen olacağım. Bana acı, beni himaye et!” Mihriban titriyor, bir şey anlamazlıktan mütevellit bir korku ile neticenin heybet ve vahşetinden kaçmak ve onu işitmemek için geriye çekiliyor ve yüzünü sararmış, titreyen elleriyle örtüyordu. Nihayet kocası her şeyi sonuncu defa itiraf etti. Hamra ile izdivaç edecekti. Ve başka bir hane tedarik eyleyecekti. İki gece Mihriban’ın yanında kalacak ve bir geceyi ötede; onun yanında geçirecekti.

Bu teklifleri işiten Mihriban ağlamıyordu, titremiyordu; donmuştu. Boğazına bir şey tıkanmış, nefes alamıyordu. “Of! Neriman! Yetişir! Sus!” dedi; kocası muttasıl ağlıyor ve hiçbir zaman zail olmayan aşkından bahsediyordu: “Bilmezsin Mihriban, seni hiçbir zaman şimdiki kadar sevmedim… Ve daima seveceğim. Senden ayrılamam. Öteki beni öldürecek fakat sen yaşatacaksın. Beni yalnız onun eline bırakma, bırakma Mihribancığım!”

Mihriban artık kendisini kaybetmiş, bayılmıştı. Kendisine geldiği zaman “Peki.” dedi. “Peki. Bırakınız beni valideme gideyim. Fakat kızımı da bana veriniz. Yetişir, bana bundan artık bahsetmeyiniz!” Mihriban ağlıyordu. Kızını yanına almış carını giyiyordu. Şimdi konağın içi karışmış, Mihriban’ın kayınvalidesi bu felaketi evvelden biliyormuş gibi kapının önüne gelmiş, yalnız bir “Ayol ne oluyorsunuz?” istizahıyla duvara bir heykel-i müncemid gibi dayanmış netice-i hâle intizar ediyordu.

Neriman, “Peki.” dedi. “Fakat vadet ki beni ebediyen terk etmeyeceksin Mihribancığım, vadet ki beni afv edeceksin.” Bunları söylerken, Mihriban’ın ilerlediğini gördü. Ve koştu, boynuna sarıldı. Karısının sararmış, zayıf yanaklarını öpmeye başladı. “Ve sakın benden iftiraka çalışma. Senin hasretine dayanamam.” diye feryat ediyordu. Mihriban kapıyı açarken tekrar arkasından koşuyor ve diyordu: “Dur, bana gecelik gömleğini bırak, ben ona sensiz gecelerimde sarılayım, ben onu koklayım, onu öpeyim. Beni Allah aşkına bırakma, bir hafta validende otur, istirahat et, yine ben gelip seni alacağım.” Mihriban hazırlanan arabasına dadısı ve çocuğuyla binerken arkasından kocasının ağladığını işitmiyordu.

***

“Nine kendi kendine neye gülüyorsun?”

“Hiç!”

“O sararmış kâğıtlar ne?”

“İade olunmamış borç senetleri.”

“Eskimiş mektuplara benziyor da…”

“Hayır kızım.”

Mihriban artık on altı yaşına girmiş kızının karşısında, bugün hakikati itiraf edemiyordu. Evet, o kâğıtlar iade olunmamış bir deyn-i saadete ait hatıralardı. O eski mektuplar, bir mecmua-i eş’ârın sahifeleri arasında gömülmüş gül yaprakları gibi rengini, rayihasını kaybetmekle beraber, güler yüzlü dakikaları muhtır yadigârlar olduğu için değerlerinden ziyade gizli kıymetleri vardı.

Kızı Rânâ, validesinin müphem sözlerinden, kendisine anlatmak istemediği bir şeyle meşgul olduğunu hissederek daima mahzun olan ninesini bir kat daha iz’ac etmemek için bir bahane ile odadan çıktığı zaman, yalnız kalan Mihriban tekrar bu mektupları okumaya başladı.

Oh! Bu geçen on dört sene zarfında neler olmuştu? Şimdi bir hikâye-i felaket olan mazi bu kadının dimağından geçiyordu. Neriman’dan, iftirakından sonra kocası, validesinin ısrarına mukavemet edemeyerek kendisini tatlik eylediği duyulunca, Hamra da bu sırada zuhuru tabii olan birçok güftügûlardan ihtirazen Neriman ile izdivaca cüret edemeyerek vazife-i intikamını, bu iftiraka vesile olmaya muvaffak olduğundan dolayı, ikmal olunmuş addile Neriman’ın tekrar teklif-i izdivacını reddedip muvakkaten akrabasından biriyle taşraya gitti. Neriman da İstanbul’da duramadı, bir şehbenderlikle Avrupa’ya giderken, bütün bu manasızlıklarına, vefasızlıklarına rağmen yine Mihriban’a ümitler vererek, gizli vaatlerde bulunmaktan çekinmedi. İstikbalini temin ile bir iki seneye kadar, pederinin servetine muhtaç olmayacak mütevazı bir mevki işgal eder etmez tekrar karısına ağuşunu açacak ve geçen felaketleri ilelebet unutarak, mesut olacaklardı. Oh! Hâla kocasının çılgın bir âşıkası olan bu kadın için, bu vaatler ne emelperver tesellilerdi. Neriman’ın mahall-i memuriyetinden yazdığı bu solmuş mektuplar, pejmürde vaatler hâlâ kucağında duruyordu. Bu satırlar, bu kelimeler yalan söyleyen birer mücririn perişanlığıyla şimdi gözünün önünde mahcup ve hacil titriyorlardı: “Avrupa’nın bu dağdağa-i sefahati, Mihribansız onun gözlerinde değilmiş. Geceleri bir yere çıkmıyormuş, yalnız sevgili Mihriban’ını düşünüyormuş, nihayet iki sene sonra yine beraber bulunmak için İstanbul’a geldiği zaman her şey unutulacakmış, bu iki sene zarfında her zaman yanında gezdirdiği resmine bakarak müteselli olacakmış. Çocuğu göreceği gelmiş. Onun da resmini istiyor.” Biçare kadın bu mektuplara her şeyi unutmuş gibi cevaplar yazmıştı. Lakin cevapsız kalan son mektubunu, belki vâsıl olmamıştır hülyasıyla tekid etti, yine cevap alamadı. İki sene de böyle geçti. Bu kadına haber vermişlerdi ki muhaberelerden haberdar olan kocasının validesi oğlunu tecdid-i münasebetten men için Neriman üzerindeki nüfuzunu istimal etmiş ve hatta muhabereye devam ettiği takdirde evlatlıktan reddeyleyeceğini de ilave ile, oğlunu tehdit eylemişti. Mihriban bu erâcîfe ihtimal veremiyordu. Kendisinden bu kadar nefret etmek için kayınpederine, bahusus kayınvalidesine ne fenalık etmişti. Kendisinin, kocasının bir de evladının harabını istemek, üç gönlü birden ezmek pek günah olacaktı. Bunu kimse irtikâb edemezdi.

Nihayet! Zaten harap olan kalbi, bir gün son bir darbe-i emelşikenle yıkıldı. Neriman orada bir ecnebi ile teehhül etmişti. Artık ümitler mahvolmuştu. Bu zayıf vücudunun tahammül edemeyeceği bir çile idi. Düştü. Yatağa şiddetli bir humma ile düştü. O artık yaşamayacaktı. Ölmek istiyordu. Ölüm bir yılan gibi ona sarılmış, bütün vücudunu katre katre zehirlerken, o, bilmiyordu ki niçin yaşayıp duruyordu. Validesi kızını nasıl teselli edeceğinden izhar-ı acz ediyordu. Bu valide ile kız, bu azaplar içinde yaşarken Mihriban validesine bir sabah dedi ki: “Anne, artık ben yalnız yaşamaktan korkuyorum.” Validesi de kızını yalnız yaşatmaktan korkuyordu. Dul bir komşuları vardı ki, bu ailenin bütün sergüzeştini bilirdi. Kerim Efendi’nin bir seneden beri musirren vuku bulan izdivaç hakkındaki teklifleri Mihriban’ın validesine “yalnız yaşamaktan korktuğuna” dair olan itirafından sonra mecburen kabul olundu.

Saadet ve ikbale doyamayan ömr-i fani, bazen oluyor, reyyan-ı sefalet de olamıyor. Bedbaht oldukça -belki hissetmeksizin- temâdî-i ızdırap için teâmî ile kendisini diğer bir girive-i eleme fırlatmaktan çekinmiyordu. Bedbahtlığa sefalete doğru kendisinde serâir-engiz bir temayül, bir inzicâb hissediyordu. Her zaman ağlamak, her zaman gülmek gibi onu usandırmıyor. Hatta takdir etmeden, en sonra, bir devre-i izmihlale geliyor, inleyecek yerde sefaletine karşı şetaretlerle gülüyor, bir galat-ı his ile yar ü ağyarını da güldürmek için eziyetlerini, tebessümleriyle işbâ ede ede naklediyordu. Böyle bâziçe-i kaza, teşne-i cefa sitem-dideleri sadece “talihsiz” tavsifiyle yâd ederek, sukutlarının esbabını anlamak istemiyoruz, belki bunlar yakından tetkik olunsalar kederle itilaflarının, hariçte bir sâikı bulunarak bunlara merhamet edildiği kadar, müsebbiblerine lanet etmekte muztarr kalırdık.

Mihriban, kendisini terk eden zevcinin, şimdi bir yabancının kucağında, kendisini unuttuğunu düşünmekten mütevellit, elem-i rekabetin karşısında yalnız kalmaktan korktu. O kadar korktu ki kızının bu sırada hüzün ile solgun nazarlarından da kaçarak, bir pazartesi günü nikâh için vekâletini itiraf etti. Bu cüret-i tasaddî Neriman’a bir mukabele, ondan bir ahz-i sâr idi. Sabık zevcinin bu izdivacı haber aldığı zaman çekeceği ızdırabı tahmin etmekle münbasit olacaktı. Kadınları güle teşbih edenler, onların meyusiyetli zamanlarda serâpâ diken olacaklarını elbette düşünmüşlerdir.

Mihriban Kerim Efendi ile rûberû gelince, ilk zevciyle onun farkını görmüş ve o zaman demişti ki: “Niçin bütün mesuliyet-i maneviye Neriman’da iken, o kendisinden taze, bir refikanın yanında mesut olsun da, ben günahsızlığımla, suçsuzluğumla beraber bu ihtiyarın ağuşunda inkişaf edeyim. Oh! Neden o beni ezerken, benim âvâze-i iştikâya bile hakkım, cüretim olmasın. Benim zaafım onun kuvvetinden müstefid olacakken, o benim aczimden intifa ile beni böyle çürütsün. Sonra beride ben biterken, arkasına dönüp bir defa zulm-didesine bakmasın bile…

 

Kerim Efendi’nin elli senenin civarında gezen yaşı, servetinin dağdağası arasında küçülmek isterken, Mihriban’ın hüzn-i amîkine bir hande-i teselli tevdi edemeyen, esmer çehresindeki buruşukluklardan tarih-i tevellüdünün kıdemi okunuyordu. Mihriban bir gün gelip de kızını elinden istirdâd edeceklerini düşündükçe neler, ne ızdıraplar çekmişti. Kızına karşı daima tezayüd eden muhabbetine Kerim Efendi tahammül edemiyordu. Ve üvey kızını ufak bir vesile ile hırpalamak arzusunu yeni kocasında gören bu kadın feveran ediyordu.

Kerim Efendi’yle geçen beş senelik hayatı, birinci zevcinin hayali ve kızının muhabbeti arasında bir azâb-ı cehennemî idi. Kocasının dürüşt muamelesine, kendisi gibi dünyada eziyet çekmekle mübeşşer olduğuna artık kavîen kani olan bu talihsiz kadın yine katlanacaktı. Fakat kızı bir akşam yine ağlıyordu. Üvey pederi hiçbir şey için onu tahkir etmiş ve ona: “Ne olacak? O babanın sulbünden gelmemiş mi?” demişti. Yok artık, bu kadarı çok idi. Evladını aldı ve ilk defa Neriman’dan ayrıldığı gibi samt ü sükût ile değil bir feryâd-ı vahşiyâne ile bu adamın hanesinden de firar etti ve yine validesinin yanına gitti.

Artık rahat idi. Kızını terbiye etmekten ve onun mesudiyetine çalışmaktan başka, dünyada bir emeli kalmamıştı. O, şimdi ilk zevcinin, ilk aşkının, ilk saadetinin bir timsali olan bu kızda, büyüdükçe pederinin âsâr ü alâim-i müşabeheti tezayüd ettiğini görüyordu.

Ara sıra pederinden bahsettikçe validesinden acıklı bir şehîk-ı hicrandan başka cevap alamayan Rânâ, validesini üzmemek için pederini lisanına almamayı itiyad etmişti.

Mihriban okuduğu bu sararmış mektupları katladı yine çekmesinin içine, “Biçare kadınlık!” diyerek koydu. Yedi senedir ki böyle bîemel, bîniyaz yaşıyor ve kızının mesudiyetini korkarak düşünüyordu.

Bir gün ona haber vermişlerdi. Neriman İstanbul’a yalnız olarak avdet etmişti. Neriman iki senedir bekâr idi. Dersaadet’e avdetinin en mühim sebebi de bu adamın tekrar-ı tecerrüdündeki facia idi. Neriman dûçâr olduğu bu badireye tahammül edemeyerek avdete mecbur olmuştu. On iki senedir taht-ı izdivacında olan zevcesinin bir sabah bir adamla firar eylediğini görmüş ve bu namussuzluğa tahammül edememişti. Bu darbe Neriman’ı göçertmiş idi. Şimdi bu adamı sokakta gören aşinaları onu tanıyamıyorlardı. O kadar değişmiş, o kadar bozulmuştu… Saçları ağarmış, beli bükülmüş, yüzü buruşmuş, gözlerinin feri uçmuş, eski mütelevvin hercaî, pür heves, pür emel Neriman’dan mağmum, câmid bir heykel kalmıştı.

Pederinin daveti üzerine yanına giden Rânâ babasını beğenmemiş, hâline acımıştı. Validesine pederiyle mülakatları hakkında izahat veremedi. Artık Neriman bunca senedir aramadığı kızını şimdi nevazişlere, hediyelere gark ediyordu.

“Kızım validene ne kadar benziyorsun. Biliyor musun ki biz de validenle senin yaşında iken teehhül etmiştik. Bütün etvarın, evzaın, hele kelimeleri telaffuzunda son harfleri acele ile hıfz edişlerin hep validenin o zamanki hâllerini andırıyor.”

Rânâ validesinin de bilakis kendisini her zaman pederine benzettiğini söyleyince, artık Neriman dayanamıyordu. Ve ağlayarak; her mesuliyetin kendisinde, kaderde, ahlakında olduğunu söyleyip on dört sene evvel terk ettiği bu biçare kadın hakkında kızından tafsilat istiyor ve bitmez tükenmez, samimi sualleriyle kızını âdeta tazyik ederek müşkül bir mevkide bırakıyordu.

Rânâ istiyordu ki validesi de pederinden bahis açsın. Mihriban’ın çektiği ıztırabat, gözlerine siyah bir tül çekmiş gibi kızının pederinden malumat getirmek hususundaki inhimakini o, görmüyordu.

Rânâ’nın siyah iri gözleriyle, sarı saçlarının uçuk pembe çehresine serptiği saye-i tezat, görenlerin nazar-ı dikkatini celp ediyor ve yavaş yavaş fısıltılarla başlayan mutâlebat ve görücü sözleri takarrür ediyordu. Bir gün ehibbadan birinin mahdumu hakkında Mihriban’dan muvafakat cevabı almışlardı. Mihriban şimdi kızının da kendini terk edeceğinden âdeta korkarak hodgâmlığı ima eden bir muhabbet-i amika-i mâderâne ile bu mutâlebatın mümkün mertebe tehirini kalben arzu ediyor ve bunun için vesileler, mânialar icadında büyük bir maharet gösteriyordu. Fakat son teklif o kadar mükibb ve kati ve o kadar emel-firib idi ki bu hususta kızının da temayülünü hissedince, muvafakat cevabı vermekte muztarr kaldı. Kızını çağırdı, bir tavr-ı hazin-i vakûrâne ile bu haberi tebliğ ederken, umman-ı mazinin ufuklarından kopup gelen bir sarsar-ı durâdur-ı hayalin kenar-ı kalbini kemirdiğini hissettirmemek isteyerek, bir iki damla yaşla dumanlanan baygın gözlerine bir ince mendil kapadı ve “Bir kere de pederinin müsaadesini almalısın.” dedi.

Mihriban pek sevdiği kızının istikbali için, acı tecrübeler, mahûf kazalar geçirenlerde görülen, bedbin bir korkaklıkla fena, müz’ic endişelere kapılıyordu. Kendisinin çektiği çilelerden, bir zelzele-i kaza ile tamir-i nâpezir surette harab olan hayatından ürkmüş olan bu kadın, bir gün mutlaka çocuğuna irsen intikal edeceğine itimat eylediği nasâz, hain bir talihin akıbet kızını da sarsacağına kail idi. Korkuyordu. Fakat bu vehminden kimseyi haberdar edemiyor ve meşum fikrinden dolayı herkesin onu tahtıe edeceğini biliyordu. Kuvve-i maneviyesi münkesir ola ola dünyada kendisi için ızdıraptan, eziyetten başka bir şeyin vukuuna ihtimal veremediğinden kızına çıkan bu kısmeti bile nimet değil, bir sükûn-ı kabri içinde geçen o ahir hayatını ihlal eden bir felaket gibi telakki ediyordu.

Sigarasının süzülerek yavaşça yükselen, uçuk mavi duman halkaları arasından, ince, solgun dudaklarını titreterek kendisinin, validesinin kucağına düştüğü gibi, bir gün de kendi kucağına “Anneciğim beni kurtar!” feryadıyla kızının yıkılacağını düşündükçe, yumruklarını sıkarak bihuş kanepenin arkalığına başını bırakıveriyordu.

Rânâ izdivac haberini pederine tebliğ ettiği sırada, onu ümit ettiğinden az bu işe ehemmiyet verdiğini gördü. Pederi cevap vermiyordu, bitirdiği sigarayı tecdid ederek, uzun nefeslerle yeni sigarasını çekerek başı dumanlar arasında kaybolacak raddeye geliyordu. Bir gizli buhran içindeydi. Rânâ mahcup ve müteheyyic pederinin lisanından çıkacak hükm-i katîye intizar içinde, gözlerini yerdeki halının kırmızı çiçekleri üstüne dikmişti.

Neriman ağızlığı kemirir gibi dişlerinin arasına kıstırmış, kır düşmeye başlamış dört köşe sakalının bir ucunu sağ elinin orta parmağıyla burarak şimdi odada geziniyordu. Yeniden kızına doğru gelerek ve eğilerek yavaşça sordu:

“Rânâ, bu intihâb olunan adamı sen istiyor musun?”

Rânâ verecek cevap bulamadı, helecan içindeydi.

“Bu adam senin kocan olmayacaktır desem bana gücenecek misin? Söyle, doğru söyle, bana gücenecek misin?”

Kızı artık bu kadar tazyike tahammül edemedi, pederinin hiç memul etmediği bu muamelesinden hasıl olan tesir-i elemle gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Henüz yere merkûz olan nazarını tebdil etmemişti; o tavr-ı teslimiyet ve sükûnetiyle yaşlarını pederine göstermemek istiyor ve validesinin bu adam hakkında beslediği derin, nihani nefretinde ne derece haklı olduğunu bu dakika anlıyordu.

“Ağlıyorsun, Rânâ, demek ki bu izdivacın husulünü muhakkak istiyorsun. Öyle ise bil ki bu izdivaç olmayacak! Ve sen de bu adamın refikası olamayacaksın!”

Şimdiye kadar en ufak arzusuna bile maniat edildiğini görmemiş, mahrumiyete alışmamış olan bu içli, zayıf vücut; hayatına, gönlüne taalluk eden böyle bir meselenin, henüz bir senedir yüzünü gördüğü ve ancak pederindir dedikleri için tanıdığı bu adam tarafından bu surette bîrahm ü şefkat red olunduğunu görünce, asabi kadınlarda tesadüf olunan nâçâr bir cüret ile, gözyaşlarına karışan bir hıçkırıkla “Niçin?” diye feryâd etti.

Olete lõpetanud tasuta lõigu lugemise. Kas soovite edasi lugeda?