Esrar-ı Cinayat

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

4

Gazete yazarı elindeki evrakı okumaya başladı. Hakikaten Mecdettin Paşa’nın dediği iddianamenin gazeteye tebliğ olunan sureti yirmide bir derecesine kadar indirilmişti.

Bir cinayetin vuku bulduğu yere, inceleme memurunun varışından evvel, o yerde naaş, silah, iz ve saire her ne var ise hiçbirisini hiç kimsenin değiştirmemesi o kadar büyük bir iş imiş ki gazeteci efendi evvelce bu ehemmiyeti takdir edemediği için Osman Sabri Efendi’nin evrakında buna dair beyan olunan üzüntüsüne şaşmış iken, kendisi evrakı tamamen okuduğu zaman o şaşkınlığını ve hayretini kendisi haksız buldu.

Bakınız Osman Sabri Efendi yalnız naaşların vaziyetlerinden ne kadar manalar çıkarmış! Yazısında diyor ki:

Sofrada işret takımlarının bulunduğu yer Kanlıkaya’nın kuzey tarafı, yani Karadeniz sahilidir. Katledilen kızın naaşı öyle bir vaziyette yere konmuş ki sol tarafından yaralandığı hâlde başı batı tarafına, yani Kanlıkaya’nın Rumeli tarafına gelmek üzere düşmüş. Bu hâlde kız ölmezden evvel arkası Karadeniz tarafına çevrilmiş olarak duruyormuş ve kendisini yıkan darbe ise kızın sol tarafında, yani kayanın doğu kısmı olan Anadolu tarafındaki sahil semtinde duran bir adamın darbesi olacağına şüphe kalmamıştır.

Kızı vuran adam yine kızın yanında bulunduğu ne kadar şüphesiz ise Kefalonyalıların Rumeli tarafında Kanlıkaya üzerine çıkan düşman tarafından atılan kurşunlar ile öldükleri de o kadar şüphesizdir. Zira Kefalonyalılardan birisi ta alnından vurulduğu hâlde arkası üzerine düşmüş ve düştüğü zaman kafası doğu ve ayakları batı kısmına isabet etmişlerdir. Bu adam diğerinden evvel vurulmuştur. Zira ikinci Kefalonyalı arkasından yaralandığı hâlde yüzü üzeri düşerek onun da başı doğuya ve ayakları batıya isabet ederek, mutlaka arkadaşı ölerek yere düştükten sonra kendisi kaçarken, yine kayanın Rumeli tarafındaki sahil üzerinden atılan kurşunla ölmüştür.

Gerek kızın ve gerek Kefalonyalıların elbiselerinde ve yüzlerinde gözlerinde yırtık ve bere gibi şeylerden eser görülmemesi, bu cinayetin şu sofra başında bulunan adamlar arasında çıkan bir arbede eseri olmadığını ispat derecesinde kanaat verir. Zira birbirine bu kadar yakın olan düşmanların katledilmesinde boğaz boğaza gelmeleri ve birbirinin elbiselerine sarılmak ve yüzlerini gözlerini yırtmak, boğazlarını sıkmak gibi hareketlerde bulunmaları zaruridir. Dolayısıyla bunlar orada mehtap sefası ederlerken Rumeli tarafından kendileri üzerine hücum eden düşmanları tarafından bu cinayet tertip edilmiş olacağında tereddüde kulunuzca şüphe yoktur.

Hatta bendeniz hükmetmek istiyorum ki Kefalonyalılar dışarıdan gelen düşmanlar tarafından idam edildikleri hâlde genç kız onlar tarafından idam edilmemiştir. Zira kendisini vuran kama yaranın içinde bırakılmıştır ki bu hâl kamayı vuran adamın onu çıkarıp beraber götürmeye fırsat bulamamasından kaynaklanmıştır. Kamanın kını Kefalonyalıların üzerinde görülmeyip, onlar üzerinde birer bıçak ile birer de tek tabanca bulunmuştur ki tabancalar boşaltılmış ve bıçaklar da kınlarından çıkarılmış idiler. Eğer kama dışarıdan hücum edenlerde olsaydı, galebe onlarda bulunduğuna göre kamayı çıkarıp alacakları ve orada bırakmayacakları aşikâr idi. Hâlbuki kızın yanında bulunanların yalnız iki Kefalonyalıdan ibaret oldukları da diğer delillerden anlaşılıyor. Zira kayanın kuzey tarafından güney tarafına doğru yer yer kan lekelerinden birtakım izler kalmış olup, bu izler güney tarafında birleşerek beş, on arşın kadar yere yayılıyorlar. Bundan anlaşılıyor ki diğer birkaç yaralı da buraya kadar koşup gelerek, buradan kayık veya sandallarına binerek kaçmışlardır. Ancak kaçanların kaçar adam kadar olduklarını tahmine imkân bulunamamıştır. Bu tahmin yemek ve eğlence sofralarındaki çatal, bıçak ve kaşıkların adedinden çıkarılacak olursa, sofra başında bulunanların sekizden ona kadar adam oldukları anlaşılabilir. Dolayısıyla, kızı vuran adamın bu suretle kaçanlar arasında olması akla gayet yakın görünüyor.

Ölenlerin vaziyetlerinden Osman Sabri Efendi’nin çıkarmış olduğu manaların tümü gazeteci tarafından da tasdik olunarak, şu kadar var ki kızın yine kendi arkadaşları tarafından vurulmuş olması hakkındaki zannı yazar efendi tasdik edemedi. Dedi ki:

“Kavganın, katillerin sofra başındaki adamlar arasından çıkmamış olduğuna, giysilerinde yüzlerinde gözlerinde yırtık ve bere gibi şeyler olmamasından dolayı kanaatlerinize diyecek olmadığı gibi ölenlerin yaralarından ve naaşlarının vaziyetlerinden bunların Rumeli tarafında vuku bulan bir hücum ile idam edildiklerini çıkarmanız da pek doğru olabilir. Şu kadar var ki kızı yine kendi arkadaşlarının vurmuş olmasını, yalnız kamanın yara içinde kalmasından ve kınının da katledilen Kefalonyalılar üzerinde bulunamamasından şeklindeki kanaatiniz pek zayıftır.”

Mecdettin Paşa: “Bu mülahazayı bendeniz de arz etmiştim. Hatta kız kadın hastahanesinde bilirkişilere muayene ettirildiğinde henüz bakire olduğu da ortaya çıkmıştır.”

Gazetecinin nazarıdikkati açıldı. Dedi ki:

“Henüz bakire mi?”

“Evet! Bu da kızın oraya lanetli bir niyetle götürülmemiş olmasına delalet eder. Dolayısıyla kötü bir niyetle götürülmemiş olan kızı, yine kendi arkadaşlarının vurmasına ne mana verilebilir?”

Osman Sabri Efendi belli belirsiz bir tebessüm ile dedi ki:

“Kızın oraya nasıl bir fikirle götürülmüş olduğunu bilemem. Ben naaşın bilirkişiye muayene ettirilmesini ihtar ettiğim zaman kızın bakir olmadığına hiç şüphem yoktu. Yalnız tahminen ne kadar zamandan beri kızın bakirliğinin izale edildiğini anlamak için muayene ettirmiştim. Bu zannımın yanlış çıkması, kızın yine kendi arkadaşları tarafından vurulduğu hakkındaki zannımın da yanlışlığını gösteremez. Bin türlü hâller olabilir ki kızı kendi babası bile vurabilir. Özellikle ki Rumeli tarafından hücum edenler hırsız olan adamlardan da değil idiler. Öyle olmaları lazım gelseydi, sofra takımı epeyce kıymetli şeylerden olduğu için kızın kulaklarında küpeleri ve parmağında yüzüğü ve boynunda bir de madalyası bulunduğundan, bunları alırlardı. Hatta kızın üzerindeki ziynetlerin olsun alınmamasından dahi çıkarıyorum ki Rumeli tarafından hücum edenler belki de kızın yanına bile gelmemişlerdir. Gelselerdi hırsız dahi olmasalar, bu eşyayı mutlaka alırlar idi.”

Gazeteci evraka yine göz gezdirmeye başladı. Şöyle bir fıkra daha okudu:

Kanlıkaya’nın güney tarafından birtakım yaralılar kayık veyahut sandallarına binerek kaçarlarken, içlerinden birisi yırtık bir zarf içinde bir kâğıt düşürmüş. Zarfın üzeri yazılı olmadığından, bu mektubu gönderilen kişiye ulaştıracak olan adam, onun kim olduğunu bilerek götürmüş olduğu da anlaşılır. Ancak mektup Osmanlı harfleriyle yazıldığı hâlde öyle bir lisanla yazılmıştır ki ne Türkçeye benzer, ne Arapçaya, ne de Farsçaya! Hintçe olmasın diye birkaç Hintliye gösterdim onlar da ne olduğunu anlayamadılar.

Gazeteci bu mektubu hepsinden ziyade merak etti. Mutasarrıf paşaya dedi ki:

“Şunu bir de bendeniz göremez miyim?”

“Hay hay! Hatta bunu sizin gibi bilgili ve maharetli olanlara göstermelidir ki ne olduğu anlaşılabilsin!” diye Mecdettin Paşa hazretleri yazı takımı üzerindeki evrak arasında malum mektubu da gazeteciye gösterdi.

Bu mektup şöyle yazılmış idi:

Şimelye nimey eyemtetsak anınac nizimipeh eldesah iakias şimtişi afatsum üknüç mudlo midan atashur miğidrev niçi irep neb.

Bu mektup yazar efendi nezdinde en ziyade meraka sebep olacak şeylerden olmak üzere telakki edilerek şu fikrini beyan ettiğinde savcı efendi dedi ki:

“Yalnız en ziyade meraka sebep olacak bir şey değil; belki mevcut cinayet erbabını ortaya çıkarmak için adli tahkikat icrasınca da en ziyade işe yarayacak bir şey varsa o da budur.”

“Bunda ne Şark ne de Garp lisanlarının lügatlerinden birisine benzer hiçbir şey bulunmadığına nazaran, ben buna bir lisan diyeceğime bir şifre demek istiyorum.”

“Ben onu çoktan dedim. Şimdi zihnim o şifreyi halletmekle meşguldür.”

“Bunun bir suretini de ben alsam ve ben de bu şifreleri halletme hususunda size yardım etsem olur mu?”

“Gazetede yayınlamayacağınızı vadederseniz olur.”

“Size vadederim ki yalnız onu değil; bugün şurada aldığım malumatı ifşa suretinde hiçbir şeyi yayınlamayacağım. Hiçbir şey yazmam diye vadetmem. Fakat zabıtanın sırlarını ifşa edecek ve tahkikatınızı zora sokacak surette hiçbir şey yazmayacağım.”

Bu söz üzerine savcı efendi, Mutasarrıf Mecdettin Paşa’nın yüzüne baktı. Bu bakış gayet manidar idi. Eğer Osman Sabri Efendi’deki gizleme fikri mutasarrıfta da bulunsa idi, gazetecinin bu yolda verdiği vaatten hiç memnun olmayarak gazeteye tek şey yazmaması hakkında bir vaat almaya girişirdi. Ancak Mecdettin Paşa dedi ki:

“Efendi hazretleri zabıtanın menfaatlerini bizden ziyade muhafaza ederler. Dolayısıyla bugün kendileriyle vuku bulan şu mülakattan hiçbir zarar beklemeyerek aksine fayda ve yardım bekleyebiliriz. Mektubun bir suretini de veririz.”

Yazar efendi hemen kurşun kalemi ile mektubu başka bir kâğıda yazmaya başladı.

Mektubun yazma işi bittikten sonra gazete yazarı dedi ki:

“Cinayetin vuku anında hazır bulunmuş gibi olayın yapılış tarzını keşif gayretinde bulunmanıza ve elde bir hayli eşya ve delil olmasına nazaran, inşallah faillerinin yakın bir zamanda derdest edileceğine şüphe edemem. Bu konuda benim de yalnız iki düşüncem vardır.”

“Onlar hangileridir?”

“Birisi kızın kendi arkadaşları tarafından vurulması hakkındaki düşüncemdir ki bu mülahazam sizinkine muhaliftir. Böyle kibardan sayılabilecek ve Müslüman olduğuna parmağındaki kına rengiyle şüphe kalmayacak olan kızın hazır bulunduğu bir mehtap sefasında, yankesici makulesi Kefalonyalıların işi nedir? Kızcağız mutlaka oraya bir suikastla götürülmüşlerdir demek istiyorum.”

“Suikast ile götürecek olsalar, yemek ve işret malzemelerinde o kadar külfete hacet görülmezdi. Hâlbuki bunlar yemek ısıtmak, kahve pişirmek için ateşler bile yakmışlar. Farz edelim ki bu kadar külfeti lüzumsuz olarak da götürmüş olsunlar. O hâlde yalnız kızın canına kıyarlardı ve başkalarının da yaralanmasına ve öldürülmelerine lüzum görülemezdi. Hele cinayetin işlenmesinden sonra yine muntazaman gitmek için getirdikleri eşyayı alıp götürürlerdi. Hâlbuki bunlar oraya kendi istekleriyle gelmiş oldukları hâlde bir baskı üzerine kaçtıklarını, bunca eşyayı orada terk etmiş olmaları ispat eder.”

 

“İkinci düşünceme gelince: Bu gibi büyük ve meşhur cinayetlere dair okuduğum Avrupa kitaplarında görmüştüm ki caniler genellikle gerçekleştirdikleri cinayet üzerine, adliye zabıtasının icra edeceği tetkikat ve tahkikatı yanıltmak için birçok delilleri de kendileri oluştururlar. Sizin tahkikatınız hususunda ise bu noktayı nazarıdikkat ve ehemmiyete aldığınızı göremiyorum.”

Osman Sabri Efendi’de belli belirsiz bir tebessüm daha görüldü ki bu tebessüm yine belli belirsiz bir küçümsemeye işaret edebilirdi. Mahir savcı dedi ki:

“Katillerin böyle bir ihtiyatta bulunmaları için en evvel cinayet yerini kendi planlarıyla seçmiş olmaları gerekirdi. Hiçbir katil düşünülemez ki ettiği kabahatin kendi tarafından işlendiğini zannettirmek çaresini düşünsün. Fakat bu kaideyi Kanlıkaya katillerine de tatbik edebilmek için malum mekânı canilerin kendilerinin seçmiş olmaları gerekir. Hâlbuki düşmanları oraya kendi istek ve iradeleriyle giderek caniler de bir anda hücum etmişler ve cinayetlerini işledikten sonra başka hiçbir şeye bakmayarak kaçmışlar.”

Malum cinayetin gerek garipliğine ve gerek müthiş olan işleniş tarzına dair biraz laf daha edildikten sonra, gazeteci artık vaktin ziyadece gecikmiş olduğundan ve yarınki gazete için yazacağı yazılar bulunduğundan bahisle Mecdettin Paşa’ya ve sonra Savcı Osman Sabri Efendi’ye veda etti, çıktı gitti.

5

Galatasaray önünden kiraladığı araba ile Karaköy Köprüsü’nün başına ve oradan da köprüyü geçerek Babıâli civarındaki gazetehanesine gelinceye kadar bu müthiş cinayet üzerine gazeteci efendinin zihninden geçenleri kaleme almak lazım gelseydi, adliyenin ıslahına dair pek mükemmel bir makale vücuda getirilmiş olurdu.

Okuyucularımıza ihtar etmeliyiz ki Öreke Taşı cinayetinin meydana geldiği zamanlar, henüz şimdiki muhakeme usulü tarzında bir adalet sistemi yok idi. Adliye alanında yapılan düzenleme ve ıslahatlar padişah efendimizin lütufları sayesinde yapılmıştır ki bu devleti, bu memleketi yeniden ihya edercesine muvaffak oldukları bunca mühim ıslahatlar arasında, umumun selameti için en faydalı olanlarından birisi de adliye alanında yapılan ıslahatlardır.

Şimdiki adliye usulünce savcıların, hâkimlerin, diğer her sınıf memurun ve adliye zabıtasının vazifeleri o kadar mükemmel olarak tayin olunmuştur ki böyle orta yerde davacısı bulunmayan en müthiş cinayetlerin de davacısı savcılar, hâkimler ve zabıtalar olmaktadır.

Bundan evvel ise zabıta memurlarının tertip ve düzeni bu seviyede olmadığından, işte böyle Öreke Taşı cinayeti kadar mühim olan şeyler de sanki semavi bir kaza imişler gibi yalnız bir jurnal edilmekle iktifa edilir ve artık tahkikatın arkası da bırakılırdı.

Osman Sabri Efendi’nin hakikaten mahir bir savcı olduğuna veyahut olabileceğine şüphe edilemez. Zira hangi sınıf ve meslekte olursa olsun memuru mahir eden asıl şey ancak merakından ibarettir. Eğer bir adam sanatının meraklısı olursa sonradan bütün emsal ve akranını geçeceği şüphesizdir.

Ortada bulunan delillerden manalar çıkarmaya çalışması ve bir dereceye kadar makul manalar çıkarmış olması ve hatta şimdiki davranışına nazaran bu işin arkasını bırakmayarak tahkik ve tetkikatında devam edeceğinin de anlaşılması, Osman Sabri Efendi’nin merakına ve merakı hasebiyle işi güzel yaptığına delalet eder. Eğer bu kadar meraklı ve işin ehli olan bir memur, var olan imkânlar dâhilinde işini sağlam yapsa, dünyada daha iyisi düşünülemeyecek bir adliye memuru olacağına hiç şüphe kalmaz.

İşte gazete yazarı araba içinde ve köprü üzerinde şu düşüncelerinden başlayarak, bizde mahkemelerin ıslahı için daha neler yapmak lazım geldiğini de düşünüyordu ki bu düşüncelerini kâğıt üzerine koysaydı hakikaten mükemmel bir adliye ıslahatı makalesi vücuda gelmiş olacağını tekrar ederiz.

Hâlbuki gazeteci efendi Osman Sabri’nin merakını ve cinayet üzerine ne derecelere kadar gideceğini henüz tamamıyla bilmiyordu. Zira evvelce de görmüş olduğumuz gibi Osman Sabri, memuriyetine ait olan sırları hiçbir kimseye, özellikle bir gazeteciye açacak ve gazetelerin övgülerinden hoşlanacak memurlardan değildi. Eğer Mecdettin Paşa’nın bu konudaki kusurları olmasaydı, yazar efendi Galatasaray’a geldiği zaman Öreke Taşı cinayetine dair ne kadar malumatla gelmiş ise gittiği zaman da o kadar malumatla gitmiş olacaktı.

Osman Sabri’nin itikadına göre bereket versin ki tahkikat ve mülahazatı ne derecelere kadar götürmüş olduğunu henüz Mecdettin Paşa da bilmiyordu. Eğer bilseydi işin o kısmını da gazete yazarına açacağı şüphesizdi.

Yazar efendi gittikten sonra Osman Sabri Efendi, Mecdettin Paşa’ya dedi ki:

“Gazete yazarı burada iken söylemek istemedim ama bendeniz, sayenizde Öreke Taşı cinayetinde tahkikatta bir iz daha açmaya muvaffak oldum.”

“Aman ne gibi iz? Söyle canım Sabri söyle! Eğer şu işi ortaya çıkarabilip de bir şan kazanır isek, senin göğsüne güneş gibi bir nişan taktırmak benim boynumun borcu olsun.”

“Kulunuz yalnız efendimizin şan ve şerefine hizmet etmiş olmak iftiharıyla iktifa ederim.”

“Gerçi büyüklere şan kazandıracak olanlar küçük memurlardır. ‘Alet işler, el öğünür.’ derler. Ama biz de kendimize şeref kazandıran memurların mükâfatından geri kalmayız. Şu bulduğun yol nedir bakayım çabuk söyle!”

“Katledilen kızın naşını kadın hastahanesine götürerek elbiselerini soyup çıkardığımız zaman, belki daha sonra tahkikat icrasınca lazım olur diye o bir Amerikan markasına ait giysiyi sararak buraya getirmiş ve diğer eşya ile beraber emanette hıfzettirmiştim. Dün akşam sofra takımları üzerinde markaya, filana benzer bir şey bulunup da onlardan da bunların sahibini keşfe bir yol bulunur mu diye bir merak sardığından eşyayı tekrar muayene ettim. Hiçbirisinde marka ve diğer işaretler göremedimse de çatal, kaşık ve bıçak takımına mahsus olan mahfazanın üzerinde bir yafta yapışık olduğunu görünce Fransızca yazılı olan bu yafta nazarıdikkatimi çekti. Üzerinde matbaa harfleri ile “Bazar Anglais” yazılmış ve onun altına da kalemle bir rakam ve bir iki harf eklenmişti.

“Ee! Ee! Güzel dikkat!”

“Anladım ki bu takımlar İngiliz mağazasından satılmıştır. Hemen eşyaları alıp Bazar Anglais’e gittim. Bunun oradan mı satıldığını ve kime satıldığını sordum.”

“Güzel dirayet, aferin Sabri!”

“Gerçekten oradan satılmış ise de bundan üç sene evvel satılarak o senenin defterleri Londra’ya gönderilmiş olduğundan kime satıldığının bilinemediğini ve yalnız kendilerince bir şifre demek olan rakamlara nazaran altı İngiliz lirasıyla sekiz şiline satıldığını söylediler.”

“Eyvah! Fakat dur hatırıma bir şey geldi. Londra sefareti vasıtasıyla İngiliz mağazasının asıl merkezine kadar da müracaat edebiliriz.”

“Bu da aklıma geldiyse de uzun iş. Diğer taraftan başka ve daha kestirme bir yol buldum.”

“Ee?”

“Öyle ya! İnşallah bunun da bir mânisi çıkmadı.”

“Madame Lahi fistanı kan lekeleriyle görünce birdenbire ürkerek hatta kendi mağazasında böyle bir fistan yapmış olduğunu da inkâr etmek istediyse de ben ensesindeki yazıları gösterince inkâra mecali kalmadı. Bu tahkikin bir müthiş cinayet üzerine bir adliye zabıtası tarafından icra olunduğunu anlatarak vereceği haberin doğru olmasından başka, bu sırrın hiçbir kimseye ifşa edilmemesini ve şayet bir tarafa bir haber verecek olursa mesul kalacağını da anlattım. Nihayet Madame Lahi fistanı hangi konağa yapmış olduğunu söyledi.”

“Konak” lafını işitince Mecdettin Paşa’nın gözleri fırladı. Oturduğu sandalyeden fırlayıp kalkarak büyük bir telaşla dedi ki:

“Aman Sabri ne diyorsun? Katledilen kız konağa mı mensup imiş?”

“Ya parmaklarında kına izleri olduğunu unuttunuz mu?”

“Ee, hangi konağa mensupmuş bakayım?”

“Kemanîzade’nin.”

“Mustafa Bey’in ha?”

“Gerçi konak Kemanîzade Mustafa Bey’in adına yâd olunuyorsa da Mustafa Bey zevcesi Hediye Hanım’ın uşağı gibi bir şey değil midir?”

“Şimdi bu kız onların kızı öyle mi?”

“Burasını bilemem. Bildiğim bir şey varsa bu elbise o konak için yapılmış olmaktan ibarettir. Gerçi kızın Hediye Hanım ile bir ilgisinin olduğunu da ümit ederim ki bugün akşama kadar öğrenebilirim.”

Mecdettin Paşa’yı bir dalgınlık aldı. Hayrete, dehşete, büyük ve derin bir düşünceye delalet edebilecek alametler birbirini takiben yüzünü istila ediyorlardı. Nihayet amirane bir tavır takınarak dedi ki:

“Sabri Efendi, sana bir şey söyleyeceğim. Hediye Hanım’ın ismini bir burada benim yanımda ağza aldın. Bir daha başka yerde ağza almayacaksın. Eğer o isme bir kan sürecek olursan kendini yok bil!”

“Aman efendim kanı ben sürecek değilim. Kan oraya kendi kendisine fışkırıp gitmiş olursa ne yapalım?”

“Hediye hanımefendi kendi dava ederse kimsenin bir diyeceği kalmaz. Kendisi dava etmediği hâlde sen orta yere bir destan çıkarırsan hâlin yamandır. Sana acıdığımdan tembih ediyorum ki bu sır seninle benim aramda kalacaktır.”

“Bir de Madame Lahi arasında! Zira Hediye Hanım’ın konağına yaptığı fistanı al kanlar içinde görünce Madame Lahi’nin her sırra vâkıf bulunduğuna şüphe kalmaz.”

“Ben onu da çağırır tembih ederim! Hediye Hanımefendi ha! Aman ya Rabbi!”

Mil Luxe modahanesinde yapılmış olan fistanın Hediye Hanım’ın konağı için yapılmış olması Mecdettin Paşa’ya ne kadar hayret verdiyse, paşanın tehditkâr tembihleri de Savcı Osman Sabri Efendi’ye o kadar hayret vermişti.

Osman Sabri Efendi’nin inancına göre insanlar mademki bunca nefsi marazlarla doludurlar ve mademki cinayet denilen şey mutlaka nefsin kötülüklerinin şevkiyle vücuda gelir bir harekettir, o hâlde ister Hediye Hanım olsun, ister kim olursa olsun cinayet işleme kabiliyetinde yaratılışça ve mevki olarak uzak sayılabilecek hiçbir insan evladı düşünülemez. Şu kadar var ki insanlar terbiye derecelerine göre ve nefsin hem iyilikleri hem de kötülükleri barındırması gereğince isterse iyilik isterse de kötülük yapma kabiliyetine sahiptir.

Bu itikat Osman Sabri Efendi’de bulunursa, Mecdettin Paşa’nın bir anda Hediye Hanım’ı muhafazaya çalıştığını da görürse, o zeki ve ileri görüşlü savcı hayrete düşmez de ne yapar?

Mecdettin Paşa’nın yanında birkaç dakika daha durdu. Paşa, Hediye Hanım’ın sırrını faş edilmemesi hakkındaki emir ve tehditlerini tekrardan başka bir söz söylememesinden, Osman Sabri emre itaat tavrı göstererek paşanın yanından çıktı, kendi odasına geldi.