Esrar-ı Cinayat

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

2

İntihar hakkında yukarıdaki bölümümüzde arz ettiğimiz bazı mülahazaları daha ziyade genişletebilirdik. Ezcümle nefsine suikast etmek hiç de yiğitlik sayılamayacağını tahlil ederek iddiamızı ispat zımnında da intiharı göze aldırmış pek çok aciz kadının bile bulunduğunu belirtebilirdik. Ancak maksadımız yalnız intihar hakkında hakimane bir cilt yazmak değildir. Belki hikâyemizden işbu ikinci kısma koyduğumuz başlık gereğince Beyoğlu’nda bir intihar vakası göreceğimizden, o vakayı görmeye ve o feci intihar hakkında hakimane olan bir fikir ile gitmek için şu kadarcık bir bilgiyi aktarmayı kâfi gördük.

Hicri bin iki yüz şu kadar senesine tesadüf eden ağustos ayının yirmi sekizinci çarşamba sabahı idi ki Beyoğlu’nda (…) Mahallesi’nde (…) Sokağı ahalisini derinden sarsan ve içlerini acıtan bir feryat figan ile hüzne boğdu.

Kâh “Yangın var!” diye feryatlar geliyordu, kâh “Cankurtaran yok mu?” diye bağrışmalar oluyordu.

İlk ses hemen herkesi pencerelere koşturarak ses gelen tarafta duman, alev gibi yangına delalet eden işaretleri aramaya mecbur ettiyse de öyle bir şey görülemeyince pencerelere koşanlarda bir sakinleşme görüldü. “Cankurtaran yok mu?” sualine ise tasdik cevabı verecek kahramanları bu zamanda konu komşu arasında aramamalıdır.

Gerçi temaşa erbapları henüz pencerelerden ayrılmamış idiler. Şu kadar var ki ihtiyaten perdeleri daha sıkıca indirerek perde aralıklarına göz uydurup vukuatı temaşaya çalışıyorlardı.

Feryat hâlâ devam ediyor, hem de gelen sesler kadın sesleridir.

On dakika sonra birçok ayak patırtıları işitildi. Öyle olur olmaz nazik potinlerin edecekleri patırtılar gibi değil. Asker çizmelerinden hasıl olan ayak patırtıları ki jimnastik adım yüründüğü zaman âdeta yerleri sarsar.

Bu patırtıların sahipleri asker olduklarını tüfek, süngü ve kılıç şakırtıları da teyit için ispat ettiler. Bunun üzerine, (…) Sokağı’na nazır olan pencerelerin birkaçı açılarak dışarıya bazı başlar çıkmak derecesine kadar ahalide cüret peyda oldu.

Gelen asker yirmi beş kadar asker olup, sekizi nizamiye ve on yedisi jandarma idi. Nizamiye efradı bir teğmenin, jandarmalar ise bir yüzbaşının kumandası altında bulunarak, fakat iki zabit de kısacık boylu, koca kafalı sivil kıyafetli bir efendinin emrine itaat ediyorlardı.

Bu efendiyi görseydiniz bizim mahir Savcı Osman Sabri olduğunu derhâl anlardınız.

Böyle bir vakaya gelen askerde “Vurunuz! Tutunuz! Koşunuz!” gibi telaşlar olursa bunu akıl dışı görür müsünüz?

Hatta maatteessüf itiraf eylersiniz ki bu yolda vukuya gelen hareketlerin çoğu öyle telaşlı ve gürültülü olur, öyle değil mi?

Hâlbuki bu sabah ayak patırtısı ve tabii meydana gelen silah şakırtısı gibi seslerden başka, telaşa, gürültüye delalet eder hiçbir ses işitilmiyordu. Çünkü Osman Sabri’de öyle telaş edecek tavır olmadığı gibi emrinde bulunan jandarma yüzbaşısı da lüzumu kadar bile söz söylemeyi gevezelik sayan bir kıranta adam olduğundan ve nizamiyede ise ses çıkarmak zaten askerî intizama aykırı bir hâl bulunduğundan, gece gezen askerin ne kadar patırtısı olursa bu sabah feryat ve figan işitilen haneyi basan askerde dahi ondan ziyade patırtı duyulmaması tabii idi.

Osman Sabri bir kere haneyi hızlıca muayeneden geçirdikten sonra yüzbaşıya dedi ki:

“Cafer Ağa! Hanenin arka kapısı olduğunu zannettirecek gibi bir vaziyeti yoktur. Fakat damdan dama kaçarak bir kaçacak yer bulmak ihtimali cani veya caniler için zor değildir. Bu sokağın ötesindeki sokak ile yanlardaki sokakları derhâl kontrol altına alınız.”

Cafer Ağa’daki cevap askerce bir selamdan ibaret oldu.

Nizamiye teğmeni ile iki kelime konuşarak sonra askere bir emir verildi ki iki sıra olan askerin birinci sırası yarım sağ ve ikinci sırası yarım sol ederek jimnastik adım yürüyüşüyle hareket edildi. Bir dakika içinde feryat gelen hanenin bulunduğu yeri kapsayan sokakların tümüne nöbetçi bırakıldı.

Bu iş bittikten sonra Cafer Ağa, Osman Sabri’nin yanına geldiğinde Osman Sabri dedi ki:

“Sen abluka hattını daima devret. Şüpheli olarak sokakta kimi görürsen tutukla. Hane içine ben girerim.”

Bu emri nizamiye teğmeni de işitmişti. Yüzbaşı ile teğmen baş başa vererek, tekrar ikişer kelime konuşmadan sonra biri sağa, birisi sola dönerek belirledikleri noktalardan ibaret olan abluka kordonunu devire başladılar.

Kapıda Osman Sabri’nin yanında bir çavuş bir onbaşı ile dört asker kalmıştı. Onbaşıya gerekli talimat verilerek ve iki asker ile kapıda bırakarak kendisi çavuş ve iki de askerle beraber içeriye girdi.

Kapıdakilere verdiği talimatı izah ve tafsile hacet var mı? Katiller dışarıya fırlarlar ise tutmaktan, teslim olmazlar ise vurmaktan ve içeriden çağrılacak olurlarsa imdada koşmaktan ibaretti.

Bu emirler o kadar çabuk verildi ve icapları o kadar çabuk icra olundu ki kolun kapıya varışından hemen dört dakika sonra Osman Sabri Efendi de hane kapısını açtırarak içeriye giriyordu.

Osman Sabri’nin haneye giriş tertibine gelince, en önünde bir asker ve onun arkasında koruması bulunuyordu ve kendi arkasına çavuşu ve en geriye diğer askeri kalkan ederek o surette girmişti.

Hane içinde vaveylanın kesildiği yok. Şu kadar var ki eski “Yangın var!”lar, evvelki “Cankurtaran yok mu?”lar şimdi, “Ah evladım! Ah babacığım!” gibi figanlara dönüşmüşlerdi. Bir de evvelce iki kadın sesi işitilirken şimdi birkaç erkek ve kadın sesleri ve gürültüleri de evvelkilere eklenmişti.

Osman Sabri Efendi kapıdan girip de taşlık üzerinde bulunduğu zaman, yukarıdan yaşlıca bir kadın da kendisini merdivenden aşağıya atarcasına koşup geliyordu. Ondan evvel ise genç bir kız ile bir de uşak kıyafetli erkek, zabıta memuruna kapıyı açmaya koşmuşlardı.

Yaşlıca dediğimiz kadının arkası sıra hizmetkâr oldukları kıyafetlerinden anlaşılan iki kadın ile bir erkek de koşup geliyorlardı.

Her birinin yüzü helak derecesinde değişmişti. Her birinin heyecanı son derecede. Her birinin ağzından bir başka söz çıkıyor.

Osman Sabri Efendi sağ elinin şahadet parmağını dudaklarına götürerek ciddi ve dehşetli bir tavırla “Sus!” işaretini vermesiyle bir an için gürültü kesildi. Osman Sabri sordu ki:

“Yukarıda hırsız, kanlı filan kimse var mı?”

Bir uşak: “Kimse yok efendim.”

“Kaçtılar mı? Nereye kaçtılar?”

“Hayır, kaçan da yok.”

Kocakarı gözleri iki çeşme gibi çağladığı hâlde Osman Sabri’nin boynuna sarılırcasına büyük bir ricayla dedi ki:

“Ah efendim, yukarıya çıkınız da oğlumun ne hâlde olduğunu görünüz. Ah oğlum, oğlum, oğlum!”

Kadının bu figanı üzerine genç kız da feryatlarını tekrar ederek uşaklar, hizmetçi kadınlar cümleten evvelki şamataya başladılar. Kimisi “Boğmuşlar!” diyor. Kimisi “Asmışlar!” diye bağırıyor. Bazıları “Efendimiz!” diye hayıflanıyor. Birtakımı “Baba!” diye bağırıyor. Bir gürültü, bir patırtı ki Allah göstermesin!

Kocakarıdan ve uşaktan aldığı cevaplar üzerine Osman Sabri Efendi girip çıkan bir cani bulunmadığını anlayarak bu defa kendisi öne düştü. Hanenin birinci katına ve sonra ikinci katına çıktılar ki bu kattaki odalar yatak odaları idiler.

Kocakarı ile kız önde giderek bir odayı işaret ettiler. Ancak kız da kocakarı da odaya önce girmeye cesaret edemiyorlardı.

Osman Sabri Efendi ile jandarma çavuşu odanın eşiği üzerine gelerek baktıklarında tavanın ortasındaki halkaya bir adam asılmış olduğunu gördüler.

Çok vukuat görmüş, her dehşetli şeye gözlerini alıştırmış olan Osman Sabri Efendi sakin bir tavırla kocakarıya sordu ki:

“Bunu buraya kim asmış?”

“Kim bilir a efendim, kim bilir kim asmış? Oğlum akşamleyin odasına çekildi, sabahleyin bu hâlde bulundu.”

“Demek oluyor ki kendi kendisini asmış, öyle mi?”

Mevcut olan erkek ve kadın hepsinin suretleri son derece ümitsizlik elemleriyle dopdolu oldukları hâlde birer hususi tavır ile Osman Sabri’nin şu sualine tasdik cevabını verdiler.

Osman Sabri sualden evvel mevcut adamların yüzlerini birer birer tetkike başladı. Her birinin kalplerinden geçen şeyleri yüzlerindeki alametlerden anlamaya çalışıyordu. Bir yandan bu tetkikte bulunarak diğer taraftan da çavuşa dedi ki:

“Abidin Çavuş, git askeri dağıt! Askerle işimiz kalmadı. Yalnız kapının iç tarafında iki asker bulunsun, belki lazım olur. Galatasaray’a haber götür de Necmi Bey derhâl gelsin. Asıl işimiz onunla görülecektir. Daire tabibi için de hanesine haber gönderiniz.”

Abidin Çavuş askerce selam vererek emri icraya gitti.

Osman Sabri hâlâ hane halkının yüzlerini birer birer tetkik etmekteydi. Her kimin yüzüne bakarsa o adamın yüreğinde daha ziyade heyecan oluşturarak bu bakışın âdeta bir sorgulama demek olduğunu anlıyorlardı.

Osman Sabri sordu ki:

“Hane halkı bundan ibaret midir? Burada mevcut olmayan uşak, hizmetkâr, filan daha başka kimse var mıdır?”

Kocakarı: “Yoktur efendim. Uşakların, hizmetkârların tümü buradadır. Biz de buradayız. Dışarıda kimsemiz yoktur.”

Bu cevaptan sonra savcı efendi tekrar hepsinin üzerine bir nazar gezdirerek dedi ki:

“Burada bulunan adamların hiçbirisi bir tarafa gitmesinler. Kendilerinden sorulacak şeylerim vardır.”

Şu emir bütün yüzlerin renklerince bir değişmeye daha sebep olduysa da bu değişikliklerin adliye zabıtasınca şüpheye değer bir emare sayılamayacağını Osman Sabri Efendi birçok tecrübeyle hükmetti.

Asılanın bulunduğu odaya girdiği zaman Osman Sabri Efendi en evvel cenazenin şahsını tanımaya çalıştı. Asılan uzun boylu, kara sakallı, ancak otuz yaşında kadar tahmin olunabilecek genç bir adamdı. Kaşlarının sık, kara ve güzel olmaları hasebiyle gözlerinin güzelliği anlaşılıyor idiyse de gözleri kapalı olduğundan renkleri ve latif güzellikleri görülemiyordu. Feci bir ölüme uğramakla beraber ağzının, burnunun intizamı ve ellerinin küçüklüğü, güzelliği asılanın kadınlar tabirince “insan güzeli” olduğunu teslim ettirebilirdi.

Osman Sabri pek az şeyleri acınmaya şayan görür katı kalpli bir adam olduğu hâlde asılanı hakikaten merhamete şayan bularak kendi kendisine dedi ki:

 

“Vah zavallı, pek de genç!”

Odanın içine şöyle bir göz gezdirdi. Her şey yerli yerindeydi. Muntazam bir yatak odasının intizamına asla halel gelmemişti. Bununla beraber Osman Sabri’nin merakını evvelce de öğrendik ya! Hane halkına dedi ki:

“Şu oda içinden bir habbe kımıldatılmayacak. Asılana kimse parmağı ucuyla bile dokunmayacak.”

Osman Sabri’nin bu merakı pek çok adliye memurlarında da vardır. Ve bu merak onlarca büyük bir maharet alameti sayılır. Zira cinayet işlerinin tahkikatında küçük ayrıntı denilen şeyler, şahadetten ziyade adliye memurunu ikaza yardım eder.

Hatta Savcı Osman Sabri Efendi kendisi cinayet yerini incelemekle görevli değil iken, bu sabah şu haneyi ilk ablukaya kendisinin almış bulunması, birkaç katili otuz kırk askerle incelemeye gitmesi bir kahramanlık taslamak için değildi. Aksine cinayet işlerine bakan daha doğrusu oraya kimse varmadan ve delilleri karartan bir şey olmadan ilk olarak kendisi bizzat incelemek için oraya alelacele varmıştı. İşte bu hassasiyetten dolayı asılanın odası içinden bir habbenin yeri değiştirilmemesini emir ve tembih ettikten sonra şunu da ilave etti ki:

“Bütün hane içinden hiçbir şeyin yeri değiştirilmesin. Hiç kimse dışarıya çıkmasın.”

Hatta aşağıda kapı yanında bulunmalarını Abidin Çavuş’a emretmiş olduğu iki askerden birisini çağırıp, hane içinde bulunan eşyanın yerlerinin değiştirilmemesini ve hele dışarıya ne bir insan ne de bir şey çıkarılmasını tekrar tembih etti.

Sonra hane halkını etrafına toplayarak şu yolda sorgulamaya başladı:

“Asılanın ismi nedir?”

Kocakarı: “Halil Sûrî. Biz Arap’ız efendim! Sûr şehrinden olduğumuz için oğlum Halil’in lakabı da ‘Sûrî’ kalmıştır.”

“Şu genç kız sizin nenizdir?”

“Oğlumun merhume karısından hasıl olan kızıdır.”

“Bunlar da kâmilen uşak ve hizmetkârlardır öyle mi?”

Cümlesi birden: “Evet efendim, evet!”

“Uşaklarınızın en yenisi kaç aydan beri hizmetinizdedir?”

“En yenisi şu Rum kızıdır ki dört aydır hizmetimizdedir. Bu Ermeni karısı bir buçuk senelik, şu aşçı Caspar iki senelik, bu uşak Artin de dört buçuk senedir hizmetimizdedir.”

“Cümlesinin sadakatinden, iffetinden eminsiniz ya?”

“Evet efendim, cümlesinden memnunuz.”

“Asılan kaç yaşındadır?”

“Otuz bir efendim!”

“Sanatı nedir?”

“Sanatı tellaldır.”

“Ne tellalı?”

“Efendim çarşıda mağazası vardır. Kuyumculuk da eder, saatçiliğe de karışır. Hatta sarraflık bile eder. Her ne iş olsa girişirdi. Ah, evladım pek çalışkan idi. Emlak alım satımına bakar, taşralılara mal ve para gönderip getirtmek işlerinde bulunur. Kısacası pek güzel çalışırdı.”

“Mağazasında yazıcı, kâtip gibi kimsesi var mıdır?”

“Vardır efendim. İbrahim Şosen derler, Beyrutlu bir çocuk vardır.”

“O çocuk nerede yatar kalkar?”

“İstanbul’da, Büyük Han’da odası vardır.”

Burada savcı efendi biraz dinlenir gibi durdu. Biraz daha sonra yine suale başladı. Sordu ki:

“Asılanın şu yakınlarda işlerince bir fenalığı, bir ziyanı filan olduğunu bilir misiniz?”

“Hayır efendim ziyana dair bir şeyi olduğunu bilmiyoruz.”

“Sizi daima işlerinden haberdar etmek âdeti değil midir?”

“Değildir efendim, bize işlerine dair hiçbir vakit malumat vermez.”

“Ee, kendisinde öyle bir elem, keder alameti görüyor muydunuz?”

“İnsan değil mi efendim, elbette elemi de olur kederi de.”

“Hayır ama canına kastedecek derecelerde bir ümitsizlik varsa elbette hâlinden anlayabilirsiniz.”

“Hayır efendim hayır! Öyle canından bizar olacak kadar hiçbir kederi yoktu.”

Osman Sabri Efendi sorguyu bu dereceye vardırdığında, aşağıdan yukarıya doğru asker adımları olduğu patırtısından anlaşılan bir iki ayak sesi geldi. Biraz sonra Yüzbaşı Cafer Ağa ile Abidin Çavuş ve onun arkasından da Hafiye Necmi Bey gözüktüler.

3

Bu memurların varışı üzerine Osman Sabri sorgulamaya devam etmedi. Fakat kadına sorduğu sualler ile aldığı cevapları bir kâğıda yazmadığı hâlde dahi zihninde hıfzettiğinden dolayı, sanki elinde bir sorgu evrakı varmış da onu okuyormuş gibi gelenlere ve fakat onlar arasında özellikle Necmi Bey’e sorgunun akışını anlattı.

Necmi Bey, Osman Sabri’yi tamamen dinledikten sonra savcının burnuna kadar sokularak yalnız ona işittirebilecek bir yavaş ses ile sordu ki:

“Hane içinde bulunanlardan bir şüphen var mı?”

“Henüz hiçbir şüphem yoktur.”

“Yüzleri pek fena görüyorum.”

“Cinayetin dehşetinden ve polisin heybetindendir. Gerçi kapıya emir verdim. Hiçbir yere savuşamazlar.”

Bu sözler yavaşça konuşulduktan sonra Osman Sabri yavaş bir ses ile Necmi’ye dedi ki:

“Şimdi hep beraber asılanın odasını tetkik ve orada lazım gelen tahkikatı icra edelim.”

Fakat bu tetkik ve tahkikatta ne kocakarıya ve ne de hane halkından sair hiçbir kimseye ihtiyaç olmadığından, herkesin yerli yerlerine çekilmelerini emrettiler.

Asılanın bulunduğu odaya geldikleri zaman, evvela yüz takımı üzerinde vedanameye, vasiyetnameye benzer bir kâğıt aramaktan incelemeye başladılar. Hâlbuki odada hokka, kalem bile yoktu. Ne yazılı, ne de yazısız herhangi bir kâğıt görebildiler. Asılanın bir koltuk sandalyesi üzerinde bulunan elbiselerini de incelediler. İçinden bir iki lira, birkaç mecidiye ve biraz da ufaklık çıktıysa da evraka dair hiçbir eser çıkmadı.

Bunun üzerine zabıta memurları birbirinin yüzlerine baktılar. Necmi Bey sordu ki:

“Bu nasıl intihar? Kendisine kıyacak olan adam mutlaka kastetme sebebini veyahut kendisinden sonra familyası halkının edeceği hareketi yazar. Mutlaka bir evrak bırakır. Acaba öyle bir evrak varmış da validesi filan mı almış?”

Osman Sabri: “Hayır! Odadan dışarıya bir çöp çıktığı yoktur.”

Necmi: “Öyle ise bunda bir bit yeniği anlıyorum.”

Osman Sabri: “Dur bakalım, öyle pek de acele etme!”

Asılanın tavandaki halkaya raptetmiş olduğu ipi muayeneye başladılar. Necmi Efendi dedi ki:

“Tavan üç metre kadar yüksekliktedir. Şurada bir iskemle var ki asılan ipi tavandaki halkaya takmak için bu iskemle üzerine çıkmış olsa da ayaklarının da ta parmakları ucuna bassa yine halkaya kadar yetişemez. Bir karıştan ziyade daha mesafe kalır. Bu hâlde acaba ipi halkaya nasıl takmış olur?”

Cafer Ağa: “Hem de tavanda askılı lambayı evvela aşağıya indirmiş de sonra ipi takmış. Nah, işte lamba dahi yüz takımının yanında duruyor.”

Osman Sabri: “Ben de deminden beri buna dikkat ediyordum. Mutlaka şu yüz takımının masası halka altına kadar çekilerek ve onun üzerine de iskemle konularak bu ip şu halkaya takılmış. Kilime dikkat ediyor musun kilime? Üzeri mermer kaplı olan ağır masa çekilip buraya kadar getirilirken kilimin kadifeleri üzerine nasıl iz bırakmış?”

Zabıta memurları o izlerden ziyade birbirinin yüzlerine baktılar. Necmi Bey dedi ki:

“Ben bu işte bir yardım parmağı var diyeceğim. Çünkü asılan bu ipi kendi takması için şu taş masayı buraya kadar kendisi çekmişse, ipi taktıktan sonra onu yine eski yerine kadar götürmesi mümkün olamaz.”

Osman Sabri: “Evet! Benim de zihnim bulanmaya başladı. Ömrünün son dakikasında bulunan bir adam artık odasının intizamını düşünecek değil ya!”

Necmi: “Hane halkından şüphe etmiyorsunuz öyle mi?”

Osman Sabri: “Bu konuda bizi aceleye mecbur edecek hiçbir şey yoktur.”

Abidin Çavuş yüz takımı hakkındaki şüpheden dolayı fevkalade hayret etti. Kendisi her ne kadar çok kanlı katil tutmuş bir eski çavuş idiyse de bu gibi ilk inceleme işlerinde hemen hiç bulunmamış olduğundan, maharetli bir savcının az emarelerden çok manalar çıkaracağını bilemezdi. Dolayısıyla yüz takımı masasını birçok tetkikten sonra dedi ki:

“Gerçek hakkınız var! Bu masayı oraya çekmiş olduğu işte kilim üzerindeki izlerden belli. Sonra masayı yine yerine koyduktan sonra üzerindeki şişeleri, sabunları filanları da evvelki gibi muntazaman yerleştirmiş.”

Abidin Çavuş’un şu hayretli sözleri manasız olduğu hâlde Osman Sabri bundan da büyük bir mana çıkarırsa aferin mi?

Evvel be evvel gitti asılanın ellerini büyük bir dikkat ve mükemmeliyet ile kokladı. Sonra geldi, yüz takımı üzerindeki şişeleri, sabunları birer birer kendi eliyle tutup yerlerinden kaldırarak yine yerlerine koydu. Şişeleri bu suretle temastan sonra elini kokladı ki birkaç türlü lavanta ve sabun kokuları eline tesir etmişlerdi. Dolayısıyla Hafiye Necmi’ye dedi ki:

“Bende de şüphe artıyor. Farzımuhal asılan da kendi yatak odasının intizamına pek ziyade meraklı olup da ipi halkaya taktıktan sonra, masayı yine eski yerine götürüp takımlarını da üzerine yerleştirecek olsaydı elinde koku kalmalı idi. Zira işte ben biraz dokunduğum hâlde elimde lavanta ve sabun kokuları kaldı.”

Necmi: “Büyük bir ehemmiyetle kaydedilecek bir emare de budur. Fakat şu asılanın kendi kendisini asmamış olduğu hakkındaki şüphemi kesin mertebesine vardırmak için hepinizin nazarıdikkatine arz ederim ki bir kere de şu ipin uzunluğu ile şu sandalyenin yüksekliğini mukayese ediniz.”

Osman Sabri, artık sabrını tüketmiş bir adam tavrıyla: “Be kardeş, sen de hep aklıma gelenleri söylüyorsun! Zaten ben seni tasdik için şimdi bunu söyleyecektim.”

Necmi: “İki mahir müdekkik zabıta memurlarının aklına daima hep bir şey gelir ki doğru olan da ondan ibarettir. Hakikaten ipin uzunluğu ile sandalyenin yüksekliği mukayese edilince tahakkuk ederdi ki şu sandalyenin üzerine çıkan bir adam kendi boğazına bu ipi takması lazım gelirse takamaz. Zira iskemleyi asılanın ayakları altına getirdiklerinde her ne kadar ayakları iskemleye basabilmiş ise de ipin ilmiğini kendi boğazına kendisi takması lazım gelse, çünkü ilmik ipi açacağından ip bir karış kadar kısa gelir.”

Bu hâli görünce Yüzbaşı Cafer Ağa dedi ki:

“Asılanın kendi ilmiğini kendi boynuna yine kendisi takmamış olduğuna ve başka bir el ile takılmış bulunduğuna artık benim de inanacağım geldi. Hem de inandım.”

Osman Sabri: “Buna hiç şüphe etmek gerekmez. Bak şu yüz takımı masası kendi yerinde bulunmayıp da ve asılan da onun üzerine basmış olsaydı, ferah ferah ilmiği boğazına takabilirdi.”

Dört adam bir hayli zaman birbirinin yüzlerine bakakaldılar. Gerçi dördü de asılanın kendi kendisini asmayıp bir başkasının eliyle asılmış olduğuna kanaat ediyorlar idiyse de bu başka olan elin kim olabileceğine imkân veremiyorlardı. Necmi, Osman Sabri’ye sordu ki:

“Hane halkından henüz şüphe etmiyorsun öyle mi?”

“Dur biraz da şu yatağı tetkik edelim. Ondan sonra hane halkını bir daha sorguya çekeceğim. Bakınız şu yatağa! Bunun içinde insan yatmışa benziyor mu?”

Cafer Ağa: “Yatak hiç bozulmamış. Demek oluyor ki insan yatmamış.”

Necmi: “Hayır! Bu yatağın içinde insan yatmış ama yatak sonra düzeltilmiş.”

Osman Sabri: “Evet, ben de öyle diyorum. Düzeltilen şey yalnız döşek ve yastık çarşaflarından ibarettir. Bakınız şu örtü altındaki yastığa! Mahir bir el bu yastığı böyle düzeltmez. Şimdi diğer odaların birisine gidelim. Hizmetçi kızların ikisine de birer yatak düzelttirelim. Bu hanede henüz insan girmeyen yatakların düzgünlüğünün nasıl olduğunu görürüz.”

Necmi: “Güzel olur. Fakat daha şimdiden yatak hakkında verdiğin hüküm nedir? Sanki asılan kendi kendisini asmadan evvel yüz takımını düzelttiği gibi yatağını da tanzim etmiş demek mi istiyorsun?”

Bu sual Osman Sabri’nin yüzünde bir tebessüm oluşturdu ki tebessümün bu derecesi savcı efendide kim bilir ne zamandan beri görülmemiş idi. Necmi’ye dedi ki:

“Şakayı bir tarafa bırakalım. Taş masayı şuraya kim çekmiş de ipi halkaya geçirmiş ve sonra asılanı kim kucaklamış da halkayı boynuna takmışsa, bu yatağı da o düzeltmiştir.”

Cafer Ağa: “Asılanı birisi kucaklayarak halkayı başından geçirmiş olsa asılan haykırarak, bağırarak yardım istemez mi? Yoksa kendisi de bu asılmaya ve idama razı mı olmuş?”

Osman Sabri: “Deli misin sen be? İnsan kendi kendisine kastedecek bile olsa kendisini kendi isteğiyle astıracak cellat mı bulabilir? İşte besbelli ki biçare herifi yatağında boğmuşlar. Sonra da işin önü belli olmasın, kendi kendisini asmış zannolunsun diye buraya asmışlar.”

Necmi: “Hayır birader hayır! Bir yanlışlık var. Herifi yatağında boğmuşlar diyemem. Zira o hâlde boğazında, yüzünde filanda iz işaretleri olurdu. Bunda ise hiç boğmaya dair bir işaret yoktur.”

Osman Sabri: “Gerçi el ile sıkılıp boğulsa dediğin gibi olur. Ya bir ip ile boğmuşlarsa? Çünkü boğan adam veyahut adamlar… Zira kaç kişi olduklarını henüz bilmiyoruz ya! Her kaç olurlarsa olsunlar bunlar yatağı düzeltmeye başka türlü lüzum görmezlerdi. Herifi boğarlarken herifin debelendiği, yatağının altüst olduğu bilinmesin diye düzeltmişlerdir.”

Osman Sabri Efendi bu sözü söylemekle beraber arkadaşlarına bir işaret ederek, diğer odada büyük bir heyecan ile bazıları ağlamakta ve bazıları düşünmekte bulunan karıların yanlarına gittiler. Osman Sabri kocakarıya dedi ki:

 

“Madam, oğlunuz Halil Sûrî Efendi dün gece saat kaçta yattı?”

“Tam gece yarısında.”

“Sabahleyin kendisinin asıldığını nasıl anladınız? Kapısı açık mıydı?”

“Hayır efendim, bu sabah kendisini erken kaldırmamızı söylemişti. Saat on birde ben gittim, kapısını vurdum. ‘Halil, Halil!’ diye seslendim. Cevap yok. Daha fazla vurdum. Daha çok seslendim. Yine ses yok. Merak etmeye başladım. Biraz durduktan sonra yumruğum ile daha ziyade vurarak sesimi de yükselttim. Yine ses yok. Bütün hizmetkârlar başıma toplandılar. O kadar şiddetli vurup hızlı çağırışımdan onlar da merak etmişler. Hâlbuki en son daha çok vurarak avazım çıktığı kadar haykırdığımda, yine ses alamayınca aşçı merakı arttırıp kapıya dayanıverdi. Sürme arkasına fırladı. Kendisini o hâlde görünce aklımız başımızdan gitti. Haykırmaya başladık.”

Necmi: “Pencere açık mıydı?”

“Hayır kapalıydı.”

Hâlbuki Necmi pencereye dikkat etmiş. Gerçi kapalı ise de mandalı kapalı değilmiş.

Osman Sabri: “Gece odasında patırtı gürültü gibi şeyler işittiniz mi?”

“Ben hiçbir şey işitmedim. Odalarımız yan yana oldukları hâlde işitmedim.”

Asılanın odası yanında yalnız validesinin odası bulunuyordu. Diğer tarafı ise hanenin köşesi idi. Odanın giyim yeri olup, orada kimse yatmıyordu. Üstünde tavan arası katında uşaklar ile hizmetçi kızları odaları olup, bunlar da hiç gürültü filan işitmemişler. Hatta onlar bazı hizmetlerini bitirdikten sonra gece yarısından bir buçuk saat sonra yattıkları hâlde gürültü işitmeyip en sonra yatağına gelen aşçı yukarıya çıkarken çelebisinin öksürdüğünü işitip ondan başka ses işitmemiş.

Bu defa da hane halkının yüzlerindeki değişikliği hepsinden ziyade Hafiye Necmi Efendi tetkik ediyordu. Hatta Osman Sabri’nin uşaklardan filanlardan henüz hiç şüphesi olmadığı hâlde kendisi pek şüpheli bulunduğu için tetkikine daha ziyade ehemmiyet veriyordu.

Necmi uşaklara sordu ki:

“Efendiniz Halil Sûrî Efendi sert bir adam mıydı? Sizi hiç tekdir ettiği var mıdır?”

Uşakların her birisi bu suale cevap vererek, umumundan anlaşıldığına göre her ne kadar hizmetkârını tekdir etmeyen efendi olamaz ise de Halil Sûrî öyle uşakların canlarını yakmak ile lezzet arayan zalim efendilerden de değilmiş.

Necmi ne kadar dikkat ettiyse de uşakların hiçbirisinin yüzlerinde efendilerinin felaketine pek ziyade acımaktan başka bir şeye delalet edecek emare göremedi.

Dört memur tekrar asılanın odasına geldiler. Sabahleyin odanın kapısı kapalı olduğundan, oda içine girmek için yalnız pencereden başka yer olmadığını görmüşlerdi. Gerçi pencere sürmeli olmayıp kanatlı olduğundan onun da mandalı kapalı değilse de pencereyi açıp söveyi, duvarı muayene ettiklerinden hırsız merdiveni takıldığına delalet edecek bir çengel yarası veya başka emare de göremediler.

Fakat bu iş hırsız işine de benzemiyor. Zira asılanın odasından hiçbir şey alınmamış olduğu gibi hanenin hiçbir tarafından da bir şey alınmamış. Böyle bir adam asıldığı hâlde hiçbir haber alınamayan hanede ise tüm haneyi soymuş olsalar kimsenin haberdar olamayacağı aşikârdır.

Haneyi tekrar taharri ve tetkik ettiler. Hiçbir yerinde dün akşamki intizam hâline halel gelmemiş olduğunu gördüler. Cafer Ağa dedi ki:

“Hani ya kadınlara birer yatak düzelttirecektiniz ya?”

O an Osman Sabri Efendi tahkikin bu cihetini hatırdan çıkarmak üzereydi. Halil Sûrî’nin yatağını her gece hangi kız düzeltiyorsa öğrenerek başka bir yatağın tanzimini emretti.

Kız çarşafları yatakları tümüyle kaldırıp, şilteden tanzime başlayarak yatağı o kadar güzel düzeltti ki asılanın odasındaki yatak, güya düzeltilmiş olduğu hâlde ona nispetle bir bozuk yatak hâlinde kalırdı.

Sonra kızı alıp asılanın odasına götürdüler. Yatağı göstererek sordular ki:

“Her sabah sizin çelebi kalktığı vakitte yatağının bozukluğu buna benzer miydi?”

“Hayır efendim! Bu yatağı kim böyle fena düzeltmiş?”

Necmi ile Osman Sabri birbirinin yüzüne baktılar.

Yatağı kendi bildiği gibi düzeltmesini kıza emrettiler. Kız düzeltmeye başladı. Yastıkları kaldırdığı zaman altından altı ateşli bir güzel tabanca çıkmasın mı?

Zabıta memurlarının nazarıdikkatleri büsbütün açıldı.

Tabancanın Halil Sûrî’nin tabancası olduğunu öğrendikten sonra, Osman Sabri, Necmi’ye dedi ki:

“Bu tabanca hem zannımızı takviye eder hem de zannımızda bizi haksız çıkarmaya medar olur.”

“Neden?”

“Zannımızı takviye eder. Zira Halil Sûri eğer kendi kendisine kastedecek olsaydı, hazır elinde bir tabanca varken onu beynine sıkıvermek gibi bir kolay ölümü bırakıp da böyle büyük bir külfetle kendisini asmaya kalkışır mıydı? Zannımızda bizi haksız çıkarmaya da yardım eder. Zira Halil Sûrî’nin gerek el ile boğazı sıkılsın ve gerek ip ile boğulsun, yanında böyle bir silah varken elbette ona davranması lazım gelir. Bu tabanca atılmamış. Hatta kurulmamış ki el değdiğine delalet etsin.”

“Hayır! Tabancaya davranmamış olması zannımızı hükümden düşüremez. Boğanlar iki kişi olurlarsa uyku hâlindeyken birer elleriyle evvela Halil’in kollarını bastırıp diğer elleriyle de boğabilirler.”

“Böyle hükmedersen diyeceğim yoktur.”

Fakat her tevilleri, her yorumları akla uygun olduğu hâlde Halil Sûrî’yi boğan yahut boğanların şu odaya nereden girmiş olacakları hakkında henüz ne bir emare görebildiler ve ne de bir zanda bulunabildiler.

Bir aralık Necmi Bey asılanı ipten indirip muayene etmeyi teklif etti. Fakat Osman Sabri Bey bu teklifi kabul etmedi, dedi ki:

“İlk geldiğimizde asılanda bir hayat eseri görmüş olsaydık derhâl ipini keser indirirdik. Hâlbuki herif çoktan ruhunu teslim etmişti. Şimdiyse bizim asılanı muayeneden anlayabileceğimiz bir şey yoktur. Doktor Eksindaki neredeyse şimdi gelir. Asılanın muayenesini ona havale edelim ki ihtimal bizim de tahkikatımızı kemale yardım edecek bir şey bulup haber verebilir.”

Olete lõpetanud tasuta lõigu lugemise. Kas soovite edasi lugeda?