Sherlock Holmes’un Dönüşü Bütün Maceraları 5

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Hepimiz ayağa kalkmıştık artık. Tutuklumuz derin derin nefes alıyordu, her iki tarafında da korkusuz birer polis dikilmişti. Şimdiden birkaç meraklı caddede toplanmıştı bile. Holmes açık pencereyi kapattı ve perdeleri indirdi. Lestrade ortaya iki tane mum çıkarmıştı, polisler de fenerlerinin örtülerini kaldırmışlardı. En sonunda tutuklumuzu yakından görme şansına sahip olmuştum.

Bize bakan bu yüz, son derece güçlü ve sinsi hatlara sahipti. Bir düşünürün alnına ve bir zevk düşkününün çenesine sahip olan bu adamın hem doğruya hem de yanlışa sapma eğilimi var gibi görünüyordu. Ama vahşi, mavi gözlere, alaycı göz kapaklarına, gaddar ve saldırgan burnu ile tehdit edici derin çizgili alnına bakıp da doğanın en belirgin tehlike sinyallerini görmemek imkânsızdı. Hiçbirimize aldırmıyordu; nefret ile şaşkınlığın harmanlandığı bir yüz ifadesiyle gözlerini Holmes’a dikmiş bakıyordu. “Seni şeytan!” diye devamlı mırıldanıyordu, “Seni kurnaz, hem de çok kurnaz alçak!”

“Ah, albay!” dedi Holmes bozulmuş yakasını düzeltirken, “O eski oyunda ne derler bilirsiniz: ‘Âşıkların buluşmasıyla yolculuklar biter.’ Reichenbach Şelaleleri’nin yamacında bana ilgi gösterme lütfunda bulunduğunuzdan beri sizinle görüşme şerefine nail olamadım.”

Albay transtaymış gibi hâlâ arkadaşımıza bakıyordu. “Seni kurnaz şeytan!” diyebildi ancak.

“Sizi henüz tanıştırmadım.” dedi Holmes, “Bu bey, Albay Sebastian Moran’dır. Kraliçemizin Hindistan ordularından birinde görev almıştı ve doğu imparatorluğumuzun yarattığı en iyi nişancılardan biridir. Sanırım sizin kaplan çuvalı hâlâ rakipsizdir demekle yanılmış olmam değil mi albay?”

Yaşlı adam hiçbir şey demeden dostuma bakmayı sürdürdü. Vahşi gözleri ve sert bıyıklarıyla adamın kendisi de bir kaplana benziyordu.

“Basit taktiklerimin, sizin gibi tecrübeli bir avcıyı alt etmesi hayret verici!” dedi Holmes. “Siz de bilirsiniz; küçük bir çocuğu bir ağaca bağlayıp, silahınızla ağaçta gizlenerek kaplanın yeme gelmesini bekleyen siz değil miydiniz? Bu boş ev benim ağacım ve siz de kaplanımsınız. Başka kaplanların da gelmesi ya da küçük de olsa hedefi vuramama ihtimallerine karşı yanınızda başka silahlar da bulundururdunuz, değil mi? Bunlar da…” dedi etrafını göstererek, “Benim diğer silahlarım. Benzerlik kusursuz.”

Albay Moran hiddetlenerek öne doğru atılmaya çalıştı ama polis memurları onu geri çektiler. Yüzündeki ifade çok korkunçtu.

“Beni biraz şaşırttığınızı itiraf etmeliyim.” dedi Holmes, “Sizin buradaki boş ev ve onun kullanışlı ön penceresinden faydalanacağınızı ummazdım. Bütün faaliyetlerinizi caddeden yürüteceğinizi düşünmüştüm. Orada Lestrade ve onun neşeli adamları sizi bekliyor olacaktı. Bu ufak ayrıntı dışında her şey yolunda gitti.”

Albay Moran resmî görevliye döndü.

“Beni tutuklamak için bir sebebiniz olabilir ya da olmayabilir.” dedi, “Ama en azından bu adamın alaylarına boyun eğmek zorunda olmadığımı biliyorum. Eğer adaletin elindeysem o zaman her şey yasal olmalı.”

“Ah, oldukça mantıklı!” dedi Lestrade, “Buradan gitmeden önce başka bir şey söylemek ister misin Holmes?”

Holmes yerdeki havalı tüfeği kaldırmış mekanizmasını inceliyordu.

“Takdire şayan ve eşsiz bir silah!” dedi, “Sessiz çalışıyor ve müthiş bir güce sahiptir. Profesör Moriarty’nin emirlerini yerine getirmek amacıyla bunu tasarlayan kör mühendisi, Alman Von Herder’yı tanıyorum. Yıllardır bu silahın varlığından haberdardım ama ona dokunma fırsatım daha önce hiç olmamıştı. Onu sana emanet ediyorum Lestrade ve bunlar da silahın mermileri.”

“Onlara iyi bakacağımıza emin olabilirsin Holmes.” dedi Lestrade bütün grup kapıya doğru ilerlerken, “Başka söylemek istediğin bir şey var mı?”

“Onu hangi suçlamayla yargılayacağınızı merak ediyorum.”

“Suçlama mı efendim? Tabii ki Bay Sherlock Holmes’u öldürmeye teşebbüsten.”

“Öyle olmasın, Lestrade. Bu meselede boy göstermeye hiç niyetim yok. Sonuca vardırdığın bu harikulade tutuklamanın saygınlığı sadece sana aittir. Evet Lestrade, seni tebrik ediyorum! Her zaman gösterdiğin cesaret ve kurnazlığınla onu yakalamayı başardın.”

“Yakaladım mı? Kimi yakaladım, Bay Holmes?”

“Bütün polis kuvvetlerinin harıl harıl aradığı adamı. Sayın Ronald Adair’i, geçen ayın otuzunda Park Yolu 427 numaradaki evin ikinci katının ön penceresinden havalı tüfekle vuran Albay Sebastian Moran. Asıl suçlama bu Lestrade. Pekâlâ Watson, kırık pencereden giren soğuk havaya dayanabilirsen seni yarım saatliğine çalışma odamda birer puro içip bu meseleyi konuşmaya davet ediyorum.”

Mycroft Holmes’un ilgisi ve Bayan Hudson’ın bakımı sayesinde eski dairemizde pek bir değişiklik olmamıştı. Evet, içeri girdiğimde odanın alışılmadık derecede derli toplu olduğu gözümden kaçmadı ama eski hatıralar hâlâ yerli yerindeydi. Kimyasal deneylerini yaptığı köşe ile üzerinde asit lekesi olan ufak masa duruyordu. Yukarıdaki bir rafta, birçok insanın zevkle yakacağı ıvır zıvır kitaplar ve referans kaynakları bulunuyordu. Diyagramlar, keman çantası, pipo koyacağı, hatta içinde tütün sakladığı Acem terlikleri bile etrafıma bakınırken gözüme çarpanların arasındaydı. Odada bizi bekleyen iki kişi vardı; biri biz odaya girerken yüzü sevinçle parlayan Bayan Hudson idi, diğeri ise o geceki maceramızda önemli rol oynayan cansız manken. Arkadaşımın bal mumu modeliydi ve hayranlık uyandıracak derecede iyi yapılmıştı.

“Size tarif ettiğim bütün talimatlara uymuşsunuzdur umarım Bayan Hudson.” dedi Holmes.

“Söylediğiniz gibi dizlerimin üzerinde sürünerek gittim.”

“Harika! Çok iyi bir iş çıkardınız. Merminin nereye isabet ettiğini gördünüz mü?”

“Evet, efendim. Maalesef muhteşem büstünüzü mahvetti; çünkü tam baş kısmından geçerek duvara çarptı. Onu halıda buldum. Bakın burada!”

Holmes mermiyi bana doğru tutarak gösterdi. “Gördüğün gibi basit bir tabanca mermisi Watson. Tam bir deha ürünü. Kim bir havalı tüfekten böyle bir şeyle ateş edilmesini bekler ki! Pekâlâ, Bayan Hudson. Yardımlarınız için size minnettarım. Şimdi, Watson, seni tekrar eski koltuğunda görmek istiyorum. Seninle konuşmak istediğim birkaç nokta var.”

Hırpani paltosunu üstünden çıkarmış, büstün üzerindeki her zaman giydiği gri ropdöşambırını üzerine geçirerek benim tanıdığım eski Holmes olmuştu.

“Eski avcımız, ne sinirlerinin sağlamlığından ne de gözlerinin keskinliğinden bir şey kaybetmemiş.” dedi gülerek, büstün paramparça olmuş alnını incelerken. “Başın arka kısmının ortasından derine inmiş ve tam beyne isabet ettirmiş. Hindistan’ın en iyi nişancılarından biriydi ve onun gibi hünerleri olan birine Londra’da bir daha rastlanacağını sanmıyorum. Onun adını duymamış mıydın?”

“Hayır, duymadım.”

“Ah, ah, işte ünlü olmak zor! Ama yanlış hatırlamıyorsam asrın dehalarından biri olan Profesör James Moriarty adını da duymamıştın. Raftan biyografilerimin bulunduğu indeksi bana uzatır mısın?”

Sandalyesinde yaslanıp purosundan kalın dumanlar üfleyerek yavaşça sayfaları çevirdi.

“Benim M harfindeki koleksiyonum çok iyidir.” dedi, “Moriarty tek başına bu harfi meşhur edebilir. Ah, herkesi zehirleyen Morgan işte burada. Tiksindirici bir anısı olan Merridew ve Mathews, benim sol köpek dişimi Charing Cross’taki bekleme odasında kırmıştı ve işte, sonunda gecemizin yıldızını buldum!”

Bana kitabını uzattı, okumaya başladım:

“Moran, Sebastian, Albay. İşsiz. Eskiden 1. Bangalore İstihkâm

Alayı’nda görev yapmış. 1840 Londra doğumlu. İngiltere’nin

İran büyükelçiliğini de yapmış olan Sör Augustus Moran, C.

B.nin oğlu. Eton ve Oxford’da eğitim görmüş. Jowaki ve Afgan harekâtlarında, Charasiab, Sherpur ve Kabil’de de hizmet vermiş. ‘Batı Himalayalar’ın Av Hayvanları’ (1881) ve ‘Ormanda Üç Ay’ (1884) kitaplarının yazarı. Adresi: Conduit Sokağı. Üye olduğu Kulüpler: Anglo-Hint, Tankerville, Bagatelle Oyun Kulübü.”

Holmes kenarına bizzat not düşmüştü: Londra’nın ikinci en tehlikeli adamıdır.

“Bu çok şaşırtıcı!” dedim kitabını geri verirken, “Çok onurlu bir asker gibi yaşam sürmüş.”

“Doğrudur.” diye cevap verdi Holmes, “Hayatının belli bir dönemine kadar çok başarılıydı. Her zaman çelik gibi sinirlere sahipti ve yaralı bir kaplanın peşine düşüşü Hindistan’da hâlâ anlatılır. Bazı ağaçlar vardır Watson, belirli bir yüksekliğe çıktıktan sonra bazı tuhaflıklar göstermeye başlarlar. Bunu çoğu zaman insanlarda da görebilirsin. Benim bir teorime göre bireyler gelişimleri sırasında atalarıyla benzerlikler gösterirler. Bu yüzden doğruya ya da yanlışa sapma bazı durumlarda tamamen ataların çizgisinden gider. Kişi böylece kendi aile geçmişini temsil eder.”

“Gerçekçilikten çok uzaksın.”

“Ah, bu düşüncelerimin üzerinde ısrar etmiyorum! Sebep her ne olursa olsun Albay Moran kötülüğün pençesindeydi. Aleni bir skandal olmasa da Hindistan’da çok uzun bir süre kalamadığı kesin. Emekli olduktan sonra Londra’ya geldi ve tekrar kötü şöhretini devam ettirdi. İşte bu sırada Profesör Moriarty tarafından aranıp bulundu ve çetenin başına lider olarak geçirildi. Moriarty onu cömertçe paraya boğdu ve herhangi bir suçlunun üstesinden gelemeyeceği birinci sınıf işlerde kullandı. 1887 yılında Lauder’lı Bayan Stewart’ın ölümünü hatırlıyorsundur. Hayır mı? Ah, eminim o olayın arkasında Moran vardı ama kanıtlanamadı. Albay bu cinayeti, o kadar zekice perdelemişti ki Moriarty çetesi dağıtıldıktan sonra bile onu suçlayacak bir şey bulamadık. Senin dairene geldiğim zaman havalı tüfeklerden korktuğum için panjurları kapattığımı hatırlıyor musun? Şüphesiz benim hayal gördüğümü sanmışsındır. Oysa ne yaptığımı çok iyi biliyordum; çünkü bu müthiş tüfekten haberdardım ve arkasında dünyanın en iyi avcılarından birinin olacağını da çok iyi biliyordum. Biz İsviçre’deyken o da Moriarty ile birlikte geldi. Reichenbach yamacındaki o korkunç beş dakikayı bana yaşatan şüphesiz oydu.

Geçici olarak Fransa’da kaldığım sırada gazeteleri büyük bir ihtimamla okuduğuma ve bu adamı yakalamak için her türlü fırsatı kolladığıma inanabilirsin. O Londra’da serbest gezdiği sürece hayatımın bir anlamı yoktu. Gece gündüz onun gölgesini üzerimde hissediyordum ve er ya da geç onu yakalayacağımdan emindim. Ne yapabilirdim? Onu görür görmez vuramazdım; yoksa kendimi sanık sandalyesinde bulurdum. Sulh yargıcına başvurmanın da hiç faydası olmayacaktı. Deli saçması bir şüphe üzerine harekete geçemezlerdi. Bu nedenle hiçbir şey yapamıyordum ama suçlularla ilgili haberleri takip ediyordum ve eninde sonunda yakalanacağını biliyordum. Bunun peşi sıra Ronald Adair’in ölümü meydana çıktı. Sonunda bir şans yakalamıştım. Bu olayın arkasında Albay Moran’ın olduğundan emindim. O gençle kâğıt oynamıştı, sonra kulüpten eve kadar onu takip etmişti ve açık olan pencereden ateş ederek öldürmüştü. Bundan hiç şüphem yoktu. O mermiler tek başına onun beynini ilmik ilmik dağıtmaya yeterdi. Hemen atlayıp Londra’ya geldim. Gözcüleri tarafından fark edildim; varlığımı albaya söyleyeceklerini çok iyi biliyordum. İşlediği suç ile benim ani dönüşümü bağdaştırması an meselesiydi ve bunun üzerine çok endişelenecekti. Beni hemen ortadan kaldırmak için mutlaka bir girişimde bulunacaktı ve bunu yapmak için ölümcül silahını ortaya çıkaracaktı. Pencereden gözükecek şekilde muhteşem büstümü yerleştirdim ve ihtiyaç duyulacağına emin olduğum polislere de haber verdim. Ha, bu arada Watson, kapı girişindeki polisleri inanılmaz gözleminle fark ettiğini söylemeden geçemeyeceğim. Gözlemlemek için oldukça mantıklı bir yer tespit ettim; ama onun da saldırmak için aynı noktayı seçeceğini hiç akıl edemedim. Şimdi, sevgili Watson, sormak istediğin başka bir şey var mı?”

 

“Evet…” dedim, “Albay Moran’ın, Ronald Adair’i öldürmesindeki amaca pek açıklık getirmedin.”

“Ah sevgili dostum Watson, işte o noktada en mantıklı zihnin bile hataya düşebileceği tahminler dünyasına giriyoruz. Herkes var olan delillere dayanarak kendi hipotezini geliştirebilir ve seninki de en az benimki kadar doğru olabilir.”

“Senin de bir tahminin var ama değil mi?”

“Gerçekleri açıklamakta pek zorlanmayacağımı düşünüyorum. Albay Moran’ın ve genç Adair’in birlikte çok yüklü miktarda para kazandığı biliniyor. Şimdi, şüphesiz Moran hainlik etti, uzun zamandır bunun farkındaydım. Cinayetin işlendiği gün Adair’in, Moran’ın hile yaptığını öğrendiğini sanıyorum. Onu bir kenara çekip baş başa konuştuğuna inanıyorum ve kendi isteği ile kulübün üyeliğinden ayrılmazsa durumu herkese açıklayacağını söylediğini ve bir daha kâğıt oynamayacağına dair söz vermesi için baskı yaptığını tahmin ediyorum. Adair gibi bir gencin kendisinden yaşça büyük ve çevresi olan bir adamın adını kötüye çıkararak iğrenç bir skandala sebep olacağını sanmıyorum. Belki benim dediğim gibi davrandı. Hileli kazancıyla geçinen Moran’ın kulüplerden dışlanması onun yıkımı olurdu. Bunun üzerine, o sırada ortağının hileli oyunuyla kazandığı paranın ne kadarını geri vermesi gerektiğini hesaplamakla meşgul olan Adair’i öldürdü. Eğer evdeki bayanlar ona aniden baskın yapıp isim ve paraların ne olduğunu soracak olurlarsa diye de tedbir olarak kapıyı içeriden kilitlemişti. Bunlar yeterince inandırıcı mı?”

“Böyle olduğundan hiç şüphem yok.”

“Mahkemede ya doğruluğu ya da aksi ispat edilecek. Bu arada ne olursa olsun Albay Moran bizi bir daha rahatsız edemeyecek. Von Herder’nın ünlü havalı tüfeği ise artık Scotland Yard Müzesini süsleyecek. Ve Bay Sherlock Holmes, hayatını, Londra’nın karmaşık yaşantısının yeteri miktarda sunduğu o ilginç, ufak tefek problemlerini yeniden incelemeye adayabilecek!”

Norwood’lu Müteahhit

“Kriminal uzmanın bakış açısına göre…” diye başladı Sherlock Holmes, “Yası tutulan Profesör Moriarty’nin ölümünden beri, özellikle Londra, çekiciliğini kaybetti.”

“Birçok saygıdeğer vatandaşın seninle hemfikir olacağını sanmıyorum.” diye cevap verdim.

“Tamam tamam bencil davranmamalıyım!” dedi gülümseyerek, kahvaltı masasından sandalyesini geriye doğru çekerken. “Toplum kazançlı çıktı ama işsiz kalan bu zavallı uzman dışında hiç kimsenin kaybı olmadı. Oysa Moriarty ortalıktayken sabah gazeteleri, her zaman sonsuz sayıda ihtimalle dolu oluyordu. Çoğu zaman sadece küçücük bir iz olurdu Watson, ufacık bir işaret… Ama o bile tehlikeli dâhinin ortalıkta dolaştığını bana anlatmaya yeterdi; tıpkı bir ağın uçlarındaki en hafif titreşimlerin, ortasında sinsice dolaşan örümceği bize hatırlatması gibi. Küçük hırsızlıklar, keyfî saldırılar, sebepsizce patlak veren isyanlar… İşin aslını bilen adam için bunların birbirine bağlı bir bütün olduğunu anlamak zor değildi. Örgütlü suç dünyası konusunda eğitim alan bir öğrenci için Avrupa’daki hiçbir başkent Londra kadar büyük avantajlar sunamazdı o zamanlar. Oysa şimdi…”

Sonucun bu hâle gelmesinin en büyük sebeplerinden birinin kendisi olduğu gerçeğini bilmezden gelerek alaycı bir ifadeyle omuzlarını silkti.

Size bunları anlattığım sırada, Holmes’un geri dönüşünün üzerinden birkaç ay geçmişti ve ben, onun ricasıyla, muayenehanemi satmış, Baker Caddesi’ndeki dairemizi paylaşmak üzere geri gelmiştim. Verner adında genç bir doktor benim Kensington’daki muayenehanemi satın almıştı ve istemeye cesaret edemediğim yüksek bir fiyatı hiç tereddüt etmeden çok şaşırtıcı bir şekilde kabul etmişti. Bunun sebebi birkaç yıl sonra anlaşılmıştı; Verner, Holmes’un uzaktan akrabasıymış ve parayı aslında arkadaşım temin etmiş.

Onun iddia ettiği gibi beraberliğimiz boyunca çok da az vaka görmemiştik; çünkü notlarıma göz attığımda bu dönemde “Eski Başkan Murillo’nun Kâğıtları” vakası ve neredeyse canımıza mal olan Hollandalı buharlı gemi “Friesland” meselesi gibi vakalarda çalıştığımızı görebiliyordum. Onun soğuk ve gururlu tabiatı, toplumun beğenisini kazanma konusunda daima gönülsüz davranmasına sebep oluyordu. Kendisinden, metotlarından ya da başarılarından söz etmememi isteyip sınırlar çizerek beni müşkül duruma düşürüyordu; ancak daha önce de dediğim gibi bu yasaklamayı yeni kaldırmıştı.

Bay Sherlock Holmes garip iddiasından sonra sandalyesinde geriye doğru yaslandı. O, sabah gazetesini aheste aheste açarken zilin ısrarlı bir biçimde çalması, sonra da birinin kapıyı yumrukluyormuş gibi gürültülü bir sesin gelmesi dikkatimizi o yöne çekmişti. Kapı açılır açılmaz koridorda coşkulu bir koşuşturma, merdivenlerde de hızla yukarı çıkan birinin ayak sesleri duyuldu ve hemen arkasından vahşi bakışlı, solgun, üstü başı darmadağın, heyecandan titreyen, çıldırmış gibi bir adam odamıza daldı. İkimize de baktıktan sonra meraklı bakışlarımız karşısında nezaketsiz bir şekilde odamıza girdiğinin farkına vardı ve bir özür borcu olduğunu anladı.

“Affedersiniz, Bay Holmes!” diye bağırdı, “Beni suçlamayın! Neredeyse çıldırmak üzereyim Bay Holmes, ben çok talihsiz bir adam olan John Hector McFarlane’im.” Sadece isminin, bu ziyareti ve garip tavrını açıklamaya yeteceğini düşünüyormuşçasına söylemişti bunları sanki; ama arkadaşımın tepkisiz ifadesinden bu sözlerin benim için olduğu kadar onun için de bir anlam ifade etmediğini görebiliyordum.

“Bir puro için Bay McFarlane.” dedi kutusunu ona doğru uzatarak, “Sizin durumunuz için arkadaşım Dr. Watson size bir sakinleştirici yazacaktır eminim. Son birkaç gündür havalar ne kadar da güzel gidiyor değil mi? Şimdi, kendinizi toparladıysanız, oradaki sandalyeye oturup sakin bir şekilde kim olduğunuzu ve bizden ne istediğinizi anlatmanızı istiyorum. Adınızı sanki sizi tanıyor olmam gerekiyormuş gibi söylediniz ama emin olun, bekâr bir avukat, bir mason ve aynı zamanda astımlı bir hasta olmanız dışında hakkınızda hiçbir şey bilmediğim konusunda sizi temin edebilirim.”

Arkadaşımın metotlarını artık çok iyi bildiğimden onun tümdengelimlerini takip etmekte zorlanmamıştım. Müşterimizin giyimindeki dağınıklığı, yanındaki yasal evrakları, saatini ve nefes alışını gözlemleyerek bunları doğrulamak benim için zor olmamıştı.

“Evet, söylediğiniz her şey doğrudur, Bay Holmes ve buna ek olarak şu an Londra’nın en talihsiz adamlarından biri olduğumu söyleyebilirim. Tanrı aşkına, beni bir başıma bırakmayın, Bay Holmes! Hikâyemi bitirmeden beni tutuklamaya gelirlerse ne olursunuz tüm gerçekleri anlatmam için bana zaman vermelerini sağlayın. Sizin benim için dışarıda çalıştığınızı bilirsem hapse daha mutlu bir hâlde gideceğim.”

“Tutuklanmak mı?” diye sordu Holmes, “Bu çok, çok ilginç bir durum. Hangi suçlamayla sizi tutuklayacaklar?”

“Aşağı Norwood’lu Bay Jonas Oldacre’yı öldürmekle suçlayacaklar.”

Dostumun yüzünden, içinde memnuniyetin de olduğu bir sevecenlik okunuyordu.

“Bakın işte!” dedi, “Daha bu sabah kahvaltıdayken, ses getiren davaların artık gazetelerde yayımlanmadıklarını arkadaşım Dr. Watson’a söylüyordum.”

Ziyaretçimiz, titreyen elini uzatarak hâlâ Holmes’un dizlerinde duran Daily Telegraph”ı aldı.

“Eğer gazeteye baksaydınız bu sabah, size hangi amaçla geldiğimi anlardınız. Adımın ve talihsizliğimin herkesin ağzına dolandığını düşünüyorum.” Gazetenin ana sayfasını göstermek için açtı. “İşte burada, izin verirseniz size okumak istiyorum. Bunu dinleyin, Bay Holmes. Başlıklar şöyle:

Aşağı Norwood’daki Gizemli Olay. Ünlü Bir Müteahhidin Kayboluşu. Cinayet ve Kundaklamadaki Şüpheler. Suçluya Ait Bir İpucu.

Bu ipucunun üzerinde duruyorlar, Bay Holmes ve doğrudan beni işaret ettiğini biliyorum. Beni Londra Köprüsü İstasyonu’ndan beri takip ediyorlar ve tutuklamak için sadece tutuklama emrinin çıkmasını bekliyorlar. Annem çok üzülecek, çok üzülecek!”

Endişeyle ellerini sıkmaya başladı ve sonra da sandalyesinde bir ileri bir geri sallandı. Bir cinayete adı karışmış bu adamı ilgiyle incelemeye başladım. Sarışındı, yakışıklıydı, olumsuz bir intiba bırakacak derecede solgundu ve korku dolu mavi gözleri, sinekkaydı tıraşı ile zayıf, hassas bir ağız yapısı vardı. Yirmi yedi yaşında olmalıydı ve üzerindeki giysilerle tam bir beyefendiye benziyordu. Yazlık, hafif pardösüsünün cebinden, mesleğini belli eden dosyalı bir evrak çıkmıştı. “Geri kalan zamanımızı iyi değerlendirmeliyiz.” dedi Holmes, “Watson, sana zahmet olmazsa gazeteyi alıp söz konusu paragrafı okuyabilir misin?”

Müşterimizin okuduğu etkili başlıkların altındaki yazıyı okumaya başladım:

“Dün gece geç saatlerde ya da sabaha karşı, Aşağı Norwood’da bir olay meydana gelmiştir ve maalesef ciddi bir suçun işlendiği ortaya çıkmıştır. Bay Jonas Oldacre, bölgede uzun yıllar boyunca müteahhitlik işiyle uğraşmıştır ve o bölgenin tanınmış sakinlerinden biridir. Elli iki yaşındaki Bay Oldacre bekârdır ve Sydenham’deki Deep Dene Malikânesi’nde yaşamaktadır. Çok tuhaf alışkanlıkları, ketum ve çekingen tavırlarıyla tanınmaktadır. Birkaç yıldır mesleğini yapmıyordu; çünkü dediğine göre oldukça yüklü bir servete sahip olmuştu; ancak ufak bir kereste deposu hâlâ faaliyet göstermekteydi. Evin arka tarafında olan bu yerde, dün gece saat on iki sularında, istiflenmiş yığınların yanmakta olduğu alarmı verilmişti. İtfaiye kısa sürede olay yerine ulaşmıştı; ancak kuru keresteler tutuşmuştu ve yangın itfaiyecilerimiz tarafından güçlükle kontrol altına alınmıştı. Sonuç olarak kereste yığını tamamen ziyan olmuştu.

Bu noktaya kadar olay kaza görünümü veriyordu. Ancak yeni bulgular ciddi bir suçun işlendiğini gösteriyor. Tesis sahibinin olay yerinde bulunmaması merak uyandırdı ve hemen peşinden bir soruşturma başlatılınca bu kişinin ortadan kaybolduğu ortaya çıktı. Odasında yapılan bir tahkikatın sonucunda yatağında hiç yatmadığı, içeride bulunan bir kasanın açık olduğu, önemli evrakların odaya saçıldığı ve son olarak ölümcül bir mücadelenin verildiğine dair ipuçlarına rastlandığı söyleniyor. Odada, meşe kaplamalı bir bastonun sap kısmında da hafif kan izleri görülmüştür. Bay Jonas Oldacre’nın o gece geç saatte odasına bir ziyaretçi kabul ettiği biliniyor ve içeride bulunan bastonun, Graham & McFarlane, 426 Gresham Binaları, E. C.nin genç ortaklarından ve Londralı Avukat yapan John Hector McFarlane’e ait olduğu kanıtlanmış durumdadır. Polis, ellerinde bulunan delillerin yeterli ve inandırıcı olduğunu savunuyor. Bunun yanı sıra, ses getiren gelişmelerin olacağı şüphe götürmüyor.

Sonradan öğrenildiğine göre Bay John Hector McFarlane’in, Bay Jonas Oldacre’yı öldürme suçundan tutuklandığı iddia edilmektedir. En azından bir tutuklama emrinin çıktığı biliniyor. Buna ilaveten Norwood araştırmasında daha kötü gelişmeler yaşanmış. Bu talihsiz müteahhidin odasında bir mücadelenin yaşandığını gösteren izlerin yanı sıra, zemin katta bulunan yatak odasının balkon kapısının açık bırakıldığı ve oldukça büyük bir nesnenin kereste yığınına doğru sürüklenerek götürüldüğü biliniyor. Yangının külleri arasında kömürleşmiş artıkların bulunduğu iddia ediliyor. Polisin teorisi oldukça ses getiren bir suçun işlendiği yönündedir: Kurban odasında öldüresiye dövüldü, evrakları yağmalandı, ceset kereste yığınına doğru sürüklendi ve işlenen cinayetin tüm izlerini örtmek için yakıldı. Soruşturma, Scotland Yard’dan Müfettiş Lestrade’in deneyimli ellerine bırakılmıştır. Kendisinin her zamanki enerjisi ve bilgisi ile ipuçlarının peşine düşeceğini biliyoruz.”

 

Sherlock Holmes bu olağanüstü hikâyeyi parmak uçlarını birleştirip gözlerini kapatarak dinledi.

“Bu davanın ilginç yönleri var.” dedi her zamanki durgunluğu ile, “İlk olarak şunu sormak istiyorum Bay McFarlane, sizin tutuklanmanızı sağlayacak onca delil varken nasıl oluyor da siz hâlâ özgür dolaşabiliyorsunuz?”

“Ailemle birlikte Torrington Lodge, Blackheath’te yaşıyorum Bay Holmes. Ama dün gece geç saatlere kadar Bay Jonas Oldacre ile çalışmak zorunda kaldım ve bundan dolayı da Norwood’da bir otelde kaldım. İşime oradan gittim. Sizin biraz önce duyduklarınızı ben trende işime giderken öğrendim. Durumumun ne kadar tehlikeli olduğunu anlar anlamaz davamı sizin ellerinize teslim etmek için hemen buraya koştum. Şüphesiz ya şehirdeki ofisimde ya da evimde tutuklanacaktım. Bir adam beni Londra Köprüsü İstasyonu’ndan beri takip ediyor ve eminim… Aman Tanrı’m, bu da ne?”

Zilimiz çalınmıştı ve hemen peşinden merdivenlerde ayak sesleri duyduk. Bir dakika sonra, eski arkadaşımız Lestrade’i kapımızda gördük. Arkasında iki tane üniformalı polisin beklediğini fark ettim.

“Bay John Hector McFarlane siz misiniz?” dedi Lestrade.

Müşterimiz, sapsarı bir yüzle ayağa kalktı.

“Aşağı Norwood’lu Bay Jonas Oldacre’yı taammüden öldürme suçundan sizi tutukluyorum.”

McFarlane bize kederle dönüp baktı, sonra da mahvolmuş bir hâlde sandalyesine yığılıp kaldı.

“Bir dakika, Lestrade!” dedi Holmes, “Tutuklamanın yarım saat önce veya sonra yapılması sizin için pek fark etmeyecek; fakat bu beyefendi bu ilginç olayın ayrıntılarını bize anlatmak üzereydi. Söyleyeceklerinin meseleyi aydınlatması açısından size yardımcı olabileceğine inanıyorum.”

“Bence aydınlatacak bir mesele kalmadı.” dedi Lestrade merhametsizce.

“Yine de izninizle onun anlatacaklarını dinlemek istiyorum.”

“Pekâlâ, Bay Holmes, sana karşı gelirsem haksızlık etmiş olurum; çünkü geçmişte bir iki defa polise yardımın oldu. Sana Scotland Yard olarak bir iyilik borcumuz var.” dedi Lestrade, “Fakat tutuklumun yanında kalmalıyım ve söyleyeceği her şeyin aleyhinde delil olarak mahkemede kullanılabileceğini de ilave etmeliyim.”

“Başka bir şey istemiyorum zaten.” dedi müşterimiz, “Tek istediğim, beni dinlemeniz ve gerçekleri görmeniz.”

Lestrade saatine göz attı. “Sadece yarım saatiniz var.” dedi.

“Önce şunu açıklamak istiyorum.” dedi McFarlane, “Ben Bay Jonas Oldacre’yı tanımıyordum. Ama adı bana aşinaydı. Çünkü yıllar önce ailemin onunla görüştüğünü ancak zamanla aralarındaki bağın koptuğunu biliyorum. Bu nedenle dün öğleden sonra saat üç sularında şehirdeki ofisime pat diye gelince çok şaşırdım. Hatta gelme amacını anlatınca daha da şaşırdım. Elinde, bir defterden koparılarak üstüne bir şeyler karalanmış birkaç sayfa vardı. Bakın buradalar, sonra da o kâğıtları masamın üzerine bıraktı.

‘Size vasiyetimi sunuyorum.’ demişti, ‘Bunu yasal bir hâle getirmenizi istiyorum, Bay McFarlane. Siz bu işlemi yaparken ben de burada oturacağım.’

Ben hemen yazmaya başlamıştım. Birkaç istisna dışında bütün varlığını bana bıraktığını görünce nasıl şaşırdığımı tahmin edebilirsiniz. Tavşan görünümlü tuhaf bir adamdı, beyaz kirpikleri vardı. Kafamı kaldırıp ona göz attığımda o, keskin, gri gözlerini bana dikmiş, eğleniyormuşçasına bakıyordu. Vasiyeti okurken gözlerime inanamamıştım. Bekâr olduğunu, yaşayan akrabasının pek bulunmadığını, çocukluğunda ailemi çok iyi tanıdığını, benim her şeye layık genç bir adam olduğumu duyduğunu, parasının, değerini bilen birinin elinde bulunacağından emin olduğunu anlattı bana. Tabii ben de ancak kekeleyerek teşekkür edebilmiştim. Neyse, vasiyetname hazırlanıp imzalandı ve kâtibim tarafından gözden geçirildi. Bütün bunlar buradaki mavi kâğıtta yazılı ve bu elimdekiler, size de anlattığım gibi vasiyetin taslaklarıdır. Her neyse bunun üzerine Bay Jonas Oldacre, bina kontratları, tapu senetleri, ipotekler, muvakkat senetleri gibi birtakım evrakların daha olduğunu ve onları görüp öğrenmem gerektiğini söyledi. Her şeyi bir karara bağlamadan içinin rahat etmeyeceğini anlattı ve o gece vasiyeti de yanıma alarak maddeleri düzenlemek amacıyla benim Norwood’a gelmem için yalvardı. ‘Unutma, oğlum, her şeyi halletmeden ailene bu mesele hakkında tek kelime etmeyeceksin. Onlara sürpriz yapacağız.’ Bu konuda çok ısrarcıydı ve sadakatle söz vermemi istedi.

Onun isteyebileceği herhangi bir şeyi reddedecek bir durumda olmadığımı tahmin edebilirsiniz, Bay Holmes. O benim velinimetimdi ve onun isteklerini yerine getirmek benim tek arzum olmuştu. Bu sebepten eve bir telgraf çekip çok önemli bir işle meşgul olduğumu, ne kadar gecikeceğimi söylememin imkânsız olduğunu yazdım. Bay Oldacre, saat dokuzda -çünkü o saatten önce evde olamayacağını belirtti- kendisiyle akşam yemeği yememi istedi. Ancak evini bulmakta zorlandım ve oraya ulaşabildiğimde saat dokuz buçuğa yaklaşıyordu. Onu…”

“Bir dakika!” dedi Holmes, “Kapıyı kim açtı?”

“Orta yaşlı bir kadın açtı. Herhâlde hizmetçisiydi.”

“Ve o da herhâlde, size adınızla hitap etti, değil mi?”

“Evet.” dedi McFarlane.

“Lütfen devam edin.”

McFarlane terlemiş alnını sildikten sonra hikâyesine devam etti.

“Bu bayan çok sade bir yemeğin hazırlandığı oturma odasına götürdü beni. Yemeğimiz bittikten sonra Bay Jonas Oldacre ile çok ağır bir kasanın bulunduğu bir yatak odasına gittik. Kasayı açıp bir sürü evrak çıkardıktan sonra bunların üzerinden teker teker geçtik. İşimiz, saat on birle on iki arasında bitmişti. Hizmetçiyi rahatsız etmememiz gerektiğini söyledi. Orada bulunduğum sürece açık olan Fransız pencerelerden çıkmamı söyledi.”

“Stor perdeler kapalı mıydı?” diye sordu Holmes.

“Emin değilim ama sanıyorum yarıya kadar indirmişti. Ah, evet, pencereleri açmak için onları yukarı kaldırdığını şimdi hatırlıyorum. Bastonumu koyduğum yeri bir türlü bulamamıştım ve o da ‘Boş ver oğlum, umarım bundan sonra sık sık görüşeceğiz. Tekrar almaya gelene kadar senin için saklayacağım.’ dedi. Kasa açıkken ve masanın üzeri bir yığın evrakla doluyken onu öylece orada bırakıp gittim. Saat o kadar geç olmuştu ki Blackheath’e dönemeyeceğimi anlayarak geceyi Anerley Arms’da geçirmeye karar verdim. Korkunç olayı bu sabah gazetede okuyana kadar hiçbir şeyden haberim olmamıştı.”

“Başka sormak istediğin bir şey var mı Bay Holmes?” dedi Lestrade. Bu olağanüstü açıklamayı dinlerken onun bile merakla kaşlarını kaldırdığını görmüştüm.

“Blackheath’i araştırana kadar hayır, soracak bir şeyim yok.”

“Norwood demek istedin galiba.” dedi Lestrade.

“Ah, evet, şüphesiz onu demek istemişimdir.” dedi Holmes gizemli gülümsemesiyle. Lestrade’in bundan önce defalarca tecrübe etmiş olduğu bir şey varsa o da bu keskin zekânın, kendisinin göremediği şeylere nüfuz ettiği gerçeğiydi. Arkadaşıma merakla baktığını fark ettim.

“Sanıyorum seninle konuşmam gerekiyor Holmes.” dedi, “Bakın, Bay McFarlane, iki polisim kapıda duruyor ve aşağıda da dört tekerlekli bizi bekliyor.” Perişan olmuş genç adam ayağa kalktı ve odadan çıkmadan önce son bir defa yalvaran gözlerle bize baktı. Polis memurları ona arabaya kadar eşlik ederken, Lestrade geride kalmıştı.

Holmes vasiyetin taslağını eline almış, büyük bir ilgiyle incelemeye başlamıştı bile.

“Bu evraklarla ilgili bazı tuhaf noktalar var Lestrade, öyle değil mi?” dedi ona uzatarak.

Müfettiş kâğıtları şaşırmış bir ifadeyle inceledi.

“İlk birkaç satırını, ikinci sayfanın ortasındakileri ve sondan bir iki cümleyi rahat okuyabiliyorum. Bunlar bayağı okunaklı.” dedi, “Ama aradaki yazılar çok kötü, hatta en az üç yerini hiç okuyamıyorum…”