Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

“Ama iki kez evine girilmiş.”

“Öf! Nasıl aramaları gerektiğini bilmiyorlar.”

“Sen nasıl arayacaksın?”

“Aramayacağım.”

“O zaman ne yapacaksın?”

“Onun bana göstermesini sağlayacağım.”

“Kabul etmez.”

“Öyle bir şansı olmayacak… Ama tekerlek sesleri duyuyorum. Arabası geldi. Şimdi söylediklerimi harfiyen uygulamalısın.”

Arkadaşım konuşurken caddenin dönemecinde, bir arabanın yan ışıklarının parıltısı gözüktü. Küçük, şirin bir lando arabasıydı ve takırdayarak Briony Lodge’ın kapısına kadar geldi. Yaklaşırken serseri adamlardan biri, biraz para almak amacıyla arabanın kapısına koşturdu; ama aynı niyetle koşan başka biri onu dirsekleriyle ittirdi. Bunun üzerine kavga etmeye başladılar ve serserilerden birinin tarafını tutan iki bekçiyle, diğerinin tarafını tutan bileycinin sayesinde ortalık daha da kalabalıklaştı. Anında arabadan inen kadın, birbirlerine yumruklarıyla, sopalarla vahşice girişen, yüzleri kızarmış hâlde mücadele eden erkeklerin arasında buldu kendini. Holmes kadını korumak amacıyla fırladı ama tam ona uzanacakken kadın çığlık attı ve Holmes, yüzü kanlar içinde yere düştü. O düşer düşmez bekçiler ve serseriler tabana kuvvet oradan kaçıp farklı yönlere dağıldılar. Olayı izleyip hiçbir şeye karışmayan daha iyi giyimli insanlar hemen yanlarına gidip hem kadına hem de yaralı adama yardımcı olmak istediler. Irene Adler -ki ona bu şekilde hitap etmeyi tercih ediyorum- hemen merdivenlerden koşmaya başladı ama en yukarı çıkınca durdu ve holden gelen ışığın yansımasıyla o muhteşem hatlarını sergileyerek tekrar caddeye baktı.

“Zavallı beyefendi, yarası ağır mı?” diye sordu.

“Ölmüş!” diye bağırdı birkaç kişi.

“Hayır, hayır, hâlâ yaşıyor!” dedi bir diğeri. “Ama hastaneye yetiştiremeden ölebilir.”

“Çok cesur bir adam.” dedi bir kadın. “O olmasaydı kadının cüzdanıyla saatini çoktan almışlardı. Onlar bir çeteydi, hem de çok zorlu bir çete. Ah, şimdi nefes alıyor!”

“Caddede böyle yatmamalı. İçeri getirelim mi bayan?”

“Tabii ki. Oturma odasına taşıyalım. Orada rahat bir kanepe var. Bu taraftan lütfen!”

Yavaşça ve büyük bir ciddiyetle onu Briony Lodge’a getirip büyük odaya yatırdılar. Ben ise olanları pencere kenarındaki nöbet yerimden izliyordum. Lambalar yakılmıştı; ama perdeler kapatılmadığından Holmes’u kanepede yatarken çok net görebiliyordum. Oynadığı oyundan dolayı vicdan azabı çekip çekmediğini bilmiyordum ama komplo kurduğumuz bu muhteşem kadını gördüğüm an, özellikle de yaralı adamın başında büyük bir lütuf ve hayırseverlikle dururken hayatımda hiç utanmadığım kadar utanmıştım. Ancak Holmes’un bana güvenerek verdiği görevden geri çekilirsem ona en büyük ihanetlerden birini yapmış olacaktım. Duygularımı bir kenara bırakıp paltonun içinden sis bombasını çıkardım. Ne de olsa ona zarar vermiyoruz, diye düşündüm. Sadece onun başkasına zarar vermesine engel oluyorduk.

Holmes koltukta oturarak biraz havaya ihtiyacı varmış gibi ellerini salladı. Bir hizmetçi koşturarak camı açtı. Tam o sırada Holmes’un elini kaldırdığını gördüm ve sinyali alır almaz sis bombasını içeri fırlatıp “Yangın var!” diye bağırdım. Kelimeler ağzımdan dökülür dökülmez etraftakiler, iyi ve kötü giyimlisiyle adamlar, seyisler ve hizmetçiler, “Yangın var!” diye hep bir ağızdan bağırmaya başladılar. Kalın duman bulutları odayı kaplayıp açık camdan dışarı yayıldı. Bir an için koşuşturan figürler gördüm ve bir dakika sonra da Holmes’un bunun yanlış bir alarm olduğunu söyleyen teskin edici sözlerini duydum. Bağıran kalabalığın arasından çıkarak köşeye doğru yöneldim, on dakika sonra arkadaşım yanıma geldi ve kol kola bu karmaşadan uzaklaştık. Edgeware yoluna sapan sakin sokaklardan birine gelene kadar arkadaşım, yaklaşık birkaç dakika hızlıca ve sessizce yürüdü.

“Çok iyiydin doktor!” dedi. “Bundan daha iyi olamazdı! Her şey yolunda.”

“Fotoğrafı aldın mı?”

“Nerede olduğunu biliyorum.”

“Nasıl öğrendin?”

“Sana söylediğim gibi bana gösterdi.”

“Hâlâ bir şey anlamadım.”

“Bunu bir gizem hâline getirmek istemiyorum.” dedi gülerek. “Olay çok basitti. Sokaktaki herkesin suç ortağım olduğunu anladın tabii… Hepsini bu akşam için tutmuştum.”

“O kadarını tahmin etmiştim.”

“Kavganın çıktığı sırada avcumda biraz kırmızı boya vardı. Oraya koştum, kendimi yere attım, elimle yüzüme dokundum ve merhamet uyandıran bir görüntü sergiledim. Bu, eski bir numaradır.”

“Bunu da anlamıştım.”

“Sonra beni içeri taşıdılar. O kadın beni içeri almaya mecburdu. Başka ne yapabilirdi ki? Tam şüphelendiğim odaya, yani oturma odasına buyur edildim. Ya orası olacaktı ya da yatak odası ve inan bana, ikisini de görmeden o evden dışarı adımımı atmazdım. Beni bir kanepeye yatırdılar, biraz temiz hava almak istedim ve böylece pencereyi açmak zorunda kaldılar. Bunun üzerine sen devreye girdin.”

“Benim nasıl bir yardımım dokundu?”

“Yardımın çok önemliydi. Bir kadın, evinde yangın çıktığını sandığında içgüdüsel olarak en değer verdiği şeye doğru koşar. Bu, üstesinden gelinemeyecek bir dürtüdür ve bu avantajdan birden fazla kez yararlanmışımdır. Darlington Substitution Skandalı’nda ve Arnsworth Kalesi işinde bana çok yararı dokunmuştur. Evli bir kadın, bebeğine yönelir; bekâr olanı ise mücevher kutusuna. Şimdi, belli ki bugünkü kadın, bizim aradığımız şeyden daha değerli bir varlığa sahip değildi evinde. O yüzden onu güvenceye almalıydı. Yangın alarmı takdire şayandı. Duman ve çığlıklar, herkesin sinirini bozacak nitelikteydi. O da tam beklediğim gibi davrandı. Fotoğraf, çan ipinin hemen üzerinde bulunan sürgülü panelin gizli bir yerinde duruyor. Bir saniye içinde oradaydı, hatta fotoğrafın yarısını gördüm. Yanlış alarm olduğunu söylediğimde onu yerine koydu, sis bombasına göz attı ve odadan fırladı. Sonra onu bir daha görmedim. Ayağa kalkıp bahaneler bularak evden kaçtım. Fotoğrafa el koyma girişiminde bulunup bulunmama arasında bocaladım; ama o sırada arabacı içeri girmişti ve bana göz ucuyla baktığından biraz daha beklemenin güvenli olacağına karar verdim. Aceleci davranırsam her şeyi mahvedebilirdim.”

“Peki, şimdi ne olacak?”

“Araştırmamız neredeyse bitti. Yarın kral ve seninle birlikte Irene Adler’a gideceğim ve eğer gelmek istersen tabii… Kadını beklememiz için bizi oturma odasına alacaklar ama sanıyorum o gelene kadar ne bizden ne de fotoğraftan eser kalacak. Majestelerinin fotoğrafı kendi elleriyle alması, kendisini yeterince tatmin edecektir sanıyorum.”

“Saat kaçta orada oluruz?”

“Sabah sekizde. Muhtemelen uyanmıştır. Ortalık da pek kimse olmaz. Ayrıca çabuk olmalıyız çünkü evliliği, hayatında ve alışkanlıklarında değişiklikler yaratmış olabilir. Gecikmeden krala telgraf çekmeliyim.”

Baker Caddesi’ne ulaştığımızda kapının önünde biraz oyalandık. Holmes, cebindeki anahtarları aradığı sırada yanımızdan geçen biri.

“İyi geceler, Bay Sherlock Holmes!” dedi.

O sırada kaldırımda birçok kişi vardı; ama selam verenin yanımızdan hızla geçen paltolu, zayıf bir delikanlı olduğunu sanıyorum.

“Ben o sesi daha önce duydum.” dedi Holmes loş caddeye bakarak. “Merak ettim şimdi. Acaba kimdi?”

***

O gece Baker Caddesi’nde kaldım, sabah tost ve kahvemizle meşgul olurken Bohemya kralı aniden içeri girdi.

“Gerçekten ele geçirdiniz mi?” diye bağırdı Sherlock Holmes’u iki omzundan kavrayıp gözlerinin içine sabırsızlıkla bakarken.

“Henüz değil.”

“Ama ümitlisiniz, değil mi?”

“Ümitliyim.”

“O zaman gidelim. Bir an önce oraya gitmek için sabırsızlanıyorum.”

“Araba çağırmalıyız.”

“Hayır gerek yok, benim arabam aşağıda bekliyor.”

“Gidelim o hâlde.”

Dışarı çıkıp bir kez daha Briony Lodge’a doğru yola koyulduk.

“Irene Adler evlendi.” dedi Holmes.

“Evlendi mi? Ne zaman?”

“Dün.”

“Ama kiminle?”

“Norton adında İngiliz bir avukatla.”

“Ama o adamı seviyor olamaz.”

“Sevmesini ümit edelim.”

“Neden ümit edelim?”

“Çünkü böylece majesteleri, ileride başına gelebilecek her türlü beladan kurtulmuş olacak. Eğer bu bayan, kocasını seviyorsa o zaman majestelerini sevmiyor demektir. Eğer majestelerini sevmiyorsa o zaman majestelerinin planlarını altüst etmesi için hiçbir sebep yok demektir.”

“Haklısınız. Ama… Ya… Keşke benim karım olsaydı! Ne kadar da güzel bir kraliçe olurdu!” Yeniden umutsuz bir sessizliğe büründü ve Serpentine Caddesi’ne kadar konuşmadı.

Briony Lodge’ın kapısı açıktı ve yaşlıca bir bayan merdivenlerde duruyordu. Arabadan inerken bize alaylı bir şekilde bakıyordu.

“Bay Sherlock Holmes siz misiniz?” diye sordu kadın.

“Evet, Bay Holmes benim.” diye cevap verdi arkadaşım, sorgulayıcı ve şaşkın bakışlarla.

“Elbette! Hanımım sizin geleceğinizi söylemişti. Bu sabah eşiyle birlikte saat 5.15 treniyle Charing Cross’tan Amerika’ya hareket ettiler.”

“Ne!” Sherlock Holmes hüsran ve şaşkınlıktan bembeyaz kesilerek arkaya doğru sendeledi. “Yani İngiltere’den ayrıldıklarını mı söylemek istiyorsunuz?”

“Hem de geri dönmemek üzere!”

“Peki ya belgeler?” diye sordu kral kısık sesle. “Hepsi gitti!”

“Göreceğiz…” dedi Holmes. Hizmetçinin yanından hızla oturma odasına koştu. Kral ve ben de peşinden gittik. Her yer etrafa saçılmış eşyalarla doluydu. Sanki kadın, kaçmadan önce her tarafı yağmalamıştı, raflar boşaltılmıştı ve çekmeceler açıktı. Holmes çan ipine koştu, küçük bir sürgüyü şiddetle çekti ve elini daldırarak bir fotoğraf ile mektup çıkardı. Fotoğrafta gece elbisesi giymiş Irene Adler’ın ta kendisi vardı ve mektubun üstünde “Sayın Sherlock Holmes, almaya geldiğinde elden verilecek.” yazılıydı. Arkadaşım hemen yırtarak zarfı açtı, hep birlikte okuduk. Üzerinde bir önceki gece yarısının saati ve tarihi yazıyordu. Mektup şöyleydi:

Sevgili Sherlock Holmes,

Gerçekten çok başarılıydınız. Beni iyi kandırdınız. Yangın alarmı çıkana kadar hiç şüphelenmemiştim. Sonra planlarımı nasıl bozduğumu fark edince düşünmeye başladım. Aylar önce sizin hakkınızda beni ikaz etmişlerdi. Bana, eğer kral bir ajan tutarsa bunun kesinlikle siz olacağını söylediler. Adresinizi bana vermişlerdi. Fakat her şeyden şüphelenmeme rağmen, tatlı, şeker bir papaz hakkında kötü şeyler düşünemedim; ama biliyorsunuz, ben aktris olarak yetiştim. Erkeklerin kılık değiştirmesi benim için yeni bir şey değil. Hatta sık sık bu kıyafetlerin verdiği özgürlükten ben de yararlanıyorum. Sizi izlemesi için arabacı John’u gönderdim ve sonra da yukarı, elbise dolabıma koştum. Siz ayrılırken ben aşağı iniyordum.

 

Kapınıza kadar sizi takip ettim ve meşhur Sherlock Holmes’un ilgi alanında olup olmadığıma emin oldum. Sonra, biraz düşüncesizlik edip size iyi geceler diledim ve kocamı görmek için Temple’a doğru yola koyuldum.

Böyle zorlu bir rakip bizi takibe aldığına göre en iyi çözümün kaçmak olacağına karar verdik. Böylece yarın geldiğinizde evimin boş olduğunu göreceksiniz. Fotoğrafa gelince; müşterinizin içi rahat olsun. Ondan daha iyi bir adamı seviyor ve seviliyorum. Kral, zalimlik yaptığı kişinin artık ayak bağı olmayacağını bilsin. Fotoğrafı, kendimi güvenceye almak için yanımda taşıyorum. İleride bana verilebilecek herhangi bir zarardan korunmak istiyorum. Kralın saklamak isteyeceği bir fotoğraf bırakıyorum. Hoşça kalın Sevgili Bay Sherlock Holmes…

Saygılarımla,

Irene Norton,

Kızlık soyadıyla Adler

“Ne kadın ama ne kadın!” diye bağırdı Bohemya kralı mektubu okuduktan sonra. “Size ne kadar hızlı ve azimli olduğunu söylemiş miydim? İyi bir kraliçe olmaz mıydı? Benimle aynı statüde olmaması çok yazık!”

“Bayan Adler tanıdığım kadarıyla gerçekten de majesteleri ile aynı seviyede değil.” dedi Holmes soğuk bir şekilde. “Majesteleri için bu işi daha başarılı bir şekilde halledemediğim için çok üzgünüm.”

“Aksine, sevgili bayım!” diye bağırdı kral. “Bundan daha başarılı olamazdınız. Onun, sözünü asla çiğnemeyeceğini biliyorum. Şu an fotoğraf, ateşe atılmış kadar güvendeyiz.”

“Majestelerinin bu şekilde konuşmasına sevindim.”

“Size çok şey borçluyum. Lütfen sizi nasıl ödüllendirebileceğimi söyleyin. Bu yüzük…” Yılan şeklindeki zümrüt yüzüğünü çıkarıp arkadaşımın avcuna bıraktı.

“Majesteleri, bundan daha çok değer vereceğim bir şeye sahip.” dedi Holmes.

“Söyleyin yeter ki!”

“Bu fotoğraf!”

Kral şaşkınlık içinde bakakaldı.

“Irene’in fotoğrafı!” diye bağırdı. “Tabii, eğer dileğiniz buysa…”

“Çok teşekkür ederim, majesteleri. Artık yapabileceğimiz başka bir şey kalmadı. Size iyi günler diliyorum.” dedi ve kralın önünde eğildi. Kendisine uzanan ele dikkat etmeden arkasını dönüp beni de beraberinde sürükleyerek evine doğru yola koyuldu.

Anlattıklarım, Bohemya Krallığı’nı tehdit eden büyük bir skandalı ve bir kadının ince zekâsının, Bay Sherlock Holmes’u nasıl yendiğini gösteren bir hikâyeydi. Holmes, eskiden kadınların zekâsıyla çok eğlenirdi ama bir süredir ondan böyle şeyler duymuyorum. Irene Adler’dan veya fotoğrafından söz açılınca “o kadın”dan hep saygıyla bahseder…

Kızıl Saçlılar Kulübü

Geçen senenin sonbaharında bir gün, dostum Sherlock Holmes’a uğramaya karar verdim; fakat iri yarı, kırmızı yüzlü, kıpkızıl saçlı yaşlıca bir bey ile derin bir sohbete dalmış hâlde buldum kendisini. Davetsiz geldiğim için özür diledim ve tam ayrılacakken Holmes beni sertçe odaya çekip kapıyı kapadı.

“Bundan daha iyi bir zamanda gelemezdin, sevgili Watson!” dedi içtenlikle.

“Meşgul olmanızdan korktum.”

“Öyleyim. Hem de fazlasıyla.”

“O zaman yan odada bekleyebilirim.”

“Kesinlikle olmaz! Bu bey, başarılı olduğum birçok davada hem ortağım hem de yardımcım olmuştur, Bay Wilson. Sizin meselenizde de bana çok yardımı dokunacağından hiç şüphem yok.”

İri yarı adam beni selamlamak için sandalyesinden hafifçe kalkarken sorgulayıcı, küçük, torbalı gözleriyle bana baktı.

“Kanepeye geç.” dedi Holmes. Tekrar koltuğuna oturdu ve eleştirme havasında olduğu zamanlarda yaptığı gibi parmak uçlarını birleştirdi. “Biliyorum sevgili Watson, günlük hayatın alışkanlıkları ve monotonluğu dışında olan her türlü gariplikten benim gibi sen de hoşlanıyorsun. Bu yaşantımızdan aldığın hazzı ve coşkunluğu, maceralarımızı yazıya dökerek gösterdin ve söylememe izin verirsen küçük maceralarımızda bu özelliğimizi biraz abartarak ifade ettin.”

“Senin araştırmaların elbette bende büyük merak uyandırdı.” dedim.

“Geçen gün Bayan Mary Sutherland bize basit meselesini anlatmadan önce konuştuklarımızı hatırlıyor musun? Alışılmamış sonuçlar ve olağanüstü uyuşmaların hayatın içinde olduğunu ancak bunları görmek için hayal gücünden çok cesaret gerektiğini söylemiştim.”

“Şüphe etmeye cesaret ettiğim bir düşünce.”

“Evet doktor, ama yine de biraz sonra benim bakış açıma geleceğine inanıyorum. Böyle olmasaydı üst üste bir sürü gerçeği sıralardım; ta ki kendi söylediklerinin altında ezilip benimkileri kabul edene kadar. Her neyse, Bay Jabez Wilson, tüm iyi niyetiyle bu sabah bana uğradı ve öyle bir hikâye anlattı ki uzun zamandır böylesine rastlamamıştım. Daha önce de söylediğim gibi en tuhaf ve en ilginç olayları büyük suçlarla değil, ufak suçlarla bağdaştırabiliriz ve tabii ki kesinleşmiş suçlarda her zaman şüphe için yer vardır. Dinlediğim kadarıyla şu anki davanın bir suçla ilgisi olup olmadığını söylemem zor; ama olaylar zinciri, bunun, dinlediğim en ilginç hikâyelerden biri olduğunu ortaya koyuyor. Belki, Bay Wilson, hikâyenizi yeniden anlatma lütfunda bulunursunuz. Sadece arkadaşım Dr. Watson giriş bölümünü kaçırdığı için değil, ben de oldukça tuhaf hikâyenizi sizin ağzınızdan hevesle tekrar dinlemek istiyorum. Alışkanlığım gereği, olayların en ufak ayrıntılarını dinlerken aklıma gelen binlerce benzer davayı göz önüne alıp onları sonuca ulaşmak için rehber olarak kullanıyorum. Oysa itiraf etmeliyim ki şimdiki olayda anlattıklarınızın eşi benzeri yoktur.”

Bu iri yarı müşteri, söylenenlerden gururlanarak göğsünü biraz kabarttı ve paltosunun iç cebinden pis ve buruşuk bir gazete çıkardı. İlanı bulup gazete sayfasını düzeltti ve dizlerinin üzerine koydu. Arkadaşımı taklit ederek adamı iyice incelemeye çalıştım ve kıyafetiyle dış görünüşünün sunduğu ipuçlarını yorumlamakla uğraştım.

Ancak pek ilerleme kaydedemedim. Ziyaretçimiz ortalama bir İngiliz eşrafı gibi şişman, görkemli ve yavaştı. Bol, gri kareli çoban pantolonu, düğmeleri açık ve çok temiz olmayan bir redingot ile açık kahverengi bir yelek giymişti. Yeleğinin cebindeki Albert zincirinin ucundan, sivri uçlu pirinçten yapılmış kare bir metal parçası sarkıyordu. Yıpranmış bir şapka ile buruşuk kadife yakalı, solmuş kahverengi bir palto, yanındaki sandalyede duruyordu. Kıpkırmızı saçları ve çok üzüntülü, memnuniyetsiz yüz ifadesi dışında pek belirgin bir özelliği yoktu.

Sherlock Holmes keskin gözleriyle ne yapmaya çalıştığımı hemen anladı ve inceleyen bakışlarımı fark edince gülümseyerek kafasını salladı. “Müşterimizin bir ara işçi olarak çalışması, enfiye çekiyor olması, Mason oluşu, Çin’e gitmiş olması ve son zamanlarda bol bol yazı yazması dışında bir şey bulamadım.”

Bay Jabez Wilson sandalyesinde doğruldu, parmağı hâlâ gazetede olduğu hâlde arkadaşıma bakakaldı.

“Tanrı aşkına bütün bunları nereden bildiniz, Bay Holmes?” diye sordu. “Örneğin benim işçilik yaptığımı nereden bildiniz? Bu söylediğiniz İncil kadar gerçek ve iş hayatına da gemide doğramacı olarak başladım!”

“Elleriniz sevgili bayım. Sağ eliniz, sol elinizden gözle görülür ölçüde daha büyük. O elinizle çalıştınız ve dolayısıyla kasları daha gelişmiş.”

“Peki ya enfiye çekmem, masonluk?”

“Onları nasıl anladığımı zekânıza hakaret etmiş gibi olmamak için anlatmayacağım, özellikle koyduğunuz katı kurallardan sonra. Ama şunu belirteyim ki yay ve pusula şeklinde bir kravat iğnesi kullanıyorsunuz.”

“Ah, tabii, bunları unuttum! Peki, çok yazı yazdığıma dair öngörünüze nasıl bir açıklama getireceksiniz?”

“Yaklaşık beş inç boyunca sağ manşetiniz pırıl pırıl; ama masada dinlendirdiğiniz sol kolunuzda dirseğinize yakın, düzgün bir leke var. Bundan başka nasıl bir anlam çıkarabilirdim ki?”

“Ya Çin?”

“Sol el bileğinizin hemen üzerindeki balık dövmesi ancak Çin’de yapılabilirdi. Dövme konusunda ufak bir çalışma yaptım ve hatta bununla ilgili bir yazılı eserle edebiyata katkıda bulunmuşluğum bile var. Balığın pullarını hafif pembeye boyama tekniği yalnızca Çin’de kullanılıyor. Ayrıca saatinizin zincirinde Çin bozuk parasının sallandığını görünce bu çıkarımı yapmak daha da kolay oldu.”

Bay Jabez Wilson uzun uzun güldü. “Çok hoş!” dedi. “Başta çok zekice bir şeyler yaptığınızı sanmıştım ama görüyorum ki pek de abartılacak bir şey yokmuş.”

“Düşünüyorum da Watson…” dedi Holmes. “Anlatarak hata yapıyorum. ‘Omne ignotum pro magnifico.’2 Biliyorsun benim zaten az olan şanım, böyle dobra dobra konuştuğum için yok olup gidecek. İlanı bulabildiniz mi Bay Wilson?”

“Evet, şimdi buldum.” diye cevap verdi, kalın kırmızımsı parmağını gazetenin ortasına bastırarak. “İşte burada! Her şey bunun sayesinde başladı. Buyurun, kendiniz okuyun efendim.”

Gazeteyi elime alarak okumaya başladım.

“KIZIL SAÇLILAR KULÜBÜNE

Lebanon, Pensilvanya, Amerika’dan merhum Ezekiah Hopkins’in vasiyeti gereği, kulüp üyeliği için bir kişilik kontenjan açılmıştır. Kabul edilecek kişiye sembolik hizmetler karşılığında haftada dört pound verilecektir. Sağlıklı, akli dengesi yerinde, yirmi bir yaşın üzerindeki tüm kızıl saçlı erkekler bu pozisyon için uygundur. Pazartesi saat 11’de, Duncan Ross ile görüşmek için kulüp ofisine, Pope’s Court, Fleet Caddesi, No:7’ye kişinin bizzat kendisinin müracaat etmesi gerekmektedir.”

“Tanrı aşkına bu ne demek oluyor?” diye haykırdım, bu ilginç ilanı iki kez okuduktan sonra.

Holmes neşelendiği zaman hep yaptığı gibi kıkırdadı ve koltuğunda bir yandan diğer yana sallandı. “Biraz alışılmışın dışında değil mi?” dedi. “Ve şimdi Bay Wilson, baştan başlayarak bize kendinizi, ev yaşantınızı ve bu ilanın sizde yaptığı etkileri anlatır mısınız? Yalnız önce gazeteye ve yayımlandığı tarihe bakar mısınız doktor?”

“ ‘The Morning Chronicle’, 27 Nisan, 1890. İki ay öncesinin bu.”

“Pekâlâ. Şimdi Bay Wilson?”

“Size anlattığım gibi Bay Sherlock Holmes.” dedi Jabez Wilson alnını silerken. “Coburg Meydanı’nda şehre yakın küçük bir tefeci dükkânım var. Öyle büyük bir şey değil, hatta son yıllarda karın tokluğuna çalışıyorum bile diyebilirim. Eskiden iki yardımcım vardı ama artık bire düşürdüm. Hatta onun maaşını bile ödeyecek gücüm yok ama işi öğrenmek için yarı ücretle çalışmaya razı olduğunu söyledi.”

“Bu yardımsever gencin adı nedir?” diye sordu Holmes.

“Adı Vincent Spaulding ve o kadar da genç sayılmaz. Yaşını tahmin etmek biraz zor. Ondan daha akıllı bir adamla çalışmayı dileyemezdim, Bay Holmes. Kendisini geliştirirse benim verdiğim maaşın iki katını kazanabileceğini çok iyi biliyorum; ama o mutluysa kafasına böyle şeyleri neden sokayım ki?”

“Elbette. Niye sokasınız ki? Piyasadan daha düşük bir ücrete çalışacak birini bulduğunuz için kendinizi şanslı saymalısınız. Hele bu dönemde bu durum, işverenler için çok sık rastlanan bir şey değilse. Yardımcınızın bahsettiğiniz kadar olağanüstü olup olmadığını bilmiyorum.”

“Ah, tabii ki onun da kusurları var!” dedi Bay Wilson. “Fotoğrafçılığa bu kadar düşkün olan birini görmemiştim. Zekâsını geliştirmesi gerekirken gidip fotoğraf çekiyor, sonra da deliğine giren bir tavşan gibi doğruca bodruma koşturup fotoğraflarını banyo ediyor. Onun en büyük suçu bu ama genel olarak iyi çalışıyor. Ahlaksızlığını da hiç görmedim.”

“Sanıyorum hâlâ sizinle çalışıyor.”

“Evet efendim. O ve yemekle temizliğe bakan on dört yaşlarında bir kız.Evde başka kimsem yok çünkü ben dulum, ailem de yok. Üçümüz çok sakin bir yaşantı sürüyoruz. En azından başımızı sokacak bir evimiz ve borçlarımızı ödeyecek paramız var.

Bizi ilk rahatsız eden şey o ilandı. Tam sekiz hafta önce Spaulding elinde bu gazeteyle ofise geldi ve şöyle dedi:

‘Keşke kızıl saçlı olsaydım Bay Wilson!’

‘Neden?’ diye sordum.

‘Çünkü…’ dedi. ‘Kızıl Saçlılar Kulübü için bir iş ilanı var. Bu işe sahip olacak adam iyi para alacak ve anladığım kadarıyla erkekler için boş pozisyonlar var. Keşke saçım renk değiştirseydi. Ben de hemen bu ilana başvururdum.’

 

‘Mesele tam olarak nedir?’ diye sordum.

Görüyorsunuz ya Bay Holmes, ben evde kalmayı tercih eden biriyim ve iş benim ayağıma gelir, ben onun ayağına gitmem. Haftalarca adımımı dışarı atmadığım olur. Bu nedenle dışarıda olup bitenlerden haberdar değildim ama ara sıra biraz haber almaktan memnundum.

‘Hiç Kızıl Saçlılar Kulübünü duymadınız mı?’ diye sordu bana gözlerini iyice açarak.

‘Hayır.’

‘Ah, şaşmamak gerek. Bu pozisyona çok uygun nitelikleriniz var!’

‘Parası nasıl?’ diye sordum.

‘Ah, yılda yaklaşık iki yüz pound ama iş çok ağır değil ve insanın asıl mesleğine çok da engel olmuyor.’

Eh, böyle bir şeye kulak kabartacağımı düşünmüşsünüzdür çünkü birkaç yıldır işler pek iyi gitmiyordu ve ek olarak alacağım iki yüz pound da pek iyi olacaktı.

‘Anlat bakalım.’ dedim.

‘Bakın…’ dedi bana ilanı göstererek. ‘Kulübün ilanına kendi gözlerinizle bakın; detayları öğrenmek isteyenler için orada adres de yazıyor. Bildiğim kadarıyla kulüp, bir Amerikan milyoneri olan Ezekiah Hopkins tarafından kurulmuş. Çok tuhaf biriymiş. Kendisi de kızıl saçlıymış ve bütün kızıl saçlı erkeklere sempati duyarmış. Öldüğünde mutemetlerine çok yüklü miktarda miras kalmış ondan. Ayrıca onlara, saçları kıpkızıl olan erkeklere basit işler vermeleri için talimat bırakmış. Bildiğim kadarıyla çok az iş yapmana rağmen çok iyi para veriyorlar.’

‘Ama…’ dedim. ‘Başvuracak milyonlarca kızıl saçlı adam var.’

‘Sandığınız kadar çok değil.’ diye cevap verdi. ‘Yani ilan, Londralı ve yetişkin erkeklerle sınırlı. Bu Amerikalı, gençken Londra’da iş hayatına atılmış ve burası için bir iyilik yapmak istemiş. Ayrıca, eğer saçın açık kızıl ya da koyu kızılsa başvurmanın hiçbir anlamının olmadığını duydum. Pırıl pırıl alev kızılı olması gerekiyormuş. Başvurmak istiyorsanız Bay Wilson, tek yapmanız gereken oraya gitmek; ama belki birkaç yüz pound için kendinizi yormak istemiyor olabilirsiniz.’

Gerçek şu ki beyler, siz de görüyorsunuz, saçım çok koyu olmayan güzel bir tonda ve bu alanda herhangi bir yarış düzenlenirse benim şansımın çok yüksek olduğu apaçık ortada. Vincent Spaulding bu konuya o kadar hâkimdi ki bana faydalı olur diye düşündüm ve bir günlüğüne kepenkleri kapatıp benimle gelmesini istedim. Kısa bir mola için çok hevesli görünüyordu ve sonuç olarak kapımızı kapatıp gazete ilanında verilen adrese gitmek üzere yola koyulduk.

Böyle bir manzarayı bir daha hiç görmek istemem, Bay Holmes. Saçında bir parça kırmızılık olan her erkek, güneyden, kuzeyden, doğudan, batıdan ilana cevap vermek için şehre doluşmuştu. Fleet Caddesi, kızıl saçlı insanlarla doluydu ve Pope’s Court, portakal satan bir seyyar satıcının tezgâhına benziyordu. Tek bir ilanla bu kadar çok insanın gelebileceğini düşünememiştim. Her tondan saç vardı -saman, limon, portakal, kiremit, kil rengi tonlarında- ama Spaulding’in dediği canlı, alev tonu hiç kimsede yoktu. Bunca insanın beklediğini görünce vazgeçmeye karar verdim ama Spaulding bunu kesinlikle kabul etmedi. Nasıl yaptığını anlamadım bile ama itekledi, çekiştirdi, tosladı ve bir şekilde kalabalığı yardı. Beni de ofise götüren merdivenlerin başına getirdi. Orası inen ve çıkanların kalabalığı ile doluydu. Kimi ümitle içeri girerken kimi de karamsarlıkla dışarı çıkıyordu. Nihayet aralarına iyice sıkışarak kendimizi ofiste bulduk.”

“Çok eğlenceli bir deneyim yaşamışsınız.” dedi Holmes, müşterisi konuşmasına ara verip hafızasını tazelemek için bir tutam enfiye çekerken. “Lütfen ilginç hikâyenize devam edin.”

“Ofiste iki ahşap sandalye ve bir masadan başka eşya yoktu. İçeride saçları benimkinden de kızıl ufak tefek bir adam oturuyordu. Adaylara birkaç kısa söz söyledikten sonra onları eleyecek bir eksikliği mutlaka buluyordu. Bu işe girmek sandığımdan da zor görünüyordu. Her neyse, benim sıram geldiğinde bana karşı davranışı diğerlerinden daha olumlu oldu ve bizimle özel konuşabilmek için kapıyı hemen arkamızdan kapattı.

‘Bu, Bay Jabez Wilson.” dedi yardımcım. ‘Ve kulüpteki boş kadro için geldi.’

‘Belli ki çok uygun bir aday.’ dedi diğer adam. ‘Aradığımız özelliği görebiliyorum onda. Bundan daha iyisini gördüğümü hatırlamıyorum.’ Geriye doğru bir adım attı, kafasını yana eğdi ve ben rahatsızlık duyana kadar saçlarımı inceledi. Sonra birdenbire öne doğru atıldı, elime sarıldı ve beni tebrik etti.

‘Tereddüt etmek size haksızlık yapmak olur.’ dedi. ‘Ancak bir tedbir alacağım için kusura bakmayın.’ Bunun üzerine iki eliyle saçlarıma yapışıp ben çığlık atana kadar çekiştirdi. ‘Gözleriniz sulandı.’ dedi saçlarımı bırakarak. ‘Her şeyin yolunda gittiğini anlıyorum; ama dikkatli olmalıyız çünkü iki kez peruk ve bir kez de boya ile bizi kandırmaya çalıştılar. Size ayakkabı boyasıyla ilgili iğreneceğinize emin olduğum ne hikâyeler anlatabilirim bir bilseniz…’ Sonra da pencerenin kenarına gidip kadronun dolduğunu yüksek sesle ilan etti. Aşağıdan hayal kırıklıklarını ifade eden haykırışlar geldi ve insanlar değişik yönlere dağıldılar. Ben ve yöneticiden başka kızıl saçlı kalmamıştı ortalıkta.

‘Benim adım Duncan Ross.’ dedi. ‘Asil hayırseverimizin bıraktığı sermayeden yararlanan emeklilerden biriyim. Evli misiniz Bay Wilson? Aileniz var mı?’

Olmadığını söyledim.

Yüzü hemen düştü.

‘Çok fena!’ dedi ciddi bir şekilde. ‘Hem de çok fena! Buna çok üzüldüm. Bu fon, kızıl saçlıların hem devamını hem de çoğalmalarını sağlamak içindi. Bekâr olmanız çok büyük bir talihsizlik!’

Hâliyle benim de yüzüm düştü, Bay Holmes çünkü bu işi bana vermeyeceklerini anladım ama birkaç dakika düşündükten sonra bunun bir problem olmayacağını söyledi.

‘Başka biri söz konusu olsaydı…’ dedi. ‘İtiraz ederdik ama sizin gibi saçları olan bir beyefendi için kuralları biraz esnetmekte zarar görmüyorum. Yeni görevinize ne zaman başlayabilirsiniz?’

‘Aslında durum biraz tuhaf çünkü benim zaten bir işim var.’ dedim.

‘Oh, onu boş ver, Bay Wilson!’ dedi Vincent Spaulding. ‘Ben işin başında dururum.’

‘Çalışma saatleri nasıl?’ diye sordum.

‘Saat ondan ikiye kadar.’

Bir tefeci daha çok akşamları çalışır, Bay Holmes. Özellikle de perşembe ve cuma akşamları; çünkü bu günler ödeme zamanından hemen öncedir. Bu işte sabahları biraz para kazansam hiç fena olmayacaktı. Ayrıca yardımcımın iyi çalıştığını ve her türlü sorunla baş edeceğini çok iyi biliyordum.

‘Benim için uygun.’ dedim. ‘Peki, maaşı nasıl?’

‘Haftada dört pound.’

‘Ya iş?’

‘Önemsiz şeyler…’

‘Önemsiz dediğiniz şeyler nedir?’

‘Bu süre içinde ofisinizde, en azından binanın içinde bulunmalısınız. Eğer dışarı çıkarsanız işinizi sonsuza dek kaybedersiniz. Vasiyette bu husus çok önemli bir nokta olarak belirtiliyor. Bu sürede eğer ofisinizden kımıldarsanız o zaman koşullara razı olmadığınızı göstermiş olursunuz.’

‘Günde sadece dört saat olduktan sonra ofisten bir yere ayrılmayı düşünmem!’ dedim.

‘Burada hiçbir bahane affedilmez.’ dedi Bay Duncan Ross. ‘Ne hastalık ne de iş için. Binada kalmalısınız yoksa işinizden olursunuz.’

‘Peki, iş nedir?’

Britannica Ansiklopedisi’ni kopyalayacaksınız. Şuradaki baskıda ilk cildi var. Kendi mürekkep, kalem ve kurutma kâğıdınızı getireceksiniz, biz de size bu masa ile sandalyeyi vereceğiz. Yarın başlamaya ne dersiniz?’ ‘Memnuniyetle!’ dedim.

‘O zaman iyi günler, Bay Jabez Wilson. Bu görevi elde edecek kadar şanslı olduğunuz için sizi bir kez daha tebrik ediyorum.’ Başını eğdiğinde odadan çıkmam gerektiğini anladım ve yardımcımla beraber eve gittik. Ne söyleyeceğimi ya da ne yapacağımı bilemiyordum; ama şansımın iyi gitmesinden dolayı çok mutluydum.

Bütün gün bu olayı düşündüm, akşam olduğunda ise iyice kederlenmiştim. Çünkü bunun bir hile ya da sahtekârlık olduğu konusunda kendimi ikna etmiştim. Amaçlarının ne olduğunu tahmin edemiyordum. Böyle bir vasiyetin olması inanılacak gibi değildi ve ‘Britannica Ansiklopedisi’ni kopyalamak gibi basit bir işe bu kadar çok para vermeleri tuhaftı. Vincent Spaulding, beni neşelendirmek için elinden geleni yaptı ama ben gece yatmadan önce bu işten vazgeçmeye çoktan karar vermiştim. Fakat sabah olduğunda gidip bakmaya niyetlendim ve ufak bir şişe mürekkep, tüylü bir kalem ve yedi tane büyük kâğıt alarak Pope’s Court’a doğru yola koyuldum.

Şaşkınlığıma rağmen her şeyin yolunda gitmesine çok memnun oldum. Benim için bir masa hazırlanmıştı ve işe tam olarak hazır olmam için Bay Duncan Ross bana yardımcı olmuştu. A harfiyle başlamamı söyledikten sonra beni yalnız bıraktı ama ara sıra uğrayarak her şeyin yolunda gidip gitmediğine bakıyordu. Saat ikide bana iyi günler diledi, yazdıklarım için iltifatlar yağdırdı ve arkamdan kapıyı kilitledi.

Her gün böyle devam etti, Bay Holmes ve cumartesi günü yönetici gelip bir haftalık maaşım olan dört pound’u önüme koydu. Bu birkaç hafta daha sürdü. Her gün saat onda oradaydım ve ikide ayrılıyordum. Zaman geçtikçe Bay Duncan Ross sadece sabahları uğrar oldu ve bir süre sonra da hiç uğramamaya başladı. Ama yine de odamdan ayrılmaya hiç cesaret edemedim; çünkü ne zaman geleceği hiç belli olmazdı ve bu iş o kadar iyi, bana o kadar uygundu ki kaybetmeyi göze alamazdım.

2“Bilinmeyen her şey mükemmel zannedilir.” anlamında Latince bir cümle (e.n.).