Süzge Hanım Bozok Güzeli

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

SÜZGE HANIM DESTANI

Edebi Anlatı

Süzge Hanım’ın tüm vücudunu bir ağırlık basmış gibiydi. Bu ağırlığın verdiği azaplı hali gün boyunca hiç üzerinden atamadı. Düşüncesi ile hayali de sanki köstekli bir at misali yerinden kıpırdayamıyor, ne yapacağını şaşırıp yorgun argın oturuyordu. Sarayın içinde çıt sesi bile çıkmıyordu. Bütün dünya sanki nefesini tutmuş da ortalık böyle dinginleşmişti. Meğer şu büyük sarayı neşeyle dolduran şey, yoldaş kızları ile hanımın gönlündekini söyletmeden anlayan tecrübeli hizmetçi kadınların kahkahaları ile parlayan yüzleriymiş. Büyük sarayın içi, işte şimdi, öğle ortasında kararıp ağır bir hava çökmüş gibiydi.

O üzüntüye kapılalı beri, büyükleri de hizmetçileri de ondan çekiniyor, yüzüne bakamayıp ondan bakışlarını kaçırıyorlardı. Toy eğlence de tamamen kesilmişti. Son günlerde yanına hiç girmez oldular. Kapının önünde ileri geri yürüdüklerinde onların dalgalanan uzun ipek elbiselerinin hışırtısı net bir şekilde duyuluyordu. Artık bu ses de gelmez olmuştu. Hepsi nereye gitmişti? Herkes bundan bir sır saklıyor gibiydi.

Büyük saraydan haber almayalı kaç gün olmuştu. Ne yapacağını bilemeyişinin, çaresiz kalışının nedeni de büyük sarayın sessizliğiydi. O taraftakiler ne durumdaydı, ne olup bitiyordu? Han ne haldeydi? “Allah’ım, bu vakte kadar Han’ımdan bir haber gelmeliydi. Sessiz sedasız uzun süre ortalarda olmayışı ne demek? Yoksa askerleriyle birlikte uzak bir yerde, çetin bir savaş alanında mı? Öyledir herhalde… Kendisi sağ olsa bari!”

Tek bir iyi habere muhtaç olmuş bekliyordu. Belki de hayatta beklemekten daha zoru yoktur. Bu, kendine gelmesine engel olan, sabırsızlandırarak yorgun düşüren bir haldi. Sarayın güvenliğini sağlayan askerlere dolaylı yoldan sormayı hanımlığına yakıştıramıyordu. Kendisinin bilmediğini onlar nereden bilecekti? Hem ayrıca kendi çaresizliğini sezdirmekten ve zayıflığını göstermekten de korkuyordu. Kimselerin kendisi hakkında konuşup gülmesini istemiyordu. Ne olursa olsun başkalarına zayıflığını göstermemeliydi. Beklemek, sadece beklemek! Bundan başka çaresi yoktu.

Koca bozkırın ortasında bütün dünyadan ayrı kalmış gibi kendisini yapayalnız hissetti.

Hımm, işte! Şimdi buldu. Bu kadar huzurunu kaçıran, cesaretini kıran, onu yiyip bitiren şey meğer yalnızlık hissiymiş. “Yalnızlık!” Bu onun şimdiye kadar hissetmediği bir şey mi? Hayır. Yalnızlık ona eş olalı ço-o-k oldu! Uzaktaki yurdundan uğurlanıp evlenir evlenmez yalnızlık içinin en derin bir köşesine yerleşti. Bazen onu hüzünlendirerek kendisini belli ederdi. Süzge, yalnızlıktan daha kötü bir azabın olmadığını o zaman anlamıştı.

Zamanla Hanım’a olan hürmet ile saygı, kendisi için canlarını vermeye hazır yoldaş kızların nezaketi, her şeyden önemlisi de Han’ının ona özel iltifatı ile bugünkü saltanatı yalnızlığını bir kenara ittirmişti. Yeni şehre göçtüğünden beri yalnızlığını unutmuş gibiydi. Oysa bugün yalnızlığı onu yeniden arayıp bulmuştu. Şimdi yalnızlık hissini eskisinden daha çok hissediyordu sanki.

Bundan birkaç gün önce büyük saraydan haberci gelmişti. Ülkeye düşmanın saldırdığını, Han’ın askerleriyle acilen savaşa gittiğini, dar vakitte küçük hanımla görüşmeye imkânı olmadığını iletmişti. Han savaşa giderken bunu emanet etmiş olmalı ki o günden beri şehrin etrafına büyük duvarlar örülüyordu, hendek kazılıyordu, savunma telaşı ortalığı sarmıştı.

Pencereden dışarıya gözünü ayırmadan baka baka gözleri yorulmuştu. Kendisi de bitkin düşünce gidip yatağına yatmıştı. Tam da uykuya dalıyorken bir gürültü duydu, sıçrayarak uyandı. “Kalabalık kâfirin at koşturup şehre girmesinden Allah’ım korusun! Bu ne gürültü patırtı?” Korkudan dehşete düşen Süzge, gürültüden çınlayan kulaklarını elleriyle kapattı. Ama gürültü kesileceğe benzemiyordu. Meğer ortada gürültü falan yokmuş. Gürültü çıkaran tek şey, göğsünden dışarı fırlayacakmış gibi çarpan kalp atışlarıymış. Korkan insan her şeyden ürker dedikleri bu olsa gerek. “Bismillah!” diyerek üç defa tekrarladı. Bildiği bütün duaları okudu. Huzuru kaçan gönlünü ancak o zaman güç bela sakinleştirdi.

Vakitsiz kestirdiğine pişman oldu. Yerinden doğrulup düzgünce oturdu. Ortama derin bir sessizlik hâkimdi.

Yavaşça kapı çalınır gibi oldu. Süzge yere odaklanan bakışlarını doğrulttu. Yaşlı aşçı hiç ses çıkarmadan içeri girdi. Akşam yemeğini getirmişti. Elindeki yemeği bırakıp hiç dokunulmadan soğumuş olan öğle yemeğini aldı. Eğilerek arkası kapıya dönük bir şekilde hızlıca geri adımlarla dışarı çıktı.

Süzge deminki uyku mahmurluğundan hâlâ çıkamamıştı. “Bu acaba, bana verilen bir ceza mıdır? Ayrı şehirde, altın sarayda rüya gibi geçen kısacık zaman diliminde yaşadığı hanımlık devranının bedelini ödeme zamanı bu kadar çabuk mu gelmişti? Belki de, öyledir…”

Böyle düşündüğü anda boncuk boncuk olup dökülen gözyaşları yüzünü yıkamaya başladı. Berrak damlalar tombul çenesine doğru bir birini aceleyle kovalayarak kayıyor, kayıyordu… O biraz hıçkırarak ağladıktan sonra rahatladığını hissetti. Gün boyunca göğsünü sıkan şey sanki döktüğü gözyaşlarıyla akıp gitmişti. Nefesi de açılmışa benziyordu.

“Yeter, vakitsiz ağlayıp uğursuzluk çağırmayayım.” diyerek ağladığı için morali bozuldu. İpek cepkeninin iç cebinden ipek mendilini çıkarıp gözünü, gözyaşlarının ıslattığı yüzünü sildi.

Yerinden yavaşça kalktı, hareketsizlikten uyuşan ayaklarını hareket ettirdi. Odanın başköşesindeki aynaya doğru yürüdü. Çoktan beri aynaya da bakmamıştı. Yüzü bembeyaz olmuştu, sanki kanı çekilmiş, rengi solmuştu. Masumca bakan büyük kara gözlerinin derinlerinde kaygı doluydu. Üzgündü, gözlerinin altı morarmıştı. Araları açık, kalem gibi kaşları geniş alnına ayrıca bir güzellik katıyordu. Kalkık burnu, kızarıp olgunlaşan kiraz gibi dolgun dudağı, yusyuvarlak sevimli çenesi, kuğu gibi zarif boynu bugün ona hiç mutluluk vermiyordu. “Bu, baht olarak verilen güzellik miydi yoksa bir talihsize verilen güzellik miydi?” Bunu düşününce boğazında yine hıçkırıklar düğümlenir gibi oldu. Ağlamaklı olan gönlünü sakinleştirmek için kendisini zorladı. Aynanın önünden hemen ayrılıp geniş odanın içinde gezmeye başladı. Dik durdu, başını kaldırdı, sanki bir köşeden öbür köşeye koşmayı hedefleyen biri gibi odayı adımlıyordu. İpek elbisesinin fırfırlı eteği yerde sürünüyor, sanki havada uçuşuyordu. İncecik belli, güzel vücutlu eşsiz görünüşlü bu genç kadın, engin İbir-Sibir ülkesinin hükümdarı Küçüm Han’ın küçük hanımı idi. Bu zaman, düşmanın saldırdığı, ülke sınırlarının tehlikede olduğu bir zamandı. Süzge’nin ağzının tadı kalmamıştı. Gündüz gülüşünden, gece uykusundan olduğu bir zamandı. “Sonu hayır olsun! Tek Han’ım sağ olsun!”

Süzge ne kadar iyi şeyler düşüneyim diyorsa da geleceği karanlıktı. Yarın ne olacağını kestiremiyordu. Belki bu sebeple aklı geleceği değil, geçmiş günlerin gönlünde bıraktığı sıcak hatıralarını düşünmeye meyilliydi.

“Bu sarayı Han hazretleri onun için yaptırmıştı. Tanrı, sarayının hayrını uzun süre görmeyi nasip etsin!” dileğinde bulundu.

“Asi hayvanı dizginleyen kementtir; uzağı akraba edecek olan ise dünürlüktür.” denildiği gibi, eski bozkır geleneğine göre Küçüm Han Sarı Arka’nın meşhur asilzadesi, yedi göbekten beri idareyi elinde tutan sultanlardan biri Süyindik’in küçük kızı, Süzge Sultan ile nişanlanıp düğün yapmıştı. Elbette, han sülalesine kız vermek de onlardan kız almak da büyük onurdu. O zaman Süzge hem korkarak hem de endişelenerek hiçbir şeyin farkına varamamıştı. Bir kız için baba evinden itibarla uğurlanmak murat olsa da nereye, kime hanım gittiğini tam olarak anlayamamıştı. Han’ının yüzünü nikâhı kıyıldıktan sonra gördü. O zaman da uzun bir süre yüzüne bakmaya cesaret edememişti. Süzge’ye bir an merhametle bakan yalnızca o iki gözü gönlüne sıcaklık verdi, bu iki göz göreceği iyilikten ümidini kestirmiyordu.

Esil boyundaki geniş bozkırda hür dolaşan, binlerce yılkı besleyen meşhur zengin açısından, başka insanlardan üstün olmak için İbir-Sibir yurdunun hanına dünür olmak ne kadar önemli bir mertebe ise uçsuz bucaksız ulu bozkıra sırtını dayamak için hana da bu akrabalık o kadar faydalı olmuşa benziyordu. Kızın hemen kocasının yurduna uğurlanması da bu sebeple hızlı oldu. Kıymetli çeyizini birkaç deveye yükleyip halkı Süzge Hanım’ı anlı şanlı bir şekilde uğurlamıştı. Bütün bunların altında yatan sırrı Süz-ge, han sarayına iyice alıştığında, idarenin tatlı, kumalığın acı tadını tattığında anlamıştı.

Yazın yaylada, güzün kışlakta geniş sahrada rüzgârla yarışıp küheylan üstünde özgür büyüyen genç kız için han sarayı bıktıracak kadar boğucu görünmüştü. Konup göçmeden yaz kış dam evde oturuyorlardı. Sarayda Han’ın diğer eşleriyle sırdaş olamayacağını ilk başta sezmişti. Han sarayında bunun bilmediği kırk katlı entrika vardı. Bu entrikaları idrak edip, ayrıntılarını anlayana kadar belki bütün bir ömür gerekirdi. Kusur arayan gözler de çoktu. Her adımı takip ediliyor, her bir sözü dinleniyordu. Küçücük bir abes davranışını abartarak kocaman bir dedikoduya dönüştürüyorlardı. Gençliğin saflığıyla dönüp birine güler yüzle bakacak olsa hemen birileri görüyordu. Mutlaka biri karşısına çıkıyordu. Adım atsa fettan gözler bunun yanlışını yakalayıp yüzüne vurmaya hazırdı. Saraydakilerin bu niyetini sezdiğinde “Yüce Tanrım, beni itibarsızlıktan, yüzümü kızartacak herhangi bir yanlıştan, her zaman, Han’ımın adını lekeleyecek kötülükten sen koru!” deyip koruyucu Rabbine yalvarıyordu. Halen de yalvarmaya devam ediyordu.

Bazen, çok eşten biri olmak ne kadar kötü bir şey diye düşünür. Öyle diyeyim derse, yurdundaki sultanların da dört eşten az alanları var mı? Fakat han sarayında Müslümanlığa çok önem veriliyormuş.

Han, Süzge’yi nikâhlı altı hanımının üstüne almıştı. Hanımlarının hepsi güzel Kazak, Nogay, Kalmak, Özbek, Hantı, Başkurt kızlarındandı. Bu kadınlar Han’ı birbirlerinden çok kıskandıkları için onların her zaman araları açıktı. Birbirlerine küslerdi. Süzge’nin yurdunda ninelerinin söylediği gibi “Köyün köpeklerinin arası ne kadar açık olursa olsun onlar kurt geldiğinde birlik olur.” diye bir atasözü vardı. Sarayda da öyle olmuşa benziyordu. Süzge geldikten sonra onlar hepsi birlik olup barıştılar. Hepsi birden Han’ı küçük hanımdan kıskanır oldular. Bu ülkede kadınların yüzü açık gezmesi çok büyük bir edepsizlikmiş. Kendi yurdunda böyle bir âdete alışkın olmayan Süzge bu konuda hep hata yapmıştı. İlk sıkıntısı bu oldu.

 

Küçüm Han dindar, takva sahibi biriydi. Han sarayının bulunduğu İsker şehrine Semerkant ve Buhara’dan ustalar getirtip cami yaptırdı, müftü çağırdı. Camide beş vakit namaz kılınıyor, vaaz veriliyordu. Han, Cuma günleri bütün eşleriyle Allah’ın evine ziyarette bulunuyor, uzun bir süre dua ediyordu. Diğer günlerde Süzge’ye evden dışarı adım atmak yasaktı. Ata binip gezmek şöyle dursun, yabancı kişilerle konuşmayacaksın… Konuşmak şöyle dursun kimseyi görmüyorsun bile. Dışarı çıktıklarında hanımlar yüzlerini peçeyle, evde ise başörtüsüyle kapatıp devamlı başı önde eğik oturuyorlardı. Süzge ilk başlarda buna alışamamıştı.

Delikanlı, han tahtına vâris olmaya layık hazırda bekleyen oğulları olan büyük hanımlar Han’ın nezdinde her zaman kıymetliydi. Çocuklarına güvenen bu hanımlar bütün saraya söz geçiriyor, göğüslerini gere gere dolaşıyorlardı. Süzge’ye bazen, Han’ın kendisi bile onun otağına girerken takip eden gözlerden çekinerek giriyormuş gibi gelirdi. Han’ın gönlü ve saltanatını bu zamana kadar sadece kendileri sahiplenen, rahatça sarayı idare eden yaşlı hanımların küçük hanımı en baştan kendi erkleri altına alıp boyun eğdirme niyetleri açıkça seziliyordu. Bir fırsatını bulup Han ile Süzge’nin arasını bozup Han’ı ondan soğutmak niyetleri vardı. Böylece Süzge’yi itibarsızlaştırarak sıradan bir vatandaşa dönüştürmek istiyorlardı. Oysa sıradan halk da kapıdaki köle de birdir… Süzge bunu düşündüğünde, Yüce Rabbim kendin yardımcı ol diyerek Allah’tan medet dilemekten başka çaresi kalmıyordu.

Bütün bunları kimi zaman anlar kimi zaman anlamayıp ne yapacağını bilemezdi. İşte o zaman, Süzge’nin bu saray eşiğinden adım attığından itibaren hizmetçiliğini yapan yaşlı kadın açık söylemese de imalı, üstü kapalı bir şekilde her şeyi ona bir bir anlatırdı. Onun uyarıları Süzge’yi gençliğin saflığıyla yanlış yapmaktan korurdu. Çok geniş bir hanlığın yönetimini elinde bulunduran hiddetli Han’a layık hanım olmanın, büyük hanımlarla iyi geçinebilmenin ayrıntılarını öğretirdi. Eğer iyi geçinemezse bu durum onun başına bela olacaktı. Hizmetçi küçük bir kızken Kıpçak bozkırında bir savaşta tutsak olup han sarayına getirilmişti. Sonra sarayda hizmetkârlar arasına alınmıştı, şimdi de han sarayında hizmetçilik görevini yapıyordu. O, Süzge’yi saraya geldiği günden itibaren sevmişti. Onu uzak bir akrabası gibi görüyordu. Üzüldüğünde yanında bulunuyor, saçlarını okşayıp özenle bakıyordu. Süzge böyle zamanlarda arkasında kalan yurdunu, annesini hatırlar, onun göğsüne başını koyup için için ağlardı. Yaşlı kadın bazen “Ah günahsız, bundan sonra senin halin ne olacak?” dermişçesine Süzge’ye şefkat mi acıma mı olduğu belirsiz bir tebessümle sessizce bakardı.

Süzge, han sarayındaki konumu için kendisi mücadele etmezse çekemeyen pek çok kadın rakibin kurduğu zalim tuzağa düşeceğini kadına has güçlü sezgilerle sezmişti. O da bu rekabet ortamı içinde kimi durumları onur meselesi yapıp türlü türlü düşüncelere dalardı. Han’ın geleceği her bir günü sabırsızlıkla bekler oldu. Bazen Han da bunun sabrını tüketir, uzun bir süre uğramazdı. Ne olursa olsun Süzge yine de Han’ının kendisine olan iyi niyetinden şüphe etmezdi. Olsun, çok seyrek de olsa bu ihtiyar adamın ona şefkatle baktığı anlar vardı. O zamanlarda Han’ın gözlerinde sadece Süzge’ye adadığı samimi bakışlar belirirdi. Gözler ve duygular yalan söylemezlerdi. Süzge bunu hissederdi. Bu ona güç verirdi. Süzge’nin gençliği ve sevimli güzelliğini çekemeyen kadınların dedikodusundan Han’ının kucağına saklanıp korunmak isterdi.

Bir kere Han’ın izniyle saraydaki hüzünlü hayattan gönlünü neşelendirmek için yaren kızlarıyla birlikte şehrin dışında gezip gelmişti. Dışarı çıkar çıkmaz temiz havayı soluyunca nefesi açıldı, rahatladı. Özgürlük gibisi var mıydı? Gönlü kuş gibi kanatlanıp uçmak istedi. Maalesef kanatları yoktu. Kendisinin doğup büyüdüğü geniş toprakları hatırlatan engin bozkır, sulak, ormanlık arazi gözüne sıcak göründü, gönlü hoşnut oldu. O gün çok güzel gezmişti. Atla ormanı, vadiyi dolaştı. Sıcak rüzgâra yüzünü tutup Ertis boyunca gemiyle yüzdü.

Fokurdayarak altından kaynayıp çıkar gibi olan küçük dalgaları kıyıyı döven, akıntısı bilinmeyen, genişçe yayılan bol sulu Ertis’i görüp çocukça sevindi. Kıyısında gülüp oynadığı kendi Esil’ini hatırladı. Gemi kaptanı ihtiyar, küçük hanımın gönlünü kırmak istemediğinden onu birçok yere götürdü, uzun uzun gezdirdi. Güzel yerler gönle coşku verirmiş, çok şey düşündürürmüş. İnsan böyle zamanlarda neler arzulamaz ki? Süzge’nin de kanatlanan hayal kuşu uzaklara kanat çırpmıştı.

Nehir yatağının döndüğü bir kıvrım noktasında kıyaya yakın bir yerde bulunan yüksek tepeyi gördü. O zaman, keşke şu tepenin eteğinde yaşasam! Burası çimenlik, yeşil çayırlı dağ eteği ile nehir arasındaki cennet gibi bir yermiş. Tepeye çıkıp tanın nurlu şafağı ile batan güneşin kızıl alevinin Ertis suyu ile birleştiğindeki eşsiz rengi izlemek kadar güzel bir şey var mıdır diye imrenmişti. Öyle bir gün olur mu acaba diye hayal kurmuştu. Sırtını yamaca verip Ertis’e doğru uzanan bir sarayım olsa diye arzulamıştı.

O, hiç de ihtişam düşkünü biri değildi. Bu bölgenin halkı madem konargöçer değil, yerleşik, dam evde oturuyormuş, o halde benim de kendime ait ayrı bir evim olsun diye düşünmüştü. Gençliğin verdiği heyecanla böyle bir hayale kapılmıştı. Bu düşünce, kendi kendine özgür kalma isteğinden doğmuştu. Kimseyi umursamadan, büyük hanımlardan da yabancı insanlardan da çekinmeden, neşeyle dolaşabilmeyi arzulamıştı. O günkü geziden böyle bir düşünceyle dönmüştü.

Gözleri ışıldayarak, yüzüne renk gelip güzelliğine ayrı bir güzellik katmış gibi canlanarak, âdeta kanatlanmış bir halde gezintiden döndü. Böyle bir güzelliği görmeyi nasip eden Tanrı’ya, gezmesine izin veren Han’ına binlerce kere şükretti.

Akşamleyin Han’ı gezinti nasıl geçti dercesine yüzüne uzun uzun baktığında, gündüz düşündüklerinden kendisi utanıp, başını öne eğip, iki elini nereye koyacağını bilemeyip şaşakalmıştı. Dışarıda gezmesinin hanıma iyi geldiğini zaten ışıldayan gözlerinden anlayan akıllı Han onun yerinde duramayan iki elini avucunun içine alıp şefkatle okşadı. Sevinçten, mutluluktan başı dönen Süzge gördüklerini ayrıntısıyla anlatamamıştı bile.

Ertis boyunda gezdiği gün aklına gelen düşünceyi uygun bir zamanda Han’ına nasıl söyleyeceğini uzun uzun düşündü. Nasıl söyleyecekti? Hanı ona nasıl karşılık verirdi acaba? Saraydakilerin sorun çıkaracağı kesindi. Bunu hiç aklına getirmemeye çalıştı. Han olumlu bakarsa o sorunu çözerdi. Kabul etmezse ne çare? Ne olursa olsun aklındaki düşünceyi ifade etmeye karar verdi. Bozkırın özgürce büyüyen nazlı güzelinin dağ maralı gibi özgürlüğü arzuladığını sezmezse o nasıl bir Han’dı? Hani nerede, Han kırk kişinin aklına sahip demezler miydi?

Han ile baş başa kaldığı bir anda, kalbinin sesini dinleyerek tüm cesaretini topladı. Sesi titreyerek endişeyle söze başladı. İlk başta ondan bundan söz etti, telaşlanıp ne diyeceğini bilemedi. Biraz nefeslendi, devamını söylesem mi söylemesem mi der gibi göz ucuyla Han’ı süzdü. Han’ının yüzünde kızgınlık belirtisi olmadığını görünce çekinmeyi bırakıp rahatladı. Tekrardan naz edip söyleyeceklerini açık açık anlattı.

Bir süre devam eden sessizlikten sonra Han’ı her zamanki gibi bunun yusyuvarlak sevimli çenesini kaldırıp gözünün içine baktığında bu dayanamayıp bakışlarını yere kaydırdı. Söyleyeceklerini açıkça söylemişti ne de olsa. “Baş kesmek olsa da dil kesmek yoktu”. Fakat Han’ı onun omzuna elini koyup sıcacık bir ses tonuyla “İstediğin olsun!” dedi. O, gözlerini kaldırıp baktığında, sert yapılı adamın soğuk yüzünden sadece kendisine adanmış ara sıra görünen şefkatli bir ışık ve yumuşacık bir nur saçılıyormuş gibiydi. Kendi kalbi de kıpır kıpır oldu. Görmüş geçirmiş, geniş gönüllü yaşlı adama Han diyerek değil, yârim diyerek saygıyla memnuniyet dolu gözlerle riyasız baktığını Han da görüyordu elbette. “Tanrı sizi başımızdan eksik etmesin!”

Süzge’nin isteği geri çevrilmedi. Han bir yaz içinde dört bir yandan ustalar, marangozlar, duvar ustaları getirtip Ertis kıyısına Süzge’ye özel kale saray yaptırdı. Süzge’yi kendi çeyiz ve eşyalarıyla, kendine uygun komşu, asker, yardımcı ve yaren kızlarıyla yeni saraya yerleştirdi. Kalenin güvenliği için ordu verdi. Ordunun başına gençliğinden beri zorluklara birlikte göğüs geren, uzun zamandan beri güvenilir yoldaşı, görmüş geçirmiş yaşlı serdarı koydu. Yelkenli gemi yaptırdı, yirmi kürekçiyi de görevlendirdi. Süzge’nin binmesi için seçme atlar ve onlara bakması için seyisler verdi.

Han’ının Süzge’nin bu isteğini yerine getirmesinde elbette özel bir durum da vardı. O, Süzge’de kusursuz güzellik dışında nazik bir gücün olduğunu da anlamıştı. Ondaki namus ve onuru fark etmişti. Namuslu insanda vefa olurdu. Han, diğer hanımlar çocuklarına güvenerek hana zorluk çıkaracak olsalar dahi Süzge’nin yine de Han’ına saygıda asla kusur etmeyeceğini anlamış gibiydi. Han hem de kızlarına hanımlığa layık saltanatla bakarak bu yolla onun arkasındaki kalabalık, ihtişamlı halkına, Sarı Arka’nın bütün soylu sultanlarına karşı iyi niyetli olduğunu göstermek de istiyordu.

Küçük hanımın sarayının şöhreti Tagıl, Tara, Ertis, Tobıl, Oba Derya nehirlerinin arasına yerleşen ülkeye çabuk yayıldı. Ülkenin her köşesinden Süzge’ye hizmet etmeye gelenler çoğaldı. İbir-Sibir Hanlığı birçok boyu bir araya getirmişti. Her boy farklı dilde konuşuyordu. Süzge’nin sarayına herkes kendi dilinde isim vermişti. Süzge Kale, Süzgin, Süzge Tura, Yavlı Tura… Ama esas olan bir şey vardı ki o da küçük hanıma olan saygı ve sevgiydi. Bu şehrin halkı, işte, nicedir gece gündüz demeden bu şehri düşmandan korumak için mücadele etmekteydi. Onlar, hanımın başına gelen bu felaketi onunla birlikte göğüsleyip birlikte dertleniyorlardı.

Bunu düşündüğünde demin sakinleşen gönlü yine huzursuzlandı. Yine içine bir şüphe ve kuşku düştü. Büyük saraydan ayrı oturmak istemesi kibirlilik mi olmuştu acaba? Allah’ın verdiğine kanaat etmeyip asilik mi etmişti? “Estağfurullah, estağfurullah, estağfurullah! Kibirlilik ettiysem günahkâr kulunu sen affet Tanrı’m! Senin yüceliğine sığınıyorum.”

Süzge tüm dikkatini topladı, düşüncelerini iyice süzgeçten geçirdi, demin aklına gelen düşünceyi reddedebileceği bir dayanak aradı. Sonunda bulmuş gibiydi. İpin ucunu kaçırmayayım der gibi yavaş yavaş meseleyi çözmeye başladı.

İlk başta, herkesten farklı olarak ihtişamımı arttırayım, büyük hanımlarla yarışayım dememişti ya. O, hanım olarak geldiği ilk günden beri gençliğini, hanın ona gönlünün düşmesini, güzelliğini kıskananların, attığı her adımı gözleyerek çıkardıkları dedikodulardan uzakta olayım diye böyle bir şeye karar vermişti. Yalnızca büyük hanımların gazabından çekindiği için yalnız kalmayı istemişti. Kendi idaresi altındaki avuç içi kadar kaleye yabancı gözler ilişmez, kötü sözler burada yayılmaz demişti. Ama aslında gönlünün derinlerindeki en değerli dileği, Han Hazretleriyle seyrek de olsa baş başa kaldığı anları meraklı gözlerden uzak tutmaktı.

Gençlik kendi dediğini yaptırmadan bırakır mı hiç? Süzge, sarayına göçtükten sonra orayı güzelleştirme işine büyük bir istekle girişti. Han’ın kendisine hizmet etmesi için seçtiği baş serdar aracılığıyla ülkelerden nice samur, sansar, tilki gibi hayvanların kıymetli kürklerini, Buhara’dan gelen kervandan değerli kumaş, pahalı eşyaları özenle seçip aldırttı. Kendi güzelliği şöyle dursun, yardımcıları ve hizmetçilerine kadar son derece şık giydirdi. Sarayındaki herkesin saraya layık izzete, edebe, kibarlığa sahip olarak kusursuz hizmet sunmalarına özen gösterdi. Büyük hanım, Süzge’nin eski yardımsever hizmetçisinin onunla birlikte gitmesine izin vermeyerek genç bir hizmetçi göndermişti. O, Süzge’nin otağının kapısında beklemeyi bu hizmetçiye emretmişe benziyordu. Süzge bu yeni hizmetçinin büyük sarayın “buradaki gözü, kulağı” olduğunu keskin zekâsıyla hemen anlamıştı. “Kendisi bilir, kapımda bekçilik yapacaksa yapsın!” Hatta Süzge eskisinden de çok gülüp oynamaya başlamıştı.

Küçük hanımın sarayı kısa zamanda güzelleşti. İçine girince insanın çıkası gelmiyordu. Her eşya kendine uygun yeri bulmuş, her şey birbiriyle uyum içinde yerleşmişti. Büyük saraydaki zenginlik ile saltanatın ağırlığından oluşan mağrur gösteriş yoktu burada. Aksine gençlik rüzgârı esermiş gibi bir hafiflik vardı bu sarayda. Süzge kendisi de huzur bulmuş ağırbaşlı bir hanım olmuştu. Sarayının idaresi kendi elindeydi.

Sarayın her yerindeki küçük havuzlardaki fıskiyeler havaya su saçıyordu. Bu su damlaları dans etmeye başladığında, gökyüzünden gümüş paralar yağıyormuş gibi yakut damlalar gün ışığı altında âdeta oyun oynuyordu. Her bir damlacık çeşitli renklerde göz kamaştırıyor, sonra topluca yere dökülüyordu. Şırıl şırıl hızla akan dere de insanın gönlüne dokunuyor, sesiyle hoş bir hava veriyordu. İnsan onun sesini dinlemekten hiç bıkmazdı.

 

Süzge etrafına gencecik delikanlılar ile genç dansçı kızları topladı. Saraya gençliğe özgü görünüşü ve güzelliği katan da bunlardı. Han, uçsuz bucaksız ülkedeki, bu da yetmezmiş gibi saraydaki bitmek tükenmek bilmeyen çekişmeden yorulup buraya geldiğinde huri kızları gibi güzel dansçılar etrafında fır fır dönüyor, bir müddet onun gönlünü hoş ediyordu. Genç bedenlerin güzelliği ve hoş davranışların cazibesine kapılan Han’a onlar büyük bir zevk yaşatıyorlardı.

Süzge, Han’ın gireceği otağına kimseyi yaklaştırmıyordu. İnsanoğlu şöyle dursun, orada tek bir sinek bile uçurmuyordu. Otağını daima meraklı gözlerden gizli tutuyordu. Onun yaratılış özelliği olsa gerek, o, otağına bir kuş yuvası gibi sıcaklık verebilmişti.

Süzge, Han’ı onun sarayında kısa kalsa bile kartal gibi güçlenip, kanatlanıp, dinlenmiş at gibi dinç döneceğini kadın sezgisiyle önceden tahmin etmişe benziyordu. Han’ına yaptığı özel muamele ve hürmet onların aralarını eskisinden daha da yakınlaştırmıştı. Süzge konusunda yanılmadığını Han da anlamıştı. Han, Süzge’nin sarayına sadece kocalık vazifesini yerine getirmek için gelmiyordu. Aksine bu dünyadaki eşsiz gün ışığım buradaymış meğer der gibi, büyük bir istekle can yoldaşı, gönül dayanağı, bir teselli arayarak geliyor gibiydi. Han’ın gelişleri sıklaşmıştı. Süzge’nin de gün geçtikçe yüzüne renk gelmiş, güzelleşmişti. O, tam bir hanıma özgü görünüşe bürünmeye başlamıştı.

Süzge’nin değişmesiyle sarayı da güzelleşip gelişmeye başladı. Sarayı kaleye, kalesi şehre dönüştü. Küçük şehir kendince bir hayat sürüyor, güzel günler geçirip gidiyordu. Büyük saraydaki dedikodular Süzge’nin sarayına hiç gelmiyordu. Gelse bile belki de yedi kulaç duvardan geçemiyor, uçsuz bucaksız bozkırda kaybolup gidiyordu. Ara sıra duvarı aşıp içeri giren dedikodular olsa da Süzge onları hiç umursamıyordu bile. Eski çekingenliğini bırakmıştı, rahatça, gönlüne göre özgürce yaşayıp gidiyordu. Canı isterse şehir dışına çıkıp yaren kızlarıyla Ertis boyunda gemiyle geziyordu. Ormanda, vadide atla dolaşıyordu. Tabiatı seyrediyordu. Çam ağacından çam ağacına zıplayan kıvrık kuyruklu, kızıl kulaklı küçücük gri sincabın hareketlerini seyretmeyi seviyordu. Sincapla yarışarak palamut topluyordu. Süzge’nin kimselere benzemeyen kendine has eğlenceleri vardı.

Şimdiyse gönlünde kuşku vardı. Bu zamana kadar doğru bildikleri yanlış mıydı acaba? Tekrar tekrar “Büyük saraydan ayrılmam kibirlilik mi oldu?” diye düşündü.

Hemen kendini toparladı. Yine gönlünü rahatlatacak, ona sabır verecek bir delil arar gibiydi. Fakat düşünceleri rahat vermiyordu. Sonunda bulmuştu. Neden aklına gelmemişti? Bu dünyadaki tek dayanağı Han’ı vardı ya işte! Uzakta olsa da gönlünün çaresi oydu. Han’ı onu burada unutacak değildi ya! Ancak, halkın başına gelen felaketten fırsat bulamıyordur…

Süzge yerinden hızla kalkıp seccadesini serdi. Kıbleye dönerek diz çöktü. Bugün kaçıncı defa olduğunu bilmiyordu, Yaradan’a yalvarmaya başladı. Yurdun sahibi, koruyucusu, Han’ının sağlığını dileyerek dua etti. Büyük sarayın yıkılmamasını diledi. Büyük hanımların kendisine yaptığı eziyetler sanki döktüğü gözyaşlarıyla akıp gitmiş gibiydi. Süzge’nin içinde şimdi en ufak bir kin ve nefret yoktu. Yaradan’dan onları affetmesini diledi. Kendi içindeki rekabet ateşini söndürdü, ilk defa Han’ın bütün hanımlarının, çocuklarının iyiliğini diledi. Yaradan kimin ak kimin kara olduğunu kendisi bilirdi. Tanrı’nın herkes için verdiği bir hüküm vardır herhalde. Kimse bundan kurtulamaz. Süzge, kendi yaptığı yanlışları, kibirliliği için ve kimi zaman gönlüne kötülük girdiği anlar olmuşsa bütün bunlar için Hak Taala’dan kendisini affetmesini dileyip uzun uzun dua etti.

Bundan sonra rahatladığını hissetti, oturduğu yerden kalkıp yatağına yattı.

Tan atmadan evvel bir düş gördü. Daha önce gezmeye çıktığında birdenbire gözünün önünde bir serap gibi beliren yüksek tepesinin zirvesindeydi. Dolunay vaktiydi. Yusyuvarlak ay hemen başının üstünde, sanki eliyle dokunacakmış gibi duruyordu. Ayın gümüş ışıkları etrafı süt gibi bembeyaz, ışıl ışıl yapmıştı. Dolunay altında bembeyaz bir kurt köpeği görünüyordu. Süzge’nin önüne gelip biraz uzağında oturarak uzun uzun Süzge’ye baktı. Gözleri tıpkı bir insanın gözlerini andırıyordu. Sanki daha önce gördüğü birine benziyordu. Süzge ondan korkmak yerine ona yaklaşmak istedi. O sırada nereden çıktığı bilinmeyen kapkara bir kurt ona doğru yöneldi. O zaman beyaz kurt köpeği atılarak deminki canavarla boğuşmaya başladı. Hırlıyor, kızgınlıkla soluyarak boğuşuyordu. Birinin kaçıp ötekinin kovaladığı ak ile karanın çarpıştığı büyük bir savaş başlamıştı. Süzge’nin düşünde onlar üç gün üç gece savaşmışlardı. İyice yorulup kan kaybettiği sırada can havliyle ak kurt köpeğinin azı dişi kara kurdun boğazına saplandı. Boğazından yaralanan kara kurt sarsılıp yavaşça sendeleyerek yere yığıldı. Kanı su gibi akan ak kurt köpeği de aksayarak gözden kayboldu. “Eh, iyi köpek ölüsünü göstermez.” derlerdi. Bu kurt köpeği de öyle yaptı diye düşündü Süzge. Az evvel gökyüzündeki ay tıpkı sarı bakır bir tabak gibi eriyip daha sonra kor gibi kızararak kayboluyordu. O sırada Süzge sanki kendi üzerine soğuk bir nesne düşmüş gibi hissetti. Canavarın soğuk bedeni üzerindeymiş gibi hissederek korkuyla çığlık atıp uyandı. Düş mü gerçek mi olduğunu anlayamadı. Kalbi güm güm atıyordu, bir süre kendisine gelemedi. Soğuk bir şey hâlâ bedeninin üzerinde yatıyor gibiydi. Eliyle göğsünü yokladı. Başucunda duvarda asılı duran Han’ının kınındaki altın saplı elmas kaması göğsünün üzerindeydi. Süzge nefes nefeseydi ve ter içinde kalmıştı. Galiba gördüğü düşün içindeymişçesine bu hâle gelmişti. O sırada duvarda asılı duran kamaya eli çarpmış olmalıydı.

Demin yaşadıklarının düş olduğunu bilmesine rağmen uzun bir süre etkisinden kurtulamadı. Ertesi gün yaşlı kadınlardan birine anlatıp yorumlatmaya cesaret edemedi. Olumsuz bir şeyler duymaktan korktu. “Köpek, yedi hazineden biridir.” derlerdi ya. Büyük savaşın ak kurt köpeğinin galibiyetiyle sonuçlanmasını iyiye yordu. “Evet, Yüce Yaradan’ım, gördüğüm düş şerre işaretse ondan da senin yüceliğine sığınıyorum.”

Yavaşça kapı tıkırdar gibi oldu. Kapıda bekçilik yapan kadın baş serdarın saraya geldiğini haber verdi. İyi bir haber duyacakmışçasına kalbi hızlıca çarpmaya başladı. Sevinerek yerinden hızlıca kalktı.

“Misafir odasında beklesin.” deyip kılık kıyafetini kontrol etti, başörtüsünü düzeltti. Kendisine bir çekidüzen verip çevik adımlarla odasından çıktı. Misafir odasının kapısından içeri girdi, ipek perde arkasındaki yumuşak minderine oturdu. İnce perdeden serdarın yüzü net görünüyordu. Serdarın yüzü kapkara olmuştu, kaşları çatıktı. Eskisine nazaran epeyce yaşlanmış gibiydi, hatta boyu da küçülmüşe benziyordu. Hanım, serdarın yüz ifadesinden onun ne diyeceğini tahmin edemedi. Fakat olumsuz bir haber getirdiği anlaşılıyordu. Daha fazla sabredemeyerek hafif bir öksürükle kendisinin serdarı dinlemeye hazır olduğunu işaret etti.

Baş serdar yerinden kalkıp perdeye yaklaştı, diz çöküp oturdu. Başını eğerek hanıma selam verdi.

“Allah size yâr olsun hanım!”

“İyi günler bey!

“Hanım uygunsuz zamanda huzurunuzu kaçırdığım için özür dilerim. Han sarayından kötü haber aldık.” deyip biraz durakladı. Süzge’nin içi burkuldu. Han’ım sağ olsa bari diye düşündü hemen.

Olete lõpetanud tasuta lõigu lugemise. Kas soovite edasi lugeda?

Teised selle autori raamatud