Şafak Sancısı

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Biz eskisi gibi, Şeker’de, Karakız Halamla Dosalı Eniştemin evinde kalmaya devam ettik. Onların büyük bir dere kenarında iki odalı evleri vardı. Bir odada kendileri kalıyordu, ikincisini de bize ayırmışlardı. Dosalı Eniştem çok samimi, mert bir insandı. Aynı zamanda, attığını vuran profesyonel bir avcıydı. Sık sık atına biner, tüfeğini alır, iki üç av köpeği peşinde, dağa avlanmaya giderdi. Evinin başköşesinde ayı, kurt ve yabani kedi postları asılı dururdu. Dağdan dönüşünde, eğer avlanmış ise çok keyifli olurdu. Önce Karakız Apamı, sonra da sırayla bizi adlarımızla çağırırsa, avlanmış olduğunu hemen anlardık. Hayallerimle Ay’a yükselen çocukluğumun hüzünlü hatıralarından bir çağrışımıdır bu…

Şahanov: Ernest Hemingway; “Büyük yazar olabilmek için kabiliyet ve eğitimle birlikte mutsuz bir çocukluk yaşamış olmak gerekir” demiş. İşin ilginç yönü, siz küçükken yazar olacağım diye hayal kurmamışsınız. Fakat araba sürmeyi, yani şoför olmayı candan istiyormuşsunuz. Böyle olduğunu, 1935 yılının 5 Haziranında Lenincil jaş gazetesi muhabiri Rayhan Şükürbekov ile konuşmanızdan anlıyoruz. Sizinle yapılan bu röportajı, Şarşen Usubaliyev, Taşkent arşivinden bulmuş. Tanınmış edebiyatçılarımızdan, araştırmacı Abdıldacan Akmataliyev’in kitabında yer alan röportajı da buraya almadan geçemeyeceğim:

Cengiz bu sene yedi yaşında. Kendi arkadaşları arasında, temizliğe ve disipline dikkat etmesiyle en önde. Evinde kendi kendine kitap okumaya, oynamaya alışmış. Biz Cengiz’le bir saat kadar sohbet ettik. O, önündeki kim olursa olsun kendi düşüncesini hiç çekinmeden serbestçe beyan ediyor.

– Büyüyünce ne olmak istiyorsun?

– Şoför olmak istiyorum.

– Baban nerede?

– Moskova’da.

– Oraya niçin gitti?

– Okuyor.

– Babanın daha önce nerede çalıştığını biliyor musun?

– İlçe Parti Komitesi Başkanı olarak çalışmış. Sonradan Kırgız Obkomının Başkanı olmuş. Odamdaki köşe var ya, onu babam yapmış… Büyüyünce şoför olmak istiyorum.

– Evinde nasıl oyuncakların var?

– Şu anda bende her şey var. Sadece arabam yok. Onu da babam satın alacağını söylemişti.

Soruları içinden geldiği gibi cevaplayan bu çocuk, Törekul Aytmatov’un oğlu Cengiz’dir. O, okumayı biliyor, büyük harfle basılan gazeteleri, kitapları rahat okuyor. Cengiz’in şoför olma hayalinin gerçekleşeceğinden hiç şüphemiz yok…

Gazetede bu röportaj “Cengiz Şoför Olmak İstiyor” başlığıyla yayımlanmıştır.

Şöfor olmak isteyen çocuğun gelecekte dünyaca ünlü bir yazar olacağını muhabir o zaman nereden bilsin?

Araba sürme hayalinizi destekleyerek iyi dileklerde bulunan merhum Rayhan, siz Sovyetler Birliği’nin en saygın ödülü olan Lenin Ödülünü aldıktan bir yıl sonra rahmetli olmuş.

Aytmatov: Evet, o zamanlar çok nadir gördüğümüz arabaya karşı aşırı istekliydik. Bu arzular sadece benim değil, benim gibi binlerce çocuğun hayalini süslerdi. Büyüyünce bu hayalin hayatın bir kenarında kalacağını, o zaman hiç düşünemezdik.

Köyde, halk düşmanı olarak tutuklanan babamın ismi pek ağza alınmazdı. Ancak, annem ve Karakız Apam, babam hakkındaki gerçekleri bize durmadan anlatır; babama karşı sevgi ve saygı beslememizi öğretirlerdi. Evde yabancı kimse yokken, anacığım bize babamın resimlerini, nişanlarını ve kimliklerini gösterirdi. En çok üzerinde babamın soyadı yazılı mühür dikkatimizi çekerdi. Mührü mürekkebe daldırıp kâğıda bastığımızda, Aytmatov T. yazısı çıkardı.

Karakız Apam tahsilsizdi, ama çok beliğ konuşan, irfanlı, akıllı bir insandı. Babama karşı çok saygılıydı. O, 1964 yılında ağır hastalanmış, ölüm döşeğindeyken; “Dördünüzden de razıyım. Ne yazık ki babanız çok genç yaşta öldü. Büyük işlerin başında olmayıp diğer hemşehrileri gibi basit bir şeyle meşgul olsaydı, sağ salim aramızda olurdu” diye ağlamıştı.

İlk başta babam hakkında, “10 sene hapis cezası aldı. Mektuplaşmak yasaktır” dediler. Aradan aylar, yıllar geçiyor, ümidimizi hiç yitirmiyorduk.

Günlerden bir gün, kör bir adamın, oğlunun yardımıyla evimize geldiğini ve anama şöyle dediğini hatırlıyorum: “Törekul’la birlikte tutuklanmıştık. Aynı koğuşta yattık. Azap ve zorluk adına ne varsa gördük. Törekul gibileri yüzyılda bir defa doğar. Gözlerimi körelttikten sonra beni serbest bıraktılar. Törekul da hayatta. Adalet eninde sonunda yerini bulur, ümidini kesme.”

Babamla alakalı bir haber almak ümidiyle İç İşleri Halk Komiserliğine anamla ikimiz defalarca mektup yazdık. Fakat net bir cevap gelmedi.

Şahanov: Bir ara, küçük kardeşiniz Roza’yla uzun uzadıya sohbet etmiştik. Roza, geçmişe ait anıları anlatırken ağlıyordu. “Cengiz abim üniversiteyi başarıyla bitirip yüksek lisansı kazandığı sırada, halk düşmanının oğluna Stalin bursunu nasıl verirsiniz” diye birileri dilekçe vermiş. Sonuçta ağabeyimin bursunu kesmişler. Yüksek lisans yapması da yasaklanmıştı. Ama ağabeyim hiç yılmadı, hafta sonraları demiryoluna gider, vagonlara kömür, ağaç yükler, günlük ihtiyaçlar için para kazanırdı. Kazandığı parayı biriktirerek kışın tatile geldiğinde, bize birer kış elbisesi getirmişti. Bana yakası tüylü, sımsıcak tutan bir palto almıştı. Hayatımda ilk defa böyle bir giysiye sahip olan benim o andaki sevincime diyecek yoktu. Moskova’da Madencilikte okuyan İlgiz Ağabeyime kendisinin eski paltosunu kargoyla göndermişti. Paltosunun birkaç iç ve dış cebi varmış. Kardeşinin aç ve darda kalmaması için ceplerine ayrıca para da koymuş.

1957’de İç İşleri Halk Komiserliğinden “Aytmatov T. hakkında bilgi istemişsiniz. Gelip haberini öğrenebilirsiniz” diyen bir yazı aldık.

Anam heyecanından ne yaptığını şaşırıyordu. Belli ki heyecandan kalbi küt küt atıyor, ikide bir oturup kalkıyordu. Terslik bu ya, o gün Cengiz çok hastalanmış, ateşi birden bire 40° dereceye kadar yükselmiş, kalkamıyordu. Annemi kendisi götürmek isteyip ayağa kalktığında başı dönmüştü, yürüyecek hali yoktu. Anamla beraber ben yola çıktım.

“Babanı Sibirya’ya götürdüklerini tahmin ediyorum. Şimdi oralara sürülenlerden çoğu serbest bırakılıyor ya, eh, Törekul diyorum, sizleri görünce sevincinden ağlar galiba. Cengiz ile İlgiz evlendiler. Lüsya ile ikiniz de büyüdünüz, terbiyeli birer genç kız oldunuz. Acaba babanız değişmiş mi? Tutukladıkları zaman 34 yaşındaydı. Bu sene 55 yaşına girdi. 20 yıldır görüşmüyoruz. Bir tek ölmediğimiz kaldı. Ne zorluklara maruz kalmadık ki? Allah, babanı sağ salim görmeyi nasip eyleye… Fakat Sibirya’ya sürülenler arasında oralardan evlenenler de varmış… Olsun, hayatları pahasına dahi olsa bazı şeyleri yapmaya mecbur kalmışlardır muhakkak. Yeter ki yaşasın. Hay Allah, elim ayağım titriyor. Görüştüğümüzde sevinçten kalbim durmasın” diyerek coşuyordu annnem.

Anamın konuşmalarını dinlerken gözlerim yaşardı. Allah’ım diyorum, ne merhamet! “Evlenirse evlensin, yeter ki hayatta olsun” diyor. Kendinden çok sevdiği kişinin iyiliğini isteten, gerçek sevgi dediğin kudret bu mu acaba?

Evet, annemiz babam tutuklandığında hem genç hem de çok güzeldi. İlmiyle, ferasetiyle köylüleri cebinden çıkarırdı. Onu dışarıdan görüp istemeye kalkışanlar da olmadı değil. Fakat o Törekul’dan derin, Törekul’dan yüksek, Törekul’dan yakışıklı erkeğin olabileceği ihtimalini aklının ucundan bile geçirmedi. Düşünmek istemedi… Bazı dul kadınlar gibi, etrafına bakmayı ar meselesi saymıştır. Anamız tüm hayatını sevdiğinin yolunu gözetmekle, kocasının her yaptığını büyük bir ihtimamla hatırlamakla, doğum günlerini kalbimize sürekli aşılamakla geçirmiştir. Bunları yaparken, kendini dünyadaki en mutlu insan olarak görürdü.

Konuşup düşünürken, İç İşleri Halk Komiserliğine geldiğimizin de farkında değildik. Anam giriş kapısındaki silahlı görevliye davetiye mektubunu gösterdi. O, “Siz geçin” diye annemi geçirdi ama benim orada kalmam gerektiğini işaret etti.

Annemin içeri girmesiyle dışarı çıkması bir oldu. Yüzünde bir an evvelki halinden eser yoktu. Benzi sararmış halde anamı görünce, beni tuhaf bir korku sardı. Hemen anamı ayakta tutabilmek için koluna girdim. Gözlerinden süzülen yaşlar yüzünü epey ıslatmış, anam hâlâ sessizce ağlıyordu. Dudakları titriyordu. Tek kelime konuşamadan bana elindeki kağıdı uzattı. Kâğıtta Rusça olarak şunlar yazılıydı:

Rapor

Tutuklandığı güne, yani 1 Aralık 1937’ye kadar “Kızıl Professura” Enstitüsünün öğrencisi olan Aytmatov Törekul’un davası 15 Haziran 1967’de SSCB Yüksek Mahkemesi Askeri Kumlunda tekrar ele alınmıştır.

Askerî kumlun 5.11.1938 tarihli T. Aytmatov’a dair kararının hükmü değiştirilmiş ve suç işleyenlerin hepsinin bir arada bulunmaması sebebiyle dava durdurulmuştur.

Aytmatov T. ölümünden sonra aklanmıştır.

SSCB Yüksek Mahkemesi Askerî Kumlu
Başkan Yardımcısı Albay M. Rusakov

Lanet olası bu kâğıt parçası, 21 yıllık ümidimizi bir anda paramparça etmişti. Anamla ikimiz, deli dana gibi el ele tutuşarak neye uğradığımızı şaşırmış bir vaziyette zar zor ilerliyorduk. Hayatın hiçbir anlamı kalmamış, hayata olan bağlılığımız kopmuştu sanki. Anacığıma bakıyorum; gözleri fersizdi, yüzünde ümitsizliğin ifadesi belirmişti. Hey kudret, dedim kendi kendime. Yirmi bir sene boyunca her türlü eziyete, zorluğa tahammül ederek bizi destekleyen, ‘Törekul bugün olmazsa yarın gelir’ ümidiydi. Ah anam ah, bu uğurda sen neler çektin neler?!

Bir an bağıra bağıra ağlamak geldi içimden. Yıllar süren, bizim ailemizi kıskacına alan adaletsizliği olanca sesimle lanetlemek istedim. Ancak yanımda sendeleye sendeleye yürüyen, ani haberin şokundan henüz ayılamayan zavallı anacığımın yarasını deşmeyeyim düşüncesiyle kendimi zorla susturmuş, sessizce gözyaşlarıma boğulmuştum.

Eve yaklaştığımızda, birbirimize sarılarak ağladık. “Evet yavrum, artık olan oldu”, dedi annem metanetini toplayarak. “Şimdilik babanın vefatını Cengiz’e söylemeyelim. Zaten hasta, duyarsa daha da fenalaşır.”

Cengiz iyileştiği zaman annem bizden Karakız Apamı çağırmamızı istedi. Çok geçmeden, köyün kendine has yiyeceklerini sırtlayan Karakız Apam çıkageldi.

 

Anam, halama abisinin hayatta olmadığını duyurduğunda, zavallı kadıncağız gözümüzün önünde şaşkına döndü. 21 yıl süren hasret ve kederini dizginleyemeyerek bizi sırayla kucağına alıyor ve hüngür hüngür ağlıyordu. Akrabalık buydu işte. Sonra sülalece toplandık. Şeker’e gidip zulmün kurbanı olan Alım-kul, Törekul, Özibek ve Rıskulbek’in ruhlarına dua bağışlayıp Kerimbek’in evinde yemek dağıttık.

Anam, babamızın vefatına tam olarak inanmış değildi. Herhangi bir açıklama yapmasa da, son nefesine kadar “belki yaşıyordur” ümidini yitirmedi. Aşağıda anlatacağım olayın da onun böyle düşünmesinde etkisi olmuş olabilir. Savaş yıllarında Kafkasya’dan Şeker’e gelip yerleşenler arasında Ayvazidi adında falcı bir Yunanlı kadın varmış. Kahve falına bakıyormuş. Dedikleri de tıpatıp çıkıyor diye, konu komşudan duyunca annem de gitmiş ona fal baktırmaya.

– “Kocan hapiste, dört çocuğun varmış. Şu anda çok zor durumdasın. Burada daha 10 sene kalacaksınız. Büyük oğlun tahsilini tamamlayınca sizi şehre götürecek. Oğlun dünyaca ünlü biri olacak”, demiş.

– Ya kocam? Hayatta mı, ne zaman gelecek?

Falcı kadın anamın sorusunu;

– “Kocan çok uzaklarda. Seneler sonra kavuşacaksın” diye cevaplamış.

Falcı babamızın ahirette olduğunu bile bile, annemin ümidini kırmamak için böyle söylemiş olabilir. Veyahut “Seneler sonra kavuşacaksın” demekle öbür dünyadaki görüşmesini mi kastetti, kimbilir?

Aytmatov: Ne de olsa falcının böyle demesi iyiliğin alametidir.

O devirde Sovyetler Birliği’nin tüm halkı ortak vatanla, ulu rehber Stalin’le övünüyordu. Vatanseverlik duygusu da had safhadaydı. Özellikle savaştan (Rus-Alman Savaşı) sonraki yıllarda düşmanı mağlup etmemiz, mutlu çocukluk yıllarımız, hayatımız, kısacası her şeyimiz için Stalin’e minnettarız diye düşünüyor, bununla gurur duyuyorduk. Bu duygu ve düşünce şimdi çok komik gelebilir. Ama o devirde, devlet politikasından zerre kadar şüphelenmenin kimsenin (özellikle bizim köydekilerin) aklının ucundan bile geçmediğinden eminim. Öyle bir ortamda devlete kötülük düşünen insanın, yani halk düşmanının oğluna karşı çoğunluğun tavrı nasıl olabilir? Şunu da belirtmeliyim ki, köyün iç kültürü gereği, biz, duyanı ürküten yukarıdaki ifadenin soğukluğunu pek hissetmedik. Bunda, babamın ileri görüşlülüğünün de payı var. Çünkü bizi en son uğurlarken, kendi köyüne gitmemizi ısrarla istemişti. Eğer Moskova’da kalsaydık veya Frunze’ye yerleşseydik başımıza her türlü tehlike gelebilirmiş.

Şahanov: Kazakistan’da Akmola [şimdiki Astana (Ç.N.)] şehri yakınında halk düşmanlarının hanımlarını bir arada tutmak amacıyla ALJİR [Akmola Vatan Hainleri Hanımları Kampı (Ç.N.)] kampı açılmıştı. Bu kamptaki tutuklular arasında Kazak aydınları Turar Ruskulov’un, Saken Seyfullin’in, Beyimbet Maylin’in, Temirbek Jürgenov’un, Uzakbay Kulumbetov’un, Sultanbek Kojanov’un ve Jamaydar Sadvakasov’un hanımları vardı. Bunların her biri devletin, sanatın, edebiyatın ve partinin en ünlü isimlerindendi.

Akmola’dan 40-45 km uzaklıkta kurulmuş, onlarca kilometrelik alanı olan “dünyanın cehennemi merkezi” olarak adlandırabileceğimiz bu kamp, 26 bölümden oluşmuştur. Kampa Sovyetler Birliği’nin dört bir yanından gece gündüz getirilmekte olan halk düşmanlarının hanımlarına koşulan ilk şart, kocasının vatan haini olduğunu kabul ettiğine ve ondan tamamen ilişkisini kestiğine dair imzalı dilekçe vermek. Bu işlemi yaptın mı, cezan biraz hafifleyecekti.

Ciğerparesi yavrularını kuvvet zoruyla yetimhaneye bıraktırıp ailenin diğer fertlerini, anasını, babasını şiddetli azaba mahkûm eden İç İşleri Halk Komiserliği görevlilerinin yaptıklarını duydukça, onların insanlığından kuşkulanıyorsun.

Bu kadar ağır şartlarda yaşamalarına rağmen, Saken Seyfullin’in ve İlyas Jansugirov’un değerli eşleri kocalarının çok kıymetli yazma eserlerini toprağa gömerek, yastık pamuğunun arasına saklayarak nesilden nesle aktarılmasına vesile olmuşlar. Hayli cesaret isteyen böyle bir iş, her babayiğidin kârı değildi.

Rahmetli Ğabit Ağa (Musrepov), Beyimbet Maylin’in hanımı Küncamal’ı görmek için ALJİR’e gittiğini söylemişti.

Görüşme sırasında Küncamal Apa Ğabit Nusrepov’a;

– “Kampın koyunlarını gütmeyi kendim istedim. Sabahtan akşama demir kafes içinde kıpırdamaksızın oturacağıma, içimdeki hasreti dışarı atayım; en azından bağırp ağlayarak hafifleyeyim diye düşündüm”, demiş.

ALJİR’de hapsolunan “halk düşmanı” hanımlarının sayısının 22 bine yakın olduğunu belgelerden öğreniyoruz. Şayet köye gidip barınmasaymış, sizin ananızın da hali nice olurdu?

Aytmatov: Tabii her şey olabilirdi… Ortaokuldayken öğretmenimizin daha önce kimseden duymadığım bir nasihati vardı. Şöyle demişti bana: “Oğlum birisi babanın ismini söylerse, ‘halk düşmanının çocuğuyum’ diye sakın yere bakma!”

Öğretmenimin bu sözü, her darda kaldığımda bana destek olmuştu. Bu sözler anamın, “Konuşulanların hepsi yalan, iftira. Senin baban halk düşmanı olamaz” dediği gerçekle bağdaşıyordu. O zamandan itibaren babam hakkında bir haber, bir ipucu bulmayı can-ı gönülden dilemeye başladım.

Şahanov: Yine kız kardeşiniz Roza’dan dinlediğim bir olayı anlatmadan edemeyeceğim.

Yıl 1975. İşim gereği Talas şehrine gitmiştim. Gittiğim yerde bir kadın “Siz Cengiz Aytmatov’un kardeşi değil misiniz?” diye güler yüzle karşılamıştır. “Evet”, dedim ben.

– Sizin buraya geldiğinizi tanıdık birisinden duydum. Allah duamı kabul etmiş. Yoksa sizlerle görüşmek için Frunze’ye gitmeyi düşünüyordum…

O zamanlar Cengiz’e dünyanın dört bucağından, Sovyetler Birliği’nin her tarafından gelen mektupların sayısı bilinmezdi. Herkes derdine deva arar, ağabeyimden yardımcı olmasını rica ederdi. Kimisi ev almasına yardım isterdi; kimisi çok pahalı ve ancak yurt dışında bulunan ilaçları almaya, bazıları da idareden gördüğü adaletsizlikleri anlatarak yardım etmesini isterdi. Büyük bir adaletsizliğin kurbanı olduğu için mi bilemem, Cengiz, gelen mektuplara vaktini ayırır, elinden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışırdı. Böylece bir talebi olanlar bazen beni arayıp bulur, mektuplarını, isteklerini ağabeyime ulaştırmamı rica ederlerdi. Bazen zaten işi gücü başını aşkın olan ağabeyime acıyor, geçiştirmeye çalışıyordum. Talas’ta karşıma çıkan kadını da ilk başta onlardan biri zannettim.

“Hayır, hayır” dedi o, sanki içimi okurcasına. Benim sizi aramam babanız Törekulla alakalı. Benim ağabeyim hapiste babanızla aynı koğuşta kalmış.

Babamın ismini duyduğumda tüylerim diken diken oldu.

– “Nerede ağabeyiniz? Yaşıyor mu?” demişim.

– Evet yaşıyor. Fakat şu anda hastanede, durumu pekiyi değil. Doktorlar sayılı gününün kaldığını söylüyorlar. Eğer mümkünse, ağabeyiniz Cengiz Aytmatov’la görüşmek istiyor. Ama gazetelerden o kişinin şu anda Amerika’da olduğunu okuyunca, sizi arıyordum.

Kadınla birlikte hastaneye gittim. Hastaların dinlenme saatine denk gelmişiz. Hastanın kardeşi olan hanım, nöbetçi hemşireden izin alarak içeri girdi. Abisinin kolundan tutarak koridora çıktılar.

Hastanın sabırlı birisi olduğu yüzünden okunuyordu. Ama hastalık iyice yıpratmış olacak ki, nefes alıp vermekte zorlanıyordu. Selâmlaşıp hal hatır sorduktan sonra adam yüzüme incelercesine baktı ve hüngür hüngür ağlamaya başladı.

– “Siman Törekul’u andırıyor… Artık ölsem de razıyım. Allah bana yardım etti” dedi ve duraksadı. Kendisinin Tanrıverdi Alapayev olduğunu söyleyen aksakal, konuşmaya başladı.

– Komsomol Kuruluşunda çalışıyordum. Ağabeyim Uzak-bay “Akjar” kolhozunun idarecisiydi. İdarede olanların çoğu, olur olmaz bahaneyle, “halk düşmanı” diye adlandırılıp hapse atılıyordu. Sıra ağabeyime de geldi. Kaşla göz arasında ağabeyimi tutuklayıp götürdüler. Tabii çok geçmeden aynı olayı ben de yaşadım.

– “Ağabeyin “halk düşmanı”. Kimlerle irtibatı vardı? Ne gibi zararlı davranışlarda bulundu? Nasıl bir şeyin propagandasını yapıyordu? Söyle, yoksa bu günlerini arayacak duruma düşersin”, deyip her gün sorguya çekiyor; yüz göz ayırt etmeden dövüyor, tekmeliyorlardı.

İnadım tuttu. Sesimi çıkarmadım. Bir gün sorgu yargıcı, tavırlarımdan tepesi atmış olsa gerek, silahının namlusuyla, olanca kuvvetiyle ağzıma vurdu. Dişlerimin neredeyse yarısı dökülmüş ve bayılmışım.

Aradan ne kadar süre geçtiğini bilemiyorum. Ayıldığımda kendimi koğuşun taş döşemelerinde buldum. Etrafıma bakındım. Her günkü dayaktan yüzü gözü şişmiş, perişan halde altı yedi kişi vardı. Köşede bir tane demir karyola duruyordu. Başucumda oturan adam, yüzümden, dudaklarımdan akan kanı siliyordu. Merhametli birisi olduğu gözlerinden belliydi.

“Kalk, canım, benim yerime yat”, deyip kalkmama yardım eden adam beni karyolaya yatırdı. Cezalılar, koğuştaki tek karyolaya sırayla yatıp dinleniyorlarmış. O gün sıra o adamınmış. Taş döşeme o kadar soğuktu ki, soğuk iliklerine kadar işliyordu. Diğerlerinden çıt çıkmadı. Hatta birbirlerine bir kelime etmekten bile korkuyorlar gibiydi.

Ertesi gün iyice tanış olduk. Bana yardım eden kişinin adı Törekul Aytmatovmuş. Talas’tan geldiğimi duyunca çok heyecanlandı. Gittikçe daha çok yakınlaşıp ağabey- kardeş gibi olduk. Durumumun teferruatını öğrenince;

“Senin herhangi bir suçun yok. Hem gençsin. Sadece ağabeyinden dolayı buradasın. Yargıçlar seni suçlu çıkarmak için bin dereden su getirirler. Çok dikkatli ol, kimseye ihanet etme, cesaretini ve metanetini korudukça işin kolaylaşacaktır. Eninde sonunda serbest bırakılırsın. Fakat bizim durumumuz farklı… Beklenmedik bir anda idama götürebilirler”, deyip derin bir of çekti.

Törekul, hapisteki yastığının beyazımsı kılıfından küçük bir el torbası dikmişmiş kendisine. Beyazımsı dediğim sadece sözde, torba o kadar kirlenmiş ki siyaha çalan gri renkteydi. Torbaya, Cengiz ve İlgiz diye iki oğlunun ismini işlemiş. Yanına bir de Talaş diye yazmak istemiş ancak, ipi bitmiş, son “s” harfini yazamamış. “Tala” yazısı net okunuyordu. Kendisinin ferasetli, bilgili, tertemiz; aynı zamanda çok zevkli olduğu her halinden belliydi. El torbasında her zaman bez parçasına sarılmış sabun, tarak ve diş fırçası bulundururdu.

Bir gece yanımızdakilere işittirmeden kulağıma fısıldadı:

– Benim günüm yaklaştı. 58. maddeye göre ceza kesmişler. “Halk Düşmanı” olarak mektup yazmam ve dışarıdan herhangi bir haber almam yasaklandı. Senden ahretlik bir isteğim var. Şu hapisten kurtulursan Şeker’e git, hanımımla, çocuklarımla görüş. Ben “Halk Düşmanı” filan değilim. Bunun bir iftira olduğunu anlat onlara. “Halk Düşmanının akrabası diye ağabeylerimi, kardeşlerimi de tutuklayacaklarından korkuyorum. Çocuklarımın en büyüğü Cengiz hayatta. Zorluk, insanın insana üstünlüğü nedir bilmeden büyüyordu. Tabiatı çok hassas idi. Moskova’dayken bir gün avluda iki kişinin dövüştüğünü görmüş. Taşı sıksa suyunu çıkaran bir delikanlının yaşlı bir adamı dövmüş. Bu olaya şahit olan oğlum, koşarak eve gelmişti. Hüngür hüngür ağlıyor, korkunç bir şey… “Hiç acımadı” deyip bir süre kendine gelememişti. Cengizle baş başa oturup konuşursan memnun olurum. Cesaret aşıla ona, hayatta karşısına çıkabilecek zorluklara karşı dirençli olmasını öğret. Benim “vatan haini” olmadığımı açıkla. Eğer dönemezsem benim için canını seve seve feda edeceğinden emin olduğum annesi Nağima’ya, kardeşlerine sahip çıkması gerektiğini söyle. Kardeşiyle ikisinin ismini üzerine yazdığım şu torbayı benden hatıra olarak götürürsün. Şu ricamı unutma, eğer beni öldürmeyip Moldavanovka hapishanesine götürecek olurlarsa senden polis vasıtasıyla sabunu isteteceğim. Oral tarafına sürgün ederlerse diş fırçamı göndermeni söylerim Hadi hoşçakal. Hayatta görüşmek nasip olmazsa ahrette inşallah kavuşuruz…

Ben gözyaşlarımı tutamayıp talebini yerine getireceğime söz vermiştim. Sonra Törekul’u götürdüler. İki gün sonra “Aytmatov’un herhangi bir eşyası kaldı mı burada?” diye cılız bir polis geldi. Bir kötülüğü hisseder gibi oldum. Cesaretimi toplayarak ona Törekul’un ne durumda olduğunu sordum. Polis işaret parmağını yukarıya kaldırarak, “Şu anda ruhu cennette uçuyordur” deyip sırıttı. Dizlerim tutmuyordu. Polise Törekul’un şapkasıyla kazağını verdim. Torbasını, tarağını çocuklarına emanet ederim diye sakladım.

Aradan çok geçmemişti ki bana halk düşmanının kardeşi bahanesiyle on yıl hapis cezası verildi. Sverdlovsk’a sürüldüm. Allah şahittir ki, on sene boyunca, üzerinde Cengiz ile İlgiz’in ismi yazılı olan Törekul’un emanet torbasını tarağıyla birlikte montumun iç cebinden çıkarmadan muhafaza ettim. Büyük oğluna kendi elimle takdim ederim diye hep hayal kurdum. Bazen Cengiz’in 20 yaşındaki delikanlı olduğunu düşünür, kaşını gözünü Törekul’a benzeterek onu gözümün önüme getirirdim.

Fakat hani “insanın kafası Allahın topu” [Allahın dediği olur manasında (Ç.N.)] derler ya, kaderim hiç de düşündüğüm gibi olmadı. 10 sene sonra hapis cezası bitti ama memlekete dönmeme izin verilmedi. Sibirya’nın ta öbür ucundaki bir köye sürgün ettiler. Bu sefer hapis değil, orada çalışacak, serbest yaşayacaktım. Alınyazım demekten başka çarem yok, orada bir Tatar kızıyla evlendim. Memlekete gitmeme izin çıkmayınca ümidim mi kesildi, yoksa bir akşam arkadaşımın evinde içtiğim samogon içkisinin tesiri mi, ne olduysa işe şeytan karıştı. Eski montumu, cebindeki Törekul’un emanetiyle birlikte nehre atmışım. Bu yaptığım Allah’ın da, babanın ruhunun da hoşuna gitmezdi. O gün, ahırda atı nallarken hayvan bir tekme attı. Bayılarak düştüm. Allah’ın cezası olacak ki, iki kaburga kemiğim kırılmış, akciğerimin bir tarafı tamamen ezilmişti. O gün bugündür sakatım. Aylarca, yıllarca hastanelerde yattım. Bu hastalık ecelin eşiğine kadar getirdi beni. En sonunda memlekete dönmeme izin verildi. (Bundan dolayı Kruşçev’e teşekkür ederim.) Vakit geçirmeden iş yerimdeki hesabımı kapattım ve hanımımla birlikte hasreti içimde düğümlenen Talas’ıma geldim. Akrabaya, konu komşuya kavuştum. Kendime gelince sağdan soldan Törekul’un çocuklarını soruşturdum. Frunze’ye taşındığınızı öğrendim. Derken hastalığım ağırlaşmaya başladı. Sık sık yatağa düşüyordum, nefes almam iyice zorlaşıyordu. Kendi problemlerimle uğraşırken aradan bunca zaman geçmiş. Geçmişteki olaylar zihnimin derinliklerine gömüldü. Günlerden bir gün eski yaranın tekrar açılacağını hiç düşünmemiştim. Hastanedeydim. Yan tarafımdaki yatakta kalan delikanlı sabah akşam elindeki kitabı bırakmıyordu. Okudukça sanki büyüleniyordu. Bir ara, delikanlı doktorun yanına çıktığında, merakımı yenemeyerek okuduğu kitaba baktım. Bir de ne göreyim? Cengiz Aytmatov’un “Samanyolu” adlı eserler dizisi imiş [Toprak Ana]. Okumaya başladım.

 

İlk sayfada “Baba, ben senin anına heykel dikemem. Kabrinin nerede olduğunu da bilmiyorum. Bu çalışmamı, Törekul Aytmatov, sana armağan ediyorum. Aziz Anam, bizi sen büyüttün, her türlü zahmete katlandın. Sana uzun ömürler diliyor, bu çalışmamı Nağima Aytmatova, sana da hediye ediyorum” satırlarını okudum.

Kapaktaki Cengiz’in babasını hatırlatan fotoğrafı gözüme iliştiğinde Frunze hapishanesinin dar koğuşundaki kederli Törekul siması, onun en son emaneti, üzerine iki yavrusunun adı yazılan kirli torba, Sibirya ormanları, film şeridi gibi gözümün önünde canlanıverdi.

– “Canım yavrumun, Törekul’umun yavrusunun eseriymiş bu meğer”, deyip kitabı bağrıma bastım, ağladıkça ağladım.

O anda kendimden öyle nefret ettim ki. Darda kaldığımda yardımını esirgemeyip bana güvenen insanın ahiretlik isteğini yerine getiremediğimi düşündükçe, başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Her şeyi teferruatıyla anlatarak Cengiz’e mektup yollamak, torbayı nehre attığım için, daha doğrusu acizliğim için ayaklarına kapanarak özür dileyecektim. Birkaç kere buna yeltenmeme rağmen, cesaretimi toplayamadım.

Geçenlerde, doktorumun kız kardeşimle konuşmasına kulak misafiri oldum. En fazla bir ay ömrüm kaldığını söylüyordu. Bu lafı duydum duyalı uykum kaçtı. Öbür dünyaya, Törekul’un üzerimdeki hakkıyla nasıl gideceğim? Ahirette kavuşursak, “Tanrıverdi, erkek değil misin sen, imkânların elverdiği takdirde neden hiç olmazsa çocuklarımdan birine selamımı iletmedin?” derse ona ne cevap vereceğim; ne yüzle onun karşısına çıkacağım” diye düşündüm. Sonra kız kardeşime rica ettim, dedim ki: “Eğer bu dünyadan gönlümün rahat gitmesini istersen, ne yapıp edip beni Törekul’un çocuklarından birisiyle görüştür. Yalvarayım yakarayım, ayaklarına kapanarak özür dileyeyim”. Allah duamı kabul etmiş… Hasta amca, “Yavrum, tüm Törekul ailesi adına sen beni affet, ne olursun affet”, deyip çocuk gibi ağlamaya başladı.

“Amca üzülmenize gerek yok. Sizin suçunuz değil ki. Kasten yapmadığınız malum. Zulmün köküne kadar işlemiş olduğu, lanet olası o devrin hatasıdır bu” diye ihtiyarı teselli etmeye çalıştım. Canım babacığımın en son dakikalarının şahidi, gözümün önünde zar zor nefes alarak hayatının en son anlarını yaşamakta olan zavallı ihtiyarı kucaklamıştım, göz yaşlarım durmak bilmiyordu.

Aytmatov: Evet, babamızın Tanrıverdi Alapayev’la 1938 yılında yolladığı selam, 1975’de bize ulaştı. Annemizin vefatı üzerinden dört sene geçtikten sonra yani.

Şahanov: 1938 yılının çok soğuk bir sonbahar günü, şimdiki Bişkek’in dağlık tarafında yerleşen Çontaş’ta İç İşleri Halk Komiserliği Dinlenme Tesislerinin yanında, kimliği belirsiz birileri birkaç arabayla bir grup insanı getirmiş, gizlice öldürerek önceden hazırladıkları çukurlara gömmüşler. Olaylara, o zaman tesislerin koruma görevlisi olarak çalışan Abılkan Kuduraliyev isminde bir aksakal uzaktan tanık olmuş. Sonradan da ihtiyar uzun yıllar boyunca oraya gider, ölenlerin ruhuna Kuran okuyup dua edermiş. Abılkan Aksakalın Bübüra adında, 1928 doğumlu, yani sizin yaşıtınız olan bir kızı varmış. Aksakal Bübüra’ya, “Bak kızım, burada pek çok kişi gömülüdür. Devir düzelirse yetkili kimselere söylersin. Sakın şimdilik kimseye tek kelime söyleme” diye tembihlemiş. Kırgızistan demokrasi yoluyla bağımsızlığını kazandığı sırada Bübura Apay babasından duyduklarını kâğıda geçirerek, Güvenlik Komitesine mektup olarak göndermiş. Komitenin bölüm başkanı olarak çalışan Bolat Abdurahmanov adlı genç, beraber çalıştığı makam ve rütbe düşkünü bazı kimselerin itirazlarına rağmen, kazı operasyonlarını organize etmiş. Ve orada 137 kişinin gömülü olduğu belli olmuş. Kazı esnasında, kurumuş kemikler arasından sizin babanız Törekul Aytmatov’u kurşuna dizme emrinin yazıldığı üç sayfalık yazı bulunmuş. Arşivlerin aranması sonucu burada sizin babanızla birlikte Kırgızların Jusip Abdurrahmanov, Kasım Tınıstanov, Erkinbek Esenamanov, İmanali Aydarbekov, Bayalı İsakeyev, Asanbay Jamansariyev, Osmankul Aliyev, Sıdık Çonbaşev gibi zirve şahsiyetlerinin defnedildiği ortaya çıkmış. Kara günlerin hatırası olan bu medfene “Ata Beyit” [Ata Mezarlığı (Ç.N.)] adı verilip, suçsuz oldukları halde “Halk Düşmanı” veya “Vatan Haini” olarak hüküm giyen merhumların kemiklerini (naaşlarını) tekrar defin merasimine Cumhurbaşkanı Askar Akayev katılmış, siz de ta Lüksemburg’tan özellikle gelip iştirak etmiş, bir konuşma yapmıştınız. Orada bulunanların söylediklerine göre herkes çok heyecanlanmış, çok ağlamışlar. Kırgızistan’da 1995 yılından itibaren 25 Kasım, Cumhurbaşkanının özel emriyle “Suçsuz Sürgünleri Anma Günü” olarak ilan edildi. Merasime ikimiz birlikte gitmiştik. O kadar kalabalıktı ki, iğne atsan yere düşmezdi. Bizi ilk karşılayanlar, kız kardeşleriniz Lüsya ile Roza oldu. Ellerinde çelenk, ağlamaktan gözleri şişmişlerdi. Düğer yanda gençler -büyük ihtimalle üniversite öğrencileriydi- gençliğin tam zirvesi olan 35 yaşındaki simsiyah gür saçlı, gözleri ışık saçan, düşünceli düşünceli kalabalığa bakan Törekul Aytmatov’un, bembeyaz saçlı, hayatın her türlü zorluğunu aşarak tüm dünyada meşhur olan oğlu sizden çok genç gösteren büyük fotoğrafını tutmuşlardı. Her hallerinden, onunla iftihar ettikleri belliydi.

Aytmatov: Aradan 53 sene geçtikten sonra, 137 kişinin kurumuş kemikleri arasından babama idam cezası verildiğine dair belgenin bulunmasıyla, gönlüm allak bullak oldu. Değil insan kemiği, çeliği bile çürüten yarım asırdan fazla zaman aralığında babamın cebindeki üç sayfalık evrakın hiçbir zarara uğramaması, şaşılacak şeydi doğrusu, Muhtar kardeşim! Allah var, adalet geç de olsa yerini buldu. Fakat geçmişte kalan uykusuz geceleri, maruz kaldığımız hakaretleri ve zulmün karşısında elimiz kolumuz bağlı zavallı durumumuzu Allah insana değil, hayvana bile göstermesin diyorum.

Şahanov: Şike, müsaadenizle konuşmamızı yine kardeşiniz Roza’nın anlattıklarıyla devam ettirsek:

“Anamız vefatına kadar Cengiz’le birlikte yaşadı. Çocuklarının en büyüğü olmasından ziyade, onunla manevi ortak yönleri çoktu. Annem Cengiz’in her eserini, hatta makale ve röportajlarına varıncaya kadar hazmederek okuyordu. Anam Sovyet edebiyatına, dünya edebiyatına oldukça aşinaydı.