Şafak Sancısı

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Bu hikâyeyi anlatmamın sebebi, Şike, o ihtiyar gibi “Ya Rabbi, bizim de akıbetimizi hayreyle” deme zamanı bize de geldi…

Aytmatov: Haklısın, ömrümüzün çoğu gitti, azı kaldı. Gün gelir, beşer olan herkes “Ya Rabbi sonumu hayırlı kıl” diyecektir muhakkak. Önemli olan, o an gelip çatana kadar hayat imtihanını verebilmek, utandırmayacak ameller işlemektir.

Şahanov: İnsanoğlu dünyaya geldiği andan sağını solunu tanıyıp ayaklarını sağlam basacağı ana kadar onu eğiten de, tenkit ederek doğru istikamete yönlendiren de ortamıdır.

Kızılkum Çölünde jantaq [deve dikeni] denilen bir bitki var. (Bunun hakkında bir şiir de yazmıştım.) Bu bitki kavurucu sıcaklarda bile yemyeşil renkte, kökünü kırk kulaç derinliklere, toprağın altına saldığı gibi çölleri süsler. Tam tersine kanbak [çöllerde yetişen, kökü toprağın yüzeyinde olduğu için hafif rüzgârdan kopan, çalıya benzer bir bitki. Rüzgârın önünde sürüklenir. (Ç. N.)] ise esen rüzgârın, kayan kumun istikametinde yuvarlanmaya devam eder. Köklülük (soyluluk) ve köksüzlüğün farkı işte bu kadar!

Aytmatov: İnsanlar da aynen bu misalde olduğu gibi, Allah’tan, gelecek nesle devedikeninin derin köklü kaderini vermesini; yolu yönü belirsiz kanbağın anlamsız hayatından uzak eylemesini dileyelim. Kanbak gibileri toplum için her zaman tehlikelidir.

Halk arasında, beklenmedik bir anda düşman eline esir düşen bir çocuk hakkında bir efsane anlatılırdı. Aradan uzun yıllar geçer, çocuk büyür, tabii bu arada doğduğu yeri (göbek kanının damladığı yeri), anne babasını, tek kelimeyle özünü unutmaya başlar. Kendi benliğinden sıyrılarak yabancı ülkenin her şeyini özümser. Aklını ve iradesini yerinde kullanarak esir düştüğü ülkenin idarecisi seviyesine yükselir. Günlerden bir gün, idarecinin doğduğu köyden gelen kervan atayurdun toprağında yetişen bir deste jusanı (hoş kokulu, kara iklim şartlarında bozkırlarda yetişen bir bitki) yaşlı idareciye armağan eder. Jusanı kokladığı anda, idarecinin gözünün önüne çocukluk yılları ve kırlarda lale topladığı günlerin tatlı hatıraları gelir. Gönlünün derinliklerine gömdüğü anıları canlanır, gözyaşlarını tutamaz. Artık onu hiçbir kuvvet durduramazdı. Çok kişinin hayal edip de elde edemediği tahtı anında terkeder. Devlete, servete dönüp bakmadan atına bindiği gibi atayurduna doğru dörtnala koşar.

Doğduğun yeri sevmek, oraya bağlanıp kalmak demek değildir. Dünya âlemi hiçe sayarak “Suyum başımda, mezarım yanımda” deyip oturduğumuz yerden başkasını görmezsek, gericilik yapmış oluruz. Diğer bir ifadeyle akmayan göl gibi, dünya uygarlığından, gelişmelerden haberimiz olmaz. Neticede hiçbir şey elde edemeyiz.

Basit bir misal; senin Otırar’ından, benim Şeker’imden yetişen birçok genç şu anda dünyanın dört bir bucağındalar. Çeşitli ülkelerde eğitimlerini geliştiriyorlar. Bazıları kendi sahalarında uzmanlaşma çabasındalar. Atalarımızın, “Atın varken atla da dünyayı gez!” dediği gibi gençken dinamizm ve aktiviteyi dünyayı gezmeye, tanımaya, öğrenmeye yoğunlaştırmalı.

Ama yine de yerkürenin hangi enleminde, ekvatorun neresinde olursan ol geriye dönüp özlemini giderecek dayanağın, doğduğun yerdir; anayurdundur. Onunla aranızdaki manevi ilişkiler devam ettikçe yolun açıktır. Başka toprak, başka hava, başka su onun yerini dolduramaz.

Evet, bizimle anayurdumuz arasında gözle görülmeyen sayısız bağlantılar olduğu bir gerçek. Senin de yukarıdaki şiirinde belirttiğin gibi, her insanın öz annesinin dışında dört anası olmalı. “Bu dört ananın en büyüğü, herkesin anayurdudur” demişsin. Ben de aynı görüşteyim.

“Ben vatansız yaşayabilirim, ancak yurdum bensiz yaşayamaz” diyenlerin düşünceleri tamamen bizim maneviyatımıza zıttır. Aksine, mukaddes yurdumuz bizsiz de güllük gülistanlık olur; gelişmeye, güzelleşmeye devam eder. Fakat anayurt, vatan kavramları zihinlerde ve gönüllerde yer etmedikçe, ruhumuzun yükselmesi söz konusu değildir.

Vatanımız yaşadıkça biz de varız.

II. Bölüm
Merhamet Işınlı Yıldızlar veya Bir Avuç Toprak

“Onları hatırlamak bile bayram sevinci yaşatıyor insana. Sanki gönül ufkunu genişleterek güneş ışınları zihnini açıyor. Karşındaki kim olursa olsun, diğerlerinden üstün, bariz bir vasfı varsa onu açığa çıkarmakla insan dünya uygarlığına katkıda bulunmuş olur.

Her şeyden evvel bu hatıratlara kendi ihtiyacımız vardı. İkinci bir önemli husus da, o büyüklerin aziz ruhlarına karşı kardeşlik, evlatlık borcumuzu ödemiş olmamız. Umarım bu anılar, onların zamanla, yağmurla, güneş altında silinmeye yüz tutmuş kabirlerine dua niyetiyle attığımız bir avuç toprak hükmünü alır.”

Cengiz AYTMATOV
 
“Hiç de kolay değildir bu tartışma.
Birlik yolu, tüm zamanlar ister güç.
Anlamamak hiç bir zaman suç değil,
anlamaya çalışmamak büyük suç”.
 
Muhtar ŞAHANOV

Aytmatov: Çok rüya görüyorum. Ne hikmetse, gözlerimi yumdum mu rüyalar âlemine hapsoluyorum. Rüyaların ardı arkası kesilmiyor. Sabahleyin bazen sevinerek, bazen da üzülerek uyanıyorum. Bir zamanlar acı tatlı günleri paylaştığım, ufuklarda yıldız misali parlayan değerli şahsiyetlerin rüyamda gördüğüm zaman seviniyorum. Bazen, direkt yakınlığım olmasa da gıyabında çok iyi tanıdığım büyükleri görüyorum. Hayatta hiç kimseye söylemediğim sırlarımı rüyamda onlarla paylaşıyorum. Gizleyecek ne var, bu durumumdan tedirgin olup birkaç kere doktora da gittim. Uzmanlar her şeyimin normal olduğunu, korkulacak hiç bir hususun olmadığını söylediler. Ama ben daha halen uykuya dalar dalmaz kendimi çeşitli olayların, çağrışımların içinde buluyorum…

Şahanov: Şike, ben doktor değilim, ama bence bu durumunuzla ilgili kafanızı yormanıza hiç gerek yok. Bildiğim kadarıyla bu hayal dünyanızın genişliği, belli bir şeyin tesiri altında kalmaktan kaynaklanan halet-i ruhiyenizdir.

Buradan kendi teşhisimle biraz da gözünüzü korkutayım. Eğer rüya görmez olsanız, şu anda yakalandığınız seviyede bir yazar olmaktan çıkabilirsiniz.

Gökyüzünden yıldızın kaymasına şahit oluyoruz ya zaman zaman. Kayan yıldızın en son saçtığı ışık, yere milyonlarca sene sonra ancak ulaşırmış. Bu dünyada yaşayan bazı insanlar da fani hayata elveda dedikten sonra o yıldızlar gibi insanların zihninde parlar, ışık verir. Çoktan aramızdan ayrılarak mekanlarını değiştiren yıldız şahsiyetlerin sizin rüyalarınıza girmesi, mana âleminin gözle görünmeyen ışınları vasıtasıyla gerçekleşiyor olabilir. Belki de olar hayattayken sonuna kadar götüremedikleri mühim işleri sizin tamamlamanızı, hayatın inişli yokuşlu yollarında kaçırdıkları bazı hayal-ideallerini sizin gerçekleştirmenizi istiyorlar. Onun için, rüyalarınıza girerek bu isteklerini iletiyor olabilirler.

Aytmatov: Şaka yaptığını anlıyorum. Fakat senin bu şakanda gerçek payı da yok değil. “İlyada” ile “Odisse”nin yazarı Homeros hakkında Yunun düşünürü Platon (Eflatun), “Bu şair tüm Ellada’yı eğitti” demiş. Ulu şahsiyetler bütün bir ülkenin, halkın muallimleridir.

Onların çabaları olmasaydı, kim bilir bugün bizim kaderimiz ne istikamette olurdu?

İşte böyle büyüklerden ilk tanıdığım, Kazak halkının ulu evlatlarından, bütün dünyaca ünlü yazar Muhtar Avezov idi. O zamanlar ben, Bişkek’teki Skryabin adlı Ziraat Üniversitesinde öğrenci idim. “Manas” Destanının kavga konusu olduğu yıllar… “Manas”ın geniş kapsamlı, Kırgızların tarihini millî değerlerini, kahramanlığını içeren değerli bir eser olduğu herkes tarafından kabul ediliyordu. Buna rağmen, mesele sosyalist realizm bakımından incelenmeye başladığında, kimseden çıt ses çıkmıyordu. Sebep, o devrin ideolojisi için zenginleri kötüleyen, fakirlerin aşağı seviyeli hayatını, hatta üstün sınıf insanlara karşı başkaldırmalarını kaleme alan eserlerin lazım olmasıydı. Maalesef adı geçen destanın başkahramanı Manas, zengin Jakıp’ın tek çocuğuydu ve aynı zamanda Han (ülke yöneticisi) unvanını taşıyordu. Bazı araştırmacılar (buna Kırgızlar da, Ruslar da dahil) han kelimesinden bile ürktüler. Neticede, Manas Destanına zengin- feodal (derebeyi) devrini, hanlık idare sistemini geri getirmeyi amaçlayan, avamın görüşlerine aykırı, gerici eser” denildi. Destanı bu yönüyle ele alan makaleler medyada açıkça yayınlanmaya başladı. Bu hareketler değerli destanın trajedik kaderinin ilk basamakları idi. Tabii bu arada Manası’ı koruyup kollayan birkaç makale de basıldı. Fakat onu önemseyen kimse olmadı.

Millî değerlerine sahip çıkmayı kutsal bir görev olarak bilenler, iki arada bir derede kalmıştı. Böyle bir dönemde SSCB İlimler Akademisi Kırgız Şubesi binasında “Manas” Destanı konusunda konferans olacağını ve destanın kaderinin bu toplantıda belirleneceğini duyduk. Hemen dersten sonra arkadaşlarımızla birlikte oraya gittik. Yanılmıyorsam, 1952 yılının sonbaharı idi. Biz geldiğimizde binaya girmek şöyle dursun, yaklaşmak bile mümkün değildi. Çok kalabalıktı. İçeride yer yoktu, dışarıda kalanlar “Manasımızdan etmesinler” dercesine yerlerinde duramıyorlardı; ortalık kaynıyordu.

Ben de kalabalığa karıştım. Ama yerinde duramadım. Önümdekileri ite kaka konferans salonunun kapısına kadar gittim ve kapı aralığından içeriyi süzdüm. Boynumu ileriye uzattığımda en öndeki 10-15 kişilik toplantı heyeti gözüme çarptı. Tam ortada Kırgızistan Komünist Partisi Merkez Komitesi Birinci Sekreteri İshak Razzakov, onun sağ tarafında da alnı bembeyaz parlayan M. Avezov oturuyordu. Muhan ile (M. Avezov) yüz yüze görüşmesem de eserleriyle birlikte basılan resimlerini daha önce görmüştüm. Etrafını aydınlatıyor gibi görünen M. Avezov’un nurlu simasından bir süre gözlerimi ayıramadım. O, sırayla kürsüye çıkarak destanı hiç bir işe yaramayan, lüzumsuz olarak tanımlayanların konuşmalarını dikkatle dinliyor, ara sıra önündeki kağıda bir şeyler karalıyordu.

– “Manas, partimizin bugünkü siyasetine tamamen ters düşen eser… Daha doğrusu, Pan-Türkizmin kalıntısı”, diyen tebliğcilerden biri A. Borovkov da destanı baştan sona kötülerken, salondakiler kıpırdanıyorlardı. Her ne kadar konuşulanların doğru olmadığını bilseler de, toplananlar, itirazlarını açıkça belirtmekten acizdiler. Kapı arkasından ikide bir kızgın sesler duyuluyordu. Toplananların “Manas” her halde tamamen elimizden gitti, diye kara kara düşünmeye başladığı bir anda kürsüye yavaş adımlarla M. Avezov çıktı;

 

– “Manas zenginleri, üst sınıf insanları öven mısraları içerebilir. Fakat bu eser, bütün bir halkın millî değerlerinin, kahramanlığının, manevi zenginliği ile derin kültürünün saf şiir diliyle ezbere söylenerek nesilden nesle aktarıla gelen muhterem bir tarihi değil mi? Bunu böyle kabul ediyorsak, Kırgız halkının hayatından ‘Manası’ uzaklaştırmakla, bu milletin dilini kökünden kesmiş olmayacak mıyız? Toplum olarak, vur diyeni öldür anlayan bu tür abartıcılıktan ne zaman kurtulacağız?” deyip biraz durakladı. Sonra az önce konuşma yapan Borovkov’a yüzünü çevirdi O da ne yapacağını şaşırmış, boynu bükülmüş bir vaziyette aşağı eğilmişti.

Muhan’ın geniş görüşlülüğü, eski ve yeni dünya edebiyatı tarihini çok iyi bilmesi, tam delil ve geniş felsefeye dayanan belagatlı konuşması, Kırgız milletinin manevi değerlerine karşı büyük saygısı ve aşırı güveni salonda yepyeni bir havanın oluşmasını sağladı. Gerçeği söylemek gerekirse, “Manas” Destanının “kara listenin” haricinde kalması M. Avezov’un yukarıdaki tarihî konuşması sayesinde oldu. Onun, gönüllere hitap eden savunma mahiyetindeki konuşmasını dikkatle dinleyen İshak Razzakov da memnuniyetini kafasını sallamakla belirtiyordu. “Manas’ın” paha biçilmez değerde olduğunu bilmesine rağmen sert siyasetin çemberinden çıkamadığı, onun her halinden belliydi. Meşhur destanı açıkça savunduğu için, Taşım Bayjiyev gibi aksiyoner insanların daha önce hapis cezası alması, tehlikenin ne denli feci olduğunu gösteriyordu zaten… Konferans sona erdiği anda dışarıdan “Müjde! Müjde! Manas’ı kurtardık! Muhtar nerede? Seni doğuran anneye ve tüm Kazak halkına canımız kurban! Aksarbas! Aksarbas! [Müjdeli haberi duyururken kullanılan bir tabir (Ç. N.)]” sesleri yükseldi. Sevinçten ağlayanlar, ağlayıp sevinenler; ortalık kaynıyordu.

Şahanov: O yıllarda, zengin derebeyilerini medhettiği bahanesiyle Kazakların nice kıssa, destan ve halk edebiyatının güzel örnekleri kara listeye alınıp arşivlere gömüldü. Bazıları yok edildi. Burada bir şey aklıma geldi. M. Avezov’un olur olmaz bahaneyle suçsuz yere iki yıl hapiste oturup, hürriyetine yeni kavuştuğu sıralarda, -güvenliğin gözetimi altında bulunan- ona duyduğuma göre Devlet Güvenlik Komitesinden tanımadığı bir kadın telefon açmış ve “Ne yapıp yapıp bugün buraları terkediniz. Biraz çabuk olmazsanız iş işten geçmiş olacak. sizi tutuklama kararı hazırlanıyor” demiş. Muhan (bu haberi alır almaz) o günün akşamı Moskova’ya uçmuş. Moskovalı dostlarının yardımıyla tahkikattan kurtulmuş. M.G.U.’ya (Moskova Devlet Üniversitesi) profesör olarak alınmış. Bütün bunlardan sonra diyorum ki, böyle karma karışıklığın ortasında hayatını tehlikeye atarak “Manas”a sahip çıkmaya çalışması, bir kahramanlık örneği değil de nedir?

Aytmatov: Ev-e-e-t… Yukarıda sözünü ettiğim “Manas” konferansını kapı aralığından dinledim dedim ya. 30 sene sonra “Manas” Destanının ilk baskısına editör olarak Mukaddime yazacağımı, dünya çapında düzenlenecek toplantılarda onunla ilgili konuşma yapacağımı o zaman aklımın ucundan bile geçirememiştim…

Büyük üstad M. Avezov ile ikinci defa görüşmem çok ilginçtir. Moskova M. Gorkiy Dünya Edebiyatı Enstitüsü Yüksek Edebi Kursunda öğrenciydim. Mihail Dudintsev’in “Ni Hlebom Edinım” romanı yeni yayınlanmıştı, Edebiyat ortamında bu eserle ilgili şoklar yaşanıyordu. Kimisi romanı övmeye kelime bulamıyor, diğer bir taraf da, tam tersine, eserin çok kötü olduğunu söylüyordu. Kamuoyundaki bu tartışmayı durdurmak ve belli bir karara bağlamak amacıyla Merkez Edebiyatçılar Evi’nin küçük salonunda bir toplantı ilan edildi. Ben erkenden gelip bir yere oturdum. Protokole edebiyatın (ve diğer alanların) en ileri gelenleri yerleştiler. Salon o kadar doluydu ki, bazıları pencere önüne, bazı kimseler de yere gazete sererek oturmuşlardı. Edebi tartışmanın biteceği yoktu. Söz ustaları peşi sıra kürsüye çıkıyor, fikir mücadelesi yapıyorlardı. Aradan ne kadar vakit geçtiğini bilemiyorum, bir ara kapı tarafına bakmıştım. Kalabalığın içinde M. Avezov’un hasret olduğum yüzünü gördüm. Biraz geç gelmiş olacak… Protokoldekiler Muhanı görmemişler veya görseler bile o kalabalıkta içeriye geçmek imkansızdı. Onu öyle ayakta görünce yerimde rahat edemedim. Anlaşılan ne içeri girebiliyor ne de dışarı çıkabiliyor. Derken ara verildi. Salon çok havasızdı. Hava almak için millet dışarıya koyulduğu zaman, ben de itişe kakışa Muhan’a yetiştim.

İki elimle elini sıkarak selamlaştım ve hemen:

– “Muhtar Ağa, size yer var. Benimle gelir misiniz?” deyip kendi yerime kadar götürdüm.

Muhan, gösterdiğim yere yerleştikten sonra bana biraz şaşkınlıkla bakarak:

– “Oğlum, kimsin sen? Nerelisin?” diye sordu.

– “Kırgızistanlıyım. Burada Edebiyat Enstitüsünde okuyorum,” dedim.

– “Ha, demek öyle! Şimdi her şeyi anladım. Sağ olasın yavrum. Bahtın açılsın,” deyip bana merhamet dolu bakışlarını uzattı.

Benim için bundan daha güzel bir dua olamazdı.

Sen kendin hiç görüştün mü Avezov ile? O vefat ettiği zaman yaşın küçük olsa gerek ama…

Şahanov: Vefatından bir kaç ay önce, Şımkent Kurşun Fabrikası Kültür Sarayında “Abay Yolu” romanı hakkında iki günlük okuyucular konferansı düzenlenmişti. Konferansa, Muhan, Almatı’dan özellikle gelip iştirak etmişti. Vilayetimizde herkesçe tanınan, Mamıtbek Kaldıbayev isimli şair bir arkadaşım var idi. O, “Abay Yolu” konferansına benim için davetiye göndermiş. Dünyaca ünlü yazarı o zaman ilk defa gördüm. Konuşmasından tut, oturması, kalkması, hatta memnuniyetini izah ederken parmağıyla burnuna dokunarak “Pali, pali!” (“Vah, vah” anlamında kullanılan tabir) diyerek gülümsemesi, herşeyi ve herşeyi benim gibi gençlerin çok ilgisini çekmişti. Maviye çalan gri renkli bir ceket giymişti. Kitaplarında gördüğüm resimlerine kıyasla biraz zayıf, yüzü solgun görünmüştü. O sıralar “Albay Jolı” sonraki “Ösken Örken” adlı yeni eserini yazıyormuş. Belki de ondan çok dalgın idi…

Konferans bitince yazarın imzasını almak için sıraya girdik. O kalabalıkta, ilerleye ilerleye yazarın yanına ben de yaklaştım. O zamanlar “Albay Jolı” ile “Enlik-Kebek” eserinin bazı bölümlerini ezbere biliyordum. Bildiklerimi yazarın önünde söylemek isteyip kendimi zorlamama rağmen cesaretimi toplayamadım. Bir yandan da utandım. Diğer taraftan benden sonra sıraya dizilenler acele ediyorlardı.

– “Adın ne, oğlum?” dedi Muhan eline verdiğim kalınca roman kitabının ilk sayfasını açarken Muhtar.

“Babam sizin kitabınızı okuyunca, size saygısından dolayı bana bu ismi vermiştir demek istedim. Fakat yine cesaret edemedim

Yazar, yüzüme sevgiyle baktı. Kafasını salladı ve yazmaya başladı. “Bala Muhtar’a ata ( Muhtar’dan. En içten sevgilerimle…” deyip imzaladı. Yazısı biraz kötüymüş. Böylece bu büyük sanatkarla ilk ve son defa görüşmüştüm.

Ben Şımkent Pedagoji Enstitüsünde öğrenciyken Adil Ermekov adında bir yaşlı hocamız vardı. İlginç bir şey, bu hocamız M. Avezov’un “Albay Jolı” romanını ezbere söylüyordu. Hani Sayakbay Karalayev var ya, onu hatırlatan fenomenin bir parçasıydı sanki. Sizin “Samanyolunuz”daki birçok monologları da ezbere biliyordu. Öğrencisi olduğum için benimle de gurur duyuyor olmalıydı ki benim delikanlı çağımda yazdığım bir kaç şiirimi de özenle okuyordu. O hocamızın kendi ağzından duyduğum bir vakayı anlatayım.

M. Avezov, hayatının son yıllarında yeni bir roman yazmak amacıyla güney Kazakistan’a sık sık gelirmiş. Adil Ermekov bir görüşme esnasında Muhan’dan duyduğunu şöyle aktarıyor:

Kanış Satbayev [Kazak Jeoloji ilminde büyük başarıları elde etmiş bir âlim (Ç.N.)] ile M. Avezov Leningrad’ta öğrenciyken bir çingeneye fal baktırmışlar. Çingene Kanış Satbayev’in avucuna bakarak:

– “Çok zorlu zahmetler çekeceksin. Hepsinin üstesinden gelecek, meşhur bir âlim olacaksın,” der.

M. Avezov’un avuçlarına bakınca bir süre sessiz kalır. Biraz düşündükten sonra;

– “Sen de büyük bir adam olacaksın. Tüm dünya tanıyacak seni. Fakat çok ağır ve girift yollardan geçeceksin. Birkaç kere hayati tehlike atlatacaksın. Külfetli devrelerin sonunda itibarın yükselecek. Üç defa evleneceksin. Ecelin de bıçak olacak,” der. Ağzının içine bakarcasına konuşmasını dinleyenlere M. Avezov;

– “Hayatımın çok zahmetli ve tehlikeli geçtiği doğru. Ortalığın karıştığı o devirde ‘vatan haini’ iftirasıyla idam edilebilirdim. Tesadüf eseri kurtuldum. Meşhur olacağıma dair yorumu da -yarı yarıya dahi olsa- gerçekleşti. Çok büyük birisi olmasam da insanlar tarafından az çok biliniyorum… Üç evlilik meselesi de aynen oldu. Ecelimin bıçaktan olacağını söylemesi son zamanlarda biraz korku salıyor içime. Akşam geç saatlerde dışarı çıkmamaya, yalnız kalmamaya dikkat etmeye başladım,” demiş.

Şike, M. Avezov’un Kremlin Hastanesinde ameliyat olurken hayata elveda dediğini herkes biliyor. Yani rahmetlinin eceli yine bıçaktan olmuş.

Aytmatov: Ah, şu kader! Muhan ile en son 1961 yılında, hastaneye yatmadan az önce, Moskova Otelinde karşılaşmıştım. Kendisini o anda çok sevinçli gördüm. Memleketten getirdiği Kazı, Kartayı [KartAytmatov: Haşlanmış at işkembesi. Kazak sofrasının en meşhur soğuk yemeklerinden olup kıymetli misafirlere ikram edilir (Ç. N.)] iştahla yiyip, çay içmiştik. Baba oğul gibi samimi muhabbete dalmış, gece saat 01:00’a kadar oturmuştuk.

“Kuntsevo hastanesine yatacağım. Doktorlar Polip diyorlar. İyi huylu tümör imiş.

Gücüm kuvvetim yerindeyken bir an önce kurtulayım diye düşündüm” demişti. Kıymetli üstadı son defa gördüğümün, elinden ikramını bir daha tadamayacağımın, sesini son defa duymakta olduğumun farkında değildim o zaman. Ertesi gün -aklımda hiç bir şey yok- ben Fvunze’ye gittim…

Şahanov: Muhan’ın meşhur Fransız yazarı Louis Aragon’un, Moskova’ya geldiğinde özel ziyafet verdiğini duymuş muydunuz?

Hayır duymadım. Ancak ikisinin çok samimi arkadaş olduklarını biliyordum.

Şahanov: Muhan dış görünüşü itibarı ile iri-yarı, çekici bir yapıya sahipti. Louis Aragon hürmetine tertiplenen ziyafete Dinmuhammed Konayev ile Kanış Satbayev de katılmışlar. Allah rahmet eylesin, milletimizin gönlünde ebediyete kadar yaşayacak olan bu iki büyük şahsiyet de uzun boylu, geniş gövdeliydiler, hem pek yakışıklıydılar. Onların yanında uzun boylu cüsseli bir delikanlı da varmış. Dördünün de bir erkeğe has vücut yapısına sahip olmaları ve ferasetli görüşleri Louis Aragon’un dikkatini çekmiş;

– “Kazakların hepsi sizler gibi iri yarı mı oluyor?” diye hayretini gizleyemeyerek sormuş.

– “Evet, evet, bizim insanımız hep uzun boylu olur. En kısası benim”, diye cevap vermiş Muhan şakayla. Louis Aragon söylenenlere inanmış tabii. Çok hayret etmiş. Tam o sırada odaya ülkemizin ideoloji yöneticisi -adını söylemeye lüzum görmüyorum- millî sanat değerlerimize yararından çok zararı dokunan kısa boylu birisi girmiş.

– “Ama bu istisna,” demiş, Muhan, lafın altında kalmadan.

M. Avezov’un meşhur “Abay Jolı” adlı eserini Fransızcaya tercüme eden Louis Aragon’un, sizin eserlerinizi de dikkatle incelemesinin Muhan’ın vesilesiyle olduğu belli.

Bununla ilgili Kırgızistan Halk Yazarı Junay Mavlyanov’un hatıratından alıntı yapmadan geçemeyeceğim:

“Issıkgöl kenarında bulunan geniş yazlığının baş köşesinde Muhan, Sokrates’in alnına benzeyen geniş alnını ara sıra el ayasıyla sıvazlıyor, konuştukça konuşuyordu. Konu edebiyat ve sanata kaydığında, evvela Aytmatov’dan bahsetmeye başladı:

– “Şu anda Orta Asya ve Kazakistan’da, hatta tüm Sovyetler Birliği genelinde Cengiz ayarında bir sanatkar yoktur.”

“Ben Lenin ve Devlet Ödüllerini belirleme komitelerinin üyesiyim. Dolayısıyla çokları tarafından övülen bir çok eseri okudum. Şunu itiraf etmeliyim ki bunlardan hiç birisi “Cemile” ile rekabet edemiyor. Bu görüşümü SSCB’nin en önemli gazetelerinde de altını çizerek belirtmiştim. Belki de okumuşsunuzdur. Buna rağmen, kendi aramızdan, benim Fransız dostum Louis Aragon kadar Cengiz’in kıymetini anlayan, onu haketteği şekilde medheden ve onun eserleri hakkında geniş çaplı görüş bildiren kimse çıkmadı. Kırgız kardeşlerimizin yıllardır Kazaklarla Alatav ve Isıkgöl’ü paylaşmaları, ortak olarak sahiplenmeleri gibi, bundan sonra Cengiz’i de iki halkın ortak evladı sayarak, hep beraber onunla gurur duyarsak, kıskanmazsınız. Allah nazardan saklasın” deyip sözünü samimi dilekleriyle noktaladı Muhtar Ağa.

Bugünlerde Kırgız edebiyatının patriği olarak anılan saygıdeğer insan Tügelbay Sıdıkbekov Aksakal’ın “Dağ Arasında” adlı iki ciltlik romanı ile sizin “Cemile”niz aynı anda Lenin Ödülü yarışmasına sunulmuştu. Tabii karar anında hem ödül komitesinin üyesi hem de Tüken’in çok samimi arkadaşı olan M. Avezov’un ağzından çıkan bir tek cümlenin bile ne kadar büyük rolü olduğu belli. Adaletin ölçüleceği böyle önemli bir karar anında, Muhan’ın kılı kırk yararcasına adil davrandığını Tügelbay Sıdıkbekov’un kendisi anlatıyor. Diyor ki; “10 Nisan 1969. Ödül komitesinin toplantısında, yarışmaya katılanlar arasından oylamaya tabii tutulan birkaç eser seçildi. Dağ Arasında’ya sıra gelince, ben, kural gereği dışarı çıktım. Salon kapısı az açık kalmıştı. İçeriden “Geniş çaplı sosyal bir roman!” diyen Nikolay Semyonoviç Tihonov’un sesi duyuldu. Demek o, beni savunuyor. Arkasından Sergey Sergeyeviç Smirnovun; “Muhtar Omarhanoviç, siz bu romanı orijinalinden okudunuz. Dolayısıyla sizin kararınız oylamada ağır basacak” dedi, boğuk bir sesle.

 

Muhan buna karşılık, “Ben Cemile’yi tercih ediyorum” diye cevap verdi.

Aytmatov: Cemile yayınlanır yayınlanmaz Literaturnaya Gazeta’da [Edebi gazete (Ç.N.)] M. Avezov’un çok kısa bir makalesi basıldı. Az ama öz olan makalenin son derece iltifatla, itinayla yazıldığı belliydi. Bu, bir nevi büyük yazarın bana duasıydı. Aynı zamanda, üstadın karşısında kendi sorumluluğumu hissettiriyordu. M. Avezov’un, benim kendime olan güvenimi pekiştirmede büyük bir payı vardır. Arkasından SSCB genelinde dağıtılan bir gazetede “Botagöz-Bulak” adlı uzun hikâyem basıldığında da Muhan’dan; “Cengiz, eserini baştan sona okudum. Çok beğendim. Senin adına seviniyorum. İstikametinden yılma” diyen bir telgraf almıştım. Benim için kıymetli bir yadigar olan telgrafı daha halen arşivimde muhafaza ediyorum. Muhan’ı 1960’ların başında Bişkek’e geldiğinde evime davet etmiştim. Ünlü yazarın geleceğini duyunca anam Nagima çok heyecanlanmıştı. Evi silip-süpürüp, salonun baş köşesine minderlerini sermiş; sofrayı önceden hazırlayıp en değerli, en lezzetli yemekleri yapmıştı. Büyük oğlum Sancar o zaman daha çocuktu. Annem yemek telaşıyla mutfakta iken, oğlum sofraya konan kırmızı elmaları babaannesinden gizlice yemiş, kalanını da dışarıdaki komşu çocuklarına götürüyormuş ki suçüstü yakalanmış. Tam elmayı alacakken anam onu görmüş, paniğe kıpılmış. “Misafire ikram edeceğim elmadan eser bırakmamış şu çocuk. Hay Allah, ne yapacağım şimdi, ne yapacağım?” deyip çocuğu kulağından çektiği gibi salondan çıkardığı anda eve Muhan girmiş. Annem ile torununun yaptıklarına katıla katıla gülen üstad: “Ne olursunuz, benim hatırıma bir kere kızmayınız çocuğa” deyip yaramaza arka çıkmış. O zaman, Kırgızların meşhur “Manasçısı” Sayakbay Karalayev ile kapı komşusuyduk. O günün akşamı, sofra başında, dostlukları ta eskilere kadar dayanan iki büyüğün tatlı sohbetinin şahidi olma şansını elde etmiştim. Misafirler hava almak için dışarı çıktıkları zaman anam en küçük torunu Askar’ı, Muhan’ın oturduğu koltuğa ikide bir yatırıp kaldırıyordu. Anamın bu yaptığı da yazarın dikkatinden kaçmamıştı. “Adettir bu. Bebişimin gelecekte sizin gibi saygın bir insan olmasını ümid ediyorum” demişti annem. Muhan ise, kafasını sallayarak memnuniyetini belirtmişti.

Şahanov: Muhan’ın, Sayakbay Karalayev’i kendi arabasıyla Almatı’ya götürüp Kazak Devlet Üniversitesi öğrencileriyle özel bir program düzenleyerek, toplananlara; “Kırgız ile Kazaklarda mohikanların en sonuncusu, bu gördüğünüz şahsiyettir. Doya doya görün, dinleyin” deyip Manas’ı söyletmesi, neredeyse bir tarihçedir.

Yazarın, hayatının son yıllarında Issık Göl’deki yazlığına sık sık gelerek, Manas hakkında -Sayakbay ile Böltirik pehlivanın da katılımını sağlayarak- hacimli, epik bir roman yazmak için kaynak toplamaya başladığını çoğu kimse bilmiyor. Fakat yazarın bu güzel projeyi gerçekleştirmeye ömrü vefa etmedi. Kaderin hükmüne boyun eğmekten başka çare mi var?

Geçtiğimiz yıllarda -ben o zaman “Jalın” dergisinin editörü idim- Louis Aragon’un evlatlığı Jan Rista misafirim olmuştu. Alatav’ı gezerken sohbet sırasında Jan Rista, Louis Aragon’un sizi 20. yüzyılın paha biçilmez şahsiyeti olarak tanımlayıp değer verdiğini sık sık tekrarlamıştı. Çok uzun olan iyilik yoluna ilk adımınızı attığınızda, sizi destekleyen iki üstadınıza karşı vefa borcunuzu siz de ödemeye çalışıyorsunuz. Louis Aragon’un vefatının ardından onunla ilgili makale yazmakla kalmadığınızı, merhumun anısına Paris’e gidip saygı duruşuna iştirak ettiğinizi biliyoruz. Bir zamanlar siyasetin boz bulanık gündemine konu olan, ideolojik yönünden gerici eser olarak addedilen M. Avezov’un Kıylı Zaman (Bulanık Devir) adlı romanını okuyucuya tekrar kavuşturmada ne kadar alın teri döktüğünüzü de herkes bilir. Roman Novıy Mir (Yeni Dünya) dergisinde yayınladıktan sonra sarfettiğiniz emekten dolayı tüm Kazak halkı size karşı minnet duymuş, vefakarlığınızı alkışlamışlardı. Toplumda nice insanlar var ki, dostlukları köprüyü geçinceye kadar sürer. Kıymet bilmezlik sizin için asla söz konusu olamaz. Siz her zaman tevazu ile zirvede olan bir ahlakı temsil ediyorsunuz.

“Yabancı bir ülkeye sefere çıktığımda daima beraberimde götürdüğüm iki millî cevherim var. Onlar, “Manas” ve Muhtar Avezov.

“Siz Kazak mısınız yoksa Kırgız mı?” diye soranlara bu iki millî hazineden bahsediyorum. “Bu ikisi, benim halkımın sembolleridir” demekle de yukarıdaki görüşümü vurgulamaktasınız.

Aytmatov: Bu sadece insanlığın gerektirdiği bir ölçüdür, yani insana insanca cevap verme çabasıdır. Yoksa, adları geçen iki şahsın da bana yaptıkları iyiliklerin yüzde birini bile ödeyememişimdir.

Şahanov: Ben Kazakistan’ın Kırgızistan Büyükelçisi olarak atanıp Bişkek’e geldiğimde, bir şeye çok üzüldüm.

Aytmatov: Nedir seni üzen?

Şahanov: Ünlü Manasçı Sayakbay Karalayev ile görüşemediğime üzüldüm. Rejisörlüğü ülke genelinde herkesçe bilinen T. Ökeyev, B. Şamşiyev ve M. Ubukayev gibi yönetmenlerin yaptığı belgeselden, Sayakbay Karalayev Manas’ını birçok kere seyrettim. Destanı söylerken, olayların gelişmesine göre ozanın ses tonunun değişmesi, dinleyeni hayrette bırakan ozanlık kabiliyeti beni de çok etkilemişti. Sayakbay’ın sesindeki akılcılık o kadar büyülemişti ki beni, gönlümdeki coşkuyu dizginleyemeyerek ağlamıştım. Sonradan, hanımım Kanşayım’ı, genç yaşta vefat eden şair arkadaşım Jolon Mamıtov’un eşi Mendi ile çocukları Aygerim ve Azamat’ı da yanımıza alarak meşhur Manasçı’nın mezarını ziyaret etmiştik.

20. yüzyılın ender rastlanan şahsiyeti Sayakbay Karalayev hakkında sizin düşünceleriniz nelerdir?

Aytmatov: Birkaç yıl önce Seken ile birlikte Şu ilçesine gitmiştim. Bir anda tüm ilçe halkı Karalayev’in geldiğinden haberdar olmuş. Millet uzak yaylalardan, dağ köylerinden hatta çitliklerden; kimisi arabayla, kimisi traktörle, kimisi de yaya akın etmeye başladı. Karalayev’ın jırlarına hasret kalanlar o kadar çoktu ki, merkez kolhoz kulübü tıklım tıklım doldu. Gelenlerin yarısından çoğunun dışarıda kaldığını görünce, S. Karalayev, Manas’ı dışarıda, açık havada, milletin ortasında söylemeye karar verdi. Sayakbay kulüp binası önündeki merdivene, toplanalar da yere oturdular. Bazıları da at üstünde, kamyonlara çıkarak dinlediler. Ozan durmadan söylüyor, ağzından jır değil sanki bal akıtıyordu. Biraz sonra ufuktan yavaşça ilerleyen bulut tam tepemize geldiğinde, sağanak yağmaya başladı. Karalayev yağmurla yarışırcasına jırlamaya devam etti. Ben üstümdeki yeni takım elbisemin kirlenmesini düşünerek telaşa kapılmış olmalıyım ki, biraz çıkıntılı olan kulüp çatısının altına sığınmışım. Baktım ki, benden başka kimse yerinden kımıldamıyor. Utancımdan tekrar geri döndüm. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında sırılsıklam ıslanmaya ve üstlerine başlarına çamurun bulaşmasına aldırış bile etmeyen halk, Manasçı destanı bitirene kadar kıpırdamadan dinledi…

Bu anlattığımdan bir kaç sene önce vuku bulan ilginç bir olayı da arz edeyim burada. Sene 1959 idi. Moskova’dan yeni mezun olup memlekete dönmüştüm. Ülke Parti Okulu dinleyicileri Kırgız’ların Sayakbay Karalayev ve Karamolda Orozov gibi meşhur isimleriyle özel bir görüşme programı düzenlediler. Parti Okulu dinleyicileri arasında, Kırgızlardan başka Rus, Alman vs. bir çok milletten insan vardı. Manasçıların ve atışmacı şairlerin çoğu Rusça bilmezdi. Ben tercüman tayin edildim. Program devam ediyordu. Sıra Sayakbay’a gelince, onu soru yağmuruna tuttular.