Şafak Sancısı

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

– “Manas’ı, söylemeye kaç yaşında başladınız?”

– “İlk öğretmeniniz kimdi?”

– “İnsan hafızasında bunca uzun destanı nasıl tutabilir?”…

Suallerin ardı arkası kesilmiyordu.

“Çocuktum. Bir gün koyun otlatırken, bir kavak ağacının altında uyuya kalmışım. İkindi vaktinde at toynaklarının sesinden sıçrayarak uyandım. Yarı uyanık halde, at üstünde iri yarı birisinin bana doğru koşarak gelmekte olduğunu müşahede ettim. Adamın elindeki mızrak güneş ışınlarıyla parlıyordu. Bindiği at da o kadar gösterişliydi ki; küheylandı adeta. Yanıma geldiğinde, atının dizginlerini çekerek durdurdu:

– “Ey oğul, hayrola nedir bu yatışın?”

– “Uyuyakalmışım.”

– “Senin ağzına kutsi bir görev verilecektir. Bundan sonra Manas’ı söyleyeceksin. Hadi, aç bakayım ağzını!”

Ağzımı açmamla adamın ağzıma idrarını yapması bir oldu. Ağzım köpürüyordu, neredeyse boğulacaktım… Gelen kişi, kaşla göz arasında kayboldu. Gelen kimdi? Cin miydi, melek miydi yoksa Hızır mı, bilemem. Bildiğim tek şey, o andan itibaren ben Manas’ı jırlamaya başladım…”

Karalayev durmadan konuşuyor, ben de kelimesi kelimesine çeviriyordum. Olay anlattığım noktaya geldiğinde nasıl tercüme edeceğimi bilemedim, çok zorlandım. Olduğu gibi aktarsam ayıp olur diye düşündüm. Çünkü salonda kadın dinleyiciler de çoğunluktaydı. Bir de, başka milletten olanlar ervahin [Kazak ve Kırgızlarda ölenlerin ruhuna aşırı saygı gösterilir. Bunlardan yardım, destek umma inancı mevcuttur. (Ç.N.)] Hızır’ın ne olduğunu anlayamazlardı. Çaresiz kalınca yukarıdaki olayın püf noktasını “Ağzıma tükürüverdi” diye tercüme ettim. Bu ifadenin bile dinleyicileri aşırı etkilediğinin farkındaydım.

Aradan uzun seneler geçti. Bunları hiç kimseye anlatmamıştım. Bunları yakın zamanda, Belçika’da yapılan bir programda, Karalayevle ilgili yukarıdaki olayı olduğu gibi anlattım.

Bir Fransız yazarı hayretlerini gizleyemeyerek; “Bu güne kadar neden bunu açıklamadınız? En çekici noktası da bu değil mi?” dedi bana.

Şahanov: Dünya halkları folklorunda nice aşk ve kahramanlık destanları, kıssalar ve hikâyeler mevcuttur. Ama onların hiç birisi hacmi bakımından Manas Destanıyla kıyaslanamaz. Meşhur Homeros’un İlyadası ile Odise’sini üst üste koyduğunda bile, Manas, aşağı yukarı 20 misli hacimli. Hindistanlıların gurur kaynağı olan Mahabharata da Kırgız destanından 2.5 misli küçüktür. İşte bu muhteşem destanı Kırgız’ın tahsilsiz, okuma yazma bilmeyen, meşhur jırcıları (ozanları) altı ay boyunca söyleyip bitiremezmiş. Hafızanın harikuladeliği karşısında şaşmamak mümkün değil. Bu kadar bilgiyi insan beyni nasıl kaldırabilir? Her devrin Manasçıları –jırçıları- destanı hafızalarına kaydetmişlerdir ve nesilden nesle miras olarak aktaragelmişlerdir. Kırgızların, dünyadaki feraset sahibi milletlerin arasında önde gelenlerden sayılması, işte bu geleneksel hafıza sayesinde gerçekleşti. Ne yazık ki bazı devirlerin manasçılarının adı tarih sayfalarında kalmamıştır. Bunun sebebi, onların her birinin Ulu Destanı gelecek nesle emanet etmeyi kendilerine kutsal bir borç olarak bilmeleri olabilir. Son asrın bilinen en güçlü Manasçılarının sayısı 40’ı aşıyor. Onlardan biri, deha şahsiyet diyebileceğimiz Sağımbay Orazbakov. Zamanının zirve jırcısı sayılan S. Orazbakov 1930’da, 63 yaşında, Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. O hayattayken, 180 bin mısralık destan halk edebiyatına sahip çıkmak isteyen birkaç kişi tarafından yazıya geçirilmiştir. O zamanlar günümüzde olduğu gibi ses kaydedecek teknoloji yoktu. Jırcı yavaş yavaş başlayıp gittikçe manaya, muhtevaya inerek yarışmaya katılan at gibi tam hızını alacağı sırada onu durdurup, söylediklerini yazana kadar bekletmek, ozana hakaret gibi görülmüştür. Sağımbay öyle öfkeleniyormuş ki bu duruma, kendini zor frenliyormuş.

Burada, destanın günümüze kadar ulaşmasında büyük katkıda bulunan Balık ile Keldibek, Toğolok Moldo ile Moldobasan, Jüsip Mamay ile Seydene gibi vefakar insanlara gelecek nesil adına teşekkür etmek borcumuzdur, görevimizdir. Bunlardan Kırgız Edebiyatının zirve şahsiyeti Toğolok Moldo (1860-1972) Manas’ı jırlamakla yetinmemiş, aynı zamanda bizzat yazıya geçirmiştir. Kendi ismi Bayımbet imiş. Fakat hemşehrileri genç yaşta okuma yazma öğrendiğinden dolayı “Moldo” [Moldo: Molla, hoca demektir. (Ç.N.)]; tombiş tipine bakarak “Toğolok” [Yuvarlak manasında(Ç.N.)] ismini takmışlar. Ölümüne kadar Toğolok Moldo olarak bilinmiş, edebiyatta da bu ismi ile zikredilegelmiştir.

Şair-ozanın memleketi Narın vilayeti, Akdala kazası, Kurt-ka köyünden Bermet Jüsüpjanova adında bir kadın, geçenlerde beni ziyaret ederek Toğolok Moldo’nun Arap harfleriyle, okunaklı bir şekilde, kendi eliyle yazdığı el yazması eserini bana takdim etti. Müstesna şahsiyetin değerli mirasını elime alıp baktığımda, kendisi söylediği Manas nüshası olduğunu hemen anladım.

– “Bu eseri Millî İlimler Akademisine götürseydiniz,” dediğimde, misafirim;

– “Bir zamanlar, Şokan Valihanov ile Muhtar Avezov gibi, Kazak halkının namuslu evlatlarının Manas bilimine çok büyük hizmetleri olmuştu. Bu kıymetli eseri, o büyüklerimize ve size karşı hürmetimin ifadesi olarak kabul etmenizi istiyorum. Bundan sonra kime verecekseniz, nereye götürecekseniz, o sizin bileceğiniz bir iştir. Ben güvenilir ele emanet etmekle üzerimdeki yükten kurtuldum,” demişti.

Yakında bu emaneti Kırgız Millî İlimler Akademisine götürmeyi düşünüyorum.

Aytmatov: Muha, bu da Kırgız halkının size itimat ettiğini ve sizi kendilerinden bir parça olarak kabullendiklerini gösteriyor. Aslında, halk edebiyatının nice cevherlerinin daha tamamen toplanmadığı da acı bir gerçektir.

Şahanov: Jırcılar arasında, akıncı hükmünde olanı Sayakbay Karalayev olduğunu belirtmiştik. Cumhurbaşkanı Askar Akayev’in “Kırgızların Mikelanjelosu” dediği T. Sadıkov’a, Cumhurbaşkanımız Nursultan Nazarbayev adına “Parasat Nişanı” takdim etmiştim. Asya’da ve ülkelerde de otoriter olan heykeltıraş Turğınbay Sadıkov, Sayakbay heykelini nasıl yaptığını bana şöyle anlatmıştı:

Manas’ın dev heykelinin iki yanına, onu destan diliyle hayat-dar eden sanatkarların heykellerini yapayım dedim. Proje gereği, 1970’lerde Mohikan’ların sonuncusu sayılan Sayakbay aksakalla çok görüştüm. “Taştan insan çıkarmak” hiç de kolay değil, hele yapacağınız heykelin Sayakbay jırcınınki olduğunu düşünün. Sayakbay aksakal ile bahçeyi gezdim. Evinde oturdum, sohbet ettim. Onun taşı dile getirecek bir ânını yakalamak epey yoruldum.

Normal hayatta orta boylu, uysal görünümlü, pek sessiz bir adamdı. Sayakbay Aksakal. Onu bu suretle heykele geçirmenin hiç bir manası yoktu. Doğrusu ne yapacağımı şaşırdım.

Sayakbay Ağa, “Manastan bir parça söyler misiniz?” dedim zorda kalınca.

Kudrete bak, Manasçı gözümün önünde değişiverdi. Az önceki uysal görünümden eser kalmadı. Jırlamaya başladı, söyledikçe coştu, coştukça bakışlarında sanki şimşekler çakıyor, omuzlarını silkerek, iki eliyle değişik hareketler yapıyordu. Manas’ın Konırbay ile savaşını jırlarken o kadar hızlı hareketler yaptı ki, adeta fırtına kopmuş da, hortuma yakalanmış gibi hissettim kendimi. Manasçının yüzüne baktığımda onun bu dünyadan sıyrıldığını, destan kahramanlarıyla bütünleştiğini farkettim. Önümde oturanı jırcı olarak değil de kâh Bakay ihtiyar, kâh Sırğak ile Almambet ve daha sonra Şuak ile Er Kökşe olarak görüyordum. Jırın akışına göre, Sayakbay aksakal farkında olmadan göz yaşlarını döküyor, sırıl sıklam terliyordu. Gökte aradığımı yerde bulmuştum. Hemen heykelin taslağını çizdim. Sevincime diyecek yoktu.

Kırgız’ın dağları ile bozkırını bağrına basmak istercesine kucağını açarak iki kolunu havaya kaldıran Sayakbay’ın ilhamlı ânının taş sureti, Bişkek’teki Toktağul Satılganov Devlet Filarmoni binası önünde meşhur destanın ölümsüzlüğünü haykırırcasına dikilmiş.

Evet, Şike, Kazak ve Kırgızlar’dan çıkan dehalar saymakla bitmez. Şifahi edebiyatımızın meşhur temsilcilerinden Jambıl Jabayev onlardan biri. Kırgızlar ile Kazaklar’ın ortak şairi olarak bilinen Jambıl, hayatının son dokuz yılında Kazaklarda daha önce hiç görülmedik bir itibar kazanarak “20. Yüzyılın Homeros’u” adını almıştı.

Aytmatov: Haklısın. Jambıl Halk arasındaki yeri itibarı ile de, yaşadığı devrin kültürel ortamında da eşine ender rastlanan insanlardandı.

Şahanov: 1938 yılında, Gürcülerin büyük şairlerinden Şota Rustaveli’nin Kaplan Postuna Bürünen Bahadür Destanının 750. yıldönümü kutlanıyor. Programda Kazakistan’ı Jambıl idaresindeki edebiyatçı ve sanatçılardan oluşan bir heyet temsil ediyor. Jambıl’ın yanında ünlü şair ve bestekâr, kendinden birkaç yaş küçük olduğu için kardeşi gibi gördüğü Kenen Azirbayev de bulunuyor. O seferde, 92 yaşındaki Jambıl, güzel bir Gürcü kızını görür görmez ona aşık oluyor. Gönül ferman dinler mi hiç? Kaşlarını oynatarak salına salına yürüyen genç kızın cazibesine kapılan ihtiyarın içi kan ağlıyor.

Aytmatov: Hay Allah desene!

Şahanov: Bir şiirimde bu olayı konu almıştım. Müsadenizle okuyayım:

 
Gençliği mi umman gönlün,
Yoksa hayal tomurcuk.
Yüz yaşayan şair Jambıl,
Şu kudrete bakınız,
Gürcistan’a gittiğinde
Bir güzele kapılmış.
 
 
İşte budur, tam manada yiğitlik.
Zaman örsü ihtiyara boyun eğdirememiş.
“Ne muhteşem metanet bu,” diye bir Rus şairi
göz yaşlarını silmiş.
Yaşlılar var hayalleri küheylan,
Bozkırları kucağına sığdıran,
Güzellikten hisse almayı unutan,
Yok olmaya mahkum olur an be an.
 
 
Yer yüzünde rüzgar silen iz de çok;
İradesiz, her daim olmuş talan.
Otuz yaşta nine olan kız da çok;
Gençler de çok otuz beşte yaşlanan.
 
 
Genç kim,
İhtiyar kim,
Zaman bunun sarrafı.
Gençler artsın ufku geniş, kararlı.
Yaşlılık, gücün eksilmesi,
metanetsiz erkekler;
Her zaman da toplum için zararlı.
 
 
Mesutsun sen, her seherde gözünü
Güzelliğe doyurmaktan kaçmazsan.
Yaşlılıkla kandırma sen kendini
İhtiyarlık yaşla ölçülmez hiç bir an.
Mutlu odur her seherde gözünü
Güzelliğe doyuran ve kanmayan.
 

Aytmatov: Güzel yaşlanmanın da maharet istediğini, yani yaşın ilerlemesine rağmen genç ve dinç kalmanın mümkün olduğunu sözde de, özde de ispatlayan büyüklerimizdendir Jambıl Jabayev. Tabii yukarıdaki romantik vakayı efsane olarak değerlendirmek doğru olur. Olay, keskin ve geniş bir hayalin sonucudur. Şifahi şairliğin asıl özelliği de burada.

 

Başımızdan geçen totaliter sistem devrinde, halk arasından çıkan kaynak su misali yüce kabiliyetlerden, Kömünist Parti siyasetinin propagandacıları olarak istifade edildi. Okuma yazma bilmediğinden dolayı Jaken’e (Jambıl’a) de özel katip tayin edildi. Hatta şiirlerin konuları bile yukarıdan seçilip gelmiyor muydu?

Şahanov: Jambıl hakkındaki dedikodular günümüze kadar süregelmiştir. Bazıları, onda göze çarpacak kadar şairlik yeteneğinin olmadığını, kimileri ise özel bir şahsa tapmayı yeğleyen basit bir manzumeci olduğunu dile getiriyorlar. Fakat hakikat şudur ki, o yıllarda yazılı edebiyatın temsilcilerinden birkaç kişi hariç hepsi Lenin ile Stalin’i övmekteydiler ve onların büyüklüğünü sanat diliyle methetmekte adeta yarışıyorlardı. Zamanın şartları böyle yapmayı gerektiriyordu. Bir de halk, önder bildiği şahıslara öyle güveniyordu ki… Herhangi bir değerlendirmeyi yaparken o olayın geçtiği zamanın şartlarını göz önünde bulundurarak ele almalıyız. Yoksa bir şahsı veya olayı bulunduğu ortamdan ve devirden sıyırarak bugünkü şartlara sokarsak, tek taraflı değerlendirmiş ve böylelikle büyük bir adaletsizlik yapmış oluruz.

Aytmatov: Son derece haklısın…

Şahanov: Jaken (Jambıl), Kırgızların nice güçlü şairleri ile, ozanları ve küyşileri [(Küy: Kazak ve Kırgızlara has, sözü olmayan, sadece besteden ibaret olup millî çalgılarla çalınan bir müzik türü. Küy sanatı Kazaklarda çok gelişmiştir. Dilinden anlayana her bir küy büyük bir hayat dersi verir. Küyü besteleyen ve çalanlara da küyşi denir. (Ç.N.)] ile samimi dostluklar kurmuş. Temeli dostluğa ve kardeşliğe dayanan sanatkarlar, iki halkı da sanat eserleri ile desteklemişler. Yüksek kabiliyetli insanların kendi ortamını aşan şey, onların tuhaf karakteristik özellikleri oluyor genelde. Sözünü ettiğimiz sanatkarlar da böyle anlarda birbirilerine sığınagelmişlerdir.

Aytmatov: Kırgızların ünlü şairi Toktagul’un ta Sibiryadan sürgünden kaçtığı zaman evine gitmeden önce Jambıl dostuna gelmesi, dediğin kardeşliğin canlı bir örneğidir.

Şahanov: Elbette öyledir. Jambıl sabahtan akşama, akşamdan sabaha Manas’ı jırlarken Kırgızın birçok ozanlarından hayli ileri gitmiş. Kırgızların ünlü küyşisi Maratali ile küy yarışması yaptığını duymuşsunuzdur. Yaşlıların söylediklerine göre, o yarışmada Jambıl Kırgızların 13 küyünü, Muratali ise Kazakların 15 küyünü harikulade bir ustalıkla çalmışlar.

Masimhan Beysebayev isminde, bir zamanlar Kazak Komünist Sovyet Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu Başkanlığını yapan bir aksakaldan duyduğum, Jambıl hakkındaki bir olay aklıma geldi.

– “Ben o zamanlar Almatı vilayeti Parti Komitesi Başkanıydım”, diye başlamıştı adam konuşmasına.

Jambıl ilçesi, Almatı vilayetine bağlıdır. Jaken’in tüm SSCB’de şöhret bulduğu, hatta Stalin’den bizzat destek aldığı yıllardı. Bir gün; “Jaken doksanı aşkın bu yaşında evleneceğim diye başımıza bela açtı. Evleneceği kişiyle de görüşmüş, ön hazırlıklarını yapmış. Sözümüzü dinleyeceği yok. Kendi dediğinde direniyor,” diye soğuk bir haber aldık. Kazakistan Komünist Partisi Merkez Komitesi Başkanı Cumabay Şayahmetov, bu haberi aldığında deliye döndü. O kadar şoke olmuştu ki yerinde oturamıyor, odasının içinde volta atıyordu. Halkımızın gurur kaynağından sayılan, geniş bir coğrafyaya ün salan kıymetli bir şahsın beklenmedik bir anda böyle bir karara varması, bir taraftan çok komik, daha önemlisi de o zamanki toplumun mazbut ahlak kurallarına aykırı, akıl almaz bir davranıştı.

– “Bu dehşetli haber kimse duymasın,” dedi Cumabay Şayahmetov.

– “Hemen tedbir alın, harekete geçin ve durdurun. Evleneceği kadının akrabaları var mıymış?”

– “Çocuğu kolhozda çalışıyormuş.”

– “Alelacele İlçe Parti Komitesi başkanıyla ve kolhoz idarecisiyle irtibata geç. Kadını kararından vazgeçirsinler. Ama Jambıl’ın kendisine hissetirmesinler” diyen Şayahmetov, masayı yumruklayarak devam etti:

– “Kadının çocuğu vasıtasıyla harekete geçmek en doğrusu. Annesine sahip çıkamayan, ne biçim evlattır? Eğer bu dediklerimi yapamazsan görevine son verileceğini unutma.”

Emir emirdir, her şeyi Başkanın dediği gibi yaptım. Birçok müdahale sonucunda, o kadın Jambıl’la evlenmekten vazgeçti. Biz de rahatladık tabii. Müjdeli haberi anında C. Şayahmetov’a ulaştırdık.

Cumeken (Cumabay Şayahmetov) ; “Aferin size. Bir kadına söz geçiremeyecekseniz sizin koca halkı idare edebileceğinizden şüphe duyulmalıydı,” diye memnuniyetini belirtti. Bu arada olup bitenlerden Jambıl’ın haberi olmaması gerektiğini tembihledi.

Aradan çok bir zaman geçmemişti. “Şair Jambıl çok hastalanmış, yatağa düşmüş” haberini aldık. Haberi alır almaz bir grup hükümet ve parti yetkilileri olarak Cumabay Şayahmetov başkanlığında yola çıktık. Jaken’in köyü Almatı’dan yaklaşık 70 km. uzaklıkta olan, doğal güzellikleri ile bakan gözü rahat ettirecek bir yer.

Biz geldiğimizde Jaken arka odada gelenlere sırtını dönmüş yatıyordu. Sıraya dizilmiş olan bizlerin selamını almadığı gibi dönüp bakmadı bile. Sanki odada tek başınaymış gibi yatıyordu. İnat etmekte olduğunu anlamıştık.

C. Şayahmetov; “Selamun Aleykum, Jake!” dedi. Arkasından da biz selam verdik.

Jaken, bu sefer, kulağının yanından elinin ucunu kaldırmakla yetindi.

Tam o esnada içeri giren Jaken’in gelini, yatağın altındaki leğeni dışarı götürüyordu. Az sonra Jaken yavaşça bize dönerek başını yastığa koydu ve son derece hiddetli bir ifadeyle;

– “Ey, geri zekalı ahmaklar, siz beni ne zannediyorsunuz? Bu yaşta evlenip de gönül eğlendirmek istediğimi mi düşündünüz? Yolun yarısında atın ölmesin demişler, karımın vefatından sonra adeta elim kolum bağlandı, gelinin eline bakıyorum görüyorsunuz, kayınpederin sürgüsünü temizliyor çocukcağız. Yazık değil mi? Hanımım olsa geline bunca yük olur muydum? Ama ne yazık ki bunları sizin sınırlı akıllarınız almıyor. Senelerdir koskoca Kazak ülkesini idare etmenize rağmen, kuş beyni kadar beyne sahip olamamanıza üzülüyorum,” diyerek bize tekrar sırtını döndü.

Aytmatov: Değer zarfta değil mazruftadır derler ya. Şairane naz ve yön bilirlik iç içedir burada. Aslında Kazak ve Kırgız’ın her yönden gösterişli şairleri Süyinbay ile Katağan’ın, Jambıl ile Toktağul’un, Toğolok Moldo ile Ümbetali’nin, Kenen ile Alimkul’un içli dışlı ilişkileri, iki halkın samimi beraberliğinin temel taşlarını oluşturmuştur.

Şahanov: Evet, mesela Şabdan, Kahraman Rus Ordusu Albayı ve aynı zamanda da Zadegân (asilzade) unvanını almıştır. Ancak bu unvanıyla şahsi menfaatini değil, bir milletin tamamının çıkarlarını kollamıştır.

Kahraman Şabdan, Kırgız ile Kazak’ın sanatkarlarını birbirinden ayırt etmeden seven; devrinin yüksek mevkiini, zadegânlığı elde etmesine rağmen çok mütevazi, herkese açık, cömert biri imiş.

Bununla ilgili, birara dertleşme sırasında Cumhurbaşkanı Askar Akayev’den duyduğum bir hikâye aklıma geldi…

Kazakların Jetisu diye adlandırdığı güzel mekanı jırlarıyla besleyen Jambıl, yerli idarecilere küstüğü zaman “Kırgız kardeşime, Şabdanıma gittim” der, Alatav’ın güneyine doğru yola düşermiş. Bir gün Çonkemin’de ikamet eden Zadegan Şabdan, Vali Kalpakovskiy’in “Çabuk gel!” diyen emir davetine icabet etmek için faytonlarını ve birlikte gelecek adamlarını hazırlayıp, tam yola koyulmak üzereymiş ki Jambıl gelmiş. Bunu görünce Şabdan:

“Durunuz! Kolpakovskiy yarı padişah dahi olsa Jambıl’dan büyük değildir. Jaken’i ağırlayıp uğurladıktan sonra ancak sefere çıkabiliriz,” diye emir vermiş. Şair dostuna karşı duyduğu saygıdan dolayı altı kanatlı beyaz çadır [Kazak-Kırgız kültüründe çadırın bir çok çeşidi vardır. Büyüklüğü, yapıldığı malzeme türüne bakarak misafir çadırı, zengin, fakir, genç, evlenenlerin çadırı, yas çadırı vs. diye ayrılmaktadır. Altı kanatlı beyaz çadır da çok geniş üstüne beyaz keçeden örtülü olup çok kıymetli misafirleri ağırlamak için kullanılmaktadır. (Ç.N.)] kurdurup o civardaki hatırı sayılır kişileri de davet ederek ihtişamlı bir ziyafet düzenlemiş. Şaire, sabaha kadar, “Manas” ile “Suranşı Bahadür” destanlarını jırlatarak jıra susamış gönüllerin hasretini gidermiş.

Şabdan’ın anası Baalı Beybişe’in, [Birkaç hanımı olan kişinin en büyük hanımına verilen ad. Aynı zamanda hatırı sayılır kadınlar için de saygı ifadesi olarak “Beybişe” kelimesi kullanılır. (Ç.N.)] “Yavrum ta çocukluğundan cömertliğiyle tanınmıştı. Üç yaşına kadar göğsümü tek başına emmez, komşu çocuklarını ellerinden tutar, getirir beraber emerdi” dediği malumdur.

Kırgızlar ile Kazaklar arasında mertliği menkibelere konu olan Şabdan’ın, 40 yaşlarında çekildiği bir fotoğrafında göğsüne taktığı iki madalya göze çarpıyor. Yaşlandığı sırada çekildiği bir fotoğrafında ise bir tek madalya kalmış. Bunun hikâyesi de çok ilginç: Bir gün Şabdan evindeyken bir dilenci kapısına gelmiş. Dilencinin hal hatırını, soyunu sopunu soruşturunca küçük yaşta öksüz kaldığını, hiç akrabası, yakını olmayan bir zavallı olduğunu anlamış. Sadaka vermek için etrafını yoklamış ama o anda bir şey bulamamış. Şabdan’ın eski servetinden, sadece boz boğasının kaldığı sıralarmış. Hiç bir şey bulamayınca eski ceketinin göğsüne taktığı, Rus İmparatorluğundan aldığı iki altın madalyanın birini çıkarıp dilenciye vermiş ve demiş ki:

– “Bişkek’in pazarına götür, sat. Parasını al veya hayvanla takas et. Böylece dilencilikten kurtul.”

Bir hikâye daha: Bayake diye bir adamın Sedep adında bir hizmetçisi varmış. Hizmetçinin gözleri şaşı ve aynı zamanda kekeme imiş. Dünya malı adına her şeyden mahrum bu zavallının akşamları başını sokacak fakir kulübesinden başka hiç bir şeyi yokmuş Öfkelendiği zaman kendi kendine;

– “Beni ne er aldı ne de yer aldı der, kaderine küsermiş.

Bir yıl zengin Bayake yayladan kışlığa göçtüğünde, Sedep tek başına kulübesinde kalmış. O gece sabaha kadar kulübeye kurtlar saldırmış. Kadıncağız canını dişine takarak ölüm kalım mücadelesi vermiş. Ertesi gün ikindi vaktinde kulübenin önünde otururken, az ileriden Şabdan ve Bayake başkanlığında bir grup atlının geçmekte olduğunu görmüş. Onları görünce sevinçten deliye dönen zavallı Sedep;

– “Şabdan Efendi, buyurun maksım [Maksım: Kırgızların darıdan hazırlanan millî içeceği (Ç.N.)] için,” diye var gücüyle bağırmış. Bunu duyan kahraman Şabdan Efendi, yanındaki biy (Biy: Kadı) ve bolısların (Bolıs: Kaymakam) burun kıvırdıklarına aldırış bile etmeden kulübeye doğru gitmiş.

Kahraman Şabdan Sedep’in elindeki çatlak tasa konulan içeceğe tam uzanırken, Bayake;

– “Ey köle, bunu ne diye kahramana sunuyorsun? Geri götür,” diye araya girmiş.

Şabdan ise hiç istifini bozmadan; gelenek gereği:

– “Yapılan ikramdan üstün değiliz. Getir,” demiş, maksımı bir dikişte bitirivermiş ve eklemiş:

– “Of ne güzel, maksımınız tam kıvamında imiş. Öyle susamıştım ki… Susuzluğumu gidermiş oldum. Bugünlük sabredin, yarın bizim köyün yiğitleri gelir, sizi götürür. Hiç merak etmeyin.”

Bunları söyledikten sonra kahraman yanındakilerle birlikte yoluna devam etmiş.

Biraz yol yürüdükten sonra;

– “Hey, Bayake, köyünün kimsesiz bir kadınına sahip çıkamıyorsan, merhamet edemiyorsan ne diye halkı idare etmeye yelteniyorsun?” diye kızmış. Aradan çok geçmeden Şabdan Sedep’e dört kanatlı çadır kurdurmuş. Altı koyun, bir de at vermiş.

İşte o öyküde anlatıldığı gibi Şabdan Efendi’nin o zavallı kadıncağızın ikramını susadığı için değil, “gönlünü edeyim de ümitsizliğe düşmesin” düşüncesiyle kabul ettiği söylenir halk arasında. Oysa tüm Kırgız halkının hanı olarak bilinen, önünde el pençe divan durulan Şabdan Efendi’nin içeceğe ihtiyaç duyması söz konusu olamazdı.

Rus İmparatorluğunun sömürgeci siyasetine hayatı boyunca karşı çıkmış olan Kırgızların kadın hanı Kurmancan datkayı [Datka: İdarecilere verilen bir nevi unvan (Ç.N.)] general Skoblev esir aldığında;

– “Çocukların nerede?” diye sormuş.

Kurmancan’ın cevabı da şu olmuş:

– “Asıl çınar ellerinde ya, dalları da pek uzağa gidemez.” Kadına boyun eğdiremeyen general sinirlenerek Kurmancan’ın bulunduğu yere 30 askeri aynı anda bekçi tayin etmiş. O zaman da kahraman Şabdan Efendi araya girmiş, “Eğer Kurmancan kaçacak olursa, onun yerine beni öldürün” diye kefil olmuş ve Kurmancan’ı hapisten kurtarmış.

Şabdan Efendi 1909-1911 yıllarında, memleketi olan Çonkemin’de “Şadmaniye Medresesini” açmış. Orada okuma yazma öğrenen Kazak, Kırgız, Rus ve Özbek çocuklarını Vernıy [Şimdiki Almatı (Ç.N.)] Kolejine, Bişkek Ziraat Okuluna bizzat kendisi götürerek, onların tahsillerine devam etmelerini sağlamış.

 

Kahraman Şabdan yaşlandığı zaman kendi evlatlarına;

– “Zadeganlık benimle son buluyor. Sizler makam, rütbe istemeyiniz. Servet de, onunla birlikte gelen mevki de geçici bir şey imiş. En iyisi toprağı işleyin, tahıl yetiştirip alın teriyle kazanmağa bakın” diye nasihat etmiş.

Aytmatov: Tarih, belgelendirilmiş ve inkar edilmesi imkansız olan gerçeklerdir. Fakat bizim milletlerimizin başından geçen olaylar çoğunlukla efsaneye dönüşmüştür. Olay kahramanları ile aynı devirde yaşayan insanlar ve gelecek neslin geçmiş hakkında görüşü, menkibelere dayanıyor. Vakıanın önemi ve halkın görüşü bize öylece ulaşıyor. Mesela, kahraman Şabdan ile ilgili köy büyüklerinden çok duyduğum bir olay da şöyle cereyan ediyor: Yıl 1912. Kahraman Şabdan’ın (ruhuna hürmet) anısına büyük bir ziyafet tertiplenir. Alatav’ın güneyinde ve kuzeyinde oturan yediden yetmişe herkes davet edilir. Ziyafete tabii ki Kırgızlarla komşu olan Kazaklar da gelir. Kahraman Şabdan ile bir zamanlar içli dışlı arkadaşlığı olan şair Jambıl da, yanında kardeşleri Kenen ve Ümbetali ile birlikte bir kaç gün öncesinden gelip, davete icabet etmiş. Ziyafet esnasında düzenlenen alaman bayge (at yarışının bir türü) bitince, sıra atışmaya gelmiş. İki ülkenin ileri gelen ozanları sırayla ortaya çıkmış; jırlar devam ediyormuş. Zengin beyler, tüccarlar kazı, kartayı doyasıya yeyip, ardı arkası kesilmeyen kımızdan sonra tam neşelendikleri sırada Kazak ozanı Ümbetali Karibayev güzel sazlı dombırasını eline alıp Kırgız ile Kazakların kardeşliğini, Şabdan gibi eri ve Toktağul gibi şairlikte eşine ender rastlanan şahsiyeti jırıyla methetmiş. Toktağul adı geçtiği anda jıra deminden beri pür-dikkat kesilen beylerden biri “Dur!” diye bağırmış ve Jambıl’ın sağında yer alan Toktağul’a bakarak, “Ey suçlu kaçak! Çık evden çabuk!” diye devam etmiş. Meşhur Kırgız şairi Toktağul o günlerde Sibirya’dan sürgün edildiği yerden gizli kaçıp gelmişti. Bundan dolayı onu suçlu sayıyor ve bu hatasını(!) da yüzüne vuruyordu güya.

Lafa Jambıl karışmış ve az önce ağzına geleni savuran Beye demiş ki: “Ey yavrum! Kahraman Şabdan sadece Kırgızları değil, Kazakları da sayesinde barındıran mükemmel bir şahsiyet idi. İşte onun gibi şu yanımda oturan Toktağul da iki halka ortaktır. Bunları birbirinden ayırt etmeye, birini övüp, diğerini yermeye kimin hakkı var? Toktağul gibi şairi Kırgız ve Kazak hanımları yüzyılda bir kere doğurabilir… Toktağul’un gıyabında tek kelime konuşacak olursanız ben burayı terkederim.”

Doğru söze ne denir? Bu konuşmadan sonra Şabdan’ın torunları Jambıl’a işlemeli kaftan giydirip onu beyaz ata bindirerek mahcubetiyetlerini kapatmak istemişler.

O zaman yine Jambıl;

– “Gösterdiğiniz ilgiden dolayı çok teşekkür ederim. Bana verdiğiniz bu armağanları Toktağul’a hediye ediyorum. Sibirya’dan yorgun argın, hiç bir şeysiz yeni döndüğü malumunuzdur,” demiş ve topluluğun gözü önünde ahiretlik dostunun itibarını yükselterek, hediyeleri olduğu gibi Toktağul’a verdirmiş.

Şahanov: Fani dünyaya veda etmeden birkaç gün önce, Jambıl, hemşehrilerini, çoluk çocuğunu, tüm yakınlarını toplayarak bir vasiyette bulunmuş;

“Evet yavrularım. Çok kısa bir zamanda aranızdan ayrılacağım. Gece rüyamda; Suranşı Sarıbay’ın emanet ettiği kızıl kaplan, evimden çıktığı gibi Alatav’ın güneyine, Kırgızlara doğru koşup gitti. Arkasından üç defa seslendim, çağırdım ama bir daha dönüp bakmadı. Cenazemi kendi elimle baktığım bahçeye defnedin” demiş.

Şike kahramanların ve fasihlerin, ozanların içinden seçilmiş olan bazılarının genellikle bir hayvan suretinde koruyup kollayıcı sahipleri olduğu halk arasında söylenir. Bunlar sahiplendiği kişilerin rüyasında görünerek, onlara yön gösterirlermiş. Mesela, meşhur Kaz sesli Kazıbek’in kollayıcısı çift kaplan, Kempirbay’ınki yeşil ördek, sözünü ettiğimiz büyük şair Jambıl’ınki ise kızıl postlu kaplan imiş.

Jambıl’ın torunlarından, yazar kardeşiniz Nağaşıbek Kapalbekov’ten duymuştum. Siz de bir ara oğlunuz Askar ile Şairin köyüne gelip, Jambıl Ata’nın bağçesinin toprağına çocuğunuzu yatırıp kaldırmış, meşhur şairin mezarını ziyaret etmişsiniz.

Aytmatov: Az önce senin de değindiğin kardeşliğin birer belirtisidir bunlar. Gençliğimde bir aksakaldan duyduğum bir hikâyeyi anlatayım, dinle: Jambıl vefat ettiğinde, devlet idaresindeki bazı kimselerin şahsi ilgisizliğinden olsa gerek, Kırgızlar’a haber yollanmamış. Merhumun ölümünün yedinci gününde halk toplanıp yas yemeği verilirken başta Alımkul olmak üzere, Kırgızların üç şairi ağıt yakarak gelmişler. Dört nala koştukları, atlarının sırıl sıklam olmasından belliymiş. Gelir gelmez, atlarından inmeden komızlarını [Komız: Kırgızların millî çalgı aleti (Ç.N.)] ellerine alarak;

“Ey kardeşler! Jaken (Jambıl) tek Kazaklara mı aitti? Kırgızlarsız nasıl defnettiniz? Öyle darıldık ki şu anda kabrini (tekrar) açıp Kırgızlar adına birer avuç toprak atmakta iddialıyız,” demiş, sırayla ağıt jırını adeta yağdırmışlar. Kırgız kardeşlerin haklı olduklarını kabul eden cemaat utançlarından ne diyeceğini şaşırmış, göz göze gelmekten sakınıyormuş. O anda yine Jambıl’ın çıraklarından Ümbetali Karibayev ortaya atılmış, dombıra eşliğinde uzun uzadıya jır söylemiş. O, jırında Jambıl’ın “Kemiğim Kazak, ama etim Kırgız” diyen veciz ifadesini açıklayarak, haber göndermekle yükümlü bazı kimselerin yüzünden canciğer olan iki milletin ilişkilerini gölgelemenin doğru olmadığını söylemiş, tüm Kazak halkı adına özür dileyip misafirlerin önüne başlığını, kemerini ve cübbesini koyarak diz üstü oturup başını eğmiş.

O ana kadar öfkelerini yenemeyen Kırgız ozanları, Ümbetali’nin jırını duyunca, atlarından inerek toplananlara şiirle taziyede bulunmuşlar.

Kardeşlik prensibinin bundan daha güzel örneği mi olur?

Epikliğe ve romantiğe karşı millî meylimiz bir tarafa, menkibelerimiz bile inandırıcı, özlü ifadelerle anlatılır. Burada belirtilmesi gereken bir şey daha var, o da romantizm kalıbına sığdıramayacağımız, dediğim dedik şahsiyetler hakkında anlatılanlar. Öylelerinden bizzat gördüklerim, Rayhan Şükürbekov ile Midin Alibayev idi. Bavırcan Momışulı ise müstesna bir şahsiyettir.

Şahanov: Elbette öyle. Momışulı ender bulunan insanlardandır. Kendisi ne kadar “Askeriyede de, yazarlık hayatımda da albay olarak kaldım” diye tevazu gösterse de bence eski SSCB’de Bavırcan Momışulı gibi hem mutlu, hem trajik hayat sürenler parmakla sayılacak kadar azdır. Bavırcan hakkında, yazar Azilhan Nurşayıhov’un “Hakikat ve Efsane” adlı güzel bir kitabı da var. İşte o eserde Vatan Savaşı (Rus-Alman Savaşı kastediliyor) sırasında cesareti ve dehası dillere destan olan B. Momışulı’nın üç defa SSCB Kahramanı [(SSCB’de en yüksek unvan (Ç.N.)] derecesine aday olduğu, fakat bir kere dahi bu unvanın ona verilmediği, Askerî Akademiden mezun olduktan sonra generallere hocalık yaptığı, ama yine de Albaylıktan yüksek rütbeye geçirilmemesi ile ilgili çok ilginç olaylar anlatılıyor.

Sizin yazar arkadaşlarınızdan Tahavi Ahtanov’un, Bauken’in defin merasiminde söylediği, “O, standart devirde standartsız yaşadı” ifadesi,bugün halk arasında çok kullanılan bir tabirdir.

Bavırcan, gerçekten de Sovyet sisteminin standart kalıbına sığmayan, kendi zevkine göre yaşayan birisidir. Hakikati dobra dobra söylemesi ve aşırı cesareti onu rütbeden, makamdan alıkoydu.

Barış zamanı şöyle dursun, savaş esnasında bile haksızlıklar çok olmuştur. Komutanlığındaki askerlerle 272 defa savaş meydanına girerek, hepsinde galip olan B. Momışulı’nın vatan uğrunda verdiği bu emeğin, vatan savaşı tarihinin en parlak zaferleri olduğu bir gerçektir. Hatta bazı yabancı ülkelerin askeri okullarında B. Momışulı tekniği ve tecrübesinin ayrı bir ders olarak konulması çok şey ifade ediyor.

Aytmatov: A. Bek’in meşhur Volokolam Şosesi adlı kitabını okumuş ve Bavırcan’ı sevmiştim. Bavırcan, cesareti ve kahramanlığıyla bir kaç neslin medar-ı iftiharı oldu. Ben, onun gibi kahramanın bizimle aynı devri paylaştığını düşündükçe hayrete kapılıyordum. Çünkü öylelerini ancak masallarda kalmış gibi düşünüyordum.

Olete lõpetanud tasuta lõigu lugemise. Kas soovite edasi lugeda?