Entelektüelin kutsal kitabı – modern kültür

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

The Rite of Spring

Rus besteci Igor Stravinsky (1882–1971), The Rite of Spring’i 1910 yılında, bir başka eseri olan The Firebird üzerinde çalışırken tasarlamıştı. Stravinsky, eseri bestelerken bir pagan ayinini hayal etmişti. Bir genç, bahar tanrısına bir adak niyetine ölünceye kadar dans etmeye zorlanıyordu.


Stravinsky’nin iki yıl içerisinde tamamladığı bale, modern müzik tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Eser sık sık Fransızca adı Le sacre du printemps ile anılır. Bu çığır açıcı çalışma iki bölümden oluşmaktadır: “The Adoration of the Earth” ve “The Sacrifice.”

Bir bale gösterisinin isyan çıkarabileceğini düşünmek bugün için çok zordur. Buna karşılık The Rite of Spring, 29 Mayıs 1913 tarihinde Paris’teki Théâtre des Champs-Élysées’de gösterildiğinde polis toplanan kalabalığı güçlükle kontrol edebilmişti. Koreografisi büyük Rus dansçı Vaslav Nijinski (1890–1950) tarafından yapılan eser, klasik kısıtlamalardan köklü bir kopuş anlamına geliyordu. Bale, bir fagotun daha önce mümkün olabileceği hiç düşünülmemiş derecede yüksek bir perdeden çalınmasıyla başlıyordu. Daha sonra dinleyici gelişigüzel notaların kakofonisini andıran sesler duyuyordu. Bununla birlikte, Nijinski’nin koreografisi de eleştirmenlerin kızgınlığını yatıştırmayı başaramamıştı. Dansçılar zarif ve vakur adımlarla ilerleyeceklerine, erotik bir biçimde kalçalarını sallayarak Parisli izleyicileri şaşkınlığa düşürdüler. The Rite of Spring modernizmin her açıdan Batı müziğini etkisi altına aldığını ilan ediyordu.

Çalışma 20. yüzyılın en önemli orkestra eserlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Çizgi film yapımcısı Walt Disney (1901–1966), 1940 tarihli animasyon klasiği Fantasia’da The Rite of Spring’in kimi bölümlerini film müziği olarak kullanınca eser çok geniş bir popülerliğe ulaşmış oldu. Animasyonda ayrıca Ludwig van Beethoven (1770–1827) ve Johann Sebastian Bach (1685–1750) gibi sanatçıların çalışmaları da kullanılmıştı.

Ek Bilgiler

1- En iyi Fransız besteciler bile “The Rite of Spring”e çok farklı tepkiler göstermişti. Maurice Ravel (1875–1937) dinleyicilerin arasından “dâhi, dâhi” diye bağırırken, Camille Saint-Saëns (1835–1921) ilk birkaç dakika içerisinde öfkeyle salondan ayrılmıştı.

2- Stravinsky, Nijinski’nin dansını sevmiş olmasına rağmen, en azından kendisine göre müzikten hiç anlamayan bir koreografla çalışmayı sinir bozucu bulmuştu.

3- Kariyeri boyunca Stravinsky diğer büyük sanatçılarla ortak çalışmalar yaptı. Bunların arasında, 1951 yılında Stravinsky’nin “The Rake’s Progress” operasının aryasını yazan İngiliz şair ve oyun yazarı W. H. Auden (1907–1973) ve Fransız yazar Jean Cocteau (1889–1963) da vardı.

4- Stravinsky’nin etkisi klasik müziğin sınırlarını aşmıştır: Rock müzik sanatçısı Frank Zappa (1940–1993) da ondan çok etkilenmiştir.

Douglas Fairbanks ve Mary Pickford

1920’lerde Douglas Fairbanks Sr. ve Mary Pickford, dünyanın en popüler sessiz film starları arasında yer alıyorlardı. Pickford saf ve duygusal genç kız tiplemeleri ile sevilmişti. Kariyerine komedi ile başlayan Fairbanks ise daha sonra sessiz filmlerin vazgeçilmez kabadayısı haline gelecekti.

Günümüzde filmlerinden çok “Hollywood kraliyet ailesinin” ilk üyeleri arasında yer almalarıyla bilinirler. Fairbanks ve Pickford, üç yıllık flört döneminin ardından 1920 yılında evlendiler. Bu evlilik, Amerika’nın sevgilisi ile yakışıklı ve atletik gişe yıldızının birleşmesi anlamına geliyordu.

Eşinden on yaş daha genç olan Kanada doğumlu Pickford’un (1892–1979) ilk filmi 1909’da gösterilmişti. 1909 ve 1912 yılları arasında yönetmen D. W. Griffith (1875–1948) tarafından çekilen yetmiş beşten fazla filmde rol aldı. Bu dönemde sarı bukleleri ile moda alanında yeni bir trende öncülük etti.

“Altın saçlı kız” popülerliği artarken daha yüksek ücretler için mücadele etmeye başladı. Daha fazla para kazanabilmek için bir stüdyodan diğerine koşuyordu. Bu dönemde canlandırdığı saf kız tiplemelerine, The Poor Little Rich Girl (1917) ve Pollyanna (1920) isimli filmlerinde de rastlamak mümkündür.

Fairbanks’in (1883–1939) rol aldığı ilk film 1915 yılında gösterildi. Başlarda saf, orta-sınıf kahramanları canlandırıyordu. 1920’den itibaren ise destansı filmlerde daha erkeksi karakterleri canlandırdı: The Mark of Zorro (1920), The Three Musketeers (1921), Robin Hood (1922) ve The Thief of Baghdad (1924).

Pickford ve Fairbanks, evliliklerinden bir yıl önce Griffith ve Charlie Chaplin (1889–1977) ile birlikte United Artists’nin kurucuları arasında yer aldılar. Bu onlara önemli bir ekonomik bağımsızlık sağlıyordu. Pickford 1956 yılına kadar şirketin ortağı olarak kaldı.

Pickford sesli filmlere geçiş döneminde başarısız olan sessiz film yıldızlarından biriydi. İlk sesli filmi Coquette (1929) ile en iyi kadın oyuncu dalında Oscar almasına rağmen, 1933 yılında emekliye ayrılmasına kadar sadece dört yeni film çevirecekti.

Fairbanks ve Pickford 1933 yılında ayrıldılar. 1936 yılında ise resmen boşanmışlardı. Fairbanks üç yıl sonra elli altı yaşında kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Pickford, 1976 yılında Oscar Onur Ödülü aldı. Seksen yedi yaşına kadar yaşadı.

Ek Bilgiler

1- Fairbanks ve Pickford sadece bir filmde birlikte rol aldılar “The Taming of the Shrew” (1929). Film aynı zamanda Fairbanks’in ilk sesli filmiydi.

2- Fairbanks’in asıl adı Douglas Ulman, Pickford’un asıl adı ise Gladys Smith’ti.

3- Fairbanks ve Pickford, Hollywood’daki “Grauman’s Chinese Theater” isimli sinema salonunun bahçesine 1927 yılında el izlerini bırakan ilk iki yıldızdı.

Anarşizm

20. yüzyılda kapitalizm, komünizm ve faşizmin birbirleriyle mücadelesi sırasında küçük ve militan bir politik akım bu devlet biçimlerinden farklı bir tercih yaptı: hiçbiri.



Her türlü devlet biçimini reddeden anarşizm, aralarında Pierre-Joseph Proudhon (1809–1865) ve Mihail Bakunin (1814–1876) gibi isimlerin de bulunduğu Avrupalı teorisyenler tarafından kurulmuştu. Hareket en popüler dönemini 19. yy sonları ve 20. yy başlarında Avrupa ve ABD’de yaşadı.

Taraftarlarına göre anarşizm, devlet baskısına ve kapitalizmin zararlarına bir son vermek istiyordu. Anarşistler özel mülkiyete son verilmesi ve fabrikaların kontrolünün işçilere geçmesi gerektiğini savunuyorlardı. Anarşizmin komünizmle pek çok ortak noktası olmasına rağmen, Proudhon gibi teorisyenler hangi ad altında olursa olsun her türlü devlet fikrine karşı çıkıyorlardı.

Pratik alanda anarşistler küresel bir şiddet dalgası başlattılar. Otoriteyi temsil eden figürlere saldırarak devleti alaşağı edeceklerine inanıyorlardı: 1881 yılında Rusya’da Çar 2. Alexander (1818–1881) bir anarşist bombacı tarafından öldürüldü. İtalya kralı olan I. Umberto (1844–1900), bir anarşist tarafından vuruldu. Başkan William McKinley’e (1843–1901) suikast düzenleyen Leon Czolgosz (1873–1901) bir anarşistti. Anarşistler aynı zamanda otuz sekiz görgü tanığının ölümüne neden olan 1920 Wall Street Saldırısı’ndan da sorumlu tutuldular. Ne var ki olay hiçbir zaman tam anlamıyla çözülemedi.

Anarşistler doğaları gereği ulusal bir lidere sahip değillerdi. Öte yandan en bilinen Amerikan anarşisti Emma Goldman’dı (1869–1940). Gizlilikleri onlardan duyulan korkunun artmasına neden oldu. Anarşizm korkusu I. Dünya Savaşı sonrasında komünizm düşmanlığını tetikledi. Goldman ve pekçok anarşist ya da komünist olduğu düşünülen pek çok kişi, ülkeden sürgüne gönderildiler.

Birleşik Devletler’de 1920’lerden sonra şiddet eylemlerini sonlandıran anarşist hareketin dünya çapında hâlâ birçok destekçisi bulunmaktadır.

Ek Bilgiler

1- Goldman, 1892 yılında bir grevi bastıran çelik baronu sanayici Henry Clay Frick’e (1849–1919) suikast girişiminde bulunmakla suçlanmıştı.

2- Joseph Conrad (1857–1924) tarafından yazılan 1907 tarihli klasik roman “Secret Agent”, İngiltere’deki Greenwich Gözlemevi’ni havaya uçurmayı amaçlayan anarşist bir komployu anlatmaktadır.

3- 1871 yılında isyancılar Paris’in kontrolünü iki ay boyunca ele geçirdi. Paris Komünü olarak anılan yarı-anarşist bir yapılanma kurdular. Fransız güçleri yeniden kontrolü ele geçirince komün liderlerinin büyük bölümü idam edildi.

Ty Cobb

Ty Cobb (1886–1961), beyzbol tarihinin gelmiş geçmiş en başarılı oyuncularındandı. Saha dışında ise oldukça sert bir adamdı.



Agresif bir oyun stili olan Cobb, kimilerince tüm zamanların en mükemmel oyuncusu olarak görülmektedir. Halen gelmiş geçmiş en iyi kariyer vuruş ortalamasına sahiptir (0,367) ve erişilemeyen 12 vuruş ortalaması şampiyonluğu bulunmaktadır. Cobb aynı zamanda kendi zamanında kimsenin zorlayamadığı stolen-base rekorlarına sahiptir. 1936 yılında Beyzbol Onur Listesi açılışında Babe Ruth’tan (1895–1948) daha fazla oy almıştır.

Ne var ki hayranları ve diğer sporcular tarafından çok sevilen Babe’den farklı olarak Cobb herkes tarafından hakir görülmüştür. Sahada güçlükle kontrol edebildiği bir öfkeyle oynardı. Kramponlarının dikenleri, karşısına çıkan herkesi hedef alıyordu. Saha dışında da aynı ölçüde korkunç biriydi. Bir keresinde kendisine laf atan bir taraftara saldırmak için tribünlere kadar gitmişti.

Cobb, on sekiz yaşında başına gelen bir olayın etkisinden hiçbir zaman kurtulamadığını söylüyordu. Annesinin başka birisiyle ilişkisi olduğunu düşünen Cobb’un babası aniden eve gelmiş ve yatak odalarının açıldığı balkona tırmanmıştı. Dışarıda bir yabancının olduğunu düşünen Cobb’un annesi ateş etmiş ve babasını öldürmüştü. Annesi daha sonra kasıtsız olarak ölüme sebebiyet vermekle suçlanacaktı.

 

Cobb, yirmi dört sezon toplamında 4191 vuruş, 2245 koşu/sayı ve 892 stolen-base sahibiydi. On yıllar boyunca bu rekorlar aşılamayacaktı. 1909 yılında “Detroit Tigers” için üç farklı istatistikte önemli başarı kazandı. 0,377 vuruş ortalaması, 9 tur vuruşu ve 107 runs batted ile ligin başını çekiyordu. 1911 yılında Amerikan Ligi En Başarılı Oyuncu Ödülü’nün ilki ona verildi. Bu ödüle, vuruş ortalaması (0,420), koşu/sayı (147), runs battled (127) gibi çeşitli kategorilerdeki lig liderliği ile layık görüldü.

Borsada milyonlar kazanmıştı. Coca Cola şirketinde yatırımları vardı. Zengin bir adam olarak öldü. Cenazesine beyzbol camiasından sadece dört kişi katıldı.

Ek Bilgiler

1- Georgia Narrows’ta doğan Cobb’un lakabı, “Georgia Fıstığı”ydı.

2- “Detroit Tigers” (1905–1926) ve “Philadelphia A’s” (1927–1928) için oynamıştı. 1921’den 1926’ya kadar Tigers için oyuncu-menajer olarak görev yaptı.

3- Cobb’un önemli başarılarından biri de yirmi üç yıl art arda, yılda en az 0,320 vuruş yapmasıdır.

4- Cobb “Detroit Tigers”la (1907, 1908 ve 1909) üç Dünya Serisi’nde yer aldı ama hiçbirini kazanamadı. Gerçekten de bu büyük atıcı, Dünya Serisi kariyerinde yalnızca 0,262 vuruş yapabilmiştir.

Bayrak Direği Oturuşu

1924 yılında kazazede lakaplı gözüpek Alvin Kelly (1893–1952), Kaliforniya, Hollywood’daki bir bayrak direğinde tam on üç saat, on üç dakika oturmuştur. Kelly’nin başarısı bir dünya rekoruydu. Zaten böyle bir şeyi deneyen ilk kişi de kendisiydi. Son derece ilginç bir modanın başlamasına neden oldu.


Alvin Kelly


Kelly’nin başarısı ile ilgili haberler ülkede yayıldıkça başkaları da onun rekorunu kırmayı denedi. Denemeler, on iki ile yirmi bir gün arasında değişiyordu. Kalabalıklar “Direk Kralı” olmaya hak kazanacak yeni kişiyi görmek için toplanıyor, gazeteler hevesli bir biçimde sonuçları yayınlıyordu.

1928 yılında Kelly, Kentucky, Louiseville’e geldi. Courier-Journal ve Times “Cesur Kelly Bayrak Direğinde, Yüz Saati Deniyor” başlıklarıyla çıkmıştı.

Bayrak direği oturuşu ilhamını Simeon Stylites (y. 390–459) isimli Suriyeli bir Hıristiyan azizden alıyordu. Stylites, günlük yaşamın baskısından kurtulabilmek için otuz yedi yıl boyunca merdivenli bir platformun tepesinde yaşamıştı. Öldüğü sırada da platformun tepesine tünemiş durumdaydı. Onun yaşamı antik dünyada başkalarına da ilham vermişti. Onlara “stylite’ler” deniliyordu.

1930 yılında rekoru başkaları tarafından kırılan Kelly, New Jersey’deki Atlantic City’de bir direkte kırk dokuz gün oturarak yeni bir rekor kırmak istedi. Ancak bu yıllarda Amerikalılar için endişelenecek daha önemli meseleler vardı: 1929 yılında borsa çakılmış ve direğe oturmak popülaritesini kaybetmişti.

Ek Bilgiler

1- Güncel rekor Polonyalı Daniel Baraniuk’a (1975–) aittir. 2002 yılında bir direğin tepesinde 196 gün geçirmiştir.

2- Dünya Direğe Oturma Şampiyonası’nın güncel kurallarında yarışmacılara iki saatte bir mola izni verilmektedir.

3- İspanyol yönetmen Luis Buñuel (1900–1983), 1965 tarihli “Simón del desierto” filmini Simeon Stylites’in öyküsüne dayandırarak yapmıştır.

Howard Hughes

Howard Hughes (1905–1976), 20. yüzyılın en gizemli ve anlaşılmaz insanlarındandı. Nüfuzlu bir sanayici, yenilikçi bir film yapımcısı ve yönetmen, rekorlara sahip bir havacı, hırslı bir uçak imalatçısı, Las Vegas’ın otel ve kumarhane endüstrisinde bir devdi. Öte yandan berbat bir iş adamıydı. Filmleri, havacılık işletmeleri, otelleri ve kumarhaneleri 10 milyonlarca dolar kaybetmesine neden olmuştu.

Hughes en çok ağzı sıkılığı ve özellikle hayatının sonlarına doğru kendini fazlasıyla kaptırdığı hastalık korkusu ile tanınmıştı. Bu dönemde tecrit olmuş bir biçimde otel odalarında yaşamış, madde bağımlılığının kölesi haline gelmiş ve obsesif kompulsif bozukluk (takıntı hastalığı) problemiyle karşı karşıya kalmıştı. Donald L. Barlett (1936–) ve James B. Steele (1943–) gibi biyografi yazarlarının söylediği şekliyle, Hughes ömrünün son yıllarında umutsuz bir psikotikti.

Hayatının daha erken dönemlerinde ise Hughes kamuoyuna mal olmuş, gösterişli bir insandı.

Babası kayaların arasında petrol kuyusu açmaya yarayan ilk döner matkabı icat etmişti. Bu buluş Hughes Donanım Şirketi’ne muazzam bir servet kazandırdı. 1924 yılında şirket Hughes’a kaldı. Şirketin inanılmaz kârlılığı Hughes’a iki büyük tutkusunu hayata geçirme özgürlüğünü veriyordu: film çekmek ve uçmak.

Hughes, Hollywood’da birkaç başarılı film çekti. Katharine Hepburn (1907–2003) ve Ava Gardner (1922–1990) gibi isimlerin de aralarında bulunduğu dönemin en ünlü kadın yıldızlarıyla gönül ilişkileri oldu.

En büyük başarısızlıklarından biri de “çam kazı” lakabı takılan H-4 Herkül deniz uçaklarının imalatına girişmesi oldu. ABD hükümeti, kanat açıklığı 97 metre olan bu sekiz motorlu dev deniz uçaklarından üçünün 18 milyon dolar karşılığında imal edilmesi için Hughes’la sözleşme imzaladı. Uçaklar II. Dünya Savaşı sırasında kullanılacaktı. Kendi cebinden milyonlarca dolar harcamasına rağmen Hughes sadece bir uçak yapabilmişti. O da 1947 yılındaki denemesinde sadece 1,6 km uçabilecekti.

Hughes son yıllarını otellerde ve ülkelerde dolaşarak geçirdi. Sona yaklaştığı sırada, sekreteri, danışmanı, hemşireleri ve dışarı ile ilişkisini kuran temsilcisi dışında hiç kimseyle diyalogu yoktu. Yetmiş yaşında böbrek yetmezliğinden öldü.

Ek Bilgiler

1- “Hell’s Angels” (1930), “Scarface” (1932) ve tartışmalı yapım “The Outlaw” (1943) Hughes’un başarılı filmleri arasında yer almaktadır. Hughes’un hem yapımcılığını hem de yönetmenliğini üstlendiği “Hell’s Angels”, dört milyon dolarlık bütçesiyle o döneme kadar yapılmış en yüksek bütçeli filmdi. Film sekiz milyon dolar kazanmış ve Jean Harlow’u (1911–1937) ünlü bir yıldız haline getirmiştir.

2- Hughes hayatı boyunca çeşitli kazalar atlattı. 1946 yılında geçirdiği bir kaza sonucunda kafatasında çatlak oluştu. Göğüs kafesi ve sol akciğeri zedelendi. Dokuz kaburgası kırıldı.

3- Ömrünün son yıllarında kendisini otellere kapatan Hughes sadece ruhsal problemini ve içinde bulunduğu genel durumu halktan gizlemiş olmuyordu. Aynı zamanda resmi bir ikametgah olmaksızın yaşadığı için devlete gelir vergisi ödemekten de kurtulmuş oluyordu.

D. H. Lawrence

İngiliz romancı D. H. Lawrence (1885–1930), kariyeri boyunca tartışmalara konu olan kitaplar yazdı. Ölümünden onlarca yıl sonra bile tartışmalar kitaplarındaki açık sözlü cinselliğe odaklanıyordu. Lawrence’ın kitapları yaşadığı dönemde çok fazla tepki çekmiş olmasına rağmen hiçbir biçimde pornografik değildi. Bireylerin bilinçdışı ve ilkel arzuları, toplumsal kurallar ve kısıtlamalarla karşı karşıya kaldığında yaşananları zamanının ötesinde derin bir anlayışla ele alıyordu.



Lawrence, son derece ilginç bir şekilde karşılaşan bir anne babanın oğluydu. Biri okuma yazma bilmeyen bir madenci diğeri ise öğretmendi. İngiltere’nin Nottinghamshire bölgesinde doğmuştu. Lawrence, bir çocukluk arkadaşının cesaretlendirmesiyle makaleler ve kısa öyküler yazmaya başladı. Yirmili yaşlarında ilk romanını tamamlamıştı. Romanı, döneminin önemli editörlerinin ilgisini çekti. Evlendi. Avrupa’da seyahat etmeye ve tam zamanlı yazarlık yapmaya başladı.

Büyük ölçüde otobiyografik bir eser olan Sons and Lovers (1913), Lawrence’ın kendi ailesine benzer bir ailede yaşanan ödipal nitelikteki romantik ve cinsel dramları ele almaktadır. Editörü, Lawrence’ın kitabındaki seksle ilgili bölümlerin tonunu biraz yumuşatmıştır. Böylece roman sansürden kurtulmuş ve bir başyapıt olarak takdir toplamıştır. Fakat sonraki ve en cüretkar romanı olan The Rainbow (1915) müstehcen olduğu gerekçesiyle sık sık sansüre tabi tutulmuştur. Bu olay Lawrence’ın kitapları ile ilgili yaşanacak olan benzeri türden tartışmaların başlangıcını oluşturmaktadır.

Bir başka beğenilen romanı Women in Love’ın (1920) ardından Lawrence sürekli seyahat etmeye başladı. Kısa öyküler, şiirler, gezi yazıları ve mektuplar yazıyordu. Gezileri sırasında içgüdü, ritüel, rüya, güç ve irade gibi insanlığa özgü temel nitelikler ve bunların toplumsal güçlerle kaçınılmaz çarpışmaları onu daha fazla büyülemişti. Son ve nispeten az bilinen romanı Lady Chatterley’s Lover (1928) bu etkilenmeyi yansıtmaktadır. Roman tutkusuz evliliği nedeniyle kendi sınıfının dışından insanlarla cinsel ilişkiler yaşayan bir kadını anlatmaktaydı. Kitap tepkiyle karşılanmış, pornografik olarak nitelenmiş ve Lawrence’ın ölümünden itibaren otuz yıl boyunca, 1959 yılına kadar ABD’de yayınlanmamıştır.

Ek Bilgiler

1- I. Dünya Savaşı sırasında Lawrence’ın izlediği pasifist tutum İngiliz hükümetinin ondan şüphelenmesine neden oldu. Bu yüzden söz konusu dönemde kimi çalışmaları hasır altı edildi.

2- Lawrence büyük ölçüde Sigmund Freud’dan etkilenmişti. Özellikle Freud’un bilinçdışı ve bastırılmış arzular hakkındaki çalışmaları Lawrence’ın ilgisini çekiyordu.

3- Lawrence çocukluğu ve yetişkinliğinde çeşitli hastalıklardan mustaripti. Önce tekrarlayan pnömoni, sonra verem. 1930 yılında hayatını kaybetmesine de verem neden olacaktı.

Irving Berlin

Büyük Amerikan şarkı yazarı Irving Berlin’in (1888–1989) asıl adı Israel Isidore Baline’dir. Berlin, Rusya’nın Mogilev kasabasındaki bir Yahudi ailenin çocuğuydu. Beş yaşındayken, Baline ailesi ABD’ye gittiler. O sıralarda ülkede Yahudilere karşı geliştirilen katliamdan kurtulmayı amaçlıyorlardı. Aile New York City’ye yerleştikten kısa bir süre sonra Berlin’in babası öldü. Genç Berlin, ailesini geçindirmek için çalışmak zorundaydı. İlk işlerinden biri şarkı söyleyerek garsonluk yapmaktı. Hayatının kalan kısmında da müzikle bağını hep koruyacaktı.



Berlin’in ilk şarkıları ona yalnızca vasat bir ün kazandırmıştı. Asıl ününe 1911 yılında Alexander’s Ragtime Band yayınlanınca kavuştu. Müzik listelerine, zirveden girmiş, şaşırtıcı bir başarı yakalamıştı. Şarkı, Berlin’in kariyerini başlatmış ve onu Tin Pan Alley bestecileri ve söz yazarlarının arasına sokmuştu (Berlin hem söz yazan hem de beste yapan az sayıdaki Tin Pan Alley sanatçısından biriydi.). Berlin daha sonra hit şarkılardan aynı ölçüde popüler müzikallere geçiş yaptı. Annie Get Your Gun (1946) ve Stop! Look! Listen! (1915) gibi Broadway klasikleri hazırladı.

Yeni medya gelişirken Berlin hep ön plandaydı. Sesli filmlerde çalışan ilk şarkı yazarları arasında yer alıyordu. İlk uzun metrajlı sesli film olan The Jazz Singer’da (1927) Al Jolson (1886–1950), 1926 tarihli bir Berlin hiti olan Blue Skies isimli şarkıyı seslendiriyordu.

Berlin en büyük başarısını 1942 tarihli Holiday Inn filmiyle yakaladı. Bing Crosby (1903–1977) filmde White Christmas şarkısını seslendiriyordu. Berlin’in 1920 yılında bir gazeteciye söylediği gibi: “Bir şarkı yazarı yaptığı şeyin bir iş olduğunun farkına varmalıdır. Başarılı olmak için çalışmalı, çalışmalı ve çalışmalıdır.” Berlin çalışmanın karşılığını almıştı: İlk çalışması Marie from Sunny Italy kendisine sadece otuz yedi sent kazandırırken, White Christmas tüm zamanların en çok satan şarkısı olmuştu.

Ek Bilgiler

1- 11 Eylül 2011’deki terörist saldırının ardından kongre üyeleri, ABD Kongre Binası’nın basamaklarına oturarak Berlin’in yurtsever klasiği olan “God Bless America” (1938) isimli şarkıyı söylediler.

2- Berlin, bir Noel şarkısı yazan ilk Yahudi şarkı yazarı değildi. Johnny Marks (1909–1985), “Rudolph the Red-Nosed Reindeer” (1939), Jay Livingston (1915–2001) ile Ray Evans (1915–2007) “Silver Bells” (1951) isimli Noel şarkılarını yazmışlardı.

3- 1944 yılında Berlin, Winston Churchill (1874–1965) ile öğle yemeği yedi. Churchill onun politik filozof Isaiah Berlin (1909–1997) olduğunu sanmıştı. İngiliz başbakan son dönemlerde hangi konularla ilgilendiğini sordu. Berlin şöyle yanıtladı: “Bilmiyorum. Ama sanırım yeni eserimin ismi ‘A White Christmas’ olabilir.”