Tarzan Maymun Adam

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

2. BÖLÜM
YABAN EVİ

Çok beklemek zorunda kalmamışlardı çünkü ertesi sabah Clayton, her sabah yaptığı gibi kahvaltı öncesinde yürüyüş yapmak için güverteye çıktığında, bir silah sesi çınladı ve ardından peş peşe birkaç silah sesi daha duyuldu.

Gördüğü manzara, en büyük korkularını haklı çıkarır nitelikteydi. Bir avuç zabitin karşısına, Fuwalda’nın tüm mürettebatı dikilmişti; başlarında ise Kara Michael vardı.

Zabitlerin açtığı ilk yaylım ateşiyle birlikte adamlar sığınacak bir yer bulmak için kaçıştılar. Direklerin, kaptan köşkünün ve kabinin arkasında siper alıp geminin nefret ettikleri otoritesini temsil eden bu beş adama karşı ateş açtılar.

Aralarından iki kişiyi kaptanın tabancasına kurban vermişlerdi. Cesetler çatışmanın ortasında, düştükleri yerde öylece yatıyorlardı. Sonra aniden, birinci güverte zabiti yüzükoyun yere kapaklandı. Hemen ardından Kara Michael’ın canhıraş komutu duyuldu ve isyancılar, geriye kalan dört kişinin üzerine atıldı. Mürettebat, sadece altı ateşli silah bulup toplayabildiği için; çoğunun elinde silah olarak kanca, balta, nacak ve levye vardı.

Onları saldırıya geçtiği sırada kaptan tabancasını boşaltmış; yeniden dolduruyordu. İkinci zabitin tabancası ise tutukluk yapmış ve böylece, üzerlerine atılan isyancılara karşı zabitlerin elinde yalnızca iki silah kalmıştı. Çaresiz kalan zabitler, üzerlerine gelen öfkeli adamların karşısında geri çekilmeye başlamışlardı.

Her iki taraf da dehşet verici küfürler savuruyor, lanetler okuyordu; bunlara bir de silah sesleri ve yaralıların haykırışları, inlemeleri eklenince Fuwalda’nın güvertesi âdeta bir tımarhaneye dönmüştü.

Zabitler henüz birkaç adım geriye kaçabilmişlerdi ki adamlar üzerlerine çullandılar. Kaptanın başı, iri kıyım bir zencinin elindeki baltayla alnından çenesine kadar yarıldı. Göz açıp kapayıncaya kadar hepsi yere serilmişti; onlarca yumruk ve merminin ardından kimi ölmüş, kimiyse yaralanmıştı.

Çabuk ve kanlı bir şekilde halletmişlerdi işi; Fuwalda’nın isyancıları. Ve tüm bunlar olurken John Clayton, güverte kapısının arkasına pervasız bir edâyla yaslanmış; sıradan bir kriket maçı izlermişçesine piposunu tüttürerek sakin sakin seyretmişti hepsini.

Son zabit de etkisiz hale getirilince mürettebattan birileri karısını aşağıda bir başına bulmasın diye, onun yanına dönmeye karar verdi.

Dışarıdan sakin ve umursamaz görünse de Clayton, içten içe korku ve endişe doluydu zira merhametsiz kader, onları bu yarı acımasız cahillerin eline bırakmıştı ve karısına zarar vermelerinden korkuyordu.

Merdivenden inmek üzere arkasına döndüğünde, hemen dibindeki basamakta dikilen karısıyla yüz yüze gelince şaşırdı: “Sen ne zamandır buradasın, Alice?”

“Başından beri.” diye karşılık verdi. “Çok korkunç, John. Off, çok korkunç! Böylelerinden ne bekleyebiliriz ki?”

“Kahvaltı mesela.” diye cevap verdi, karısının korkularını yatıştırma çabasıyla cesurca gülümseyerek.

“Yani, en azından.” diye ekledi. “Gidip soracağım. Sen de gel, Alice. Güzelce ağırlanmaktan başka bir muameleyi kabul etmeyeceğimizi göstermemiz lazım onlara.”

O sırada ölü ve yaralı zabitlerin etrafında toplanmış olan adamlar, ölü ya da diri ayrımı gözetmeden hiçbir sevgi ya da merhamet kırıntısı göstermeden hepsini gemiden aşağı atmakla meşgullerdi. Aynı kalpsizlikle, kendi ölülerini ve can çekişen yaralılarını da atıyorlardı.

O sırada mürettebattan biri, yaklaşmakta olan Claytonları fark ettiğinde: “Balıklara iki yem daha geliyor!” diye bağırarak baltasını havaya kaldırıp onlara doğru hızla koşmaya başladı.

Ama Kara Michael daha hızlıydı; adam daha birkaç adım bile atamadan sırtına yediği kurşunla yere devrildi.

Gür kükremesiyle adamların dikkatini üzerine toplayan Kara Michael, Greystoke Lordu ve Leydisi’ni işaret ederek bağırdı:

“Bu ikisi benim dostumdur, onları rahat bırakacaksınız. Anladınız mı?”

“Bundan böyle bu geminin kaptanı benim, ben ne dersem onu yapacaksınız.” diye ekledi ve Clayton’a dönüp, “Siz kendi işinize bakacaksınız, kimse de size zarar vermeyecek.” dedikten sonra adamlarına tehditkâr bir bakış attı.

Claytonlar, Kara Michael’ın talimatlarına öyle sıkı sıkıya uyuyorlardı ki mürettebatı neredeyse hiç görmüyorlar; yaptıkları planlardan da hiç haberdar olmuyorlardı.

Ara sıra, isyancıların kendi aralarındaki kavgaların ve atışmaların boğuk seslerini duydukları oluyordu. İki defa da havanın sükûneti, silahların kulakları delen dehşet verici sesiyle bozulmuştu. Ama Kara Michael, bu haydut sürüsünü nasıl idare edeceğini bilen bir liderdi ve sözüne itaat etmelerini hakkaniyetle sağlıyordu.

Gemi zabitlerinin öldürülmesinden sonraki beşinci günde gözcü, karanın göründüğünü haber verdi. Bu bir ada mıydı yoksa ana kara mıydı, bilmiyordu Kara Michael ama Clayton’a giderek yeri inceleyeceklerini, yaşamaya elverişli olduğu anlaşılırsa onu ve Greystoke Leydisi’ni eşyalarıyla birlikte kıyıya bırakacaklarını söyledi.

“Orada birkaç ay idare edersiniz.” diye açıkladı. “Biz de o zamana kadar yerleşilmiş bir kıyıya varmış oluruz. Oradan devletinize haber yollayıp yerinizi bildiririm; bir harp gemisi yollayıp sizi aldırırlar.”

“Sizi medeni bir yere bırakırsak başımıza iş alırız; çok soru sorarlar ve hiçbirimizin de verebileceği ikna edici bir cevabı yok.”

Clayton, kendilerini meçhul bir kıyıya; vahşi hayvanların ve hatta belki de vahşi insanların merhametine bırakacak olmalarının insafsızlığı karşısında sitem etti.

Ama sözleri boşunaydı ve Kara Michael’ı sinirlendirmekten başka bir işe yaramadı. O da geri adım atmak ve bu vahim şartlarda elindekiyle yetinmek zorunda kaldı.

Öğleden sonra saat üç civarında; büyük kısmı karayla çevrili bir koy olduğunu tahmin ettikleri güzel, ormanlık kıyıya yanaştılar.

Kara Michael, Fuwalda’nın koyun girişinden sağ salim geçip geçemeyeceğine karar vermek için adamlarından birkaçını küçük bir filikaya bindirip koyun girişi incelemeye yolladı.

Adamlar yaklaşık bir saat sonra dönüp geçitten küçük havzanın içine kadar suyun yeterli derinlikte olduğunu bildirdiler.

Barkentin, karanlık çökmeden koyun sakin, ayna gibi sularına demir atıp sessiz sedasız beklemeye koyuldu.

Koy boyunca etraflarını çevreleyen güzel kıyılar, yarı tropikal yeşilliklerle bezenmişken; uzakta, okyanusun gerisinde, tepeler ve platolar halinde yükselen arazi, vahşi ormanlarla kaplıydı.

İnsan yaşamına dair hiçbir belirti yoktu ancak çok sayıda kuş ve Fuwalda’nın güvertesinden etrafı izlerlerken zaman zaman gözlerine ilişen çeşitli hayvanlar vardı. Koya dökülen küçük nehrin ışıltısı da bolca tatlı su bulunduğunun teminatıydı. Hâl böyle olunca, burada insan yaşamı da pekâlâ mümkün olabilirdi.

Gece yeryüzünü örttüğünde, Clayton ve Leydi Alice hâlâ geminin küpeştesinde dikiliyor; sessiz ve düşünceli bir şekilde müstakbel ikametgâhlarını seyrediyorlardı. Müthiş ormanın kuytu karanlığından vahşi hayvanların çığlıkları yükseliyor; bir aslanın boğuk, derinden kükremesi ve arada sırada bir panterin kulak tırmalayan cıyaklaması yankılanıyordu.

Kadın; bu vahşi ve ıssız kıyıda, tek başlarına kalacakları gecelerin dehşet verici karanlığında, pusuya yatmış hâlde onları bekleyen tehlikeleri düşündüğünde, korkuya kapılarak adama iyice sokuldu.

Akşamın ilerleyen saatlerinde Kara Michael, kısa bir süreliğine onlara katılarak yarın kıyıya inmek üzere hazırlıklarını yapmalarını söyledi. Onları medeniyete yakın, daha emniyetli bir kıyıya götürmesi için adamı ikna etmeye çalıştılar zira o vakit, en azından dostane insanlara rastlama ümitleri olacaktı. Ancak ne yalvarma ne tehdit ne de ödül vaatleri adamın fikrini değiştirebildi.

“Ben bu gemide, eline bir fırsat geçse sizi öldürmeyecek tek kişiyim. Kendi kellemizi kurtarmamız için en mantıklısının sizden kurtulmak olduğunu bilsem de ben Kara Michael, kendine yapılan iyiliği unutacak bir adam değilim. Sen benim hayatımı kurtardın, ben de karşılığında sizin canınızı bağışlıyorum; elimden gelen bu kadar.”

“Adamlar beni daha fazla dinlemez. Sizi hemen gemiden indirmezsek size bu kadar hoşgörü gösterme konusunda fikirlerini değiştirebilirler. Sizinle birlikte tüm eşyalarınızı da kıyıya indireceğim; birkaç kap kacak, çadır niyetine eski yelken, bir de siz meyve ve av bulana kadar size yetecek azık da bırakırım.”

“Kendinizi koruyacak silahlarınız da olduğuna göre, yardım gelene kadar burada rahat rahat hayatta kalabilmeniz lazım. Önce kendimi bir sağ salim kurtarıp saklanayım da İngiliz devletine haber gönderip bulunduğunuz civarı bildiririm. Tam yerinizi söylemem mümkün değil zira, ben de bilmiyorum. Ama bulurlar, merak etmeyin.”

Kara Michael yanlarından ayrıldıktan sonra, sessizce aşağı indiler; ikisinin içinde de kasvetli bir his vardı.

Clayton, Kara Michael’ın yerlerini İngiliz devletine bildirme gibi bir niyeti olduğuna inanmıyordu. Ertesi gün onlara eşyalarıyla birlikte karaya kadar eşlik edecek olan denizcilerin bir hainlik planlayıp planlamadıklarını da kesin olarak bilemezdi.

Kıyıdayken adamlarından biri, Kara Michael’ın görmediği bir yerde onlara saldırabilir; haberi olmadığından Kara Michael’ın vicdanı yine rahat olurdu.

Böyle bir sondan kurtulsalar dahi, onları bekleyen tehlikeler daha vahim değil miydi? Tek başına olsa yıllarca hayatta kalabilmeyi umabilirdi; ne de olsa güçlü, atletik bir adamdı.

Peki ya Alice? Peki ya kısa bir süre sonra bu ilkel dünyanın amansız zorlukları ve vahim tehlikeleri arasında doğacak olan ufaklık?

İçinde bulundukları vaziyetin korkunç tehlikeli hâlini, dehşet verici çaresizliğini düşünürken adam ürperdi. Fakat o kasvetli ormanın habis derinliklerinde onları bekleyen hakikatin uğursuzluğunu idrak etmesine mâni olan şey, takdiriilahinin merhametiydi.

Ertesi sabahın erken saatlerinde, bir sürü sandık ve kutu güverteye çıkarılıp kıyıya nakil için bekleyen filikalara indirildi.

 

Claytonlar yeni evlerinde beş ila sekiz yıl ikamet etmeyi beklediklerinden, eşyaları da çok sayıda ve çeşit çeşitti. Bir sürü temel levazımın yanı sıra bir o kadar lüks eşya da getirmişlerdi.

Kara Michael; onlara merhametinden mi, yoksa kendi menfaatini düşündüğünden mi bilinmez; Claytonlara ait hiçbir şeyin gemide bırakılmaması konusunda kararlıydı.

Dünyanın neresine giderse gitsin, böyle şüphe uyandıran bir gemide kayıp bir İngiliz subayına ait eşyaların bulunması; yanaşacağı her medeni limanda açıklaması güç bir durum oluşturacaktı.

Niyetini uygulama konusunda öyle gayretliydi ki Clayton’ın tabancalarına el koyan denizcilerin, tabancaları sahibine iade etmeleri için de ısrar etmişti.

Tuz, et, bisküvi ile birlikte az bir miktar patates ve fasulyenin yanı sıra; kibrit, kap kacak, bir alet kutusu ve Kara Michael’ın söz verdiği gibi eski yelkenler de yüklenmişti küçük filikalara.

Kara Michael’ın kendisi de Clayton’ın şüphelendiği şeyden korkmuş olacaktı ki bizzat kıyıya kadar onlara eşlik etti. Küçük filikalar boşaltılıp fıçı fıçı tatlı suyla doldurulduktan sonra, beklemekte olan Fuwalda’ya doğru gerisin geri itilene kadar da yanlarında kalıp en son kendisi ayrıldı.

Filikalar, koyun çarşaf gibi sularında yavaşça ilerlerken Clayton ve karısı sessizce durup onların ayrılışını seyrettiler. İkisinin de içinde bir his vardı: yaklaşmakta olan bir felaket ve mutlak bir çaresizlik.

Onlar filikaları izlerken arkalarında, alçak tepelerin sırtında, başka gözler de onları izliyordu; hırpani kaşların altında parıldayan, birbirine yakın, şeytani gözler…

Fuwalda koyun dar girişinden geçip çıkıntılı bir burnun ardında gözden kaybolduğunda, Leydi Alice kollarını Clayton’ın boynuna doladı ve gözyaşlarına hâkim olamayıp hıçkırıklara boğuldu.

Cesurca göğüslemişti isyanın tehlikelerini, kahramanca bir metanetle bakmıştı onları bekleyen korkunç geleceğe fakat şimdi, mutlak yalnızlığın dehşetiyle baş başa kaldıklarında, laçkalaşan sinirleri pes etmiş ve böyle bir tepki patlak vermişti.

Karısının gözyaşlarını dindirmeye çalışmadı Clayton; bunca zamandır bastırdığı duygularını bu şekilde serbest bırakması insanın tabiatıydı. Çocukluktan daha yeni çıkmış bir genç kızdı nihayetinde; anca uzun dakikalardan sonra toparlayabildi kendini.

“Ah, John!” dedi en sonunda, ağlamaklı bir sesle. “Korkuyorum. Ne yapacağız? Ne yapacağız?”

“Yapılacak tek bir şey var, Alice.” dedi, kendi evlerinin rahat ve sıcak oturma odasında konuşuyorlarmışçasına sakin bir ses tonuyla. “O da çalışmak. Çalışmak bizim sığınağımız olmalı. Kendimize düşünecek vakit bırakmamalıyız zira düşünürsek aklımızı kaçırırız.”

“Çalışmalı ve beklemeliyiz. Yardımın geleceğinden eminim, hem de çabucak. Kara Michael bize verdiği sözü tutmasa dahi, Fuwalda’nın kaybolduğu anlaşılır anlaşılmaz yola koyulurlar.”

“Ama John, sadece sen ve ben olsak dayanabiliriz, biliyorum.” dedi hıçkırıkların arasında, “Ama…”

“Evet, canım.” dedi nazikçe. “Ben de bu hususu düşünüyordum ama dayanmalıyız, karşımıza ne çıkarsa göğüs germeliyiz; cesurca ve başımıza gelebilecek her vaziyetin altından kalkabileceğimize dair mutlak bir inançla.”

“Yüzbinlerce yıl önce, karanlık ve uzak geçmişteki atalarımız da bizim başımıza gelenlere benzer dertlerle savaştılar; hatta belki de tam burada, bu ilkel ormanda oldu hepsi. Bizim bugün burada olmamız, onların bu savaştan galip çıktığının delilidir.”

“Bizim yapamayacağımız neyi yapmış olabilirler ki? Hatta bizim vaziyetimiz daha iyi zira biz, onların cehaletinin aksine yüzyılların birikimi olan üstün bir bilgiyle, bilimin bize sunduğu korunma, savunma ve idame imkânlarıyla donanmış değil miyiz? Onların kemik ve taştan yapılma araç-gereçler ve silahlarla başardığını, biz de elbette başarabiliriz, Alice.”

“Ah, John! Keşke ben de bir erkek olup senin fikriyatına sahip olsaydım ama kadınım ben, aklımdan ziyade kalbimle görüyorum etrafımı. Gördüklerim ise kelimelerle ifade edilemeyecek kadar korkunç amansız.”

“Ümit ediyorum ki sen haklı çıkarsın, John. Ben de cesur bir mağara kadını olmak için, bir mağara adamına yaraşır bir eş olmak için elimden geleni yapacağım.”

Clayton’ın aklına gelen ilk şey, geceleyebilecekleri bir sığınak hazırlamak oldu; onları, sinsi sinsi gezinip fırsat kollayan yırtıcı hayvanlardan da koruyabilecek bir şey olmalıydı bu.

Tüfeklerin ve mühimmatın bulunduğu kutuyu açtı; çalışırken karşı karşıya kalabilecekleri muhtemel bir saldırıya karşı ikisi de silahlı olmalıydı. Sonra, birlikte ilk geceyi geçirecekleri uygun bir yer aramaya koyuldular.

Kumsalın doksan metre ötesinde bir düzlük vardı; ağaçlarla kaplı olmayan, çoğunlukla açıklık bir yerdi. Buraya kalıcı evlerini inşa etmeye karar verdiler ancak şimdilik ağaçların üzerine, davetsiz bir misafir gibi dünyalarına girdikleri vahşi hayvanların erişemeyecekleri küçük bir platform inşa etmenin en iyisi olacağı hususunda hemfikirdiler.

Bu amaçla Clayton, iki buçuk metrelik bir dikdörtgen oluşturan dört ağaç seçti ve diğer ağaçlardan kestiği uzun dallarla, bu dört ağacın etrafına yerden üç metre yükseklikte bir çerçeve yaptı. Bu dalların uçlarını, Kara Michael’ın Fuwalda’nın ambarından onlara temin ettiği halatlarla ağaçlara sıkıca bağlayıp sabitledi.

Bu çerçevenin üzerine daha küçük dalları birbirlerine yakın bir şekilde yerleştirdi. Ortaya çıkan platformu, çevrelerinde bolca bulunan fil kulağı bitkisinin koca yapraklarıyla döşeyip yaprakların üzerine de kalın olması için birkaç kez katladığı büyükçe bir yelkeni serdi.

Çatı vazifesi görmesi için iki metre yukarıya, benzer fakat daha hafif bir platform inşa etti. Bu platformun yanlarına da geriye kalan yelkenleri asıp aşağı sarkıtarak duvarları elde etti.

İşi bittiğinde, rahat sayılabilecek küçük bir yuva çıkmıştı ortaya. Battaniyelerini ve hafif olan bavullarından bazılarını bu yeni yuvalarına taşıdı, Clayton.

Artık akşamüstü olmuştu; gün ışığının kalan son saatleri, Leydi Alice’in yeni evine çıkmak için kullanacağı kabaca bir merdiven yapmaya ayrılmıştı.

Etraflarını çevreleyen orman; tüm gün boyunca parlak tüylü, heyecanlı kuşlar ve bu yeni gelen sakinlerin yuva kurmadaki muhteşem becerilerini son derece büyük bir ilgi ve hayranlıkla seyreden, dans eden, cıyaklayan küçük maymunlarla dolup taşmıştı.

Hem Clayton hem de karısı, tüm gün dikkatli bakışlarını etraftan ayırmamalarına rağmen daha büyük hayvanlara dair hiçbir belirti görmemişlerdi. Gerçi iki defasında, küçük maymun komşularının yakınlardaki tepeden bağıra bağıra, cıyaklaya cıyaklaya geldiklerine; gelirken de minik omuzları üzerinden arkalarına korku dolu bakışlar attıklarına şahit olmuşlardı ki bu hareketleriyle, orada pusuya yatmış korkunç bir şeyden kaçtıklarını âdeta konuşuyorlarmış gibi açıkça belli ediyorlardı.

Alacakaranlık çökmeden hemen önce Clayton, merdiveni bitirdi. İkili, yakındaki dereden koca bir leğen su doldurduktan sonra nispeten güvenli sayılabilecek havadar dairelerine çıktılar.

Hava oldukça sıcak olduğundan Clayton, yan perdeleri çatının üzerine atarak açık bırakmıştı. Battaniyelerinin üzerinde bağdaş kurmuş otururlarken Leydi Alice gözlerini kısmış, ormanın kararmakta olan kuytularına bakıyordu. Birden uzanıp Clayton’ın kollarını kavradı: “John!” diye fısıldadı. “Bak! Şuradaki ne, insan mı o?”

Clayton bakışlarını onun işaret ettiği yöne çevirdiğinde, tepenin üzerinde, arkada kararan gölgelerin önünde loş bir silüet gördü; ayakta dikilen kocaman bir adama benziyordu.

Bir süre sanki onları dinliyormuş gibi durdu; sonra yavaşça dönerek ormanın gölgelerine karışıp kayboldu.

“Neydi o, John?”

“Bilmiyorum, Alice.” diye cevap verdi ciddi bir ses tonuyla. “Bu karanlıkta o kadar uzağı seçmek imkânsız; belki de yükselen ayın yaptığı bir gölge oyunundan başka bir şey değildir.”

“Hayır, John! İnsan değilse bile insan taklidi yapan kocaman, korkunç bir yaratıktı. Of, korkuyorum!”

Clayton, karısını kollarının arasına alıp; kulağına cesaret ve sevgi kelimeleri fısıldadı.

Kısa bir süre sonra da perdeden duvarları indirip ağaçlara sıkıca bağladı. Böylece, kumsala bakan küçük açıklık dışında etrafları tamamen kapanmıştı.

Küçük yuvalarının içi artık kapkaranlık olmuştu; battaniyelerinin üstüne uzanıp uyumaya, uyku sayesinde kısa bir süreliğine her şeyi unutarak rahatlamaya çalıştılar.

Clayton, elinde tüfek ve bir çift tabancayla birlikte, yüzünü öndeki açıklığa dönerek uzanmıştı.

Gözlerini henüz kapamıştı ki; arkalarındaki ormandan bir panterin dehşet verici kükremesi yükseldi. Koca hayvanın sesi yaklaştı, yaklaştı ve nihayetinde tam altlarından gelmeye başladı. Hayvanın bir iki saat kadar etrafı kokladığını ve platformu taşıyan ağaçları tırmaladığını işittiler fakat nihayet bırakıp kumsala doğru uzaklaştı. Clayton, kumsalda dolanan hayvanı parlak ay ışığının altında rahatlıkla görebiliyordu; büyük, güzel bir hayvandı; hayatı boyunca gördüklerinin en irisiydi.

Uzun, karanlık saatler boyunca bir uyuyup bir uyandılar zira, sayısız hayvanla dolup taşan muazzam ormanın geceye ait sesleri, zaten yıpranmış olan sinirlerine rahat vermiyordu. Öyle ki kâh kulakları delen çığlıklarla, kâh altlarında sinsi sinsi gezinen koca cüsselerin hareketleriyle, yüzlerce kez korkuyla uyandılar rahatsız uykularından.

3. BÖLÜM
YAŞAM VE ÖLÜM

Uyandıklarında, neredeyse hiç dinlenememiş olsalar da günün ağardığını görebilmiş olmanın verdiği yoğun bir rahatlık içindeydiler.

Tuzlu pastırma, kahve ve bisküviden oluşan yetersiz kahvaltılarını yapar yapmaz Clayton, evlerini inşa etmek üzere çalışmaya başladı zira, fark etmişti ki dört adet sağlam duvar, kendileri ile ormanın arasına etkili bir bariyer çekmedikçe geceleri ne emniyetleri ne de bir parça huzurları olacaktı.

Zahmetli bir işti; bir tek göz oda inşa etmesine rağmen, ayın yarısından fazlasını bu işe ayırması gerekmişti. Öncelikle, çapı on beş santimetrelik kütüklerden küçük bir kulübe inşa etti; sonra yüzeydeki toprağın birkaç metre altında bulduğu kil ile kütüklerin aralarını doldurdu.

Odanın bir ucuna, kumsaldan topladığı küçük taşlarla bir şömine yaptı. Bunların aralarını da kil ile doldurup sağlamlaştırdı. Evin tamamını bitirdiğinde, tüm dış cephesini on santimetre kalınlığında kil ile kaplayıp sıvadı.

Pencere açıklığına, iki santimetre çapındaki küçük dalları bir yatay bir dikey olarak yerleştirdi; birbirine geçmiş dalların oluşturduğu bu parmaklık, kuvvetli bir hayvanın gücüne dayanabilecek kadar sağlamdı. Bu şekilde, kulübelerinin emniyetinden ödün vermeden düzgün bir havalandırma elde etmiş oldular.

A şeklindeki çatıyı, dip dibe dizilmiş küçük dallarla kaplayıp bunların üzerine de uzun otlarla palmiye yapraklarını serdikten sonra son katman olarak hepsinin üzerini kil ile kapladı.

Daha önce eşyalarını koydukları sandıkların parçalarını, bitişik katmanların damarları enine uzanacak şekilde birbirleri üzerine çivileyerek yedi buçuk santimetre kalınlığında tek bir parça elde etti ve bu parçadan evin kapısını yaptı. Kapı o kadar sağlam olmuştu ki ona bakarken ikisi de kendini gülmekten alamadı.

En büyük zorlukla işte tam bu noktada karşılaştı Clayton zira, yaptığı bu koca kapıyı yerine takmak için kullanabileceği hiçbir şey yoktu. Yine de iki günlük çalışmanın ardından, sert ağaca şekil vererek iki koca menteşe yapmayı başardı ve kapıyı kolayca açılıp kapanacak şekilde yerine taktı.

İç sıva ve son dokunuşları eve yerleştikten sonra yapmak üzere bıraktılar; ki zaten çatı yerine konar konmaz evin içine taşınmışlardı. Geceleri sandıkları kapının arkasına yığıyor, böylece nispeten emniyetli ve rahat bir yaşam alanı elde ediyorlardı.

Yatak, sandalye, masa ve rafları yapmak nispeten daha kolay bir iş olmuştu; böylece ikinci ayın sonuna geldiklerinde iyice yerleşmişlerdi. Sürekli bir vahşi hayvan saldırısı korkusu altında yaşamak ve giderek artan yalnızlık hissi haricinde, onları rahatsız ya da mutsuz edecek bir şey yoktu.

Geceleri küçük kulübelerinin civarında koca koca hayvanlar hırlaşıyor, kükrüyordu ama insan, sıklıkla duyduğu seslere alışıyordu. Onlar da kısa sürede alışmış, artık pek kulak vermemeye başlamışlardı. Tüm gece boyunca derin derin uyuyorlardı.

O ilk gece gördükleri insan benzeri silüet, üç kez daha gözlerine ilişmişti fakat, hiçbir zaman insan mı yoksa canavar mı olduğu kesin bir şekilde anlaşılacak kadar yakına gelmemişti, bu bir görünüp bir kaybolan silüet.

Parlak renkli kuşlar ve küçük maymunlar, alışmışlardı yeni komşularına. Daha önce hiç insan görmedikleri aşikâr olan bu küçük mahluklar, ilk korkularını üzerlerinden atar atmaz ormanın ve vadinin vahşi yaratıklarına özgü olan o tuhaf merakın tesiriyle, gitgide daha fazla yaklaşmışlardı onlara. Hatta kuşlar birkaç ay içerisinde o kadar ileri gitmişlerdi ki Claytonların dostane ellerinden yiyecek almaya bile başlamışlardı.

 

Bir öğle sonrasında, Clayton kulübelerine ek yapma işiyle meşguldü zira, birkaç oda daha eklemenin iyi olacağını düşünmüştü. O çalışırken küçük komik dostlarından bir grup; tepe tarafındaki ağaçların arasından çığlık ata ata, cıyaklaya cıyaklaya gelmişlerdi. Kaçarken arkalarına da korku dolu bakışlar atıyorlardı. Sonunda Clayton’ın yanında durup heyecanlı – sesler çıkarmaya başladılar; onu, yaklaşan bir tehlikeye karşı uyarmak ister gibi bir hâlleri vardı.

Sonunda gördü Clayton, maymunların bu kadar çok korktuğu o şeyi gördü; ara sıra gözlerine ilişen o insan benzeri yaratıktı bu.

Yarı dik bir duruşla, yumruk yaptığı ellerini ara ara yere koyarak ormanın içinden onlara doğru yaklaşıyordu. Kocaman, insana benzer bir maymundu bu. Yaklaşırken gırtlağından kalın kalın hırlıyor ve ara sıra da boğuk, havlamaya benzer bir ses çıkarıyordu.

Clayton, inşaatta kullanmak için özenle seçtiği ağacı kesmek için kulübeden bir miktar uzaklaşmıştı. Aylarca gündüz vakitlerinde hiçbir tehlikeli hayvanla karşılaşmamış olmanın verdiği emniyet hissiyle gaflete kapılmış, tüfek ve tabancasını kulübede bırakmıştı. Şimdi koca maymunun çalılıkları yara yara doğruca kendisine doğru koştuğunu ve geldiği yön itibarıyla da ona kaçacak bir yer bırakmadığını görünce sırtından aşağı belli belirsiz bir ürperme hissetti.

Farkındaydı; elinde silah olarak yalnızca bir balta varken bu azılı canavarın karşısında pek bir şansı yoktu. Bir de Alice vardı: “Tanrı’m!” diye düşündü. “Alice ne olacak?”

Yine de kulübeye ulaşmak için ufak da olsa bir şansı vardı. Döndü ve kulübeye doğru koşmaya başladı; bir yandan da maymunun yetişip önünü kesme ihtimaline karşı, karısına içeriye koşması ve kapıyı kapatması için bağırıyordu.

Leydi Greystoke, Clayton’ın bağırdığını duyduğunda kulübenin biraz ilerisinde oturuyordu. Başını kaldırıp baktığında Clayton’a yetişme çabasıyla son sürat koşan maymunu gördü; hızı, böyle cüsseli ve hantal bir hayvana göre neredeyse inanılmazdı.

Kısık bir çığlık atarak kabine doğru fırladı ve içeri girerken arkasına hızlıca baktığında tüm benliği korkuyla doldu. Canavar, kocasının önünü kesmişti; adam köşeye sıkışmış hâlde baltasını iki eliyle kavramış, azgın hayvan nihai saldırısını yaptığı anda ona sallamak üzere bekliyordu.

“Kapıyı kapatıp sürgüle, Alice!” diye bağırdı Clayton. “Baltamla işini bitiririm ben bunun.”

Fakat kendisi de karısı da biliyordu; korkunç bir ölümle karşı karşıyaydı.

Maymun, muhtemelen yüz elli kilo civarında iri yarı bir erkekti. Avının önünde kısa bir anlığına hareketsiz dururken hırpani kaşlarının altındaki birbirine yakın habis gözleri nefretle parlıyor; korkunç bir hırlamayla kocaman sivri dişlerini gösteriyordu.

Clayton, canavarın omzunun üzerinden kulübesinin kapısını görebiliyordu; yirmi adım mesafe ya vardı ya yoktu. Birden, genç karısı elinde tüfeklerden biriyle kapıdan çıkınca baştan ayağa büyük bir korku içinde kaldı.

Genç kadının her daim ateşli silahlara karşı bir korkusu olmuştu; onlara elini bile süremezdi. Ama şimdi, yavrusunu koruyan bir dişi aslanın korkusuzluğuyla maymuna doğru koşuyordu.

“Geri çekil, Alice!” diye bağırdı Clayton. “Tanrı aşkına, geri dön!”

Ancak o dinlemedi; tam da o sırada maymun saldırıya geçtiğinden Clayton daha başka bir şey söyleme fırsatı bulamadı.

Adam tüm gücüyle baltasını salladı ama kuvvetli canavar, o korkunç elleriyle baltayı yakaladığı gibi Clayton’dan çekip aldı ve uzağa fırlattı.

Çirkin bir hırlamayla savunmasız kurbanına yaklaştı. Sivri dişleri, arzuladığı o boğaza tam ulaşacakken bir el silah sesi duyuldu; bir mermi, maymunun ensesine saplandı.

Clayton’ı yere fırlatan hayvan, yeni düşmanına doğru döndü ve karşısında dehşet içerisindeki genç kızı buldu. Nafile bir çabayla, hayvanın gövdesine bir kurşun daha sıkmak için uğraşıyordu ama tüfek mekanizması hakkında hiçbir şey bilmediğinden horoz, boş kovanın üzerine inip duruyordu.

Neredeyse aynı anda Clayton da ayağa kalktı ve vaziyetin umutsuzluğuna aldırış etmeden maymunu, biçare karısının önünden çekmek için ileri atıldı.

Yok denecek kadar az bir çabayla maymunu devirmeyi başardı; koca cüsseli hayvan, hiçbir tepki vermeden önündeki çimenlerin üstüne yuvarlandı; ölmüştü. Mermi görevini yerine getirmişti.

Hızlı bir muayene neticesinde karısında çizik bile olmadığını görünce koca canavarın, Alice’e doğru atıldığı an öldüğüne karar verdi Clayton.

Karısının hâlâ şuursuz olan bedenini nazikçe kaldırıp küçük kulübelerine taşıdı. Genç kadın ancak tam iki saat sonra şuurunu tekrar kazanabildi.

İlk sözleri, Clayton’ın yüreğine belli belirsiz bir endişe vermişti. Kendine geldikten bir süre sonra Alice, meraklı bakışlarını küçük kulübenin içinde gezdirdikten sonra, memnun bir şekilde iç çekip şöyle dedi:

“Ah John, gerçekten evde olmak öyle güzel ki! Korkunç bir rüya gördüm, hayatım. Artık Londra’da değil de kocaman canavarların bize saldırdığı korkunç bir yerdeyiz sandım.”

“Geçti Alice, geçti,” dedi, genç kadının alnını okşayarak. “Tekrar uyumaya çalış; kötü rüyaları dert etme.”

O gece, vahşi ormanın kıyısındaki küçük kulübede, kapıda bir leopar kükrerken ve tepenin ötesinden bir aslan kükremesinin boğuk notaları duyulurken; küçük bir oğlan geldi dünyaya.

Leydi Greystoke, koca maymunun saldırısının şokunu hiçbir zaman atlatamadı. Bebeğinin doğumundan sonra bir yıl daha yaşamasına rağmen, bir daha asla kulübenin dışına adım atmadığı gibi İngiltere’de olmadığını da asla tam olarak idrak edemedi.

Bazen, geceleri duyduğu tuhaf sesleri Clayton’a sorduğu oluyordu; uşaklarının ve arkadaşlarının nereye gittiklerini, odasındaki mobilyaların neden böyle tuhaf ve kaba saba olduklarını da öyle. Ancak Clayton onu kandırmak için hiçbir çaba sarf etmese de Alice, etrafında olan bitenin manasını kavrayamıyordu.

Diğer hususlarda ise aklı oldukça yerindeydi. Bir yanda küçük oğluna kavuşmanın verdiği neşe ve mutluluk; diğer yanda kocasının hiç bitmeyen ilgisi, o bir yılı henüz kısacık olan ömrünün en mutlu yılı yapmıştı.

Gayet iyi biliyordu Clayton; şayet Alice’in akli melekeleri tam anlamıyla yerinde olsaydı, mutlu geçirdiği o bir yıl, endişelerin ve korkuların içinde yitip gidecekti. O nedenle, her ne kadar onu bu hâlde görmek canını müthiş derecede yaksa da zaman zaman, genç kadının kendi iyiliği için aklının ermediğine âdeta şükrediyordu.

Kazara kurtarılma ihtimali dışında, kurtarılma umudundan vazgeçeli çok olmuştu. Bu nedenle, mütemadi bir gayretle, kulübeyi güzelleştirmek için çalışıyordu.

Zemin, aslan ve panter kürkleriyle kaplanmıştı. Duvarlarda dolap ve kitaplıklar diziliydi. Bölgenin kilinden kendi elleriyle yaptığı tuhaf vazolarda güzel, tropikal çiçekler vardı. Pencerelerde çimen ve bambudan yapılmış perdeler asılıydı. Hepsinden meşakkatlisi, elindeki birkaç yetersiz aletle kütüklere güzelce şekil vererek duvarların ve tavanın yalıtımını sağlamış, kulübenin zeminini de pürüzsüz bir döşemeyle kaplamış olmasıydı.

Hiç alışkın olmadığı işlere el atıp altından kalkmayı başarması kendisini de bir miktar hayrete düşürüyordu. Ama çalışmaktan memnundu çünkü hepsi karısı ve hayatlarına neşe katmaya gelen küçük can içindi. Gerçi, gelişiyle birlikte sorumluluklarını da durumun güçlüğünü de de yüz kat artırmıştı.

O yıl, Clayton birkaç kez daha büyük maymunların saldırısına uğramıştı. Görünüşe bakılırsa kulübenin civarına dadanmışlardı artık. Fakat Clayton, bir daha asla tüfeğini ya da tabancalarını yanına almadan dışarı adımını atmıyor; bu yüzden de bu koca canavarlardan pek korkmuyordu.

Pencere parmaklıklarını güçlendirmiş, kulübenin kapısına da ağaçtan benzersiz bir kilit uydurmuştu. Böylece, yiyeceklerini temin etmek için mecburen sık sık avlanmaya ve meyve toplamaya çıktığında küçük evine hayvanların girmesinden korkmayacaktı.

Başlarda çoğu avını kulübenin penceresinden vuruyordu. Ancak zamanla hayvanlar, penceresinden dehşet verici bir gök gürültüsü yayılan bu tuhaf inden korkup uzak durmayı öğrendiler.