Tarzan Maymun Adam

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Boş zamanlarında, yeni evleri için yanlarında getirdikleri kitapları okuyordu Clayton; çoğu zaman da karısı da dinlesin diye sesli okuyordu. Bunların arasında bir sürü çocuk kitabı da vardı: resimli kitaplar, alfabe kitapları, ilk okuma kitapları. Zira, İngiltere’ye dönüş zamanları gelene kadar küçük çocuklarının okumayı öğrenecek yaşa gelmiş olacağını kestirmişlerdi.

Bazen de günlük yazıyordu; Fransızca tutmaya alıştığı bu günlüğüne, tuhaf hayatlarının ayrıntılarını kaydediyordu. Kilitli, küçük, metal bir kutuda saklıyordu bu defteri.

Küçük oğlunun doğduğu günden bir yıl sonra Leydi Alice, bir gece vakti sessizce vefat etti. Ölümü öylesine huzurlu olmuştu ki Clayton, karısının öldüğünü ancak birkaç saat sonra uyandığında fark edebilmişti.

Vaziyetin dehşetini yavaş yavaş idrak edebildi. Hatta kederinin boyutunu ve üzerine kalan ürkütücü sorumluluğun; hâlâ annesini emen ufaklığa, küçük oğluna, bakma sorumluluğunun büyüklüğünü tam olarak kavrayabilmiş miydi, orası meçhul.

Günlüğündeki son yazı, karısının ölümünün sabahında yazılmıştı ve o yazıda da olayın üzücü ayrıntılarını, öyle sıradan bir şekilde anlatıyordu ki vaziyet daha da acıklı hâle geliyordu zira kelimelerinden, bitmek bilmeyen keder ve umutsuzluktan doğan yorgun bir hissizlik dökülüyordu. Öyle bir hissizlikti ki bu, karısının ölümüyle aldığı bu zalim darbe bile onu bu hissizlikten çıkaramamıştı:

“Küçük oğlum açlıktan ağlıyor. Ah Alice, Alice!.. Ne yapacağım ben?”

John Clayton, hâlâ yatakta yatan karısının hareketsiz ve soğuk bedeninin yanı başında, onun için yaptığı masaya oturmuş; kalem tutan elinden dökülecek son kelimeleri yazarken başı yorgunca masaya uzanmış kollarının üzerine düştü.

Gün ortasında ormana hâkim olan ölüm sessizliğini hiçbir ses bozmadı uzunca bir süre; ufak insanoğlunun acınası ağlamaları dışında.

4. BÖLÜM
MAYMUNLAR

Okyanusun bir buçuk kilometre gerisinde, yaylayı kaplayan ormanın derinliklerinde; ihtiyar maymun Kerchak, öfkeden deliye dönmüş bir hâlde kendi halkına saldırıyordu.

Kabilesinin daha genç ve zayıf olanları, onun gazabından kurtulmak için büyük ağaçların yüksekteki dallarına kaçıştılar; yine dizginlenemez bir öfke krizine girmiş olan ihtiyar Kerchak’la yüzleşmektense ağırlıklarını zar zor taşıyan dallara çıkarak hayatlarını tehlikeye atmayı tercih etmişlerdi.

Diğer erkekler dört bir yana dağılmıştı ama dağılırken de azgın canavar, köpükler saçan ağzındaki koca sivri dişlerini bir tanesinin boynuna geçirmişti.

Talihsiz genç dişi; sıkıca tutunamadığı yüksekteki bir daldan kayıp yere, neredeyse Kerchak’ın ayaklarının dibine çakıldı.

Vahşi bir çığlıkla genç dişinin üzerine atladığı gibi güçlü dişleriyle gövdesinden bir parça kopardı ve ağaçtan kopan bir odun parçasıyla kafasına, omuzlarına canice vurarak kafatasını tuzla buz etti. (Kafasına, omuzlarına canice darbeler indirdi.)

Sonra Kala ilişti gözüne; küçük bebeğiyle birlikte yiyecek arayışından dönen dişi maymun, kuvvetli erkeğin öfke patlamasından bihaberdi. Arkadaşlarının onu uyarmak için attığı tiz çığlıklarla, birden tehlikeyi fark edip emniyetli bir yer bulmak adına delice koşmaya başladı.

Ama Kerchak çok yakınındaydı; o kadar yakınındaydı ki ayak bileğini tam kapacakken Kala, bir ağaçtan diğerine -aradaki mesafeye aldırış etmeden- çılgınca atlayıp kurtuldu. Maymunların nadiren giriştiği, oldukça tehlikeli bir işti bu; tehdit diplerine kadar gelip de başka bir çıkar yolları kalmadığı sürece asla böyle bir şeye kalkışmazlardı.

Atlayışı başarılı oldu ama annesinin boynuna korkuyla yapışan küçük yavru, ötedeki ağacın dalına tutunduğunda oluşan ani sarsılmanın etkisiyle daha fazla tutunamayıp fırlayıverdi. Annesinin gözleri önünde, döne döne düşüp dokuz metre aşağıya çakıldı.

Üzüntü içinde feryat eden Kala, derhâl yavrusunun yanına koştu; gözü Kerchak tehlikesini görmüyordu artık. Fakat yavrusunun kemikleri kırılmış hâldeki ufak bedenini alıp göğsüne bastırdığında, o hayatını çoktan yitirmişti.

Yere oturdu, yavrusunun cansız bedenine sarılıp inledi, inledi; Kerchak bile ona saldırmaya kalkışmıyordu. Aniden gelen şeytani öfke krizi, yavrunun ölümüyle birlikte yine aniden geçmişti.

Kerchak kocaman bir maymun kraldı, ağırlığı muhtemelen yüz elli kilo civarındaydı. Alnı aşırı derecede dar ve basık; kanlı, küçük gözleri, kaba ve basık burnuna yakın; kulakları büyük ve inceydi ama yine de kendi türünün diğer üyelerine kıyasla küçük sayılırdı.

Korkunç öfkesi ve müthiş kuvveti, onu yirmi küsur yıl önce doğduğu bu küçük kabilenin en tepesine taşımıştı.

Şimdi gücünün zirvesindeyken gezindiği bu koca ormanın hiçbir yerinde, onun iktidarına karşı çıkabilecek tek bir maymun bile yoktu. Diğer büyük hayvanlar ona sataşmaya cesaret edemiyordu.

Tüm vahşi hayvanatın içinde, ondan korkmayan tek hayvan Yaşlı Tantor adındaki fildi; Kerchak’ın korktuğu tek hayvan da oydu. Tantor hortumunu öttürdüğü an, koca maymun diğerleriyle birlikte yüksek tepedeki ağaçlara doğru kaçardı.

Kerchak’ın demir yumruğu ve sivri dişleriyle hükmettiği insansı maymun kabilesi, her biri birer yetişkin erkek ile dişiden ve onların-yavrularından oluşan altı ya da sekiz aileyi barındırıyordu; sayıları ise toplamda altmış yetmiş maymun kadardı.

Kala, kırık burun anlamına gelen Tublat adıyla anılan bir erkeğin en geç eşiydi ve yere çakılarak ölümüne şahit olduğu yavru, henüz dokuz on yaşlarında olan Kala’nın ilk yavrusuydu.

Genç yaşına rağmen iri ve kuvvetliydi; çakı gibi zinde, muhteşem bir hayvandı. Yuvarlak ve geniş alnı, kendi türünün çoğunun sahip olduğundan daha ileri bir zekâya sahip olduğunun işaretiydi. Bu yüzden de bir anne gibi sevebilir ve hüzünlenebilirdi.

Fakat yine de bir maymundu; goril ile yakın akraba olan ama gorilden daha zeki bir türün mensubu, iri, vahşi, korkunç bir hayvandı. Mensubu olduğu tür, goril kuzenleri kadar güçlüydü ve bu güç, zekâlarıyla birleşince türü, insanoğlunun dehşet verici ataları arasında en korkulanı hâline getiriyordu.

Kerchak’ın öfkesinin yatıştığını gören kabile, ağaçlardaki sığınaklarından yavaş yavaş aşağı indiler ve Kerchak yüzünden yarım kalan çeşitli uğraşlarına döndüler.

Küçükler ağaçların ve çalıların arasında oynayıp zıplıyordu. Yetişkinlerden bazıları, yeri kaplayan kurumuş ve çürümekte olan bitkilerin üstüne yüzükoyun uzanmış yatarken; bazıları da kopmuş ağaç dallarını ve çamur topaklarını kaldırıp altlarında, besinlerinin bir kısmını oluşturan küçük böcek ve sürüngenleri arıyorlardı.

Bir kısmı ise çevredeki ağaçlarda meyve, yemiş, küçük kuş ve yumurta arayışındaydılar.

Bu şekilde bir iki saat geçmişti ki Kerchak, tek kelimelik bir emriyle hepsini etrafına topladı ve onun öncülüğünde denize doğru yola koyuldular.

Yolun çoğunu yerde ilerleyerek, büyük fillerin gidip gelişleri sırasında açılan patikaları takip ederek katettiler. Birbirine geçmiş labirent gibi çalıların, asmaların, sarmaşıkların ve ağaçların arasında yol açabilenler sadece fillerdi. Maymunlar yürürken yumruk yaptıkları ellerinin parmak eklemlerini yere koyup, hantal cüsselerini ileri doğru savurarak yuvarlanır gibi tuhaf bir şekilde ilerliyorlardı.

Fakat yolun, kısa boylu ağaçların arasından geçtiği yerlerde, küçük maymun kuzenlerinin çevikliğiyle daldan dala atlayarak daha hızlı hareket ediyorlar; tüm yol boyunca Kala, göğsüne sıkıca bastırdığı yavrusunun cansız bedenini de yanında taşıyordu.

Kumsala bakan tepenin sırtına ulaştıklarında vakit ikindi olmuştu. Kerchak’ın hedefinde, aşağıda duran küçük kulübe vardı.

O muhteşem inde yaşayan tuhaf, beyaz maymunun elindeki küçük siyah sopadan çıkan gürültüyle birlikte, kendi türünden üyelerin ölüme gittiğine şahit olmuş ve Kerchak, o anda aklına koymuştu; o ölüm saçan icada sahip olacak ve o esrarengiz inin içini keşfedecekti.

Zamanla nefret etmeye ve korkmaya başladığı o ucube yaratığın boğazına dişlerini geçirmeyi öyle çok, öyle çok istiyordu ki bu sebeple kabilesiyle sık sık gelip keşif yapıyor; beyaz maymunu hazırlıksız bir anında yakalamak için fırsat kolluyordu.

Son zamanlarda saldırmayı bırakmışlardı, hatta kendilerini bile göstermiyorlardı zira kendilerini her gösterdiklerinde o küçük sopa kükremiş, kabile mensuplarından birinin ölüm fermanını vermişti.

Bugün ise adam ortalıklarda görünmüyordu; gözetledikleri yerden de kulübenin kapısının açık olduğunu anlaşılıyordu. Yavaşça, ihtiyatlı bir şekilde ve gürültü yapmadan ormanın içinden kulübeye doğru sinsice ilerlemeye koyuldular.

Hiçbiri hırlamıyor, öfkeyle bağırmıyordu; o küçük, siyah sopayı uyandırmamak için sessizce yaklaşmaları gerektiğini tecrübe etmişlerdi.

Yaklaştılar, yaklaştılar ve nihayetinde bizzat Kerchak; açık kapıdan içeri sinsice girip etrafa göz atmaya başladı. Onun peşinden iki erkek daha geldi; sonra da küçük cansız bedeni hâlâ göğsüne bastırmakta olan, Kala.

İnin içinde, tuhaf beyaz maymunu yarı beline kadar masanın üzerine uzanmış; başını kollarının arasına gömmüş bir hâlde buldular. Yatakta da üzeri yelkenle örtülmüş biri yatıyor, küçük kaba ağaç beşikten ise bir yavrunun mahzun ağlamaları geliyordu.

Sessizce içeri giren Kerchak saldırıya geçmek üzere çömeldiği sırada John Clayton, ani bir sıçramayla uyanıp maymunlarla göz göze geldi.

Gördüğü manzara karşısında korkudan donup kalmıştı zira içeride, karşısında üç iri erkek maymun duruyordu ve arkalarına da sayısını tahmin edemediği kadar çok maymun yığılmıştı; tabancaları ise tüfeğiyle birlikte ötedeki duvarda asılıydı ve Kerchak saldırıya geçmek üzereydi.

Kral maymun, Greystoke Lordu John Clayton’ı bıraktığında, bedeni hareketsiz bir şekilde yere yığıldı. Maymunun dikkati bu kez de küçük beşiğe yöneldi ama Kala oraya ondan önce varmıştı. Kerchak çocuğu almak üzereyken Kala alıp, Kerchak’ın önünü kesmesine fırsat vermeden kapıdan dışarı fırladı ve yüksek bir ağaca tırmandı.

Alice Clayton’ın canlı bebeğini alırken kendi ölü bebeğini de boş beşiğin içine atmıştı zira vahşi göğsündeki, ölünün susturamadığı evrensel annelik içgüdüsünün çağrısına, yaşayanın ağlamaları cevap vermişti.

 

Yukarılarda, koca bir ağacın dalları arasında dişi maymun, çığlık çığlığa ağlayan sabiyi göğsüne bastırdı. Kısa süre sonra küçük insan yavrusu, kendi narin ve güzel annesinin göğsünde hissettiği annelik içgüsünü, vahşi dişinin göğsünde de hissettiğinde ve bu his, henüz tam gelişmemiş idrakine ulaştığında sustu.

Sonra aralarındaki mesafe açlıkla kapandı; İngiliz lordu ile İngiliz leydisinin oğlu, maymun Kala’nın göğsünden emmeye başladı.

Bu sırada da kulübedeki hayvanlar, bu tuhaf inin içindekileri dikkatli bir şekilde incelemeye koyuldular.

Clayton’ın öldüğünden emin olduktan sonra Kerchak, dikkatini üzeri bir yelken parçasıyla örtülü hâlde yatakta yatan şeye çevirdi.

İhtiyatı elden bırakmadan kefenin bir ucundan tutup hafifçe kaldırdı ama altındaki kadını görünce örtüyü tutup fırlattığı gibi büyük, kıllı elleriyle kadının cansız, beyaz tenli boynuna yapıştı.

Bir an, tırnaklarını kadının soğuk etine batırdı ama sonra, kadının çoktan ölmüş olduğu fark ettiğinde onu bırakıp odanın içindekileri incelemeye geçti. Ondan sonra, Leydi Alice’in de Sör John’un da cesetlerine bir daha dokunmadı.

Dikkatini çeken ilk şey duvarda asılı duran tüfek oldu; aylardır arzuluyordu bu tuhaf, ölüm saçan gök gürültüsü sopasını ancak şimdi tam karşısında olunca eline alacak gözüpekliği bulamıyordu kendinde.

Dikkatli bir şekilde yaklaştı alete zira kendi türünden maymunların, gerek cahilliklerinden gerekse düşüncesizliklerinden, aletin sahibi olan şu harikulade beyaz maymuna saldırdıklarında aletin kükreyip, maymunlara duyacakları son kelimeleri haykırdığına şahit olmuştu. Olur da alet yine öyle kükreyecek olursa diye, paldır küldür kaçmaya hazırdı.

Maymun, zihninin derinliklerinde bir yerde gök gürültüsü sopasının sadece onu kullanabilen birinin elindeyken tehlikeli olduğunu biliyordu ancak yine de ona dokunacak cesareti kendinde bulabilmesi birkaç dakikasını almıştı.

Bu süre zarfında aletin önünde ileri geri yürüyüp durmuş; yürürken de başını çevirerek gözlerini arzuladığı o şeyden ayırmamıştı.

Uzun kollarını insanların kol değneği kullanmasına benzer şekilde kullanarak iri cüssesini bir o yana, bir bu yana sallandıran koca kral; boğuk boğuk hırlayarak ileri geri volta atmış, ara sıra da o kulakları delen naralarından atmıştı ki tüm ormanda bundan daha dehşet verici başka bir ses yoktu.

Şimdi, tüfeğin önünde duruyordu. Koca elini yavaşça yukarı kaldırıp, parıl parıl parıldayan namluya tam dokunacakken elini bir kez daha geri çekip, telaşlı voltalarına döndü.

Koca canavar, bu gövde gösterisi ve vahşi çığlıklarıyla, tüfeği eline almasını sağlayacak cesareti toplamaya çabalıyor gibiydi âdeta.

Tekrar durdu. Bu kez kendini zorlayıp, çekingen elini soğuk çeliğe değdirmeyi başardı ancak yine derhâl geri çekip, huzursuz voltasına devam etti.

Bu tuhaf tören defalarca tekrarlanırken her defasında cesareti biraz daha artıyordu; ta ki nihayet tüfeğin asılı olduğu kancadan koparılıp, koca canavarın avucunda öylece durduğu ana kadar…

Tüfeğin kendisine bir zarar vermediğini gören Kerchak, daha yakından incelemeye başladı. Başından sonuna kadar eliyle yokladı, namlu ağzının karanlık deliğinden içeri baktı; arpacığı, namlu kuyruğunu, kundağı ve nihayetinde tetiği elledi.

Tüm bu tatbikat sırasında diğer maymunlar kapının yanında toplaşmış, reislerini seyrediyorlardı; dışarıda kalanlar ise kapı ağzına yığılmış, içeride olan biteni görebilmek için itişip kakışıyorlardı.

Bir anda Kerchak, tetiğin üzerinde duran parmağını bastırdı. Küçük oda, kulakları sağır eden bir gürültüyle dolarken hem kapıdaki hem de kapının dışındaki maymunlar, panik içerisinde birbirlerini ezerek kaçıştılar.

Kerchak da onlar kadar korkmuştu, hatta öyle korkmuştu ki o korkunç sesi çıkaran şeyi elinden atmak aklına bile gelmemiş; sımsıkı tuttuğu tüfekle birlikte kapıdan dışarı fırlamıştı.

Kapıdan geçerken tüfeğin ön arpacığı içeri doğru açık duran kapının kenarına takılıp, kaçan maymunun arkasından sıkıca kapanmasına neden oldu.

Kulübeden kısa bir mesafe uzaklaştıktan sonra duran Kerchak, tüfeğin hâlâ elinde olduğunu fark edince elindeki şey soğuk bir çelik değil de kızgın bir demirmiş gibi yere bırakıverdi ve bir daha da almaya kalkışmadı. Tüfeğin gürültüsü canavarın sinirlerine ağır gelmişti ama bu vesileyle, korkunç sopanın kendi hâline bırakıldığı müddetçe zararsız olduğuna kanaat getirmiş oldu.

Maymunların, kulübeye tekrar yaklaşıp incelemelerine devam edecek cesareti bulmaları bir saat sürdü. Cesareti bulduklarında ise kapının kapanıp kilitlendiğini ve zorlamakla açamayacaklarını fark ederek hüsrana uğradılar.

Clayton’ın kapı için yaptığı zekice tasarlanmış sürgü, Kerchak kapıdan geçerken yerine oturmuş; maymunlar, pencerenin sağlam parmaklıklarından içeri girmenin bir yolunu da bulamamışlardı.

Civarda bir süre daha dolandıktan sonra, geldikleri sık ormanın ve yüksek yaylanın yolunu tuttular.

O zamana dek Kala, evlat edindiği yavrusuyla birlikte bir kez bile yere inmemişti ama şimdi Kerchak ona diğerleriyle birlikte aşağı inmesi için seslenince ve sesinde de hiçbir öfke belirtisi olmayınca daldan dala yavaşça inerek diğerlerine katılıp, evlerine doğru yola koyuldu.

Kala’nın tuhaf bebeğini incelemeye kalkışan maymunlar, Kala’nın sivri dişleri ve tehditkâr hırlamalarıyla geri püskürtülüyordu.

Onu, bebeğe zarar vermek gibi bir niyetlerinin olmadığına ikna etmeyi başardıklarında, yaklaşmalarına müsaade etti fakat yine de korumaya aldığı çocuğa dokunmalarına izin vermiyordu.

Sanki, küçük bebeğinin hassas ve kırılgan olduğunu anlamış; kabiledaşlarının kaba ellerinin ufaklığı incitebileceğinden korkmuştu.

Yaptığı başka bir şey de yolculuğu onun için meşakkatli bir iş hâline getirmişti. Kendi yavrusunun nasıl öldüğünü aklından çıkaramadığından yürürken tek eliyle bebeği sıkıcı tutuyordu.

Diğer yavrular, küçük kollarını annelerinin kıllı boyunlarına sıkıca dolamış ve bacaklarını da kol altlarından geçirmiş şekilde annelerinin sırtlarında yolculuk ediyorlardı.

Fakat Kala için durum farklıydı; küçük Greystoke Lordu’nun minik bedenini göğsüne dayamış, bebek ise maymunun vücudunun o kısmını kaplayan uzun siyah kıllarını minik ve sevimli elleriyle sıkıca kavramıştı. Bir yavrunun sırtından düşüp korkunç bir şekilde can verdiğine bir kez şahit olmuştu Kala; bu yavruyu da kaybetmeyi göze alamazdı.

5. BÖLÜM
BEYAZ MAYMUN

Kala, bir yandan küçük yetimini emzirirken bir yandan da onun, neden diğer annelerin minik maymunları gibi güçlenip çevikleşmediğini düşünüyordu. Ufaklığı sahiplendiğinden beri kendi başına yürümeye başlaması bile neredeyse bir yıl sonra olmuştu. Tırmanmaya gelince; ah, nasıl beceriksizdi!

Kala bazen, diğer dişilerle küçük maymun adayı hakkında dertleşiyordu ancak hiçbiri, bir çocuğun kendine bakmayı öğrenme konusunda nasıl bu kadar yavaş ve beceriksiz olabildiğini anlayamıyordu. Kendi başına yiyecek bile bulamıyordu çocuk; üstelik Kala’nın onu bulmasının üzerinden on iki dolunay geçmişti.

Bir de çocuğun, Kala onu sahiplenmeden önce zaten on üç dolunay görmüş olduğunu bilselerdi; onu büsbütün umutsuz vaka sayarlardı. Zira kendi kabilelerinin küçük maymunları, henüz iki üç aylıkken bile bu küçük yabancının yirmi beşinci ayda olduğundan daha ileri seviyede oluyorlardı.

Kala’nın kocası Tublat bu durumdan fena hâlde yakınmıştı; dişisinin gözü sürekli üstünde olmasa çocuğu çoktan ortadan kaldırırdı.

“Bundan düzgün bir maymun olmaz!” diye çıkıştı. “Onu sürekli taşımak ve korumak zorunda kalacaksın. Böylesinin kabileye ne faydası olur ki? Yük olmaktan başka bir işe yaramaz.”

“Otların arasına bırakalım da kendi başına sessiz sedasız uyusun. Sen başka çocuklar doğurursun; yaşlılığımızda biri koruyacak daha güçlü maymunlar…”

“Hayatta olmaz, Kırık Burun!” diye cevap verdi Kala. “Ölene dek onu taşımak zorunda kalsam bile, varsın öyle olsun.”

Hâl böyle olunca Tublat, çareyi Kerchak’a gitmekte aradı; ondan otoritesini kullanarak Kala’yı küçük Tarzan’ı terk etmeye zorlamasını istedi. Kala’nın küçük Greystoke Lordu’na verdiği ad buydu, anlamı ise “Beyaz Deri” idi.

Fakat Kerchak bu hususu Kala’yla konuştuğunda Kala, çocukla kendisini rahat bırakmazlarsa kabileden kaçıp gitmekle tehdit etti. Bu, orman halkanın vazgeçilmez haklarından biriydi; kabiledaşları arasında yaşamaktan memnun olmayanlar, çekip gitmekte hürdü. Bunun üzerine, onu rahat bıraktılar zira çakı gibi zinde ve güzel bir dişiydi Kala, onu kaybetmeyi istemezlerdi.

Tarzan büyüdükçe adımları da hızlanıyordu. Böyle böyle on yaşına geldiğinde, mükemmel bir tırmanıcı olmuştu. Yerdeyken de küçük kardeşlerinin kabiliyetini aşan muhteşem şeyler yapabiliyordu.

Birçok yönden onlardan farklıydı; üstün zekâsı onları çoğu kez hayrete düşürüyordu. Fakat kuvvet ve cüsse konusunda noksandı zira bu koca insansı maymunlar, on yaşlarına geldiklerinde tamamen yetişkin oluyor; bazılarının boyu bir sekseni aşıyordu. Küçük Tarzan ise serpilememiş bir oğlandı hâlâ.

Ama ne oğlan!

Daha küçük bir çocukken dev annesini izleyip, ellerini onun gibi kullanarak daldan dala atlamayı öğrenmişti. Biraz daha büyüdüğünde ise ağaç tepelerinde kardeşleriyle saatlerce yarışır hâle gelmişti.

Ağaç tepelerinin baş döndürücü yüksekliklerinde altı metre öteye atlayabiliyor; yaklaşan fırtınanın delice esen rüzgârında bile hedefindeki dala hatasız bir şekilde ve hiç sarsılmadan tutunabiliyordu.

Daldan dala sarkarak altı metre aşağıya hızla inebiliyor; dev tropik ağaçların en zirvesine bir sincap gibi rahat ve çabucak çıkabiliyordu.

Daha on yaşında olmasına rağmen otuz yaşındaki vasat bir adam kadar güçlü ve en talimli atletin dahi olamayacağı kadar çevikti. Üstelik kuvveti de günden güne artıyordu.

Bu vahşi maymunların arasında mutlu bir hayat sürüyordu zira hatıralarında bundan başka bir hayat yoktu; ona göre evren, yaşadığı bu orman ve aşina olduğu vahşi hayvanlardan ibaretti.

On yaşına basmasına az bir zaman kala, kendisi ile kabiledaşları arasında muazzam bir fark olduğunu fark etmeye başlamıştı. Güneşte yanıp esmerleşen ufak bedeninden birdenbire yoğun bir utanç duymaya başlamıştı çünkü fark etmişti ki bedeni, değersiz bir yılanın ya da başka bir sürüngeninki gibi tamamen kılsızdı.

Bu değersizliği kendini baştan ayağa çamurla sıvayarak gidermeye çalıştı ancak çamur kuruyup döküldü. Ayrıca çamur o kadar rahatsız ediyordu ki çok geçmeden rahatsız olmaktansa utanmayı tercih etti.

Kabilesinin müdavimi olduğu yaylada küçük bir göl vardı. İşte orada; gölün berrak ve durgun sularında Tarzan, kendi yüzünü ilk kez görmüştü.

Kurak mevsimin boğucu bir gününde, kuzenlerinden biriyle birlikte su içmeye göl kıyısına gitmişlerdi. Suya doğru eğildiklerinde, ikisinin de minik suratları durgun gölün yüzeyinde belirdi; maymunun vahşi, güçlü hatlara sahip suratının yanında duran şey, eski bir İngiliz soyundan gelen aristokrat veledinin suratıydı.

Tarzan dehşete düşmüştü. Kılsız olması yetmiyormuş gibi şimdi bir de böyle bir surat çıkmıştı! Diğer maymunlar yüzüne nasıl bakabiliyorlardı, hayret doğrusu!

İncecik yarık gibi bir ağız, çelimsiz beyaz dişler! Ondan daha talihli kardeşlerinin koca dudakları ve güçlü sivri dişlerinin yanında kendisininkiler, nasıl bir manzaraydı böyle!

Peki ya o küçük, sıska buruna ne demeli? O kadar zayıftı ki sanki aç kalmıştı. Kendi burun deliklerini kuzeninin geniş, güzel burun delikleriyle karşılaştırırken yüzü kızardı. Ne cömert bir burundu onunki, yüzünün yarısını kaplıyordu! Bu kadar yakışıklı olmak güzel bir şey olmalı, diye düşündü zavallı Tarzancık.

Ama sonra, kendi gözlerini fark ettiğinde son darbeyi almış oldu: siyah bir nokta, gri bir daire ve sonra da bembeyaz bir boşluk!.. Korkunç! Yılanların gözleri bile onunkiler kadar çirkin değildi.

Kendisini yüz hatlarına değer biçmeye öyle kaptırmıştı ki arkasındaki ormandan çıkan iri cüsseli hayvanın uzun otları yara yara, sinsice yaklaştığını duymamıştı. Yoldaşı maymun da hiçbir ses duymamıştı keza; kana kana içen dudaklarının şapırtısı ve suyun lıkırtısı, davetsiz misafirin sessiz adımlarını bastırıyordu.

İkilinin otuz adım gerisinde yere çömelmişti koca, dişi aslan Sabor; kuyruğunu kamçı gibi sallıyordu. Koca pençesini dikkatle ileri uzatıyor, yere sessizce indirdikten sonra diğerini kaldırıyor ve bu şekilde ilerlemeye devam ediyordu. Avının üstüne atlamaya hazırlanan koca bir kedi edasıyla karnını o denli aşağı indirmişti ki karnı, neredeyse yere değiyordu.

Olan bitenin farkında olmayan iki oyun arkadaşı ile dişi aslanın arasında üç metre kalmıştı artık. Aslan, arka ayaklarını altına doğru yavaşça çekerken güzel kürkünün altındaki muhteşem kasları hareket ediyordu.

 

Şimdi yere o kadar yakın hâlde sürünüyordu ki atlamaya hazırlanırken parlak tüylü sırtı yukarıya doğru kıvrılmasa bütünüyle yere yapışacak ve dümdüz olmuş gibi görünecekti.

Kuyruğu sallanmıyordu artık, arkasında sessiz ve düz bir şekilde uzanıyordu.

Bir an taş kesilmiş gibi öylece durdu ve sonra, korkunç bir kükremeyle ileri atıldı.

Dişi aslan Sabor, bilge bir avcıydı. Onun kadar bilge olmayan biri için avına atıldığı anda böyle vahşice kükreyerek ikaz vermesi budalaca görünebilirdi zira böyle yüksek sesle çığırmadan atlasa kurbanlarını yakalaması daha kesin olmaz mıydı?

Ancak Sabor, orman halkının muhteşem çabukluğunu ve inanılmaz işitme kabiliyetini gayet iyi biliyordu. Onlar için bir otun başka bir ota sürtünmesi bile, onun en gür kükremesi kadar tesirli bir ikazdı. Sabor yine biliyordu ki o müthiş atlayışı, bir miktar ses çıkarmadan yapması mümkün değildi.

O vahşi kükreyişi bir ikaz değildi. Amacı, zavallı kurbanlarını korkudan felç edip kısa bir anlığına donmalarını sağlamaktı. Donsunlar ki o da üzerlerine atlayıp müthiş pençelerini yumuşak etlerine geçirsin ve onları, kaçmalarına fırsat vermeden yakalayabilsin.

Maymunun hâline bakılacak olursa Sabor’un mantığı doğruydu. Ufaklık, korkuyla titreyerek sadece kısa bir an yere çömeldi fakat o kısa an, sonunu getirmeye yetecek kadar zamanı kapsıyordu.

İnsan yavrusu Tarzan için ise durum farklıydı. Vahşi ormanın tehlikeleri arasında yaşamak, ona acil durumlar karşısında özgüvenini yitirmemeyi öğretmişti ve yüksek zekâsı sayesinde de maymunların kabiliyetlerinin ötesinde bir hızla düşünüp harekete geçebiliyordu.

Bu sebeple dişi aslan Sabor’un kükremesi, küçük Tarzan’ın beynini ve kaslarını ateşleyip anında harekete geçirmişti.

Önünde küçük gölün derin suları uzanıyordu; arkasında ise onu paramparça edecek pençelerin ve sivri dişlerin getirdiği zalim bir ölüm.

Susuzluğu giderme aracı olması haricinde sudan hep nefret etmişti Tarzan. Nefret ediyordu çünkü onu şiddetli yağmurlarla gelen soğuk ve sıkıntı ile ilişkilendirmişti; üstelik, yağmura eşlik eden şimşek ve gök gürültüsünden de korkuyordu.

Gölün derin sularından uzak durması gerektiğini öğretmişti vahşi annesi ona. Dahası, henüz birkaç hafta önce küçük Neeta’nın gölün dingin sularına batıp bir daha kabileye dönmediğine şahit olmamış mıydı?

Ancak bu iki kötü hâl arasında kalınca kıvrak zekâsı kötünün iyisini seçmiş ve Sabor’ın kükremesinin ilk notası, ormanın sükûnetini bozar bozmaz üstelik koca hayvan atlayışının henüz yarısındayken Tarzan’ın başı gölün soğuk sularının altın girmişti. Yüzme bilmiyordu ve su çok derindi ama yine de üstün mevcudiyetinin nişanı olan o özgüveninden ve maharetinden hiçbir şey kaybetmemişti.

Yukarıya çıkma çabasıyla ellerini ve ayaklarını hızla hareket ettirmeye başladı; kasıttan daha ziyade şans eseriyle, köpeklerin yüzerken kullandığı kulaç düzenine geçti. Böylelikle birkaç saniye içerisinde burnunu suyun üstüne çıkarmayı başardı ve kulaç atmaya devam ettiği sürece de hem burnunu su üstünde tutabileceğini hem de suda ilerleyebileceğini keşfetti.

Gökten inmiş gibi birdenbire kazandığı bu beceri karşısında hem çok şaşırmış hem de memnun olmuştu fakat şimdi bunu düşünmeye pek vakti yoktu.

Kıyıya paralel yüzüyordu ve baktığında, pençesinden son anda kurtulduğu zalim yaratığı zavallı oyun arkadaşının hareketsiz bedeni üzerine çöreklenmiş hâlde gördü.

Dişi aslan, Tarzan’ı pürdikkat izliyor, belli ki kıyıya dönmesini bekliyordu ancak oğlanın öyle bir niyeti yoktu.

Dönmek yerine, oğlan bağırarak kabilesine mahsus yardım çağrısını yaptı; yaparken de müstakbel kurtarıcıları koşup geldiklerinde Sabor’un kucağına düşmesinler diye, çağrısına bir ikaz ekledi.

Neredeyse anında bir cevap duyuldu uzaktan; hemen peşinden de kırk elli kadar koca maymun ağaçların arasından uçarcasına bir hızla ve ihtişamla, trajedinin yaşandığı yere doğru yol aldı.

Başlarında Kala vardı; gözde yavrusunun sesini tanımıştı. Onun yanında da zalim Sabor’un altında cansız bir şekilde yatan küçük maymunun annesi…

Dövüşme hususunda maymunlardan daha kuvvetli ve donanımlı olmasına rağmen dişi aslanın bu öfkeli yetişkinlerle yüzleşmeye hevesi yoktu; nefretle hırladıktan sonra çabucak çalıların içine atlayıp gözden kayboldu.

Artık kıyıya doğru yüzen Tarzan, çabucak tırmanıp kuru toprağa çıktı. Soğuk suların verdiği ferahlık ve uyandırdığı heyecan, çocuk benliğini tatminkâr bir şaşkınlıkla doldurmuştu. Bu olaydan sonra bulduğu her fırsatta, mümkünse her gün; göle, dereye ya da okyanusa gidip suya girmeye başladı.

Uzunca bir süre, bu duruma alışmakta güçlük çekti Kala zira kendi halkı her ne kadar mecbur kaldığında yüzebilse de suya girmeyi sevmezlerdi; hele bir de suya isteyerek girmek mi? Asla!

Dişi aslanla yaşadığı macera, Tarzan için hoş hatıraların yolunu açmıştı zira günlük hayatının monotonluğunu kıran tek şey böyle hadiselerdi. Yoksa hayatı yemek arama, yemek yeme ve uyumadan ibaret yavan bir döngüydü.

Ait olduğu kabile; deniz kıyısı boyunca kabaca kırk, iç kısımlara doğru ise seksen kilometre kadar uzanan bir yol boyunca dolaşıyordu. Bu yolda neredeyse sürekli gidip geliyor, bazen bir yerde aylarca kalıyorlardı fakat ağaçtan ağaca müthiş bir hızla hareket edebildiklerinden, bölgenin tamamını sadece birkaç günde katediyorlardı.

Nerede ne kadar kaldıkları genellikle yiyecek kaynaklarına, iklim koşullarına ve daha tehlikeli hayvan türlerinin varlığına bağlıydı. Gerçi Kerchak’ın sık sık, sırf aynı yerde kalmaktan sıkıldığı için onları uzun yolculuklara çıkardığı da oluyordu.

Karanlık nerede çökerse orada geceliyorlardı. Yerde uyuyor; bazen başlarını, nadiren de gövdelerini fil kulağının büyük yapraklarıyla örtüyorlardı. İki üç maymunun soğuk gecelerde birbirlerine sarılarak uyudukları da oluyordu; böylece Tarzan bunca yılı, geceleri Kala’nın kolları arasında uyuyarak geçirmişti.

Şüphesiz ki bu koca, vahşi canavar; başka bir ırka mensup bu çocuğu seviyordu. Keza çocuk da -şayet hayatta olsaydı- güzel ve genç annesine karşı besleyeceği tüm sevgiyi bu büyük, kıllı hayvana karşı besliyordu.

İtaat etmediğinde çocuğu tokatladığı oluyordu, doğru ama ona karşı asla zalim değildi. Hatta attığı tokat bile çoğu zaman, dövmekten ziyade okşar gibiydi.

Eşi Tublat ise Tarzan’dan her zaman nefret etmişti ve birkaç defa çocuğun gencecik yaşamına son verme raddesine gelmişti.

Tarzan ise üvey babasına hislerinin karşılıklı olduğunu göstermek için karşısına çıkan hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Eline geçen her fırsatta kendisini, annesinin kolları arasında ya da yüksek ağaçların ince dallarında emniyete alıp, üvey babasına uzaktan kaş göz yaparak ya da hakaretler savurarak onu kızdırıyordu.

Üstün zekâsı ve kurnazlığı sayesinde, Tublat’ın hayatındaki dertlere dert eklemenin binbir şeytani yolunu icat etmişti.

Daha küçük bir çocukken uzun otları döndürüp birbirlerine bağlayarak halat yapmayı öğrenmişti. Bu halatlarla sürekli ya tuzak kurup Tublat’ı düşürüyor ya da halatı başının üzerindeki bir daldan sarkıtarak boynundan asmaya çalışıyordu. Bu halatlarla sürekli oynayarak, denemeler yaparak kabaca düğüm atmayı ve genişleyip daralabilen kementler yapmayı da öğrenmişti. O ve daha küçük maymunlar, bunlarla oynayıp eğleniyorlardı. Onlar da Tarzan’ın yaptıklarını yapmaya çalışıyorlardı ama bir şeyi icat eden de o şeyde ustalaşan da sadece kendisi oluyordu.

Bir gün yine böyle oynarken Tarzan, halatının ucunu elinden bırakmadan kement kısmını koşan arkadaşlarından birine doğru fırlattı. Kement şans eseri, koşan maymunun boynuna geçince maymun, gayriihtiyari bir şekilde durdu.

Ah, işte yeni bir oyun, hem de güzel bir oyun, diye düşündü Tarzan ve hemen sonrasında da numarasını tekrarlamaya koyuldu. Böylece, titiz ve devamlı talimler neticesinde kement atma yeteneğini geliştirmiş oldu.

İşte şimdi Tublat’ın hayatı gerçekten de kâbusa dönmüştü. Uyurken, yürürken, gece, gündüz; o sessiz kemendin ne zaman uçup gelip boynuna geçeceğini tahmin edemiyor; her defasında boğulup ölecek gibi oluyordu.