Tarzan Maymun Adam

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Kala cezalandırdı, Tublat intikam yeminleri etti, yaşlı Kerchak da bizzat ilgilenip ikaz ve tehdit etti ama ne fayda!

Tarzan hiçbirine itaat etmedi ve o ince, sağlam kement Tublat’ın boynuna hiç beklemediği anlarda geçmeye devam etti.

Diğer maymunlar Tublat’ın mağlubiyetinden sınırsız zevk alıyordu zira kimsenin hoşlanmadığı, huysuz ihtiyarın tekiydi Kırık Burun.

Tarzan’ın küçük, zeki kafasında binlerce fikir dolanıyordu; hepsinin ardında da o harikulade muhakeme kabiliyeti vardı.

Otlardan yaptığı uzun koluyla maymun yoldaşlarını yakalayabiliyorsa dişi aslan Sabor’u neden yakalayamasındı?

Henüz ham bir fikirdi bu ancak bilincinde de bilinçaltında da uzun süre kalacak ve nihayetinde muhteşem bir başarıyla neticelenecekti.

Fakat bu, yıllar sonra gerçekleşecekti.

6. BÖLÜM
ORMAN SAVAŞLARI

Kabilenin konargöçer hayatı, onları sık sık küçük koydaki kapalı ve ıssız kulübenin yakınına getirdi. Tarzan için bu, her zaman bitmek bilmeyen bir esrar ve zevk kaynağı olmuştu.

O güçlü duvarların ardında saklanan meçhul harikaları keşfetmek için nafile bir çabayla, perdeli pencerelerden içeriyi gözetler ya da çatıya tırmanıp bacanın karanlığından aşağı bakardı.

Toy hayal gücüyle, içeride muhteşem yaratıkların yaşadığını tasavvur eder; kaba kuvvetle içeri giremeyişi de bu arzusunu bin kat artırırdı.

Çatıya ve pencerelere tırmanıp saatlerce bir giriş yolu aradığı oluyordu fakat kapı, görünüşte duvarlar kadar kalın ve sağlam olduğundan dikkatini çekmemişti.

Yaşlı Sabor’la yaşadığı maceradan sonra, o civara tekrar uğradıkları zamandı. Tarzan, kulübeye yaklaştıkları sırada uzaktan bakınca kapının duvarın içine oturtulmuş, duvardan bağımsız bir parça olduğunu fark etti. İşte o an, bunca zamandır akıl edemediği giriş yolunun o parça olabileceğini düşündü ilk kez.

Kulübeyi ziyaret ederken genellikle olduğu gibi yine tek başınaydı zira maymunlar orayı pek sevmiyorlardı. Gök gürültüsü sopasının maymunlar arasında on yıl boyunca bıkıp usanmadan anlatılagelen hikâyesi, beyaz adamın terk edilmiş metruk hanesinin etrafında âdeta bir tuhaflık ve korku atmosferi oluşturmuştu.

Kendisinin kulübeyle olan bağı ona hiç anlatılmamıştı. Maymun dilinde o kadar az kelime vardı ki kulübenin içinde gördüklerinin çok azını ifade edebiliyorlardı. Zira dilleri, o tuhaf mahlukları da onların eşyalarını da doğru şekilde tarif edebilecek kelimelerden yoksundu. Bu sebeple Tarzan aklı erecek yaşa gelene kadar kabile, o meseleyi çoktan unutmuştu.

Kala ona babasının tuhaf, beyaz bir maymun olduğunu belli belirsiz, üstü kapalı bir şekilde anlatmıştı ancak Tarzan, Kala’nın öz annesi olmadığını bilmiyordu.

İşte o gün, doğruca kapıya gitti Tarzan. Kapıyı saatlerce inceledi; menteşelerini, kolunu ve sürgüsünü kurcalayıp durdu. En sonunda şans eseri doğru kombinasyonu buldu ve kapı, oğlanın şaşkın gözlerinin önünde gıcırdayarak açıldı.

Birkaç dakika kadar içeri girmeye cesaret edemedi ama nihayetinde gözleri içerinin loşluğuna alışınca yavaş ve dikkatli şekilde içeri girdi.

Orta yerde bir iskelet yatıyordu; bir zamanlar kıyafet olan çürümüş kumaş kalıntılarının altındaki kemiklerde zerre kadar et kalmamıştı. Yatakta da diğerine benzer ürkütücü bir şey vardı ama daha küçüktü. Yanındaki küçük beşikte ise ufacık üçüncü bir iskelet vardı.

Uzun zaman önce yaşanmış bu korkunç trajik günün delillerine aldırış etmedi küçük Tarzan; belki sadece kısa bir an ancak hepsi o kadar. Vahşi orman hayatında, ölen ve can çekişen hayvanlar görmeye alışmıştı; hatta baktığı şeylerin kendi öz babası ve annesinin kalıntıları olduğunu bilseydi bile bundan daha fazla tepki göstermezdi.

Onun dikkatini cezbeden asıl şey, odanın içindeki mobilyalar ve diğer eşyalardı. Tuhaf aletler, silahlar, kitaplar, kâğıt ve kıyafetler; ormanlık kıyının nemli havasında, zamanın tahribatına dayanabilen ne varsa hepsini büyük bir dikkatle inceliyordu.

Kapıyla kazandığı ufak tecrübesinin yardımıyla sandıkları ve dolapları açtı; bunların içinde bulduğu şeyler çok daha iyi muhafaza edilmişti.

Bulduğu şeyler arasında keskin bir av bıçağı da vardı. Bıçağı eline alır almaz keskin metal parmağını kesti ama bu onun gözünü korkutmadı ve denemelerine devam etti. Bu yeni oyuncağıyla masa ve sandalyelerden kıymık kesip çıkarabildiği fark edince bununla uzun bir süre eğlendi ancak sonunda bıkıp, keşiflerine devam etti.

Kitaplarla dolu bir dolabın içinde parlak renkli resimleri olan bir kitaba rast geldi; çocuklar için yapılmış resimli bir alfabe kitabıydı bu:

 
A ile başlar Avcı
Avlanır okuyla ormanda.
B ile başlar Balık,
Yüzer mavi sularda.
 

Resimler son derece ilgisini çekmişti.

Kendi suratına benzer suratları olan bir sürü maymun vardı resimlerde. Kitabın ilerleyen sayfalarında, “Ş” harfinin altında ise her gün gördüğü, ilkel ormanın ağaçları arasında oradan oraya atlayıp duran şebekler vardı. Ancak kendi halkından kimsenin resmi yoktu; kitaptakilerin hiçbiri ne Kerchak’a ne Tublat’a ne de Kala’ya benziyordu.

Küçük şekilleri tutup sayfalardan almaya çalıştı önce ama kısa sürede gerçek olmadıklarını anladı ancak ne olduklarını anlayamadığı gibi onları tarif edebilecek kelimelere de hâkim değildi.

Gemiler, trenler, inekler, atlar; hiçbiri onun için bir anlam ifade etmiyordu lakin yine de hiçbiri, renkli resimlerin altında ve aralarında görünen küçük tuhaf şekiller kadar kurcalamamıştı aklını. Belki tuhaf bir böcektir, diye düşündü önce çünkü çoğunun ayakları vardı. Fakat bir tanesinin bile gözleri ya da ağzı yoktu. Alfabenin harfleriyle ilk tanışması, işte bu şekilde ve on yaşını geçmişken olmuştu.

Tabii ki daha önce hiç yazı görmemişti; hatta, yazılı dil diye bir şeyin varlığına dair ufacık fikri olan bir canlıyla dahi karşılaşmamış, konuşmamış; okuyan birini de hiç görmemişti.

Hâl böyleyken, küçük oğlanın bu tuhaf şekillerin manasını tahmin dahi edemeyişine şaşmamak lazım.

Kitabın ortalarına doğru, yaşlı düşmanı dişi aslan Sabor’u buldu; sonrasında da çöreklenmiş hâldeki yılan Histah’yı.

Ah, nasıl da sürükleyiciydi! On yıllık ömründe, hiçbir şeyden bu denli zevk almamıştı. Kitaba kendini o denli kaptırmıştı ki karanlık çökene ve şekilleri görmek zorlaşana kadar vaktin nasıl geçtiğini fark etmemişti.

Kitabı dolaba geri koyup kapağını kapattı; başka kimsenin onun hazinesini bulup mahvetmesini istemiyordu. Çökmekte olan akşamın karanlığına adımını atmadan önce kulübenin muazzam kapısını kapatıp; kilidini, sırrını çözmeden önceki hâline getirdi. Ama oradan ayrılmadan evvel, av bıçağını sıkılıp attığı yerde dururken görmüş ve arkadaşlarına göstermek için de yanına almıştı. Ormana doğru henüz birkaç adım atmıştı ki kısa boylu çalılıkların gölgesinin arasından çıkan koca bir cüsse önünde beliriverdi. Başta, kendi halkından biri olduğunu zannetti ama hemen sonra onun dev goril Bolgani olduğunu anladı.

O kadar yakınındaydı ki kaçma şansı yoktu. Bu devasa mahluklar, kendi kabilesinin azılı düşmanı olduğundan ve her iki kabilenin törelerinde de ele geçirilen düşmanın öldürülmemesi gibi bir kural olmadığından küçük Tarzan, hayatta kalmak için dövüşmeye mecbur olduğunu biliyordu.

Şayet Tarzan kendi kabilesinin türünden yetişkin bir erkek maymun olsaydı, goril rakibi ile rahat rahat dövüşebilirdi ancak küçük bir İngiliz oğlandı sadece. Yaşına göre kasları fazlasıyla gelişmiş olsa da bu cani rakibinin karşısında hiç şansı yoktu. Fakat damarlarında, muhteşem savaşçılar çıkarmış bir soyun en iyisinin kanı akıyordu; ormanın vahşi canavarlarının arasında geçirdiği kısa yaşamının kazandırdığı alıştırmalar da bunu güçlendiriyordu.

Korku nedir bilmezdi Tarzan. Küçük kalbinin atışları hızlanmıştı fakat korkudan değil; maceraperest bir coşkudandı. Bir fırsatını bulsa kaçacaktı elbet ama sırf karşısına dikilen dev ile yüzleşecek cüssede olmadığına kanaat getirdiği için kaçacaktı. Aklı da ona bir kaçış yolu gösteremeyince tek bir kası dahi titremeden, hiçbir panik belirtisi göstermeden cesurca durdu gorilin karşısında.

Canavar saldırıya geçtiğinde, henüz üzerine çullanamadan, oğlan yumruklarını hayvanın koca cüssesine indirdi ancak bu sineğin file saldırması gibi boşuna bir çabaydı. Fakat bir elinde, babasının kulübesinde bulduğu bıçağı tutuyordu hâlâ, sıkı sıkı. Canavar, vurarak ve ısırarak üzerine çullandığında oğlan bıçağın ucunu kazara kıllı canavara doğru çevirdi. Bıçak, gorilin gövdesine saplanıp derin bir yara açarken; koca hayvan acı ve öfkeyle bağırdı.

Bu kısa an içerisinde oğlan, keskin ve parlak oyuncağının bir faydasını daha öğrenmiş oldu ve böylece, azgın canavar onu sürükleyip yere düşürdüğünde bıçağı canavarın göğsüne tekrar ve tekrar saplayıp sonuna kadar bastırdı.

Kendi türüne has şekilde dövüşen goril, eli açık şekilde dehşetli bir kuvvetle vuruyor, uzun sivri dişlerini oğlanın boğazına ve göğsüne geçiriyordu.

Bir süre yerde yuvarlanarak vahşice dövüştüler. Oğlanın kanayan kolu, uzun keskin bıçağı gitgide daha kuvvetsizce saplıyordu; sonra küçük bedeni, birden spazm geçirir gibi irkildikten sonra kaskatı kesildi. Küçük Greystoke Lordu Tarzan, orman evinin zeminini halı gibi kaplayan solmuş ve çürümüş bitkilerin üstüne yuvarlandı; bilincini kaybetmişti.

Bir buçuk kilometre ötede, ormanın içindeki kabile; gorilin, âdet olduğu üzere, bir tehditle karşılaştığında attığı vahşi nidayı duymuştu. Bu goril, belki tek başına değil de birkaç gorilden oluşan sürüyle birlikte olabilirdi. Bu sebeple, hem ortak düşmanlarına karşı birbirlerini korumak hem de tüm kabile mensuplarının orada olup olmadığını görmek amacıyla Kerchak halkını bir araya topladı.

Tarzan’ın kayıp olduğu kısa sürede anlaşılınca Tublat, yardım göndermeye şiddetle karşı çıktı. Kerchak da o tuhaf beslemeden hazzetmediğinden Tublat’ı dinledi ve nihayetinde omuz silkip yatak olarak kullandığı yaprak yığınına geri döndü.

 

Ama Kala aynı fikirde değildi; hatta Tarzan’ın kayıp olduğunu öğrenir öğrenmez hiç vakit kaybetmemiş, gorilin bağırtılarının hâlâ net bir şekilde duyulduğu yere doğru uçar gibi koşmaya başlamıştı, ezilmiş dalların arasından.

Artık karanlık çökmüştü; ilk evrelerindeki ayın loş ışığı, ormanın sık ağaçlarının arasında tuhaf ve ürkütücü gölge oyunları yapıyordu.

Ağaçların arasından ara ara sızmayı başaran ay ışığı; yere kadar ulaşıyordu ama çoğunlukla tek yaptığı, ormanın derinliklerinin zifirî karanlığını daha da vurgulamak oluyordu.

Kala, dev bir hayalet gibi sessizce kâh büyük bir dalın üzerinde koşarak kâh bir daldan diğerine atlayarak ilerliyor; orman yaşamının ona kazandırdığı tecrübeyle kısa bir mesafe ötede cereyan ettiğini kestirdiği trajediye hızla yaklaşıyordu.

Gorilin çığlıkları, vahşi ormanın başka bir sakiniyle ölümcül bir dövüş içerisinde olduğunu ilan ediyordu. Fakat bu çığlıklar aniden kesildi ve ormana bir ölüm sessizliği hâkim oldu.

Anlayamamıştı Kala; Bolgani’nin sesini ızdırap ve ölümün acısıyla yükselttiğini duymuştu ancak karşısındakinin ne tür bir mahluk olduğunu anlamasına yardım edebilecek herhangi bir ses işitmemişti.

Küçük Tarzan’ının koca bir erkek gorili öldürmesinin imkânsız olduğunu bildiğinden seslerin geldiği noktaya yaklaşırken daha dikkatli, daha yavaş hareket etmeye başladı. Son derece tedbirli bir şekilde, en alçaktaki dalların üzerinden yürüyerek ay ışığının yer yer aydınlattığı karanlığa gözlerini dikip, savaşçılara dair bir iz aradı.

Bir müddet sonra onları ayın parlak ışığı altında, küçük bir açıklık alanda yatarken buldu: Küçük Tarzan’ın yaralı ve kanlı bedeni ile onun yanında cansız bir şekilde yatan koca bir erkek goril.

Kısık bir çığlık atan Kala, telaşla Tarzan’ın yanına koştu. Zavallının kana bulanmış bedenini kucağına alıp, hayatta olup olmadığını anlamak için kalbini dinledi. Belli belirsiz bir ses duydu; küçük kalbinin zayıf atışlarıydı bu.

Tarzan’ı, zifirî ormandan geçerek kabilenin kamp yerine kadar dikkatlice taşıdı ve günlerce, gecelerce başında nöbet tuttu; yiyecek ve su getirerek besleyip, korkunç yaralarına konan sinekleri ve böcekleri temizledi.

Zavallı hayvanın ilaç ya da ameliyata dair hiçbir bilgisi yoktu. Tek yapabildiği, yaraları temiz tutmak için yalamak ve böylece daha hızlı iyileşmesini dilemekti.

Başta hiçbir şey yiyemedi Tarzan, ateşler içinde sayıklayarak bir o yana bir bu yana dönüp durdu. Tek istediği suydu ve Kala, suyu ona getirebildiği tek şekilde getiriyordu: kendi ağzında taşıyarak.

İnsan türünden hiçbir anne; bu zavallı vahşi hayvanın, kaderin kendisine emanet ettiği bu küçük yetim çocuğa gösterdiğinden daha özverili, daha fedakâr bir adanmışlık gösteremezdi.

Nihayet ateşi dindi ve oğlan iyileşmeye başladı. Yaralarının dayanılmaz acısına rağmen sıkıca kapattığı ağzından tek bir şikâyet çıkmıyordu.

Gorilin kuvvetli pençeleriyle göğsünü kaplayan etin bir kısmı kaburgalarına kadar yırtılmış; kaburgalarından üçü kırılmıştı. Koca sivri dişlerin ısırıklarıyla bir kolu, neredeyse kopacak raddeye gelmişti. Boynundan büyükçe bir parça koparılmış, cani dişlerin mucize eseri ıskaladığı şah damarı ortaya çıkmıştı.

Kendisini yetiştiren vahşi hayvanlara mahsus dayanıklılıkla, çektiği ızdıraba sessizce katlanıyor; sefil hâlini diğerlerine göstermektense sürünerek onlardan uzaklaşıp, uzun otların arasına kıvrılıp tek başına yatmayı tercih ediyordu.

Yanına memnuniyetle kabul ettiği tek kişi Kala’ydı fakat artık daha iyi hissettiğinden Kala, yemek aramaya çıkışlarından giderek daha geç dönmeye başlamıştı. Cefakâr hayvan, elden ayaktan kesilen Tarzan’la ilgilenirken doğru düzgün bir şey yiyememiş; neticesinde de güçten kuvvetten düşüp önceki hâlinin salt gölgesi gibi kalmıştı.

7. BÖLÜM
İLMİN IŞIĞI

Gariban ufaklık, sonsuzluk gibi gelen bir süre sonrasında yeniden yürüyebilecek hâle gelmiş ve o andan itibaren de öyle hızlı toparlanmıştı ki bir ay sonra eskisi kadar güçlü ve hareketli olmuştu.

Bu iyileşme süreci boyunca, gorille savaşını kafasında yüzlerce kez canlandırmış; aklına gelen ilk şey de iyileşir iyileşmez gidip kendisini ümitsiz ve dışlanmış bir zavallıdan, ormanın korkulacak bir efsanesine dönüştüren o küçük, harika silahı bulup almak olmuştu.

Ayrıca kulübeye dönüp, içindeki harikaları incelemeye devam etmek için sabırsızlanıyordu.

Böylece bir sabah erkenden tek başına yola koyuldu. Kısa bir arayıştan sonra, ölen rakibinin etlerinden sıyrılmış kemiklerinin yerini tespit etti. Bıçağı da onun yakınlarında, kısmen yaprakların altına gömülü olarak buldu. Bıçak, hem toprağın neminden pas tuttuğu hem de gorilin kurumuş kanına bulandığı için kırmızıya dönmüştü.

Bıçağın yüzeyinin eskisi gibi parlak, ışıl ışıl olmayışı hoşuna gitmemişti ama yine de yaman bir silahtı, bulduğu her fırsatta kullanıp vaziyeti kendi lehine çevirmesine yarayacak bir silah. Bundan böyle, ihtiyar Tublat’ın sebepsiz saldırılarından kaçmayacaktı.

Kısa sürede kulübeye vardı ve sürgüyü çabucak açıp içeri girdi. Aklındaki ilk husus kilidin mekanizmasını çözmekti. Bu sebeple kapı açıkken kilidi yakından inceleyerek kapıyı nasıl kapalı tuttuğunu ve dokunmasıyla birlikte nasıl açıldığını tam olarak anlamaya çalıştı.

Kapıyı içerideyken de kapatıp kilitleyebileceğini keşfedince keşif sırasında saldırıya uğrama ihtimalini ortadan kaldırmak için kapıyı kapatıp kilitledi.

Kulübedeki araştırmalarına belli bir düzen içerisinde başlamıştı ancak kısa bir süre sonra dikkati kitaplara kaydı. Kitapların, oğlanın üzerinde âdeta tuhaf ve güçlü bir tesiri vardı; o kadar ki kitapların mahiyetinin sunduğu harikulade bilinmezliğin cazibesi karşısında, başka hiçbir şeye ilgi gösteremiyordu.

Kitapların arasında bir alfabe kitabı, çocuklar için okuma kitapları, birkaç resimli kitap ve bir de büyük sözlük vardı. Bunların hepsini inceledi ama ilgisini en çok çeken resimler oldu. Gerçi, resimlerin olmadığı sayfaları kaplayan küçük tuhaf böcekler de onda merak ve derin düşünceler uyandırıyordu.

Babasının inşa ettiği kulübede, masanın üzerinde çömelmiş hâlde duruyordu. Pürüzsüz, kavruk tenli çıplak bedeni; ince, uzun parmaklı güçlü ellerinde duran kitabın üzerine doğru eğilmişti. Biçimli başını ve parlak, zeki gözlerini; uzun, gür siyah saçları çevreliyordu. Maymunların Tarzan’ı, küçük vahşi adam, aynı anda hem acıma duygusu hem de umut uyandıran bir portre çiziyordu; ilkel zamanlardan beri cehaletin zifirî karanlığından ilmin ışığına uzanan bir arayışın mecazi bir tasviriydi âdeta.

Kitabı incelerken minik suratında ciddiyet hâkimdi zira belli belirsiz, puslu bir şekilde de olsa, bir fikrin ana hatları belirmişti zihninde. Bu fikir, daha sonra o tuhaf böceklerin kafa karıştırıcı sırrını çözmesine yarayacak anahtarı verecekti ona.

Elinde bir alfabe kitabı duruyordu. Açtığı sayfada kendisine benzeyen küçük bir maymunun resmi vardı ancak bu maymunun elleri ve yüzü dışındaki her yeri, bize göre ceket ve pantolonla; Tarzan’a göre ise tuhaf ve renkli bir kürkle örtülüydü. Resmin altında ise beş küçük böcek vardı.

OĞLAN

Sayfadaki metne bakınca, bu beş böceğin aynı sırayla birçok kez tekrarlandığını fark etti.

Öğrendiği başka bir şey de bu böceklerin aslında az sayıda olduğu fakat ara sıra tek başına dursalar da çoğu zaman diğerleriyle bir arada bulundukları ve bu şekilde birçok kez tekrarlandıklarıydı.

Resimleri gözden geçirerek ve o-ğ-l-a-n böceklerinden oluşan birleşimin tekrarlarını arayarak sayfaları yavaşça çevirdi. Kısa bir süre sonra, aradığını başka bir küçük maymun resminin altında buldu; bu kez maymunun yanında çakal gibi dört ayak üstünde yürüyen ama ona pek benzemeyen tuhaf bir hayvan da vardı. Bu resmin altında da böcekler şu şekilde sıralanmıştı:

OĞLAN VE KÖPEK

Hep küçük maymunla birlikte görünen o beş böcek işte yine oradaydı.

Böylece çok ama çok yavaş şekilde ilerledi zira bilmeden kalkıştığı bu iş, harflere ya da yazılı dile dair en ufak bir bilgisi olmadan hatta böyle şeylerin varlığından haberi dahi olmadan okumayı öğrenmek, zor ve zahmetli bir işti. Size ya da bana göre imkânsız bile olabilirdi.

Bunu başarması bir günde olmadı elbet; hatta bir haftada, bir ayda veya bir yılda da olmadı. Ancak bu küçük böceklerde saklı imkânları kavradıktan sonra, çok ama çok yavaş bir şekilde öğrendi. On beş yaşına geldiğinde, alfabe kitabındaki ve resimli kitapların bir iki tanesindeki resimlerin altında yazan çeşitli harf kombinasyonlarının anlamlarını biliyordu.

Edat, bağlaç, fiil, zarf ve zamirlerin anlamına ve kullanımına gelince; onlara dair fikri yok denecek kadar azdı.

Bir gün, on iki yaşlarındayken masanın altında o ana dek keşfetmediği bir çekmecede birkaç kurşun kalem buldu. Bunlardan birini masanın üstüne sürtünce arkasında bıraktığı siyah çizgiyi gördü ve bu çok hoşuna gitti.

Bu yeni oyuncağıyla öyle gayretli bir şekilde çalışıyordu ki kısa bir süre sonra masanın üstü karmaşık daireler ve çarpık çizgilerle dolmuş, kaleminin ucu da körelmişti. Sonra başka bir kalem aldı eline ama bu kez belli bir hedefi vardı: Kitaplarının sayfalarındaki küçük böceklerden bazılarının aynılarını çizmeye çalışacaktı.

Kalemi, hançer kabzasından tutar gibi tuttuğundan zorlanıyordu bu işte zira böyle yazmak pek rahat olmadığı gibi yazılanlar da pek okunaklı olmuyordu.

Fakat aylarca pes etmedi; kulübeye gelebildiği zamanlarda tekrar tekrar deneme yanılma yoluyla, kalemi en iyi şekilde kontrol edip istediği gibi hareket ettirebildiği bir tutuş pozisyonu buldu ve böylece, küçük böcekleri kabaca çizebilmeyi başardı.

Böylelikle yazmaya geçmiş oldu.

Böceklere bakarak aynılarını çizmek, ona bir şey daha öğretti: böceklerin sayısını. Bizim bildiğimiz anlamda sayı sayamasa da yine de miktara dair bir fikir edinmişti ve hesap yapmak için de bir elinin parmaklarını kullanıyordu.

Çeşitli kitapları inceledikten sonra, çoğu zaman kombinasyon hâlinde tekrarlanan böceklerin hepsini bulduğuna ikna olmuştu. Büyüleyici resimli alfabe kitabını o kadar çok incelemişti ki bu kombinasyonları kolaylıkla doğru şekilde sıralayabiliyordu.

Eğitimi ilerliyordu ancak, böceklerin önemini kavradıktan sonra dahi yazıdan ziyade resimler vasıtasıyla öğrendiğinden en büyük keşifleri, resimli büyük sözlüğün bitmek tükenmek bilmeyen sayfalarında saklıydı.

Kelimelerin alfabetik sıralamasını keşfettiğinde, keyfine diyecek yoktu; aşina olduğu kombinasyonları sözlükte arayıp buluyor ancak onların devamındaki kelimeler, tanımları, onu yeni bir ilim bilmecesinin içine sokuyordu.

On yedi yaşına geldiğinde, basit çocuk kitaplarını okumayı öğrenmiş ve küçük böceklerin muhteşem niteliklerini tam anlamıyla kavramıştı.

Kılsız vücudundan ya da insani özelliklerinden utanç duymuyordu zira artık aklı ona, kendisinin o vahşi ve kıllı dostlarından farklı bir türe mensup olduğunu söylüyordu. O bir İ-N-S-A-N’dı, dostları ise birer M-A-Y-M-U-N’du; ağaç tepelerinde koşuşturan küçük maymunlar ise birer Ş-E-B-E-K’ti. İhtiyar Sabor’un bir A-S-L-A-N, Histah’nın bir Y-I-L-A-N, Tantor’un ise bir F-İ-L olduğunu da biliyordu. İşte bu şekilde okumayı öğrenmişti. Bundan sonra da ilerlemesi hızlı olmuştu. Büyük sözlüğün yardımıyla ve genetik mirasının bahşettiği olağanüstü muhakeme kabiliyetine sahip aktif zekâsıyla anlamını bilmediği kelimeleri zekice tahmin ediyor; bu tahminleri de çoğu zaman doğruya yakın oluyordu.

Kabilesinin konargöçerliği sebebiyle eğitimi birçok kez sekteye uğramıştı ancak kitaplardan mahrum kaldığı zamanlarda dahi dur durak bilmeyen beyni, bu büyüleyici meşgalesinin sırlarını çözmeye devam ediyordu.

Ağaç kabuklarını, düz yaprakları ve hatta çıplak toprağın pürüzsüz yüzeylerini bile defter niyetine kullanıyor; öğrendiği kelimeleri bunların üzerine av bıçağının ucuyla kazıyordu.

Kütüphanesinin sırrını çözmeye duyduğu yoğun ilginin peşinden giderken hayatının daha ciddi vazifelerini de ihmal etmiyordu.

Halatıyla talim yapıyor, düz taşlarda bileyerek keskin tutmayı öğrendiği av bıçağıyla oynuyordu.

Tarzan’ın aralarına katıldığı zamandan bu yana kabile genişlemişti zira Kerchak’ın önderliğinde, diğer kabileleri korkutup ormanın kendilerine ait olan kısımlarından kaçırmayı başarmışlardı. Böylece hem bol bol yiyeceğe kavuşmuş hem de komşularının istilalarında da yok denecek kadar az kayıp vermişlerdi.

Hâl böyle olunca da genç erkekler yetişkin olduklarında kendi kabilelerinden bir eş alıyor ya da başka kabileden bir dişiyi esir almışlar ise kendilerine yeni bir kabile kurmak veya mevcut kabilelerinde yavuz Kerchak’ın hâkimiyetine başkaldırmaya kalkışmak yerine; esir dişiyi de Kerchak’ın kabilesine götürüp, Kerchak’la ters düşmeden yaşamayı tercih ediyorlardı.

Arada sırada, akranlarından daha dişli olan bir tanesinin alternatiflere yöneldiği oluyordu ancak şimdiye kadar vahşi ve gaddar maymunun tahtını sarsabilen olmamıştı.

 

Kabile içinde özel bir konuma sahipti Tarzan. Onu hem kendilerinden biri olarak kabul ediyor hem de kendilerinden farklı görüyorlardı. Yaşça büyük erkekler onu ya tamamen görmezden geliyor ya da ondan öylesine bir kinle nefret ediyorlardı ki oğlanın muhteşem çevikliği ve hızı ile iri yarı Kala’nın çetin ceviz korumacılığı olmasa onu daha küçükken ortadan kaldırmış olurlardı.

En yılmaz düşmanı ise Tublat’tı ancak, oğlan on üç yaşlarındayken diğer düşmanlarının ona zulmetmeyi birdenbire bırakmaları da yine Tublat sayesinde olmuştu. Aralarından bir tanesi, ormandaki vahşi hayvan türlerinin çoğunun erkeklerini arada sırada ele geçiren o tuhaf, kontrol altına alınamaz delice öfke nöbetlerinden birine tutulup ortalığı birbirine katmadığı sürece, oğlanı tamamen kendi hâline bırakıyorlardı. O öfke nöbetleri sırasında ise hiç kimse güvende değildi.

Tarzan’ın saygınlık hakkını elde ettiği gün kabile, ormanın yabani asmalarının ve sarmaşıklarının ulaşmadığı birkaç alçak tepenin arasında kalan bir çukurluktaki küçük bir doğal amfi tiyatroda toplanmıştı.

Açıklık alan, neredeyse daire şeklindeydi. Dairenin etrafında, her on santimetrede bir balta girmemiş ormanın dev ağaçları yükseliyordu. Ağaçların koca gövdelerinin aralarında ise birbirine geçmiş sık çalılar kümelenmiş; dairenin ortasındaki küçük, düz arenaya ulaşmak için ağaçların üst dalları arasındaki açıklıktan başka yer kalmamıştı.

Bu yerde kimse onlara mâni olamadığından kabile sık sık burada toplanıyordu. Amfi tiyatronun ortasında, şu tuhaf toprak davullardan bir tane duruyordu. İnsansı maymunların tuhaf ritüeller için yaptıkları bu davulların, ormanın derinliklerinden gelen seslerini insanoğlunun işittiği oluyordu ama çalındıkları âna gözleriyle şahit olan hiç olmamıştı.

Birçok seyyah, büyük maymunların davullarını görmüş; bazılarıysa bu davulların sesleri ile ormanın başnazırları olan bu hayvanların vahşi, tuhaf cümbüşlerinin gürültülerini duymuştur. Lakin bu vahşi, delice, sarhoş edici Tam Tam cümbüşüne bizzat katılmış olan tek insanoğlu, şüphesiz ki Greystoke Lordu Tarzan’dır.

Tüm çağdaş kilise ve devlet âdetleri ile törenleri, kuşkusuzdur ki bu ilkel işlevden doğmuştur. Zira yeni yeni oluşmakta olan insan türünün en uç surlarının ötesinde, ilk kıllı atamızın bir daldan aşağı sarkarak ilk buluşma yerinin yumuşak çimenlerine atladığı uzak geçmişin o çoktan unutulmuş, karanlık, tasavvur edilemez gecesinde olduğu hâliyle günümüze kadar hiç değişmeden gelen bu muhteşem ormanın derinliklerinde, tropikal toprakların üstüne doğan ayın parlak ışığı altında; vahşi ve kıllı atalarımız, asırlar boyunca, toprak davulların sesleri eşliğinde dans ederek Tam Tam törenleri yapmıştır.

Tarzan’ın on üç yıllık yaşamının on iki yılı boyunca peşini hiç bırakmayan amansız zulümden kurtuluşu kazandığı o gün, artık nüfusu yüze ulaşmış olan kabile dev ağaçlarla kaplı alçak yamaçtan aşağı toplu hâlde ve sessizce ilerleyerek amfi tiyatronun zeminine indiler.

Tam Tam ritüelleri; zafer, bir düşmanın esir alınması, ormanın büyük ve güçlü bir sakininin öldürülmesi, bir kralın ölümü ya da tahta çıkması gibi kabile yaşamının önemli hadiseleri için yapılır ve ciddi bir tören atmosferinde gerçekleştirilirdi.

Bugünkü ritüel ise başka bir kabileye mensup büyük bir maymunun öldürülmesini kutlamak için yapılıyordu. Kerchak’ın halkı arenaya girerken iki iri yarı erkek maymun, öldürülen maymunun cesedini arenanın merkezine taşıyorlardı.

İki erkek, cesedi toprak davulun önüne bıraktıktan sonra muhafızlık vazifeleri gereği davulun iki yanına çömelirken; kabilenin diğer üyeleri de ay doğana kadar uyumak üzere çimenlerin arasına kıvrıldılar. Vahşi cümbüş, ayın doğmasıyla birlikte başlayacaktı.

Küçük açıklık alana saatlerce hâkim olan mutlak sessizliği, parlak tüylü papağanların ahenksiz ötüşleri ya da ormanın dev ağaçlarının yosun kaplı dallarını süsleyen rengârenk çiçekler ve capcanlı orkideler arasında hiç durmadan uçuşan binlerce orman kuşunun cıvıltıları ve cıyaklamaları haricinde, tek bir çıt bile bozmamıştı.

Nihayet karanlık ormanın üzerine çöktüğünde, maymunlar bir bir canlanmaya başladılar. Kısa bir süre sonra toprak davulun etrafında büyük bir çember oluşturmuşlardı. Dişiler ve çocuklar, çemberin dış kısmında ince bir sıra hâlinde yere çömelirken onların önüne yetişkin erkekler dizilmişti. Davulun önünde üç ihtiyar dişi oturuyordu, her birinin elinde otuz kırk santimetre uzunluğunda budaklı birer dal vardı.

Yükselen ayın ilk loş ışık hüzmeleri, etraflarını çevreleyen ağaçların tepelerini gümüşi bir ışıkla aydınlattığında ihtiyar maymunlar, davulun ses çıkaran yüzeyine yavaşça ve hafifçe vurmaya başladılar.

Amfi tiyatro yükselen ayın ışığıyla aydınlandıkça ihtiyar dişiler de vuruşlarının sıklığını ve kuvvetini gitgide artırdılar. Kısa bir süre sonra muazzam ormanın dört bir yanına vahşi, ritmik bir tını hâkim olmuştu. Büyük, vahşi hayvanlar avlarını bıraktılar; kulaklarını dikip başlarını kaldırarak maymunların Tam Tam’ının habercisi olan monoton gümbürtüyü dinlediler.

Arada sırada içlerinden biri, kulakları delen bir çığlık atarak veya gür bir sesle kükreyerek insansı maymunların vahşi şamatasına meydan okuyordu ancak hiçbiri olup biteni incelemek ya da saldırmak için yanlarına yaklaşamıyordu. Zira maymunların hepsi bir araya toplandığında vücut bulan güç, ormanın diğer sakinlerinin yüreklerini onlara karşı derin bir hürmetle dolduruyordu.

Davulun gümbürtüsü âdeta kulakları sağır edecek bir seviyeye ulaştığında Kerchak, açık alana çıkıp iki muhafız ile davulcuların arasında durdu.

İki ayağı üstünde dik durup başını olabildiğince arkaya attı; yükselen aya gözlerini dikerek büyük kıllı pençeleriyle göğsünü yumrukladı ve kükrer gibi korkunç bir sesle bağırdı.

Bir, iki, üç kez daha yankılandı o dehşet veren haykırış; tarif edilemeyecek kadar atik ancak tasavvur edilemeyecek kadar da cansız olan bu dünyanın kalabalık ıssızlığında.

Sonra Kerchak, sunak davulun önünde yatan cesede yaklaşmadan çemberin iç kısmında sessizce dönmeye başladı; cesedin önünden geçerken o küçük, vahşi, şeytani, kırmızı gözlerini ondan ayırmıyordu.

Sonra, başka bir erkek daha arenaya atıldı ve kralının korkunç haykırışlarını tekrar ederek onun peşinden yürümeye başladı. Ardından bir tanesi daha onlara katıldı, onu hızla peş peşe diğerleri takip etti. Şimdi orman, âdeta hiç durmak bilmeyen kana susamış haykırışlarla yankılanıyordu.

Bir meydan okuma ve av çağrısıydı bu.

Tüm yetişkin erkekler tek sıra hâlinde, davulun etrafında dönerek dans edenlerin arasına katıldığında, saldırı başladı.

Bu amaçla kenara yığılmış sopaların arasından koca bir tane kapan Kerchak, ölü maymuna doğru öfkeyle koştu ve bir yandan savaştaymış gibi kükreyip hırlarken bir yandan da cesede vahşice vurmaya başladı. Davulun sesi şimdi daha gür çıkıyordu, vuruşlar da daha sıktı ve savaşçılar birbiri ardına av kurbanına yaklaşıp sopalarıyla vururken kurbanın etrafında çılgınca dönerek “Ölüm Dansı”nı icra ediyorlardı.

O çılgınca hoplayıp zıplayan topluluğun arasında Tarzan da vardı. Kavruk, ter içinde kalmış kaslı vücudu, ay ışığının altında parıldıyor; kıvraklığı ve zarafetiyle etrafındaki kaba, hantal, kıllı mahlukların arasında kendini belli ediyordu.

Hiçbiri ondan daha sinsi ya da vahşi değildi bu avlanma oyununda, hiçbiri onun kadar yükseğe zıplayamıyordu “Ölüm Dansı”nda.

Davulun sesi ve hızı yükselirken dansçılar, vahşi ritim ve saldırgan haykırışlarla kendilerinden geçiyordu. Daha çok atlıyor, zıplıyor, hırlarken dişlerinden salyalar akıyordu; dudakları ve göğüsleri salyadan köpük köpük olmuştu.

Bu tuhaf dans yarım saat kadar devam etti; ta ki davullar, Kerchak’ın işaretiyle susana kadar. Dişi davulcular dans edenlerin arasından koştura koştura geçip çemberin dış tarafındaki seyircilerin yanına gittiler. Ardından erkekler, vahşice vurarak ezip kıllı bir posa hâline getirdikleri cesedin üstüne topyekûn hâlde paldır küldür çullandılar.

Olete lõpetanud tasuta lõigu lugemise. Kas soovite edasi lugeda?