İstanbul

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

TATAVLA (KURTULUŞ)

İkinci kez küçük vadiden geçerek kendimizi bir başka Rum mahallesinde buluyoruz: Tatavla. Karnımız guruldadığı için İstanbul’un görünüş olarak kendine özgü ama aslında hepsi birbirine benzeyen sayısız meyhanelerinden birinin içini ziyaret etme fırsatı buluyoruz. Burası, bir tiyatro oyunu sergilenebilecek kadar geniş, yalnızca sokak kapısından ışık alabilen ve her yerinden ahşaptan korkuluklar yükselen genişçe bir odadan oluşuyor. Bir tarafta sobanın önüne geçmiş, kollarını sıyırmış haydut görünümlü bir adam balık kızartıyor, kebap çeviriyor, sosları karıştırıyor yani insan ömrünü kısaltacak yemekleri hazırlamakla meşgul, diğer tarafta ürkütücü bir eleman bar masasının üzerindeki kadehlere siyah ve beyaz şarapları dolduruyor, meyhanenin ortasında ve önünde sırtı açık cüce sandalyeler ve ayakkabıcı kundurasını hatırlatacak yükseklikte masalar bulunuyor. Meyhaneye biraz utangaç bir havayla giriyoruz çünkü içeride ayak takımından bir grup Rum ve Ermeni oturuyordu, bizi alaya almalarından çekiniyorduk ancak bir tanesi bile tek bir bakış atmaya tenezzül etmedi. Bana öyle geliyor ki İstanbul sakinleri bu dünyanın en az meraklı insanları; birinin senin dünyada olduğunu fark etmesi için ya bir sultan olacaksın ya da Pera’daki deli adam gibi anadan doğma sokaklarda dolaşacaksın. Bir köşeye oturduk ve beklemeye başladık. Ancak kimse gelmiyordu. O zaman anladık ki İstanbul meyhanelerinde yemeğini kendin alman gerekiyor. Sobanın başına gittik ve hangi dört ayaklının etinden yapıldığını yalnızca Allah’ın bildiği kebaplardan istedik, sonra bar masasına geçerek Tenedos reçineli bir kadeh şarap aldık ve ancak dizimize kadar gelen masanın üzerine aldıklarımızı bırakıp gözlerimizin beyazları çıkıncaya dek kurbanımızı yedik. Hesabı sessiz sedasız hallettik ve ağzımızdan bir havlama ya da anırma çıkar diye korkumuzdan tek kelime etmeden meyhaneden çıkıp Haliç’e doğru uzanan yolculuğumuza kaldığımız yerden devam ettik.

Rum Kadını


Süleymaniye Cami


KASIMPAŞA

On dakikalık yürüyüşten sonra, kendimizi yine Türkiye’nin ortasında, büyük Müslüman mahallesi Kasımpaşa’da bulduk; burası bir vadi ile tepe arasına kurulmuş, Galata Mezarlığı’ndan karşı kıyıdaki Balat Mahallesi’ne bakan buruna kadar bütün eski Mandracchio Körfezi’ni kucaklayan, camilerin ve derviş tekkelerinin ikamet ettiği, dört bir yanı otlaklık ve bahçelerle dolu bir semttir. Kasımpaşa’nın tepesinde gözlerinizi alamayacağınız bir manzaranın tadını çıkarabilirsiniz. Aşağıda, kıyıların üzerinde dev bir tersane görünür, savaş sırasında liman görevi gören bu tersane Haliç boyunca bir millik bir alanda kurulmuştur ve içindeki havuzlar, imalathaneler, meydanlar, depolar ve kışlaları ile bir labirenti andırır. Aynı zamanda burada, suyun üzerinde yüzermiş gibi duran ve beyazı Galata Mezarlığı’nın yeşilliği ile daha da belirginleşen zarif Bahariye Nezareti sarayı, demir atmış hareketsizce bekleyen savaş gemileri ile Kırım Savaşı’ndan kalma eski fırkateynlerin ortasında içi insan dolu tekneler ve vapurlar, içi kayık kaynayan liman, karşı kıyıda İstanbul; sütunları gökyüzünün mavisine ulaşan Valens su kemeri, büyük Fatih ve Süleymaniye Camileri, bir yığın ev ve minare bulunur. Bu manzaranın tadını çıkarabilmek için bir Türk kahvesinde oturarak istesen de istemesen de İstanbul’da kaldığın süre boyunca her gün içmek zorunda olduğun on iki bardağın dördüncüsü ve beşincisini içmeye koyulduk. Küçük bir yerdi ama diğer tüm Türk kahveleri gibi oldukça değişikti. Belki de burası Muhteşem Süleyman’ın zamanında kurulan ya da IV. Murat’ın geceleri devriye gezerken yasak likör içerken yakaladığı vatandaşların pataklandığı kahvehanelerden biriydi. Tutucu ulemaların dediği gibi uyku ve zürriyet düşmanı bu kahveler kim bilir ne kanlı savaşlara, ne ilahiyatçı tartışmalarına ne padişah fermanlarına sebep olmuştur, daha açık fikirli ulemalara göre ise “hayaller ve rüyalar ciniydi” bu mekânlar, şehvet ve tütünden sonra en fakir Osmanlı’nın bile tadabileceği bir tattı kahve ve artık gönül rahatlığı ile Galata Kulesi’nin ya da Serasker Kulesi’nin tepesinde, tüm vapurlarda, mezarlıklarda, berber dükkânlarında, hamamlarda, pazarlarda her yerde içebilirsiniz. İstanbul’un hangi yerinde olursanız olun, hiç arayıp sormaya gerek kalmadan “Kahveci!” diye bağırın, üç dakika içinde dumanı tüten bir fincan kahveyi önünüzde bulursunuz.

KAHVEHANE

Bulunduğumuz kahvehane bembeyaz bir odadaydı, ancak bir insan boyu yüksekliğinde tahtalarla desteklenmişti ve dört duvara dayalı alçak bir divanı vardı. Odanın köşesinde kanca burunlu bir Türk küçük bakır cezvelerde kahve pişiriyor, içine az da şeker eklediği cezvedeki kahveyi usul usul fincanlara boşaltıyordu. İstanbul’da her müşteriye özel kahve yapılır ve yanında bir bardak su ile servis edilir çünkü Türkler kahve fincanından bir yudum almadan önce mutlaka su içerler. Bir duvarda küçük bir ayna asılıydı, aynanın yanında içine usturaların, tıraş takımlarının yerleştirildiği raf gibi bir şey vardı; zira Türk kahvelerinin çoğunluğu aynı zamanda berber dükkânı olarak kullanıldığı ve kahveciler aynı zamanda kesip biçmek gibi işleri de yaptığı için müşteriler kahvelerini içerken dükkân çalışanlarının kurbanlarını doğradığı görülmemiş değildir. Karşı duvarda, yılanlar gibi kıvrılan uzun marpuçlu kristal nargileler ve kiraz ağacından yapılmış toprak çubuklarla dolu başka bir raf asılıydı. Divanın üzerine oturmuş, düşünceli görünen beş Türk nargilesini içerken, diğer üçü aralıksız dizilmiş alçak hasır taburelerin olduğu kapının önünde sırtlarını duvara vermiş ağızlarında bir çubukla bekleşiyorlardı, bu sırada dükkândan genç bir çocuk devetüyünden cüppe giymiş dev bir dervişi saç tıraşı ediyordu. Kimse oturduğumuz yöne bakmıyor, kimse konuşmuyordu. Kahveci ve çırağı dışında hiç kimseden ses çıkmıyor, hiç kimse en ufak bir hareket yapmıyordu. Nargile suyunun kedilerin mırıldandıklarında çıkardığı sese benzer fokurdamasından başka kahvede çıt çıkmıyordu. Hepsi gözlerini kırpmadan önüne bakıyordu ve hiçbirinin yüzünde tek bir anlamlı ifade yoktu. Bal mumu heykellerle dolu küçük bir müzedeydik sanki. Bunun gibi kaç sahneyle dolu hafızam. Ahşap bir ev, içinde oturan bir Türk, çok uzaklarda görünen bir manzara, dev bir ışık, derin bir sessizlik: İşte Türkiye! Hollanda denilince insanın aklına bir su kanalının ya da bir yel değirmeninin gelmesi gibi Türkiye denilince benim de zihnimde hemen bu görüntüler canlanıyor.


PİYALEPAŞA

Kasımpaşa’nın yüksek tepelerinden tersaneye kadar inen büyük bir Müslüman mezarlığının yanından kuzeye doğru çıktıktan sonra ortasındaki bahçelerin ve bostanların yeşilliği arasına saklanmış küçük bir mahalle olan Piyalepaşa’ya vardık ve buraya adını veren caminin önünde durduk. Altı zarif kubbenin yükseldiği, kemerli ve ince sütunlarla çevrili avlusu, incecik minaresi ve etrafını bir taç gibi saran dev servi ağaçlarıyla bezeli bir camiydi bu. Orada bulunduğumuz saatte etraftaki tüm evlerin kapıları kapalıydı, sokaklar ıssızdı, caminin avlusu da terk edilmiş gibi bomboştu, öğle güneşinin yaydığı ışık ve bu saatlerde çöken ağırlık yüzünden etrafta at sineklerinin çıkardığı vızıltılar dışında hiçbir ses yoktu. Saate baktık: on ikiye üç dakika vardı: müezzinlerin İslam’ın kutsal çağrısını dört bir yana duyurabilmek için camilerin minaresine çıktığı, Müslümanların beş önemli vaktinden birindeydik. Bu vakitte peygamberin habercisi olarak müezzinin belirmediği tek bir cami bile yoktur İstanbul’da ancak yine de bu devasa şehirde, bu ıssız camide, bu saatte, bu derin sessizlikte, birinin ortaya çıkıp bu sesi dört bir yana duyuracak olması mümkün değilmiş gibi geliyordu. Saatimi elime aldım, sessizce dakikaların ilerleyişini izlerken bir yandan da yüksekliği neredeyse üç katlı bir ev kadar olan minare şerefesinin kapısına bakıyor, merak içinde bekliyordum. Yelkovanın siyah ucu tam altmışıncı saniye çizgisine dokundu ancak kimse görünmedi. “Gelmeyecek!” dedim. “İşte!” dedi Yunk. Müezzin görünmüştü. Şerefenin korkuluğu onu saklıyor, bu kadar uzaklıktan yüzü hariç hiçbir fizyolojik özelliği ayırt edilemiyordu. Birkaç dakika boyunca hareketsizce durdu, sonra kulağını parmaklarıyla kapadı ve yüzünü gökyüzüne doğru çevirdi, keskin, yavaş, kusursuz bir ses tonu, kederli ve görkemli bir aksan ile Afrika, Asya ve Avrupa’da da yankılanan o kutsal kelimeleri okumaya başladı : “Allah büyüktür! Allah’tan başka ilah yoktur! Muhammed Allah’ın resulüdür! Haydi namaza! Haydi kurtuluş ve feraha! Allah’tan başka ilah yoktur! Haydi namaza!” Müezzin şerefede yarım tur döndü ve aynı sözleri kuzeye doğru tekrarladı, sonra doğuya ve batıya en sonunda kayboldu. Bu sırada uzaklarda yardım isteyen birinin çığlığıymış gibi yankılanan bir sesin son notaları cılız cılız kulağımıza geliyordu. Sonra ses kesildi ve sanki o cılız ses yalnızca ikimizi duaya çağırmış gibi, belli belirsiz bir hüzün hissederek Allah’ın terk ettiği iki zavallı gibi sessizliğe gömüldük. Hiçbir çan sesi kalbime ezan kadar derinden dokunmamıştır, böylece o gün neden Muhammed’in, müminleri ibadet etmeye çağırmak için, Yahudiler gibi trompet ya da Hristiyanlar gibi çan tercih etmeyip insan sesini tercih ettiğini anladım. Bu seçim üzerine peygamber de uzun süre kararsız kalmış, eğer çan seçmiş olsaydı Doğu bugün bambaşka görünecekti, minareler olmayacak şehrin ve Doğu’nun bu kendine has ve en güzel özelliklerinden biri kaybolacaktı.

OKMEYDANI

Piyalepaşa’dan batıdaki tepelere tırmanırken kendimizi çorak topraklı geniş bir alanda bulduk. Burada Eyüp Mahallesi’nden Sarayburnu tepelerine kadar tüm Haliç ve İstanbul ayaklarımızın altındaydı; dört mil boyunca uzanan bahçe ve camiler, cennetten bir parçaymış gibi diz çöküp hayranlıkla izlenebilecek bir ihtişam, bir zarafet. Burası sultanların Pers kralları gibi ok atmaya geldikleri yer, Okmeydanı. Burada birbirine eşit olmayan mesafelerde, sultanların oklarının nereye düştüğünü gösteren, üzeri yazılı birkaç mermer sütun duruyordu. Sultanların yaylarını gerdiği zarif köşk de hâlâ buradadır. Sağ tarafta, kırlık bölgelerde, padişahın hünerini temsil eden paşa ve beyzadelerden oluşan uzun bir sıra oluşur, sol tarafta, düşen okların yerini işaretlemek ve okları toplamak için sağa sola koşuşturan on iki iç oğlanı dizilirmiş, etrafta, ağaçların ve çalıların arkasında, ulu padişahın hünerlerini gizlice seyretmeye gelmiş Türkler saklanırmış ve locada imparatorluğun en dinç okçusu Sultan Mahmud kusursuzmuş gibi bir edayla oturur, içinden kıvılcımlar çıkardığı gözleriyle izleyenlerin bakışlarına engel olur, dağ kargası rengindeki siyah sakalı ile yeniçeri kanının sıçradığı beyaz kaftanının üzerinden uzaktan da olsa hemen belli olurmuş. Artık bunların tümü değişmiş ve sıradanlaşmış: Sultan tabancasını sarayın avlusunda sıkıyor, Okmeydanı’nda yalnız atış talimi yapan piyadeler var. Bir yanda derviş tekkesi, diğer yanda tenha bir kahvehane bulunuyor ve tüm kır bir bozkır gibi ıssız ve kederli.

 

PİRİPAŞA

Okmeydanı’ndan Haliç’e doğru inerken, kendimizi ismini belki de Muhteşem Süleyman’ı yetiştiren I. Selim’in ünlü veziriazamından alan Piripaşa isimli küçük bir Müslüman mahallesinde bulduk. Piripaşa Haliç’in karşı kıyısındaki Yahudi mahallesi Balat ile yüz yüzedir. Burada birkaç köpek ve birkaç yaşlı Türk dilenci dışında kimseye rastlamadık. Ancak bu yalnızlık mahalleyi güzelce keşfetmemiz için bize fırsat verdi. Şaşırtıcı bir şey. İstanbul’un denizden ya da yakındaki tepelerden izleyip sonrasında içine girdiğiniz mahallelerinden biri olan bu mahalle kendinizi daha önce izlediğiniz bir gösterinin artık sahnesindeymişsiniz gibi hissettirir, bu çirkin ve sefil şeylerin uzaktan ne harika göründüğünü düşünürsünüz. Eminim ki dünyanın hiçbir yerinde güzellik İstanbul’daki kadar dış görünüşten ibaret değildir. Balat’tan bakınca Piripaşa canlı renkleri, Haliç’e bir su perisi gibi yansıyan yeşillikleriyle aşka ve hazza dair pek çok his uyandırır. Ancak içine girdiğiniz anda her şey yok oluverir. Burada dökük kulübelerden, rengi solmuş barakalardan, cadıların yuvalarını andıran dar ve pis avlulardan, toz içinde kalmış incir ve servi ağaçlarından, molozlar yığılmış bahçelerden, terk edilmiş gibi duran sokaklardan, yoksulluk, çöp ve kederden başka bir şey yoktur. Fakat yokuş aşağı inin, bir kayığa atlayın, toplamda beş kürekten sonra uzaktan güzellik ve zarafeti bir arada sunan Piri Paşa’yı yine görürsünüz.

HASKÖY

Haliç kıyıları boyunca ilerlerken, bir başka büyük, kalabalık, tuhaf görünümlü mahalleye giriyor ve daha ilk adımdan itibaren Müslümanlar arasında olmadığımızı fark ediyoruz. Her tarafta çamura boyanmış hâlde yerlerde yuvarlanan çocuklar, hurda ve demir yığınından ibaret evlerinin çıkmalarında iskelete dönmüş elleriyle iş gören kötü giyinimli koca karılar, uzun, kirli kıyafetlere sarılmış, kafalarına delik deşik mendiller bağlamış, duvar diplerinde sessizce yürüyen adamlar, pencerelerden sarkan sıska yüzler, evden eve gerilmiş iplere asılı paçavralar, kuru otlar görülür. Hasköy, Kırım Savaşı sırasında kendisinden en ufak bir iz kalmayan bir köprüyle karşı kıyıya bağlanan Haliç’in kuzey kıyılarına kurulmuş bir Yahudi mahallesidir. Buradan Haliç’in sonuna kadar uzanan askerî okullar, kışlalar, talimhanelerden oluşan bir zincir başlar. Ancak o esnada hiçbir şey fark edemez olmuştuk çünkü ne bacaklarımız tutuyor ne gözümüz görüyordu. Gördüklerimizin tümü aklımızı karman çorman etmişti, sanki bir haftadır seyahat ediyor gibiydik, Pera’yı düşününce sanki çok geride kalmış gibi geliyordu ve eğer eski köprüde birbirimize verdiğimiz söz olmasa ve Yunk Aida operasından Zafer Marşı’nı söyleyerek beni kendime getirmese çoktan geri dönerdik.

HALICIOĞLU

Devam ediyoruz. Başka bir Müslüman mezarlığından geçiyor, bir tepenin üzerinden atlıyor ve böylece başka bir mahalleye giriyoruz. Halıcıoğlu, karışık bir nüfusun ikamet ettiği, sokağın her köşesinde başka bir ırk ve başka bir dini barındıran küçük bir semt. Yukarı çıkıyor, aşağı iniyor, tırmanıyor, mezarların, camilerin, kiliselerin, sinagogların arasından geçiyor, mezarlıkların ve bahçelerin etrafında dolaşıyor, güzel ve bakımlı Ermeni kadınlara ve yüzlerindeki peçeye gizlenerek etrafı dikizleyen Türk hanımlara rastlıyor, Yunanca, Ermenice ve İspanyolca konuşan insanlar duyuyor ve yürüdükçe yürüyoruz. “Şu koca İstanbul’un ucu bucağı yok mudur?” diye soruyoruz birbirimize. Şu yeryüzünde elbette her şeyin bir sonu, bir sınırı vardır. Halıcıoğlu’nda evler seyrekleşiyor, daha çok bostanların yeşilliği başlıyor ve içinden geçtiğimiz evler bir elin parmaklarını geçmiyor, nihayet İstanbul’un sonuna varıyoruz…


Türk Kadını


SÜTLÜCE

Tüh! Meğersem henüz varamamışız, başka bir mahallede bulduk kendimizi. Sütlüce, bir Hristiyan mahallesidir, bir tepenin üzerine kurulmuştur, etrafında bostanlar ve mezarlıklar vardır ve tepelerinin üzerinde vaktiyle Haliç’in iki yakasını birleştiren köprünün başı yer alır. Bu mahalle, Tanrı izin verirse, bizim gezeceğimiz son mahalle. Gezimiz burada bitiyor. Uzun bir mola vermek için evlerin arasından geçiyoruz ve Sütlüce’nin arkasından yükselen sarp ve çıplak bir tepeye tırmanıyor ve kendimizi İstanbul’un en büyük Yahudi mezarlığının önünde buluyoruz: sanki depremin harap ettiği bir şehrin izlerini taşırmış gibi sayısız taşla kaplı bir alandayız, etrafta tek bir ağaç, tek bir çiçek, tek bir fide bile yok. Felakete uğramış gibi insanın göğsünü sıkıştıran bir yalnızlık hissi var. Haliç’e doğru bakan bir mezar taşının üzerine oturuyoruz, etrafımızı saran nazik ve devasa manzaraya karşı dinleniyor, bir yandan hayranlıkla manzarayı izliyoruz. Aşağıda Sütlüce, Halıcıoğlu, Hasköy, Piripaşa ile mezarlıkları, bahçelerinin yeşili ve denizinin mavisi arasında kaybolan bir yığın varoş mahalle, solda yapayalnız Okmeydanı, yüzlerce minaresi ile Kasımpaşa, daha uzakta uçsuz bucaksız İstanbul, İstanbul’un ilerisinde Anadolu yakasının dağları, Sütlüce’nin tam karşısında ve Haliç’in diğer tarafında zengin türbelerin, mermer camilerin ve mezarların yayıldığı gölgeli bayırları, tenha caddeleri, zarafetle ve hüzünle dolu gizli yerleri ile Eyüp, onun sağında ise suya yansıyan diğer köyler, Haliç’in ağaçlar ve çiçeklerle kaplı iki kıyısı arasında kaybolan son kıvrımı. Bakışlarımızı bu manzaradan kaldırınca, yorgun, uyuşukluk içinde neredeyse fark etmeden kendimizi bu güzelliğin içinde şarkı söylerken bularak üstüne oturduğumuz mezar acaba kimindi, diye soruyoruz, bir karınca yuvasının içini ince bir dal ile karıştırıyor, binlerce saçmalıktan konuşup ara sıra da birbirimize “Sahiden İstanbul’da mıyız biz?” diye soruyoruz, sonra yaşamın ne kadar kısa ve uçucu olduğunu düşünüyoruz, içimizi sevinç kaplasa da bu güzel manzara karşısında insan sevdiğiyle el ele değilse o sevinç eksik kalıyor.

KAYIKTA

Gün batımına doğru Haliç’e iniyor, dört kürekli bir kayığa biniyoruz ve daha biz “Galata” diyemeden kayık, nazikçe kıyıdan uzaklaşıyor. Gerçekten de kayık sularda süzülen en nazik deniz aracıdır. Gondoldan daha uzun ama daha dar ve incedir, oyulmuş, boyanmış ve yaldızlıdır, ne dümeni vardır ne koltukları, yalnızca başınızın ve omuzlarınızın görüleceği şekilde bir yastığın ya da bir kilimin üstüne oturuverirsiniz, kayığın her iki ucu da her iki yöne hareket edilebilecek şekilde tasarlanmıştır, en ufak harekette dengesini kaybeder, sahilden uzaklaşırken yayından fırlamış bir ok gibidir, suyun üzerinde uçan bir kırlangıç gibi her yeri dolaşır ve kovalanan bir yunus gibi binlerce rengi dalgalara yansıtarak kaçar. Kayıkçılarımız kırmızı fesli, mavi mintanlı, beyaz şalvarlı, kolları ve bacakları çıplak, yirmili yaşlarda, esmer tenli, temiz, neşeli, cesur, genç ve yakışıklı iki Türk’tü, küreği her çekişlerinde kayığı bir boy ileri götürüyorlardı, diğer kayıklar yanımızdan uçar gibi geçiyor, bir görünüp bir kayboluyorlardı, ördek sürüleri geçiyor, kuşlar tepemizde ötüyordu, büyük kapalı teknelerin yakınındaydık, içleri örtülü Türklerle doluydu ve zaman zaman yosunlar yüzünden hiçbir şey görünmüyordu. Nihayet Haliç’e vardığımızda, o saatte şehir başka bir görünüme bürünmüştü. Limanın eğriliği yüzünden Anadolu yakası görünmüyor, Sarayburnu tepesi, Haliç’i sanki uzun bir gölmüş gibi gösteriyordu ve her iki kıyının tepeleri sanki devleşmiş gibiydi. İstanbul uzaktan uzağa, kül ve mavi rengin en tatlı tonlarıyla boyanmış, bir peri şehri gibi hafif sanki denizde yüzüyor, gökyüzünde kayboluyordu. Kayık uçuyor, iki kıyı gittikçe uzaklaşıyor, koylar koyları, korular koruları, mahalleler mahalleleri takip ediyor, gitgide çevremizdeki her şey genişleyip yükseliyor, şehrin renkleri solmaya başlıyor, ufuk kayboluyor, deniz altın ve erguvan renkleriyle dalgalanıyor ve derin bir şaşkınlık, tarifsiz bir keyif hissi ağır ağır ruhumuza sızıyor, bizi güldürüyor ancak konuşmamıza da izin vermiyordu. Kayık, Galata limanında durduğunda, kayıkçılarımızdan biri kulağımızın dibinde “Mösyö geldik.” diye bağırınca bir rüyadan uyanmış gibi kendimize geldik.


Haliç’te Kayıklar


KAPALIÇARŞI

Haliç’in iki kıyısından geçerek tüm İstanbul’u kuşbakışı gördükten sonra sıra İstanbul’un kalbine, Nuruosmaniye ile Serasker tepeleri arasına yayılan ve Kapalıçarşı denilen o harikalar, hazineler ve tarihî anılarla dolu ebedî ve evrensel pazar yerini, bu saklı şehri görmeye gelmişti.

Gezmeye Valide Sultan Cami meydanından başlıyoruz.

Burada boğazına düşkün olan okuyucumuz için biraz durup, Balık pazarına bir göz atmak gerekebilir: Burası bilindiği gibi sarayın tüm mutfak giderlerini şehir boyunca avlanan balıkların satışıyla karşılayan Andronico Pelaogo zamanından kalma meşhur Balıkpazarı’dır. Aslında balık tutmak İstanbul’da hâlâ çok yaygın ve Balıkpazarı güzel günlerinde “Paris’in Karnı” kitabının yazarına; Hollanda’nın eski ünlü dev resim tablolarında olduğu gibi görkemli ve iştah açıcı bir manzara ile tasvirler sunabilir. Satıcıların neredeyse tümü Türk’tür ve bu satıcılar toprağın üzerine serili hasırların ve alıcı bir kalabalığın ya da köpek sürüsünün etrafını sardığı uzun masaların üzerine bırakılmış balıkları ile meydanın etrafını sararlar. Bizim denizlerimizden çıkarılana göre dört kat daha büyük olan Boğaz tekirleri, yalnızca Rum ve Ermenilerin ızgarada güzelce pişirmeyi başarabildikleri Marmara Adası’ndan gelen istiridyeler, Yahudiler tarafından salamura yapılan ton balıkları ve palamutlar, Türklerin tuzlamayı Marsilya’dan öğrendikleri hamsiler, Ege’ye İstanbul’dan gelen sardalyalar, Boğaziçi’nin en lezzetli balığı olan ve ay ışığında avlanabilen lüferler, şehrin sularında birbirini takip eden yedi seferle birlikte her iki kıtanın evlerinden işitilen gürültüleri ile Karadeniz uskumruları, dev istavritler, dev kılıç balıkları ve çok büyük oldukları için Türklerin kalkan adını verdiği balıklar ve iki deniz arasında gidip gelen, yunuslarla deniz kırlangıçlarının kovaladığı ve yalıçapkınlarının ağızlarındaki yemekleri avlayıp parçaladığı binlerce küçük balık burada bulunur. Paşa aşçıları, yaşlı Müslüman gurmeler, köleler ve taverna gençleri masalara yaklaşır, balıklara düşünceli düşünceli bakar, rakamı düşürmek için pazarlık yaparlar ve ipte asılı olan balıkları sanki düşmanın kafasını taşır gibi sırtlarına yüklenir giderler. Öğle vakti meydan boştur ve satıcılar yakın kahvelere girerek ortadan kaybolurlar ve bu kahvelerde güneş batıncaya değin beklerler, gözleri açık, sırtlar duvara dayalı, dudaklarının arasında nargile kamışı ile hayallere dalarlar. Kapalıçarşıya gitmek için, balık dükkânları ile çevrelenmiş, evlerin cumbalarının neredeyse birbirine değeceği kadar dar bir sokağa girilir ve biraz daha yol alınca iki sıra alçak ve karanlık tütün dükkânının arasından epeyce yürünür: Tütün; kahve, afyon ve şaraptan sonra zevk çadırının dördüncü direği ya da zevklerin dördüncü sediridir, tıpkı kahve gibi bir zamanlar müftülerin ve padişahların cezalarına çarptırılmış ve bu nedenle daha da zevkli hâle gelmiş tütün işkence ve eziyetlerin temel sebebidir. Tüm yol bu tütüncüler tarafından kuşatılmıştır. Rafların üzerinde, üzerlerine limon konulmuş piramit şeklinde ya da yuvarlak gibi duran tütünler sergilenir. Burada meşhur Antakya Lazkiye tütünü, sarı ve ipek gibi ince sarayburnu tütünü, sigaralık ya da çubukluk tütün, Galata’daki heybetli hamallardan, sarayların bahçelerinde sıkıntılarını atmak için kullanan cariyelere kadar pek çok insana özel lezzette ve sertlikte tütünler bulunur. Tombeki, en sert tütünlerden biridir, ilaç kavanozlarında saklanır ve eğer dumanı nargilenin suyuna karışmadan direkt ağıza gelirse en kadim sigara tiryakisinin bile aklını başından alabilir. Tütüncülerin neredeyse tümü Rum ve Ermeni’dir, müşterilerine oldukça kibar davranırlar, müşteriler beklerken onlarla sohbet ederler, buraya Hariciye Nezareti memurları ve seraskerler de uğrar, zaman zaman önemli kişilerle de karşılaşılır burada, politika dışında başka bir şeylerden konuşulur, havadisler toplanır ve olan bitenden bahsedilir, aslında burası bir mola yeri gibidir, sigaranın ve sohbetin tadına varmak için geçerken bile olsa buraya uğramak için sizi davet eden küçük ve asil bir çarşıdır burası. Dümdüz ilerleyince, asma yaprakları ile süslenmiş eski kemerli bir kapının içinden geçer ve taştan, genişçe bir binayla yüz yüze gelirsiniz, buraya düz ve uzun bir yoldan çıkılır, yol karanlık dükkânlarla kuşatılmıştır, insanlar, sandıklar, çuvallar ve mal yığınları ile darmadağın görünür. İçeri girince sizi neredeyse geri çıkmaya mecbur bırakan aromalı keskin bir koku duyarsınız. Burası Hindistan, Suriye, Mısır ve Arabistan’dan gelen bir sürü yiyeceğin toplanıp cariyelerin küçük yüzlerini ve minik ellerini renklendirmek için kullandığı, odalara, hamamlara, ağızlara, sakallara ve yemeklere güzel kokular veren, güçten düşen paşaya can veren, mutsuz gelinleri sakinleştiren, tiryakileri uyuşturan, hayalleri coşturan, bu sonsuz şehire sarhoşluk ve unutkanlık dağıtan esans, tablet, toz ve merhemlere dönüştürüldüğü Mısır Çarşısı’dır. Bu çarşıda birkaç adım atınca, başınızda bir ağırlık hissi oluşmaya başlar ve kaçarcasına buradan uzaklaşırsanız da o sıcak, o ağır havanın hissi, sizi sarhoş eden kokular hâlâ açık havanın içinde dolaşarak peşinizi bırakmaz, böylece Doğu’nun en anlamlı ve en içten izlenimlerinden biri olarak hafızanızda derin bir yer edinir.

 


Mısır Çarşısı’ndan çıkınca, gürültülü kazan atölyelerinin, sokağı mide bulandıran kokularla dolduran Türk meyhanelerinin, sonsuz sayıda isimsiz ıvır zıvırın üretilip satıldığı küçük dükkânlar, nişler ve karanlık noktaların arasından geçilerek nihayet Kapalıçarşı’ya varılır.

Ancak oraya varmadan önce kendinizi üstünüze atlayan satıcılardan korumanız gerektiğini unutmayın.

Giriş kapısına yüz adım kalınca, etrafınızı bir bakışta sizin yabancı olduğunuzu ve çarşıya ilk defa geldiğinizi anlayan, nereli olduğunuzu az çok tahmin edebilen ve buna göre size yanaştığında dilinizi konuşmaya çalışan ve çok nadir konuştuğu dilde yanılan simsarlar ve simsarların simsarları etrafınızı sarar.

Ellerinde fesleri, dudaklarında tebessüm ile size yaklaşır ve hizmetlerinden bahsederler.

Neredeyse her zaman şaşmaksızın şöyle bir konuşma geçer:

“Hiçbir şey almayacağım.” diye cevap verirsiniz.

“Ne önemi var efendim, benim istediğim yalnızca size çarşıyı gezdirmek.”

“Çarşıyı gezmek istemiyorum.”

“Ama ben sizi bedavaya gezdireceğim.”

“Bedava da olsa gezdirilmek istemiyorum.”

“Tamam o zaman, size sadece caddenin sonuna kadar eşlik edeyim, başka bir gün geldiğinizde nereden ne alınır böylece öğrenmiş olursunuz.”

“Tamam da ya hiçbir şey satın almak falan istemiyorsam!”

“Başka bir şeyden konuşuruz efendim. Ne kadardır İstanbul’dasınız? Otelinizden memnun musunuz? Camileri gezmeye fırsat bulabildiniz mi?”

“O zaman size şöyle diyeyim, konuşmak istemiyorum, yalnız kalmak istiyorum.”

“Peki, o zaman ben sizi yalnız bırakayım, on adım arkanızdan sizi takip ederim.”

“Ama neden beni takip etmek istiyorsunuz?”

“Dükkânlarda sizi kandırmalarına müsaade etmemek için.”

“Peki ya dükkânlara girmezsem!”

“O zaman sizi sokaklarda rahatsız etmelerini engellemek için.”

Kısacası ya bırakacaksınız sizin peşinizden gelecekler ya da boşa nefesinizi tüketmeye devam edeceksiniz. Kapalıçarşı’nın dışından içinde neler olduğunu tahmin bile edemezsiniz, dışında dikkat çeken hiçbir detay yoktur. Bizans stilinde inşa edilen bu devasa taştan yapı, düzensiz, yüksek gri duvarlarla çevrilidir ve içeriye ışık girmesine fırsat veren delikleriyle yüzlerce kurşun kaplı kubbeye sahiptir. Ana girişi mimari açıdan çok bir şey ifade etmeyen kemerli bir kapıdan oluşur, etrafındaki sokaklardan hiçbir ses duyulmaz, kapıdan dört adım atınca bu duvarların arasında yalnızlık ve sessizlikten başka hiçbir şey olmadığına inanabilirsiniz. Ancak biraz daha içeri girince şaşkınlığa uğrarsınız. Burası bir binanın içinden çok, kemerli tonozlarla kaplı sokaklar, oyulmuş sütunlar ve kolonlar ile çevrili bir labirenti andırır; camileriyle, çeşmeleriyle, kavşakları, meydanları, güneş ışığının zar zor girebildiği sık bir orman gibi belli belirsiz bir ışıkla aydınlanan ve büyük bir kalabalığın devamlı koşturduğu minyatür bir şehir gibidir. Her sokak ayrı bir çarşıdır ve neredeyse tümü, girişik süslerle bezeli, siyah ve beyaz taşların oluşturduğu bir kemerle çevrelenmiş ve bir caminin avlusuna benzeyen ana caddeye bağlıdır. Bu yarı karanlık sokaklarda akan kalabalığın ortasında sağır edici bir gürültü ile develer, süvariler ve arabalar geçer gider. Mütemadiyen lafla ya da işaretle birileri sizi dükkânlarına çağırır. Rum tüccar bağırarak ve âdeta sizi zorlarmış gibi el kol işaretleri yaparak seslenir, Ermeni tüccar aşırı derecede kurnazdır ancak saygılı tavrıyla daha mütevazı görünür, Yahudi tüccar yapacağı indirimi kulağınıza fısıldar, Türk tüccar ise sessiz sakin dükkanın eşiğindeki yastığının üzerine çömelmiş hâlde müşterilerini yalnızca gözleriyle davet eder, gerisini şansa ve kadere bırakır. On farklı ses aynı anda size bağırır: “Mösyö! Kaptan! Caballero! Signore! Ekselans! Kyrie! Lordum!” Her dönüşte, yan kapılardan kemerli mafsallar ve sütunlar, uzun koridorlar, daracık sokaklar, uzak ve birbiri arasına geçmiş çarşılar, dükkânlar, duvarlara asılan malzemeler, işi başından aşkın tüccarlar, sırtında küfesi ile hamallar, türbanlı kadın grupları, bir durup bir yeniden hareketlenen gürültülü kalabalıklar, baş döndürücü bir eşya ve insan çalkalanması görülür.



Bu kargaşa yalnızca görünüştedir tabii ki. Bu dev çarşı bir kışla gibi nizama sahiptir ve hiç kimsenin rehberliğine ihtiyaç duymadan birkaç saat içinde aradığınızı şıp diye bulacak seviyeye gelirsiniz. Her tür mal kendi küçük mahallesine, sokağına, koridoruna ya da meydanına sahiptir. Yani genişçe bir evin odaları gibi, biri diğerinin içinde yüzü aşkın küçük pazar vardır, her çarşı aynı zamanda bir müze, bir mesire, bir pazar ve bir tiyatrodur ve bunların içine hiçbir ücret ödemeden girebilir, her şeyi izleyebilir, kahvenizi alabilir, serinliğin tadını çıkarabilir, on farklı dilde sohbet edebilir ve Doğu’nun en güzel kadınlarıyla bakışabilirsiniz.


Dinlenen Hamallar


Rastgele bir pazarın içine girebilir ve hiç fark etmeden burada gününüzün yarısını harcayabilirsiniz: örneğin kumaşlar ve kıyafet pazarı gibi. İnsanın gözlerini alamadığı, aklını ve parasını kaybedebileceği güzellikte ve zenginlikte bir ticaret merkezidir burası, burada tetikte olmak gerekir çünkü sonunda bir telgrafla evden para isteyecek duruma çok çabuk düşebilirsiniz. Bağdat brokarlarının, Karaman halılarının, Bursa ipeklerinin, Hint tuvallerinin, Bengal müslinlerinin, Madras şallarının, Hint ve İran kaşmirlerinin, Kahire’nin rengârenk kumaşlarının, altın oymalı minderlerin, gümüş çizgili ipek örtülerin, uçacakmış gibi görünen hafif ve şeffaf, mavi ve pembe çizgili dokuma eşarplarının, her formda ve her dizayndaki kumaşların, kıpkırmızı, mavi, yeşil, sarı ve isyankâr renklerin en hoş kombinasyonların, insanın ağzını açık bırakacak bir ahenkle bir araya gelmiş ve iç içe geçmiş her çeşitte ve her desende kumaş yığınlarının arasından geçersiniz, buralarda Elhamra Sarayı’nın duvarları gibi sizi düşüncelere salacak kırmızı ya da beyaz arka planlı, imparatorluk figürleri, Kur’an ayetleri, çiçeklerle bezeli, girintili, her boy masa örtüleri bulunur ve her şeyi örten yeşil, turuncu ve leylak rengi feracelerden, ipek gömleklere, altın işlemeli mendillere, harem ağasından ya da efendisinden başka hiçbir erkeğin gözünün bile değemeyeceği saten kemerlere kadar bir haremin kameriyesinde dolaşan Türk cariyelerine ait kıyafetlerin her bir parçasına burada teker teker hayran olabilirsiniz. Kırmızı kadifeden yıldızlarla kaplı, kenarları ermin kürk ile çevrili kaftanlar, sarı atlas kumaştan cepkenler, pembe renkli ipek şalvarlar, altından çiçeklerle bezeli beyaz Şam ipeğinden iç çamaşırları, gümüş payetli gelin duvakları, kenarında kuğu tüyü bulunan yeşil kazaklar, şekil şekil, her bir yanı süslenmiş, aşırı ağır ve zırh gibi parlak ve sert Rum, Ermeni, Çerkez cüppeleri ve tüm bu hazinelerin ortasında bir şairin sayfalarının arasına bir terzi kendi figürünü dökmüşçesine dokunmuş Fransız ve İngiliz kumaşları da vardır. Bir kadını seven hiç kimse, bir milyoner olmamanın büyük bir talihsizlik olduğunu düşünmeden ve bir dakikalığına da olsa ruhunda her şeyi bir çuvala doldurup kaçma duygusunu hissetmeden bu pazardan geçemez.

Olete lõpetanud tasuta lõigu lugemise. Kas soovite edasi lugeda?

Teised selle autori raamatud