Öteki Hayatlar

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Yaşadığım küçük şehir, aydınlarımızın ya da büyük şehirlerde yaşayan kendini beğenmişlerin deyimiyle taşra, ülkemizin iki veya üç büyük şehrinden birine gitmek isteyip de, onların bir kısmı söylemese de parasızlıktan gidemeyen, mutsuz insanlarla dolu. En azından benim gördüğüm, yaşamlarına tanık olduğum insanların çoğu böyle. Küçük şehrin dar sokaklarına sıkışmış yaşamın bunalttığı insanlar sorunlarından kaçmak için büyük şehirlere, herhâlde büyük şehrin bütün cilveli çekimine rağmen, yıpratıcı karmaşası karşısında bunalan insanlar da, bir zamanlar arkalarına belki de bakmadan kaçtıkları küçük şehirlerine, kasabalarına, köylerine, daha romantik özlemleri olan orta yaş ve üstündekiler de güneyde küçük bir balıkçı kasabası kaldıysa, gidip oraya yerleşmeyi hayal ederler!

Görmüş geçirmiş tavırlı, elektromotor dersimize giren hocamızın bir sözünü düşünmeye başlıyorum. “Hoş olan bayramlar değil, onların hayalidir! Hayallerinizdeki hiçbir sevgilinin ağzı kokmaz.” derdi. Doğru söyleyip söylemediğini henüz bilmiyorum, bunu zaman gösterecek.

Neyse, odam sıcak dışarısı soğuk. Annemin ölümü şimdi birçok detayını hatırlayamadığım çocukluğum kadar uzak.

Büyük şehirlerin birinde şimdi çoluk çocuk yaşayan ablamın o günlerdeki çığlıklarını hiç unutmuyorum! O dönemden aklımda kalan, benden yedi yaş büyük ablamın ve benim çevredeki bir sürü yakın, uzak akraba, komşularla birlikte ağlamamızdı! Ablamın, sessiz sessiz, bize göstermek istemediği ağlamaları aylarca sürdü!

Evde geçmiş hatıraların etkisi ile biraz daha mutsuz bir hayat sürerim! Arka odada horlayarak uyuyan babam, birkaç günde bir telefonla arayan, konuşunca yüzünün rengi değişen babam ve telefonun öteki tarafındaki mutsuz ablam! Onun için caddeler ve sokaklar benim özgürlük alanlarımdır hep. Evden sıkılınca kendimi onların kollarına atarım!

Bu gece hatıralar âleminin amansız takibi altındayım. Oturduğum masamdaki çalışmam gereken konuların içine bir türlü giremiyorum. Babamın horlamaları biraz kesilir gibi oldu ama yine başladı. Ben annesizliğe zor da olsa alıştım, ablam hâlâ tam tersi, takıntılı bir şekilde telefonda annemden söz açar ve bazen hep ağlar! Onun öldüğü bu evden bu şehirden, daha fazla dayanamayıp hızla evlendi, çabucak çoluk çocuk sahibi oldu ve göçüp gitti bir büyük şehre! Telefonda, babamdan sonra bazen beni isteyip konuştuğu hep ağlamaklı titreyen sesine, yaşlanıp duygusallaşan ihtiyarlar gibi ben de dayanamıyorum! Babamla paylaşıp benden gizlediği yaşamının mutsuz detaylarının simgesi sesinin dokunaklı hâlini hep annemle ilişkilendirdim! Çünkü görünürde mutsuz olması için başka önemli bir sebep yoktu henüz benim için!

Oturduğum koltuk ve masamdan iyice sıkılıyorum. Mutfağa gidip su içiyor sonra da ışıkları yakmadığım ön odaya giriyorum. Pencerenin önüne geldiğimde, gökyüzündeki ulu karanlık, yıldızların arasından usul usul yağıyordu şehrin üstüne. Önünde durduğum pencerem, kibirli insanlar gibi şehre yüksekçe bir tepeden bakıyordu. Gökyüzünün olağanüstü ihtişamı karşısında heyecanlanıp kırılganlaşıyorum! Aslında bu iki duyguyu, iç içe geçmiş bu iki duyguyu, birbirinden ayırmak gerek. Kırılganlığım, geçmiş hatıralarda ve ablamda gezen benle, heyecanım gökyüzünün sırlı ihtişamı ile ilgiliydi. Ama ikisi de birbirinden bir şekilde etkilenerek beni hırpalamaya devam ediyorlar. Sessizlikten, kendimi iyi dinlediğim evimizde, babamın horlamaları, ablamın ve annemin sayısız kere açıp kapadıkları buzdolabının yaşlı ve iniltili vızıldamasından başka ses yok. Babam gibi şehir de uykuda. Bense ayakta dikilip durmaktan sıkılıyorum. Gün boyu çalışan dizlerim gibi gözlerim de yorgun artık. İçerideki ısının azalması ile kaloriferin epeycedir sönmüş olduğunu fark ediyorum. Ama evdeki serinlik henüz rahatsız edici değil. Başımı pencerenin soğuk camına dayayarak, karanlığın içinde küçük küçük parlayan, insanoğlunun kavramakta zorluk çektiği uzaklıklardaki yıldızlara tekrar hayretle bakıyorum! Devamlı ilk aklıma gelen şey oralarda canlı var mı, varsa nasıllar acaba? Dünyamıza en yakın yıldız, dört nokta iki ışık yılı uzaklıkta. Bizim içinde yaşadığımız kümeye en yakın galaksi Andromeda iki nokta iki milyon ışık yılı uzakta. Bu uzaklıkları, bu büyüklükleri düşününce kalbim titriyor.

Camdan tenime geçen soğuk alnımı ısırıyor. Sokak lambalarından yerlere dökülen beyaz ışıklar, içimde çocukça bir sevincin doğuşuna neden oluyor. Müşfik bir sevgiliye bakar gibi bakıyorum onlara. Dizlerimin artık iyice yorulduğunu, göz kapaklarımın ağırlaştığını hissediyorum.

Kendime ilişkin düşündüğüm şeyler evrene ilişkin hissettiklerimin yanında ne kadar küçük! Gözlerim emrediyor yatağıma gidip uyumalıyım artık.

BEŞİNCİ BÖLÜM

İsminin Sadberk olduğunu çok sonraları öğrendiğim yüzü çıkık elmacık kemikli kızı okula gidip gelirken birkaç gün görmedim. İsmi gibi, hayatına ilişkin bazı detayları da sonra öğrenecektim: Babasının şehre çok uzak olmayan bir yerde, enerji ve sulama amaçlı yapılan barajın şantiyesinde inşaat mühendisi olarak çalıştığını ve iş uzun olduğu için buraya taşındıklarını, annesinin ev hanımı, kendisinden büyük üç erkek kardeşinin olduğunu, hepsinin iş güç sahibi olduğunu birisinin yurt dışında, diğer ikisinin başka şehirlerde yaşadığını, şu anda okuduğumuz üniversite gibi küçük bir üniversiteden buraya, babasının artık yalnızlığa dayanamadığından, annesinin ısrarı ile yatay geçiş hakkını kullanarak geldiğini ve aslında bu gelmeyi pek istemediğini, edebiyat bölümü üçüncü sınıfında okuduğunu, Türkçe öğretmenliği yapmak istediğini, hayallerinin genişliğine ve zenginliğine hep hayran olduğu edebiyat yazarlarını çok sevdiği için bu bölümü bilerek isteyerek seçtiğini, öğretmenliğin parasız oldukları için olmayan itibarının umurunda olmadığını, severek yapacağı bir mesleğinin olmasının çok önemli olduğunu, kanaatkâr bir insan olduğunu, paranın önemini bilmekle birlikte bunun azı ile de yaşayabileceğini ve kendisine ayrı bir özgürlük duygusu kazandıracağını, harcamaktan çok biriktirmekten haz duyan bir insan olduğunu söyleyecekti.

Okula gitmek için her sabah olduğu gibi aynı yolu kullanarak yirmi üç numaralı otobüsün kalktığı durağa doğru gidiyorum. Okuldan dönerken zamanım geniş, yürüyerek dönerim. Bu benim için çok eğlenceli. Artık kullanılmayan, mirasçıları birbiri ile kavgalı olduğu için yıllardır diğerleri gibi yıkılıp yerlerine iş hanı, apartman yapılmayan, dış duvarları yağmur suları ile iyice aşınmış, yazlık sinemasını ve ıssız gişesini izlemek en hoşu… Daha sonra ben askerdeyken, Harun Bey Caddesi’ndeki iş yeri ihtiyacının artması ve yan taraftaki kiralık büyük bir apartmana vergi dairesinin taşınmasından sonra, balyoz ve kepçe darbeleri ile yerle bir edilen yazlık sinemanın yerine, yapılan iş hanında; inşaat mühendislik bürosu, mimarlık bürosu, emlak alım satım işi ile uğraşanlar, muhasebeciler, birkaç diş doktoru muayenehanesi, üçüncü noter, avukatlık büroları ve ne yaptıkları belli olmayan adamların iş yerleri ile dolacaktı.

Kavrulmuş fıstık tadındaki çocukluğumun anıları, yazlık sinemayla birlikte sonradan önünden geçip ve eski günleri hatırlayacağım, koca, itici, sevimsiz binanın altında kalacaktı.

Soğuk sabah ayazı yanağımı ısırıyor. Otobüs durağına doğru üşüyerek yürüyorum. Ben evden çıkarken her zamanki gibi babam horlayarak uyuyordu. Annemin ölümünden sonra hem dünyaya hem çevreye küsmüş, Onun vakitsiz, erken gelen ölümünü kabul edip içine sindirememişti. İnşaat malzemeleri satıyordu. Benim üniversiteye başladığım yıl işini bıraktı ve iyice içine kapandı! Kat karşılığı verdiğimiz, ortağı olduğumuz arsadan alınan iki daireden birinde oturuyor diğerinin ve dükkânın kirasını alıyoruz. Babamın Bağ-Kur’dan aldığı emekli aylığı, bankada az miktar birikmiş parası da buna eklenirse çok rahat olmamakla birlikte pek para sıkıntısı çekmiyoruz!

Evlendiklerinde babam kırk iki, annem yirmi dört yaşındaymış. Okul okumayıp evde koca bekleyen bir kız için küçük sayılamayacak ama geç evlenen babamın yaşı düşünüldüğünde, annem için çok genç kabul edilen bir yaşta evlenmişler. Ablamın doğumundan on iki, benim doğumumdan beş yıl sonra meme kanserinden annem ölünce babam bunu hiç kabul edememiş! Zaten zorla kabul ettiği evliliğinde yaşanan, hepimiz için çok talihsiz bu olay, benim pek farkında olmadığım yıllarda onu iyice yıpratmış. Yakınlarının bütün istemelerine rağmen ikinci defa evlenmeyi hiç istemedi. Annemin ölümüne aralarındaki yaş farkının yarattığı mutsuzluğun neden olduğunu düşünerek ve zaman zaman bunu bize hissettirerek yaşadı ve bütün duyarlı insanlar gibi içine kapandı!

Otobüs durağını görüyorum, ama daha var. Yirmi üç numaralı otobüse, duraktan, ilk birkaç yolcu biniyor. Adımlarım zihnimdeki düşüncelerim gibi çok hızlı.

“Sorumlu bir anne ve baba için dünyaya getirilmiş çocuk, hayatın en iç burkucu en hassas bağıdır ve yüküdür!” Babam bu can sıkıcı sözleri düzenli aralıklarla bize söyleyip dururdu; o zamanlar pek anlamazdım. Çok sonraları kızım dünyaya geldiğinde anladığımda da vakit çok geçti!

Yirmi üç numaralı otobüs, yeterince hareketlenmemiş caddede, her zamanki yerinde ve alışılmadık bir durum yok. Durağa ulaştığımda her zamanki yolcular ve sürücü içeride oturuyorlardı. Gökyüzü kara bulutlarla kaplı. Etrafta ağarmayı bekleyen kirli bir karanlık var. Otobüsün içindeki ışıklar yanıyor ve motoru çalışır durumda. Sürücü her sabah olduğu gibi koltuğunda somurtmuş ve sinirli görünüyor. Esmer zayıf yüzünün içindeki gözleri henüz uykudan kopmamış. Sol eliyle direksiyonu tutarak oturuyor. İp gibi ince gri kravatı, çoğu yoksul memurunki ile aynı. Eski beyaz gömleğinin üstündeki, eski gri takım elbisesinin yakası, saçlarından bulaşan yağlarla kirlenmiş. Biletimi attıktan sonra öğrenci kimliğimi istemesine fırsat vermeden gösteriyorum. Onun bana ve çevreye fırlattığı sinirli bakışlarını hiç sevmiyorum. Otobüsün içinde oturanlar, birbirlerinden olabildiğince en uzak noktalara oturmaya özen göstermişler. Camlarda yansıyan görüntülerin içinden, dışarıdaki soğuk ve kirli sabah alaca karanlığını seyrediyorlar.

 

Yağış yüklü bulutlarla gökyüzü yağmaya hazır bekliyor. Üç gün önce yağan yağmura benzer bir yağmur yağacak sanırım. İçeridekilerin yüzlerine bakmadan, devamlı yaptığım gibi en arkaya gidiyorum. Burası kapıya yakın, inmek kolay oluyor. Otobüsün motoru hırıltıyla ısınmasını sürdürüyor. Camda yansıyan titrek görüntümden hoşnut değilim! Dün gece uyku tutmadı geç yattım. Yüzüm şişmiş ve hâlâ inmedi. İçerideki ısı, soğuktan uyuşmuş burnumu gıdıklıyor. Biraz sonra kalkmamız gerekiyor. Evden çıkarken babamın gürültülü horlaması peşimden merdivenlerden yuvarlanarak geliyordu. Huzursuz ve mutsuz bir yaşam sürdüğünü biliyorum. Issız bir dağ gibi yapayalnız. Artık çok seyrek yaptığımız sessiz sohbetlerin derdine çare olmadığını anlıyorum! Ama onun için yapacağım çok fazla bir şey yok. Birçok yeri yaşlandığı için yıpranmış, yıkılmış ve onarılması mümkün olmayan eski bir yapı gibi görünüyor hep.

Yirmi üç numaralı otobüs gitmek için son hazırlığını yapıyor. Suratsız sürücünün gaz pedalına basıp motoru, vın vın, diye öttürmesi bunun en belirgin işareti ve ağır ağır gitmeye başlıyoruz. Dışarıda kaymaya başlayan binaların, yağmur suları ile boyaları silikleşmiş eski duvarlarında, babamın yaşadığı yılların yorgun yüzünü görüyorum sanki! Aslında onun ölme ihtimalinin gittikçe yaklaştığını ve üstüme gelen kaçamadığım büyük bir korku gibi gördüğüm için üzülüyorum! Benim için ne kadar yaşlanmış olsa da, o benim babam ve yanımda olması güven veriyor, yoksa çok yalnız kalırdım, ne yapardım! Bazen koca bir hafta birbirimizle hiç konuşmuyoruz. Çoğunlukla onu evde yatağında ya da televizyonun karşısındaki koltukta dün akşam olduğu gibi uyur buluyorum. Televizyonu yavaşça kapatıyorum. Oturduğu koltuktaki, boynu yana düşmüş hâline bakıp önce uyandırmaya çekiniyorum! İçinde bulunduğu yıpranmışlığı bir süre yüzünde izliyorum. Sonra acıyarak ona yaklaşıyorum! Ölmüş olabilir mi? diye düşünüyorum irkilerek! Vücudumdaki bütün tüyler ayaklanıyor! Bazen şimdiki gibi horlamıyor ve ölmüş birisi gibi görünüyor! Ürpererek korkmaya başlıyorum! Göğsündeki hafif titremeler bu korkumu azaltmıyor. Yerde, koyu yeşil, yaprak desenli, göbekli, eski Isparta halının üstünde, burnu kapalı, altı kösele siyah terliğinin biri ayağından çıkmış. Bunu gördükten sonra bütün savunmasızlığı ile karşımda duran yaşlılığına şimdi daha çok acıyorum ve: “Baba, baba!” diye ürkek ve kendinden emin olmayan bir sesle ölmüş birine dokunur gibi sertleşmiş, kahverengi çillerle lekelenmiş elinin üstüne dokunuyorum! O da benim gibi çabuk uyanıyor uykusundan. Gözlerinin beyazı sararmış, siyahı ağarmış. Her an ölecekmiş gibi duran gözlerine bakıyorum. Hırıltıyla:

“Neden geç kaldın?” diyor. Vakitleri birbirine karıştırmış, oysa daha ilk akşam. Ben yine de onu kırıp incitmemek için hoşlanacağı bir şeyler uyduruyorum. Halının üstünde biraz uzağa kaymış terliğini ayağına geçiriyorum. Pek belli etmese de bu davranışımdan, ona sahip çıkışımdan hoşlanıyor; bunu hissediyorum. Oturduğu yerden kalkmak istediğini belli ediyor. Elini tutuyorum. Ayağa kalktıktan sonra bana hiç ihtiyacı yokmuş gibi elimi bırakıyor. Ne kadar güçlü görünmek istese de o eski günlerinden artık çok uzaklarda. Sessizce önce tuvalete, sonrada uyumak için yatağına giderken bunu her defasında tekrar tekrar görmek içimdeki sıkıntıyı arttırıyor!

Dün akşama ilişkin bütün bu anlattıklarımın içinde dolaşırken otobüsün camından yansıyan görüntüm, dışarıda, kirli karanlığın içinde kayan nesnelerin üstünde uçuyor. Çınarlı Durak’a daha var; az sonra yazlık sinemanın önünden geçeceğiz.

İsminin çok sonradan Sadberk olduğunu öğrendiğim yüzü çıkık elmacık kemikli kız, gelir mi Çınarlı Durak’a, diye düşünerek, babama ilişkin görüntülerle iyice işgal edilmiş zihnimi boşaltmaya çabalıyorum.

Her zamanki sessizliğine gömülmüş yazlık sinemanın yanından geçiyoruz. Ben çocukken oysa önünde, yaz akşamları kopan kıyameti düşününce onun sessiz ve terk edilmiş hâli içimi acıtıyor! Ufak haftalıklarla, orada, burada, çalışan işçi çocuklar, işsiz gençler, erkek öğrenciler, tahta sandalyelerde, büyük beyaz beton perdenin önünde, aileler, iş güç sahipleri veya ayrıcalık düşkünü birkaç arkadaş, beyaz badanalı briketten örülmüş localarda seyrederlerdi filmleri. Gürültülü sahnelerden yayılan sesler yankılanırdı etraftaki binaların duvarlarından. Kabak veya gün çekirdeği çıtırdatarak yıldızlardan dökülen ışıkların altında seyredilen filmlere bayılırdım!

Otobüsümüzün yol aldığı Harun Bey Caddesi, cadde adına yakışmayacak kadar gösterişsiz. Çınarlı Durak bize doğru ağır ağır yaklaşıyor. Durakta bekleyenlere bakıyorum ilgiyle. Yüzü çıkık elmacık kemikli kızı göremiyorum. Durağın sağını solunu yokluyorum merakla, ama ne yazık ki yok! Hayal kırıklığına uğrayıp üzülüyorum ve garip bir şekilde ürperiyorum! Oysa ona ilişkin daha henüz pek bir şey yok bende; sesini bile duymadım! Bende ona dair olan o yağmurlu sabaha ait ıslanmış, suskun, ürkek görüntüsü!

Yirmi üç numaralı otobüs, içindekileri öne savurarak sert bir frenle duruyor Çınarlı Durak’ta. Yolcular soğuktan ve beklemekten bıkmış gibi görünüyorlar. Birkaç küçük serçe, yaşlı çınar ağacının çıplak dallarına tünemiş, boyunları gövdelerine gizlenmiş etrafı seyrediyorlar. Soğuk, insanlar gibi onları da hareketsizleştirip büzmüş. Otobüs durağında bulamadığım, yüzü çıkık elmacık kemikli kızı zihnimdeki görüntülerin içinde aramaya başlıyorum. Hiç beklemediğim bir anda, beynimde dalgalanan yığınla şeklin iç içe geçtiği bir kaosun içinden yavaş yavaş sıyrılıp belirmeye başlıyor.

Gözlerimi kapatarak onun zihnimde beliren hayalinin peşine düşüyorum. Kendi kendimle, yüzü çıkık elmacık kemikli kızın hayalini düşünerek oynadığım oyundan çok hoşlanıyorum ve çocuklar gibi çok seviniyorum. Gözlerim kapalı olduğu için benim dışımdaki dünyadan gelen sesler kulaklarımda. Otobüs bizi zıplatarak yerinden sarsıntıyla kalkıyor. Ben isminin çok sonraları Sadberk olduğunu öğreneceğim yüzü çıkık elmacık kemikli kızın hayali ile meşgulken, yaptığı sert hareketle ödümü patlattığı için duyarsız ve kaba, suratsız sürücüye içimden sövüp sayıyorum! Suratsız sürücünün yaptığı, güzel melodiler dinlediğim bir radyo istasyonunu bozan parazit gibi zihnimi karıştırıyor. Gözlerimi açıyorum.

Otobüsün içi, sayıları artmış yolcular, etrafta kayan görüntüler, bunların arkasında durmadan yer değiştirip bir görünüp bir yok olan yüzü çıkık elmacık kemikli kızın hayali… Düşüncelerimde oynadığım ve zihnimden kaçıp gitmesini istemediğim, yüzü çıkık elmacık kemikli kızın çok sevdiğim, o yağmurlu sabahtaki duruşunu tekrar yakalıyorum. Yanaklarına yapışmış ıslak saçları hâlâ o günkü gibi ve yine ince bilekleri ile göğsüne bastırdığı kitaplarının kenarları ıslanmış öylece duruyor. Sonra yine o günkü gibi otobüse binme çabasını izliyorum. İçimde doğan hazdan ve gerilen yüz kaslarımdan tebessüm ettiğimi anlıyorum. Zihnimdeki yüzü çıkık elmacık kemikli kıza yanıma gelmesini söylüyorum, fakat o beni dinlemeden yine gidip suratsız sürücünün arkasına oturuyor! Alnına dökülmüş, yanağına yapışmış ıslak saçlarını düzeltmesini istiyorum, yoksa çok komik göründüğünü söylüyorum, hiç itiraz etmeden gülerek yapıyor bu isteğimi. Sonra sırtını bana dönerek dışarıyı seyretmeye başlıyor. Otururken sırtının kamburlaştırdığını fark ediyorum. Oysa o yağmurlu sabah karşılaştığımızda böyle yapmamıştı. Sadece utangaç bir yabancının ürkekliği ile çoğunlukla dizlerinin üstündeki kitaplarına ve biraz da çevresine bakmıştı. Zihnimdeki yüzü çıkık elmacık kemikli kız, ne düşündüğümden haberdarmış gibi otururken sırtında oluşturduğu kamburu yok edip dönerek cesur bir bakışla beni süzüyor. Onun bu bakışlarından ve kendinden emin tavrından ürküyorum. Suratsız sürücünün arkasından kalkıp yanıma gelmesini istiyorum. Bunu yapmıyor. O gün de içimden gelip oturmasını istemiştim önümdeki boş koltuğa, yağmur suları ile ıslanmış saçlarının kokusunu duyarım umuduyla; yine yapmamıştı! Yüzü çıkık elmacık kemikli kızın tüm uysallığının aksine zihnimin içindeki pervasız hâli beni yormaya başlıyor. Bu sıkıntıyla, zihnimi, bir masanın üstünde dizili oyuncakları devirerek karıştırır gibi dağıtıyorum ve o etkiden kurtuluyorum. Bu duygu hoşuma gidiyor. Zihnime hükmetmenin benden başka kimsenin bilemeyeceği o gizli tadını duyuyorum!

Yirmi üç numaralı otobüsün içi ben fark etmeden Çarşı Durak’ından aldığı yolcularla iyice kalabalıklaşmış. Sağa doğru savrulunca sola dönüp Atatürk Cadde’sine çıktığımızı anlıyorum.

ALTINCI BÖLÜM

Beynimin içi, odamda oturduğum çalışma masamın üstü gibi darmadağınık! Bugün okuldan erken döndüm, babam henüz eve gelmemiş. Yüzü çıkık elmacık kemikli kızı bu sabah Çınarlı Durak’ta yine görmedim. Onu, soğuk bahçede, ağaçların altında, sıcak çay ve simit kokulu kantinde, sidik kokulu kız tuvaletlerinin önünde, sessiz kütüphanede, konuşkan öğrencilerin doldurduğu gürültülü koridorlarda sessizce aradım ama bulamadım! Bulamadığım için mutsuz oldum ve kendime kızdım. Hiç tanımadığım, hayatımda ilk kez gördüğüm bir kızın peşinde niye sürüklendiğimi anlayamadığım için amaçsızca gidip kantinde sıcak bir çay içip dilimi yaktım. Sonra yanan dilimi ağzımda dolaştıra dolaştıra, bazen de dışarı çıkarıp soğutarak onu aradığım yerlerde tekrar aradım, bahçede öğrencilerin arasında gezdim, görmekten umudumu kesince derse girdim.

Okuldan eve yürüyerek dönerken onu bir ara unuttum, ama eve gelince tekrar hatırladım. Çalışma masamda günün dersleri ile boğuşurken o hâlâ beni meşgul etmeye devam ediyordu. Zihnim hep onunla oyalanırken okuduğum şeylerden pek bir şey anlamadığımı fark ettim. Gidip yatağıma uzandım. Uzunca bir süre yerimden kalkmadım. Dışarıdan gelen değişik sesleri birbirinden ayırarak dinledim. Üst katta oturan inşaat müteahhidinin, şişman, sakar karısının düşürdüğünü zannettiğim, metal bir şeyden çıkan sesten ürktüm! Yere düşen şeyin önce ne olduğunu tahmin etmek istedim sonra vazgeçtim. Sakar şişman komşumuzun küçük kızının ayağına geçirdiği büyük terliklerle tıkır tıkır yürüyüşünü takip ederek dinledim.

Sabah, yağmur yağacakmış gibi görünen hava epeyce bir kararsızlıktan sonra öğleden sonra açtı. Güneybatıdan odama vuran cansız güneşin solgun ışıkları, odamın köşesindeki elbise dolabımı hüzünlü bir kızıllıkta parlatıyordu! Üst kattaki küçük kızın ayağındaki büyük terliklerin çıkardığı tıkırtıdan banyoya doğru gittiğini tahmin ettim. Küçük çocukların en sevdiği şeylerden birinin, suyla oynamak olduğunu düşünerek annesine çaktırmadan oraya gittiği fikrine kapıldım. Aşağı katlardan birisinin daire kapısının, çarparak kapanmasının sesinden rahatsız oldum. Yerimden kalkıp tekrar tekrar ders çalışmayı deneyerek boş hamlelerimden birini yaptım, ama baktığım şeylerden yine bir şey anlamadım. Mutfağa gidip buzdolabından sarı bir elma çıkardım, yıkadıktan sonra kabuğunu soymadan ısırarak yedim.

İniltiyle sızlanarak çalışan buzdolabının motoru sesini kesti ve kulaklarımda sessizliğin boşluğu oluştu. Mutfağın her yanında ablamdan izler var sanki. Onu nedense en çok mutfakta bir de misafir odasındaki telefonu görünce hatırlıyorum. Misafir odasındaki telefonun rahatsız edici sesi çınladı. Arayan mutlaka ablamdır diye düşünüyorum o tarafa doğru giderken. Heyecandan yediğim elmanın bir parçası boğazımdan zorla geçerek aşağı kaydı. Gözlerim yaşarırken öksürüyorum. Arayan okuldan Hasan isminde bir arkadaşım. Babası kundura mağazası işletiyordu. İki sene önce, bir yaz günü sıcak öğlen güneşinin altında eve gelirken yolda kalp krizi geçirerek öldü! Canı sıkılıyormuş, “Akşama tavla oynamak için dışarı çıkalım mı?” diyor. Daha yapacak bir sürü dersim olduğunu söylüyorum ve biraz havadan sudan konuştuktan sonra telefonu kapatıyorum. Hasan’ın hayal kırıklığına uğrayıp canının sıkıldığını biliyorum, çünkü telefonu kapatırken ne kadar belli etmemeye çalışsa da sesi baştaki yumuşaklığını kaybetmişti.

Bitirdiğim sarı elmanın çekirdekli kısmını, içinde eve bir şeyler getirdiğimiz, sonra da çöp torbası olarak kullandığımız köşedeki siyah plastik torbanın içine atıyorum. Odama gidiyorum. İçeri girdiğimde, az önce elbise dolabıma hüzünle vuran güneş ışıklarının solgunlaşarak azaldığını fark ediyorum. Bütün bunları düşünür ve yaparken yüzü çıkık elmacık kemikli kızın gerçekte yanımda olmayan varlığının görünmeyen etkisi bendeki birlikteliğini sürdürmeye hep devam ediyordu. Bu durum benim için önceden tanık olup yaşamadığım ve yarattığı etkiyle biraz sersemleyip şaşkın olduğum, anlayamadığım bir şeydi! Bu davetsiz misafirin hayalinin peşinde sürüklenirken daha önce hiç görmediğim, biraz tuhaf ama oldukça heyecanlandığım, tanımadığım bir şehrin karmaşık sokaklarında gezer gibiyim!

Bu saatte kaloriferin yanmadığını bildiğim hâlde penceremin altındaki peteği kontrol ediyorum. Sıcak parmak uçlarıma, soğuk bir metal parçası değiyor. Oysa odamın içi sıcak olmamasına rağmen avuçlarımın içi ve koltuk altlarım, apış aram terlemiş. Saçlarımın diplerindeki ısıyı, yanaklarımdaki sıcaklıktan anlıyorum. Parmak uçlarımla saçlarımın diplerindeki ıslaklığı saçlarıma bulaştırarak serinlemeye çalışıyorum.

 

Sokak kapısında şakırdayarak dönen anahtar sesini duyuyorum. Öksürerek babam giriyor içeri. Her zaman olduğu gibi girişteki ceviz kaplama vestiyerin aynalı kapısını açarak koyu gri paltosunu çıkarıp asacak, sonra da yün kaş kolunu ve ceketini… Bir şeyler almışsa götürüp mutfağa bıraktıktan sonra tuvalete girip çıkacak.

Çalışma masamın başına isteksizce tekrar oturuyorum. Babam bütün bu dediklerimi yaptıktan sonra odamın önünden geçerek yatak odasına giriyor. Birbirimizin varlığından haberdar olmamıza rağmen ne bakışıyoruz ne de konuşuyoruz. Onun yattığı odadan soyunma hareketlerinden çıkan sesleri ve arada bir öksürmelerini duyuyorum.

Odasından çıkıp kapımın önünden geçerken yıllardır giydiği, pamuklu, krem rengi üstüne, kalın mavi çizgili pijamasını üstünde görüyorum göz ucuyla. Pijamasını giydiğine göre birazdan yatağına girip yatacak. Bu hâli, işlerin bugün yine yolunda gitmediğinin işareti. Ya sabah ben evden çıktıktan sonra telefonda ablamla konuştu ya da eski arkadaşlarından biri öldü!

Buzdolabının kapısının açılıp kapanan sesinden mutfakta olduğunu anlıyorum. Sonra musluğu açıyor bir süre sonra kapatıyor. Birkaç dakika mutfakta oyalandıktan sonra, kapımın önünden kaygıyla bana bakarak gidiyor odasına. Beni masamın başında ders çalışır durumda görmek eskiden çok mutlu ederdi onu ve içindeki memnuniyet duygusunu yüzünden görürdüm. Şimdi yüzünde kaygıdan başka gördüğüm hiçbir şey yok! Çıkan ahşap ve metal cızırtılarından yatağına uzandığını, gürültüyle geğirince, midesinin yine iyi olmadığını anlıyorum ve onun geğirmesine gülüyorum. Çocukken de midesi gaz yapıp geğirince gülerdim, o da benim gülmeme sevgiyle bakarak gülerdi. Fakat ne yazık ki o, eski günlerden artık çok uzaklarda, yorgun ve yıpranmış!

Çok eskiden, özellikle bağ evimizde, fıstık ağaçlarının altında ben ve ablam cıvıltıyla oynarken ummadığımız bir anda aramıza girip beni boynuna, ablamı da kucağına alarak incir ağacından incir yemeye giderdik. Ben üzüm kütüklerinin arasında ablamı kovalarken o ikimizi birden kovalamaya başlardı. O günkü dinç babamla bugünkü yaşlı ve yorgun babam birbirinden çok farklı! Hayatın bu acımasız ve garip değişimini anlayıp kavramak ne kadar zor! Çocukluğumun, kendinden emin, güçlü babası, koca bir suskunluğa ve yalnızlığa dönüşmüş!

Tekrar öksürüyor. Bütün yalnızlığı ve yaşlılığı öksürüğüne sinmiş sanki. Biraz sonra üstü lale desenli yorganını boğazına kadar çekerek uyuyacak ve horlayarak çıkardığı ses içimi acıttığı için ben de odamdan çıkıp oturma odasına gideceğim!

Dünkü sıkıntının, biraz şaşkınlığa, biraz sersemliğe bulaşmış tortuları hâlâ içimde ve beni incitmeye devam ediyor. Babam boğazının dolusunca horlarken sokak kapısını onu uyandırmaktan çekinerek dikkatlice ve sessizce kapatıyorum. Bugün aşağıya, çoğu zaman yaptığım gibi merdivenleri zıplayarak inmeyeceğim. Bunun için yeterince eğlenceli bir heves yok içimde.

Asansörün, kırmızı, meşgul yazan göstergesine bakarak bekliyorum. Bir şeyleri beklemek bütün insanlara olduğu gibi bana da sıkıcı geliyor ama yine de bekleyeceğim. Koltuk altıma sıkıştırdığım kitaplarım ve notlarımla bekliyorum. Gözlerim yukarı kattan aşağı inen asansörün, hangi katta olduğunu gösteren rakamları takip ederken aklım, özel bir bankada şef olarak çalışan karşı komşunun ya da karısının beyaz ahşap kapılarının ortasındaki küçük dürbünden beni izleyip izlemediklerindeydi. Merakımı yenemeyerek küçük dürbünün ışığını görerek izlenmediği fark ediyordum.

Asansörün zemin katta durduğunu önümdeki küçük kırmızı göstergeden görünce gelmesi için düğmeye basıyorum. Dışarıdan gelen ve bu saatte genellikle hızlı hareket eden okul servis araçlarının ve diğer taşıtların çıkardıkları, farklı motor gürültülerini dinliyorum. Asansörün yukarı çıkışını, kendimi zorladığım bir sabırla beklerken, küçük teyzem ve küçükken hep küsüp kavga ettiğimiz oğlu Murat’a kayıyor düşüncelerim; fakat orada çok fazla oyalanmayıp biraz babam, biraz ablam ve biraz da, yüzü çıkık elmacık kemikli kızın, bugün Çınarlı Durak’a gelip gelmeme ihtimali üzerinde durduktan sonra tekrar karşı kapı komşunun beni izleyip izlemediğine yöneliyorum. Küçük dürbünün içindeki ışığın kaybolup kaybolmadığına bakıyorum ve yine ışığı görünce izlenmediğimi anlıyorum.

Bazen bizim evimize kadar gelen gürültülü ağız dalaşlarını duyduğumdan onların birbirlerinden hiç de memnun olmadıkları sonucunu çıkarıyorum. Adam, memur kılıklı gösterişsiz birisi, karısı tam tersi, film aktrislerine özenen cazgır görünüşlü bir kadın! Adamın karısına gücünün yetmediğini sanırken yine doğrusunu Allah bilir diyerek önümdeki kırmızı ışıktan asansörün yukarı doğru gelişini izlemeye devam ediyorum. Önümdeki siyah demir kapının ortasındaki ince uzun buzlu cam, asansörün ışıkları ile aydınlanınca rahatlıyorum ve asansöre binerek aşağı iniyorum. İçeride rahatsız edici tütün ve ahır kokusuna benzer bir koku var! Bundan, asansörü az önce kapıcının kullandığı sonucuna varıyorum.

Sokaktaki soğuk ve temiz havayla karşılaşmak rahatlatıcı. Dün öğleden sonra zayıfça da olsa parlayan güneş, bu sabah göz alıcı bir parlaklıkta her tarafı aydınlatıyor. Güneş ışıklarının rahatlıkla vurduğu yerlerdeki parlaklığın aksine apartmanımızın önünde büyük bir gölge var. Gökyüzü bulutsuz ve bir kış gününe yakışmayacak kadar mavi. Güvercinler, gökyüzündeki coşkulu bu mavi renge sevinmiş gibi toplu danslarına başlamışlar bile. Onların grup hâlinde bir o yana bir bu yana süzülmeleri hoşuma gidiyor.

Ara sokaklardan geçerek Harun Bey Caddesi’ne ulaşıyorum. Soğuktan donan burnumun ucu yine bende değil sanki. Hızlanarak otobüs durağına yürüyorum. Okula her gün onunla gittiğim yirmi üç numaralı belediye otobüsü her zamanki yerinde duruyor. Yanına gelince suratsız sürücünün, önündeki camdan asfalt yola gözlerini dikmiş, etrafla ilişkisini kesmiş hâldeki oturuşunu görüyorum. Bugün çözemediği önemli bir sorunu var sanırım! Ya bakkala, kasaba, etrafa birikmiş borcunu ya da her ay ödemekte zorlandığı kirasındaki artışı ya da şefiyle, müdürüyle sürtüşmesini düşünüyor olmalı! Kökleri derinlerde olan felsefik bir derdinin olduğunu hiç zannetmiyorum! Fakat yine de onu kederlendiren sebep ne olursa olsun, suratsız ve sevimsiz yanını törpüleyip daha insancıl bir havaya büründürdüğünü fark ediyorum. Biletimi attıktan sonra öğrenci kimliğine bakmasını bekliyorum, hiç oralı değil.

İçeride oturarak otobüsün kalkmasını bekleyen dört kişi var. Birbirimize bakmıyoruz ama varlığımızdan iyice haberdarız. Koşarak nefes nefese kalmış iki kişi daha biniyor arkamdan. Ben sakinim yeni gelenler aceleci. Bu telaşları bile, sürücünün donmuş gibi oturuşunu etkilemiyor.

Doğruca en arkaya gidiyorum. Camdan, çalışan motorun egzozundan soğuk havanın içine savrulan kirli dumana bakıyorum. İlerideki yan sokaktan, başındaki tahta tablasıyla, on beş, on altı yaşlarında bir simitçi çocuk çıkıyor caddeye. Birkaç memur, birkaç öğrenci, üç beş esnaf, belki de onların arasında iş aramaya çıkmış işsiz birkaç bedbaht baba, kaldırımlardaki sessiz hareketliliği oluşturuyorlar! Yataktan çıkıp soğuk bir güne başlamak herkes için zor olmalı! Her yer aydınlık olmasına rağmen otobüsün içindeki ışıklar yanıyor ve içerisi sıcak.

Hareketsiz, donmuş gibi oturan suratsız sürücü birden canlanmış gibi, vitesi bire takarak gaza gereğinden fazla basıyor ve geriye doğru sarsılarak kalkıyoruz! Onun için az önce biraz olsun yumuşayan düşüncelerim tekrar sertleşerek öfkeyle ona yöneliyor. Görevini kötü yaparak bizi taciz ettiği için kızgın bakışlarımı yağlı ve çirkin ensesinden hiç esirgemiyorum! Fakat düşüncelerim suratsız sürücüden hemen kopuyor ve babamın insana güç vermeyen, ağzı açık horlayarak uyuyan çehresinde, okulumuzun bahçesinin ücra köşelerinde, asansörün içindeki o itici kokunun, kurban bayramlarında etrafa sinen koyun ve kavurma kokusunu hatırlatmasında, Hasan’ın kırgın sesinde, uzun süredir contası aşındığı için, şıp şıp diye damlayıp sesler çıkaran banyodaki muslukta, evimizin içindeki sessizlikte, babamın her an ölme ihtimalinde, ölümün nasıl bir şey olduğunda, geçen sene tam bu sıralarda televizyonların en acımasız görüntülerle gösterdiği, depremle yıkılmış evlerin, binaların üstlerinde, çaresiz insanların gözlerinde, Cudi Dağı’nda askerlerle girdikleri çatışmada öldürülmüş teröristlerin yan yana yatırılmış cesetlerinde ve yığınla silahta, adının çok sonraları Sadberk olduğunu öğrendiğim yüzü çıkık elmacık kemikli kızın, henüz benden habersiz, saçları yağmurda ıslanmış solgun yüzünde, az önce önünden geçtiğimiz yazlık sinemanın bugünkü terk edilmiş yalnızlığında ve eski kalabalık akşamlardaki neşeli coşkusunda, küçük ve hızlı bir tur attıktan sonra, detayları henüz iyi seçilemeyen önümüzdeki durağa doğru bakıyorum. Hazırlıkları önceden en ufak ayrıntılarına kadar düşünülmüş, bir film sahnesine yaklaşan kamera gibi otobüs, Çınarlı Durak’ı ayaklarımıza getiriyor ve bizi onun uzaktan seçilemeyen detaylarının içine sokuyor.