Dominique

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Trembles’da Dominique’in kabul ettiği ziyaretlerden bahsetmiştim. Şahit olduğum bir hadise dolayısıyla bu bahse tekrar dönmeye mecburum. Mücbir sebep hadisenin onu şiddetle alakadar etmiş olmasıdır.

Dominique’in o yıl şatoda toplanan ve eski bir âdete göre Saint-Hubert Yortusu’nu kutlayacak olan dostları arasında en eski arkadaşlarından pek zengin biri bulunuyordu. Dediklerine göre on iki fersahlık mesafede bir şatoya çekilmiş, inziva hâlinde, ailesiz orada yaşıyormuş. Adı Orselli idi. Kumral saçları, hemen hemen tüysüz yüzü, ona zaman zaman gençlik tavırları vererek yaşını birkaç sene eksik tahmin ettirmekle beraber o Dominique’le aynı yaşta idi. Bu oğlanın çalımı güzel, kılığı kıyafeti pek düzgün, tavırları terbiyeli ve fettan olmakla beraber jestlerinde, sözlerinde, aksanında, eskiden beri kökleşip kalmış bilmem nasıl bir züppelik vardı ki her şeyden az çok bıkmış, usanmış hâliyle bazı meclislerde hakiki bir cazibe kaynağı olmaktan hali kalmazdı. Onda fazla bir usanç veya fazla bir kayıtsızlık yahut fazla bir tekellüf ve tesannüt13 vardı. Avı, atları severdi. Seyahate pek düşkün iken şimdi hiç yola çıkmıyordu. Paris’te doğmuş denecek derecede Parisli iken günün birinde Paris’i terk edip gittiği öğrenildi ve böyle bir inzivanın hakiki amili kimse tarafından tayin olunamaksızın akıl ermez bir tenhalık içinde Orsel’deki bostanlarının arasına gelip gömüldü. Bir sığınak veya unutma yeri gibi oraya çekilmiş, dışarı çıkmaz, hiç kimseyi kabul etmez, acayip bir tarzda yaşamaktadır. Büyük ihtiras değilse bile, içinde çeşit çeşit şiddetli arzular tahmin olunabilen böyle genç, zengin bir kimsenin, bilmem nasıl bir inat ile kendini hüznün, kederin karanlıklarına kaptırması, olsa olsa ancak meyusane ve mezbuhane14 bir hareket olarak izah edebilirdi.

Kulak dolgunluğu şöyle böyle malumat sahibi olmakla beraber pek az kültürü olduğu için kitaplara karşı istihfaf ile yüksekten bakar, hele onları yazmak zahmetine girenlere çok acırdı. “Ne için?” derdi. Pek kısa olan hayat, bu kadar kaygıya değmezdi. O zaman mantıktan ziyade fikre dayanarak ümitsizlerin manasız tezini -kendisine bunu söylemek hakkını verecek hiçbir şey yapmamış olduğu hâlde- onların tezini yürütürdü. Yalnızlığın tozları içinde biraz silinmiş ve ana çizgileri artık eskimeye başlamış olan bu karakterin en hassas tarafı büyük lükse, büyük zevklere ve hayatın suni alayişine karşı olan düşkünlüğü idi. Bu meylin onda iyi tatmin edilmemiş ve iyi sönmemiş olduğu anlaşılıyordu. Bütün şahsiyetine sinmiş soğuk ve kibar mahzunluğu gösteriyordu ki eğer pek amiyane olan birçok ihtiraslarının ümitsizliğinden hâlâ bir şey kalmış ise o da aynı zamanda hem kendinden istikrah etmesi hem de bütün manasıyla gün görmeye olan şiddetli iştiyakı şeklinde tezahür etmektedir. Trembles’da o her zaman hüsnükabul görürdü. Eski dostluğunun hatırı için Dominique onun aykırılıklarından çoğunu hoş görürdü. O da bu eski dostluğa bütün kalbini vermiş bulunuyordu.

Trembles’da kaldığı birkaç gün zarfında, herkesin kendi hakkındaki bakışına uygun bir surette kendini gösterdi: Yani sevimli bir arkadaş, güzel avcı, iyi bir misafir ve onun mutat olan ihtirazından bir iki kere inhirafı sayılmayacak olursa sıkıntılı adam cephesi hemen hemen hiç meydana çıkmadı.

Madam dö Bray onu evlendirmeye kalkıştı. Ne boş hayal! Çünkü bu gibi meselelerde onunla doğru dürüst münakaşa etmek kadar güç bir şey yoktu. Her zamanki cevabında kendisinin artık candan bir istekle evlenmek isteyeceği zamanı geçtiğini ve evlenmenin de hayatta tehlikeli ve belli başlı olan diğer akitler gibi, büyük bir heyecan hamlesi istediğini söylerdi.

“Baht işi bu bir kumardır.” derdi. “Bir kumar ki ancak angaje edilen hayallerin değeri, sayısı, hararetli oluşu ve samimiyeti ile çekilir; bir kumar ki eğlenceli olması için iki tarafın da mutlaka ortaya mühim şeyler koyması icap eder.”

İşsiz güçsüz, Orsel’e kapanması dostlarını müteaccip ve müteessir ettiği kendisine söylendi. Yeni olmayan bu mütalaaya karşı cevabı şu oldu:

“Herkes elinden geleni yapar.”

Biri “Doğrusu akıllıca bir söz.” deyince Orselli devam etti:

“Belki. Fakat herhâlde hiç kimse, kendi malikânesinde rahatça yaşamak ve hayatından memnun olmak deliliktir, diyemez.”

Madam dö Bray atıldı:

“Adamına göre.”

“Ne gibi adamına göre madam?”

Madam dö Bray elinde olmayarak iki çocuğuna ve kocasına bakarak cevap verdi:

“Evet, yalnızlığa verilecek kıymete ve her şeyden evvel az çok aile mefhumunun telakkisine tabi bir mesele.”

Dominique burada söze karışarak “Bilir misiniz ki?..” dedi. “Karım, çok münakaşa edilen, hem de kafalı adamlar tarafından münakaşa edilen içtimai bir hadiseyi, sosyal bir âdeti vicdan borcu ve mecburi bir mükellefiyet addeder. İddiasına göre erkek, istediği gibi hareket edebilecek bir hürriyete sahip değildir ve eğer bir başkasını mesut etmek elinde iken bundan kaçınırsa mesuldür.”

Madam dö Bray gene misafire hitap ederek “O hâlde siz hiç evlenmeyecek misiniz?” diye sordu.

Orselli çok daha ciddi bir tavırla “Olmayacak şey değil.” dedi. “Başkaları için daha az tehlikeli ve kendim için daha az korkulu o kadar şeyler varken ben hiçbirini yapmadım! Hayatım tehlikeye koymak: Bu hiçbir şey değil! Hürriyetini bahis mevzusu yapmak: Bu çok daha ağır bir şey! Fakat bir başkasının hürriyet ve saadetiyle izdivaç etmek: Birkaç sene evvel bunu iyi düşündüm. Neticesi şu oldu: Evlenmeyeceğim.”

Mugalatalarının15 ve iktidarsızlığının bir kısmını meydana çıkaran bu muhavereden sonra Mösyö Orselli hemen o akşam atına binerek, arkasında uşağı, Trembles’dan ayrıldı. Gece nurlu ve soğuktu.

Orsel istikametinde onun dörtnala gidişini gören Dominique “Zavallı Olivier!” dedi.

Birkaç gün sonra Orsel’den doludizgin gelen bir sai, Dominique’e siyah bal mumu ile mühürlü bir mektup getirdi. Sinirlerine mükemmelen hâkim olan belediye reisi bunu okuyunca allak bullak olmaktan kendini alamadı.

Olivier büyük bir kaza geçirmişti. Ne gibi bir kaza? Ya hazin bir şekilde, mühürlenmiş olan tezkerede izahat yoktu yahut Dominique herhangi bir hususi sebeple işi yarım yamalak anlatıyordu.

Hiç vakit geçirmeden seyahat arabasını hazırlattı, doktora haber göndererek birlikte çıkmak üzere hazır olmasını rica etti ve esrarengiz tezkeresin gelişi henüz bir saati bulamamıştı ki doktorla Mösyö Bray acele Orsel yolunu tutmuş bulunuyorlardı.

Onlar, epey sonra ve ancak ikinciteşrinin ortalarına doğru, hem de gece geldiler. Hastası hakkında bana ilk malumatı veren doktor o mesleğin adamlarına yakışan bir ketumiyetle hareket etti. Yalnız Olivier’nin tehlikeyi atlattığını, memleketten çıkıp gittiğini, nekahet devrinin uzun süreceğini ve galiba sıcak bir iklimde uzun müddet kalmaya mecbur olacağını öğrendim. Doktor kazanın üstelik bir neticesi olarak, bu yola gelmez münzeviyi şatosundaki korkunç yalnızlığından kurtaracağını, ona havasını, meskenini ve belki itiyatlarını değiştirteceğini ilave etti.

Arkadaşının sıhhi durumu hakkında candan bir alaka ile Dominique’e bazı şeyler sorduğum vakit kendisini çok bitik bir hâlde gördüm. Yüzünde en derin bir teessürün izleri belirmişti.

“Sizi aldatmanın bir faydası olmayacağını zannederim.” dedi. “Ayan beyan görülen ve maalesef önüne geçilmesi kabil olmayan bir felaket üzerine hakikat er geç meydana çıkacaktır.”

Ve bizzat Olivier’nin mektubunu bana uzattı.

Orsel, İkinciteşrin

18..

Azizim Dominique,

Şu satırları sana yazan hakikaten bir ölüdür! Hayatımın kimseye bir faydası yoktu -bunu lüzumu kadar, belki de fazlasıyla yüzüme vurdular- kimseye faydası yoktu ve bütün beni sevenleri küçük düşürmekten başka bir işe yaramıyordu. Ona bizzat nihayet vermem zamanı gelmişti. Bu fikir ki, bende yeni değildir, geçen gece senden ayrılırken beni gene meşgul etmeye başladı. Yolda onu olgunlaştırdım ve makul buldum. Kimseye dokunur bir yeri yoktu. Gece yarısı eve gelişimde ise bildiğin şu memlekette, bana fikrimi değiştirecek ve beni oyalayacak mahiyette hiçbir cazibe ile de karşılaşmadım. Fakat beceriksizliğim tuttu ve suratımın şeklini bozmaktan başka bir şey yapamadım. Ne olursa olsun ben Olivier’yi öldürdüm. Kalan kısmı ecel-i mevudunu beklesin.

Bir daha gelmemek üzere Orsel’i terk ediyorum. Benim en iyi dostum değil, yegâne dostum olduğunu unutmayacağım. Hareketimi mazur gösterecek bir şahidim varsa o da sensin. Allah’a ısmarladık. Mesut ol ve şayet oğluna benden bahsedecek olursan, günün birinde benim gibi olmaması için bahset.

Olivier

Öğleye doğru yağmur yağmaya başladı. Dominique odasına çekildi. Ben de arkasından gittim. Benim bildiğime göre bu en eski ve bir tanecik dostu, bu yarı ölmüş gençlik arkadaşı onda, ortaya dökülmek için kati bir işaret bekleyen bazı hatıraları canlandırmıştı. Sırlarını bana açmasını ben ondan istemedim. Kendi açtı ve gözümün önündeki şifreli hatıraların sanki sözle tercümesini yapıyormuş gibi hiç saklamadan, fakat heyecansız değil, aşağıdaki hikâyeyi anlattı.

 

III

Kendi hakkımda söyleyeceklerim pek azdır. Beş on kelimelik bir şey… Bir aralık yurdundan ayrılan bir köy adamı, yazı yazmaya meraklı bir muharrir ki yazdıklarını beğenmediği için muharrirliğe tövbe ediyor. Doğduğu evin çatısı hayatının başlangıcında ne idiyse sonunda gene o. Şu basit hülasa ve facianın sizce şimdi malum olan burjuvakari sonu gene bu hikâyenin ibret bakımından en iyi ve belki macera bakımından da en ziyade romana benzer tarafıdır. Bundan ötesi kimseyi alakadar etmez ve yalnız benim hatıralarımı müteheyyiç eder. İnanınız bana, bunlara gizli bir mahiyet vermek istediğim için değil fakat bazı hususi sebeplerle, o cihetlerden mümkün olduğu kadar az bahsetmeye lüzum gördüğüm için. Bu sebeplerin de kendimi olduğumdan fazla ehemmiyetli göstermek endişesiyle hiçbir alakası yok.

Hikâyeye karışan birkaç kişi var ki onlardan da kendimden bahsettiğim kadar size bahsedeceğim; bunlardan biri eski bir dosttur. Tarifi güç, acı duymadan hakkında bir hüküm vermek daha güç: Acıklı veda mektubunu biraz evvel okuduğunuz adam… Kendisi için hoşa gidecek bir tarafı olmayan hayatı hakkında bizzat izahat vermesi kabil olamazdı. Size mahremane anlatacağım şu sergüzeşte onun hayatını karıştırmak bir bakıma o hayata hakkını vermek demektir.

Ötekinin hayatı açıktır. Kendisi için hiç ihtiraza mahal yoktur. Bulunduğu mevkiler onu devlet memuru hâline getirmiştir. Siz kendisini ya tanıyorsunuz yahut bir gün tanıyacaksınız. Aslının, neslisin belli başlı kimseler olmadığını size söylemekle en ufak bir meziyetine bile dokunmuş olmayacağımı zannederim.

Üçüncüye gelince: Kendisi ile temasımın gençliğim üzerindeki derin tesiri bariz olan bu zat şimdi öyle mesut ve emin şerait içinde nisyana karışmıştır ki sergüzeştini size anlatacak olan muhatabınızın hatıralarına ailece karıştırılmış olmasını hiçe sayabilir.

Kendi hesabıma, benim hiç ailem olmadığını söyleyebilirim. Bugün bana aile bağlarının tadını ve kuvvetini anlatan, çocuklarım olmuştur. Onların yaşında iken ben bunlardan bihaberdim. Anamın ancak beni emzirecek kadar ömrü vefa etmiş ve çok geçmeden ölmüş. Babam birkaç sene daha yaşadı; fakat sıhhat bakımından öyle zavallı bir yaşayış ki onu kaybetmeden çok zaman evvel onun varlığını hissetmez olmuştum ve nazarımda o, hakiki ölüşünden çok evvel ölmüştü. Bir hâl ki ben anamı da babamı da tanımadım desem caizdir. Hatta babam öldüğü için tek başıma kaldığım zaman beni muzdarip edecek hiçbir değişiklik bulmadım. Etrafımda zavallı bir isim gibi tekrar edilen öksüz kelimesine ne mana vereceğimi sarih olarak hiç bilmiyordum. Yalnız hizmetçilerimin ağlamalarına bakarak acınacak bir hâlde olduğumu anlıyordum.

Bu sadık adamlarımın arasında büyüdüm. Ceyssac adında bir halam da uzaktan beni gözetiyordu. Çok geçmeden o da geldi. Trembles’da yerleşti. Çünkü artık benim gerek servetim gerek terbiye ve tahsilim için behemehâl yanımda bulunması lazım geliyordu.

Beni yabani bir çocuk durumunda buldu. Yabani, kendi hâline bırakılmış, cahil mi cahil, boyun eğdirmek kolay, ikna etmek daha güç, kelimenin bütün manasıyla hayta ve haylaz, çalışma ve inzibat hakkında zerre kadar fikri yok, bir çocuk ki ilk defa olarak kendisine okumadan ve boş vakit geçirmemeden bahsolunduğu vakit ağzı açık kalmış ve hayatta başıboş kırlarda, bayırlarda koşmaktan başka bir şey olabileceğine şaşıp kalmıştır.

Filhakika benim de o zamana kadar bundan başka yaptığım hiçbir iş yoktu. Babamdan bana son kalan hatıralar şunlardı: Kendisini kemiren hastalık ara sıra aman verdikçe o çıkar, yaya olarak parkın dış duvarına varır, orada öğleüzeri, kalın bir kamış bastona yaslanarak kendisini bana bir ihtiyar gibi gösteren ağır bir yürüyüşle saatlerce gezinirdi. Bu esnada ben kırlarda dolaşır ve kuşlara ökse kurardım. Başka ders almadığım için babamdan ne gördümse ufak bir fark ile hemen tıpkısını ben de yapıyorum sanırdım.

O zamanki arkadaşlarıma gelince: Bunlar da ya çok tembel oldukları için mektepte okuyamayanlar yahut pek küçük oldukları için toprak işlerinde çalıştırılamayanlardı ve hepsi, istikbali mutlak bir kayıtsızlıkla karşılamak hususunda hâlleriyle bizzat beni teşvik eden birer numune idiler. Gariptir ki bana hoş gelen biricik terbiye ve beni isyan ettirmeyen yegâne malumat -ki emin olun, yegâne devamlı ve pozitif semere verenler de onlardır- bana gene o çocuklardan geliyordu. Görenekle ve pratik bir surette köy hayatının ufak tefek bilgileri ve cazibesi demek olan ilimleri farkında olmayarak elde ediyordum. Bu kabil bilgilerden menfaat görmek için aranılan bütün evsafı16 haizdim: Tam bir sıhhat, gürbüz bir vücut; köylü gözleri, yani mükemmel bir görüş, küçük yaştan beri en hafif sesleri almaya alışmış kulaklar, yorulmaz bacaklar, bunlarla beraber bol ve açık havada yapılan işlere karşı bir sevgi, görülen, işitilen, müşahede ve tetkik edilen şeylere karşı kaygı, okunan hikâyelerden çok zevk almayış, anlatılanları büyük bir merak ile dinleyiş! Kitapların en harikalısı beni masallarınki kadar alakadar etmezdi ve ben köylü hurafelerini yazılmış peri masallarına üstün tutardım.

On yaşında iken ben de bütün Villeneuve çocuklarına benzemiştim: Onlar ne biliyorlarsa ben de biliyor ve onlar gibi babalarının bildiğinin bir parça daha azını biliyordum. Fakat onlarla benim aramda o zaman pek belli olmayan, fakat sonra birdenbire taayyün eden bir fark vardı ki o da şu idi: İçinde beraber yaşadığımız hayat ve hadisattan benim öyle duygularım vardı ki bunların hepsi onlara yabancı görünüyordu.

Mesela… Şimdi şöyle bir düşününce olduğu gibi hatırlıyorum. Tuzakları yapmak, çit boyunca onları kurmak, kuşun gelişini gözlemek kuş avının bence en cazip tarafı değildi. İspatı da şu ki o mütemadi pusuda beklemelerin hatırımda kalan biraz canlı noktaları olmasıdır: Bazı yerlerin net olarak gözümün önüne gelişi, tamamı tamamına vaktini, saatini bilişim, hatta o zamandan beri hâlâ duyulmaktan hali kalmayan bazı seslere dikkat edişim gibi…

Aradan otuz beş yıl geçtiği hâlde şimdi mesela size desem ki bir akşam yeni sürülmüş bir tarladan tuzaklarımı alırken ortalık sakin, gökyüzü sincabi idi. Hava şöyle idi. Filan rüzgâr esiyordu. Eylülün sürü sürü kumruları sesli sesli kanat çırparak kırlardan geçiyorlardı veya ovanın her yanında bezleri yırtılmış yel değirmenleri bir türlü esmeyen rüzgârı bekliyorlardı, filan filan… Ne dersiniz? Çocukluğuma verirsiniz, değil mi? Nasıl oluyor da bu kadar az ehemmiyeti olan şeyler tastamam tarihiyle, günü ile saati ile zihnimde yer etmiş bulunuyor ve bunu benim gibi olgunluk devrini de geçirmiş bir adam söz arasında nasıl hatırlayıp yerli yerinde size söylüyor, bilemem. Yalnız binbir hadise içinde bunu zikretmekten maksadım şunu belirtmeye çalışmak; daha o zamanlar haricen benden bir şeyler yükseliyor ve içimde bilmem nasıl hususi bir hafıza teşekkül ediyordu ki vakıalara karşı pek hassas olmakla beraber bana garip bir kavrayış kabiliyeti, intibaları sezmek ferasetini veriyordu.

Ortada -bilhassa benim istikbalimi düşünenlere göre- müspet olarak bir şey varsa o da benim gördüğüm sözde çetin terbiyenin pek fena olması idi. Oyun ve eğlenceden başka bir şey düşünmüyor, senli benli teklifsiz görüştüğüm köylü arkadaşlarımla kol kola geziyordum. Böyle olmakla beraber hakikatte ben yalnızdım. Beni bekleyen istikbalime binbir cihetten uygunsuz şerait içinde soyca sopça yalnız, paye ve unvanca yalnızdım. Öyle kimselere bağlanıyordum ki onlar benim dostum, arkadaşım değil, ancak uşağım olabilirlerdi. Bu bağlılık haberim olmayarak öyle kökleşiyor ve Allah bilir, nasıl dayanıklı elyaf ile öyle bir muhitte pekleşiyordu ki bu yerleri terk etmek, hem hiç vakit kaybetmeden terk etmek lazımdı. Nihayet bende öyle itiyatlar yerleşiyordu ki, sonra anlayacağınız veçhile, mizacımda bir ikilik vücuda getiriyordu: Yarı köylü, yarı musiki heveskârı, kâh biri kâh öteki, çok kere ikisi bir arada, fakat hiçbiri ötekinden üstün değil.

Daha evvel de dedim ya, cehaletim son derece idi. Halam bunu fark edince acele Trembles’ya bir mürebbi getirtti: Ormesson Kolejinde genç bir müzakereci, olgun bir kafa, sade, dobra, kati, çok okumuş, her mesele hakkında bir fikri var, harekâtında çabuk -fakat hiçbir vakit hareketinin amillerini münakaşa ve tetkik etmeden değil- çok pratik ve zorunlu olarak çok haris. Hayata onun kadar az ideal ve çok itidal ile giren ve varidatı az olduğu nispette metaneti çok olan hiç kimse görmedim.

Evzası17 serbest, gözü parlak, sözü tok, meclislerde göze çarpmayacak derecede tavrı, hareketi ve fikri zarif, benim karakterime pek az benzediği için çarpışmalarımızda beni pek üzen bir karakteri var; fakat derhâl ilave etmeliyim ki hakikaten iyi yürekli olan bu gencin duygularındaki doğruluk ve fikrindeki selamet her tecrübenin fevkinde idi. Eksiksiz olmamakla beraber fazla da açık vermeyen bu mizacın bir hassası da eksik taraflarını telafi edecek bazı galip tarafları olması ve bu suretle kendi kendisini tamamlayarak en ufak bir boşluğu kaldığı şüphesine meydan vermemesi idi. Tam yirmi dört yaşında olmasına rağmen yaşı otuzuna yakın tahmin edilebilirdi. Vaftiz adı Augustin idi. “Yeni bir emre kadar” ben onu bu isimle yâd edeceğim.

Bize gelip yerleştikten sonra benim yaşayış tarzım hemen değişti veya hiç olmazsa ikiye bölündü. Vakıa eski itiyatlarımdan katiyen vazgeçmedim, fakat yeni itiyatların zoru ile karşılandım. Şimdi benim kitaplarım, ders defterlerim ve çalışma saatlerim vardı. Bu suretle teneffüs zamanlarında müsaade edilen oyunlarımdan daha canlı bir zevk almaya başladım ve kendi tabirimle kırlara olan düşkünlüğüm şu teneffüs ihtiyacıyla daha ziyade arttı.

Trembles Şatosu aynıyla şimdi gördüğünüz hâlde idi. Daha mı kasvetli idi? Çocuklar etrafındaki şeyleri büyüttükleri gibi şenlendirmek için de öyle müsait bir mizaca maliktirler ki sonraları, zahirî hiçbir sebep olmaksızın ve sırf bakış eski bakış ve görüş olmadığı için her şey küçülür ve kasvetlenir. Kendisini tanımış olduğunuz André ki altmış yıldır evden çıkmamıştır, burada her şeyin aşağı yukarı bugünkü gibi cereyan etmiş olduğunu bana kaç kere söylemiştir. İsmimin markasını yazmak ve olur olmaz her şey için hatırlatıcı mühürler basmak merakına daha o zamanlar düştüğüme göre, eğer hatıralarımda zühulüm18 olmasaydı, bunlar o hatıraları muntazam bir surette tertibe yarayabilirdi. Bu kabilden olarak göreceksiniz, öyle zamanlar olmuştur ki size bahsettiğim şu çocukluk devirlerimden beni ayıran uzun seneler nazarımda silinir. Ondan sonra yaşadığımı, daha ağır gailelere düştüğümü, muhtelif sevinç ve kederlere maruz kaldığımı ve beni daha çok ciddiyetle müteessir edecek sebepler olduğunu unuturum. Âlem gene o âlem olduğu için ben aynı hâlde yaşıyorum. İnsanın eski bir itiyada tekrar düşmesi gibi bir şey. Yahut müsaade edin de kendi hâlime biraz daha uygun bulduğum şu tasviri yapayım: Bu tamamen iltiyam bulmuş eski bir yaradır. Fakat hassasiyetini muhafaza etmiş bir yara ki apansız azar ve tabir caizse sizi bağırtır. Tasavvur ediniz: Geç başladığım koleje gitmeden evvel hiçbir gün olmamıştır ki şu aşağıda gördüğünüz köyü gözümden ayırmış olayım. O köy aynı yerde, aynı âdetlerle yaşıyor. Vaktiyle orada gördüklerimi tıpkı eskisi gibi ve bana onları tanıtıp sevdiren aynı mana ile buluyorum. Şunu bilin ki o devre ait hiçbir hatıram silinmemiş, hayır şöyle söyleyecektim: Silinmeye yüz tutmamıştır bile. Şimdi size bunları anlatırken bana çocukluğumu iade edecek derecede gençleştirmeye muhakkak tesiri olan bu hatıralarımda sadet haricine çıkarsam buna şaşmayınız. Bilhassa bazı isimler, hele yer isimleri var ki itidalimi muhafaza ederek onları telaffuza hiçbir zaman kadir olamamışımdır: İşte Trembles ismi de bu cümledendir.

Siz Trembles’yı benim bildiğim kadar bilmiş olsaydınız bile gene vaktiyle onda bulduğum tadı anlatmak benim için hiç kolay olmayacaktı. Bununla beraber onun, şu bildiğiniz mütevazı bahçesine varıncaya kadar her yeri, her şeyi tatlı idi. Bahçesinde ağaçlar vardı; bu taraflarda az bulunan şeylerden ve pek çok kuşları vardı ki ağaçları severler ve başka yerde barınamazlar. Orada tertip vardı ve tertipsizlik vardı. Taş merdivenlerin arkasında insanın zevkini okşayan kumlu yollar vardı ki demir parmaklıklara giderdi. Bu yolların az çok tantana ile yürünen ve başka bir devir kadınlarının merasim elbiselerini gösterebilecekleri gezinti yerlerinde ben daima bu zevki duymuşumdur. Sonra loş köşeler, sık yapraklardan güneşin pek geçemeyeceği nemli dört yol ağızları ve buraların bütün bir sene yeşil yosunlar biten süngerli toprakları, nihayet köşede bucakta yalnız bana penah19 olan yerler, bütün bu yerlerde bir metrukiyet ve tarihî eskilik havası eser ve o zamanlardan beri üzerimde nahoş bir intiba bırakmayan bir anışla bana eski zamanları hatırlatırdı. Şimdi aklıma geliyor, yol kenarlarını tezyin eden şimşir fidanları vardı ki üstü iskemle gibi düz budandığı için oturur, bunların yaşlarını anlamak isterdim. Müthiş yaşlı şeyler! André’nin dediğine göre şatonun en eski taşlarından da yaşlı imişler. Onların dikildiğini ne babam ne büyükbabam ne de büyük babamın babası görmüş. Bu kadar yaşlı olan şu küçük fidanlara hususi bir merak ile yakından bakardım. Sonra, akşam olunca bir zaman gelirdi ki bütün koşup atlamalar dinerdi. O zaman taş merdivenin yukarısına çekilir, oradan bahçenin bir ucundaki parkın köşesindeki badem ağaçlarına bakardım. Eylül rüzgârıyla hepsinden evvel yaprakları dökülen bu ağaçlar, batan güneşin alevine karşı konmuş, garip bir tablo manzarasını teşkil ederlerdi. Parkta birçok beyaz ağaçlar, dişbudaklar, defneler vardı ki sonbaharda bunların dallarını, küme hâlinde, ardıç kuşları ve karatavuklar mesken edinirlerdi. Fakat daha uzaklardan göze ilişen, grup hâlinde büyük meşelerdi: En geç yeşerdiği gibi yaprakları da en geç dökülen meşeler ki -bütün korunun ölmüş gibi göründüğü, saksağanların yuva kurduğu, yüksek uçuşlu kuşların dallarda tünediği ve her kış muntazaman memlekete gelen ilk karga ve alacakargaların ağaçlara konduğu- birincikanuna20 kadar yapraklarının kolamsı rengini muhafaza ederler.

 

Her mevsim bize misafirlerini getirir ve onların her biri hemen meskenlerini seçerlerdi: Bahar kuşları, çiçekli ağaçları, sonbaharınkiler biraz daha yükseklerini, kışın gelenler çalılıkları, dayanıklı fundalıkları ve defneleri… Ara sıra kış ortasında ilk puslu havalar başladığı vakit bir sabah, daha nadir görülen kuşlardan biri, hızlı olmakla beraber, biraz acemice ve garip kanat çırpışlarıyla ormanın en ücra bir tarafında uçardı: Gece gelmiş bir çulluk dallara çarparak yükselir ve çıplak büyük bir ağacın sık dalları arasına sokulurken düz, uzun gagasıyla ancak bir saniye kendini gösterirdi. O bir daha meydana çıkmaz ve ertesi sene aynı yerde bir eşine tesadüf edildiği vakit gene o muhacir kuşun tekrar geldiği zehabı hasıl olurdu.

Orman kumruları kuku kuşlarıyla beraber mayısta gelirler ve bilhassa ılık gecelerin havasında bilmem nasıl bir taze hayat diriliği olduğu zamanlar, uzun fasılalarla yavaşça öterlerdi. Bülbüllere gelince: Onlar da bahçenin sınırında, sık yaprakların derinliklerinde, beyaz kiraz ağaçları içinde ve çiçekli kına ağaçlarında, demet ve koku yüklü leylaklarda, pek az uyuduğum o uzun gecelerde her yer ay ışığı ile yıkanırken ve bazı bazı sevinç yaşları gibi sakin, sıcak ve sessiz yağmur damlaları düşerken benim zevkim ve elemim için bütün gece onlar öter, havada kasvet olunca susarlardı. Sonra güneşle, daha tatlı esen rüzgârlarla ve yakın bir yazın beşaretiyle gene ötmeye başlarlar, en sonra, yumurtaları üstünde kuluçka olunca artık sesleri çıkmazdı. Bazı kere haziran sonunun yakıcı bir gününde, bol yapraklı, koca gövdeli bir ağaçta tek başına dolanıp uçan, yerini şaşırmış, kül renkli, sessiz, korkak, küçük bir kuş görürdüm: Bu, bizi artık terk eden ilkbahar misafirimizdi.

Dışarıda kemale ermek üzere olan otlar sararır, asma çubuklarının kurumuş eski dalları çatırdayarak dökülürken yeni tomurcuklar kendini gösterir, yeşil buğdaylar dalgalı ovada uzak sahalara kadar yayılır, aralarında yoncalar kırmızıya boyanır, sırma işlenmiş çevreler gibi kolzalar göz kamaştırırdı. Hesapsız bir böcekler âlemi: Kelebekler, yabani kuşlar kaçışır ve bu haziran güneşi altında işitilmedik bir inkişaf ile artarlardı. Bir taraftan kırlangıçlar havayı doldurur ve akşam olunca sağan denilen dağ kırlangıçlara keskin çığlıklarıyla birbirlerini kovalamaktan fariğ olurken yarasalar ortaya dökülür ve sıcak akşamların feyzi ile yeniden dirilmişe benzeyen bu acayip kuş sürüsü küçük çan kulelerinin etrafında gecelik dönmelerine başlarlardı.

Dışarıda ot biçme zamanı gelince köy tam manasıyla bir bayram hayatı yaşardı. İlk olarak tekmil koşum hayvanları çıkarılır, birlikte çalışmak üzere birçok çiftçiler bir araya toplanırdı. Otlar biçilip yüklenirken ben orada bulunur, sonra koskoca yükleriyle köye dönen arabaların üstünde ben de dönerdim. Koca bir karyolaya uzanmış çocuk gibi bu ot yığınının tepesinde, kesilmiş otları çiğneyerek yola çıkan arabanın ahenkli salıntısı içinde, ucu bucağı yokmuş gibi görünen ufuklara binnisbe daha yüksek bir mevkiden bakarak gider, tarlaların yeşile çalan kenarları üzerinden göz alabildiğine yayılıp uzanan denizi görürdüm. Kuşlar etrafımda daha yakından geçerdi. Bu bol hava, bu geniş saha bana bilmem nasıl baş döndürücü bir keyif verirdi ki bir an için hayat realitesini kaybederdim.

Otlar içeri alındıktan sonra çok geçmeden buğdaylar sararmaya başlardı. O zaman aynı iş, aynı başarış, fakat daha sıcak bir mevsimde, daha kızgın bir güneş altında tekerrür ederdi: Nöbetleşe esen şiddetli rüzgârlarla sakin havalar, ezici öğle sıcakları, şafaklar kadar güzel geceler, boralı günlerin sinirlere dokunan elektrikli bulutları…

Daha büyük bir bolluk içinde daha az neşe, güneşten kavrulmuş ve mahsul vermekten bıkmış bir toprağa düşen ot yığınları: İşte bizim için yaz. Sonbaharımızı bilirsiniz, mevsimlerin şahıdır. Sonra kış gelir, senenin bir devri onunla kapanırdı. O zaman odamda biraz daha fazla kalırdım. Daima uyanık olan gözlerim, birincikanunun sislerini ve her yere kardan daha kasvetli bir perde çeken kesif yağmurları hâlâ delmeye çalışırdı.

Ağaçlar hep yapraklarını döktüğü için nazarım parkı bütün büyüklüğüyle kucaklayabiliyordu. Kışın hafif sisli bir havası kadar hiçbir şey bu parkı büyütmezdi. Çünkü böyle havalarda pek mavileşen uzaklıklar, hakiki mesafe tahmininde gözü aldatırdı. Ortalıkta çıt yoktur, ses seda çıkmaz. Fakat pek az da olsa çıkanlar daha barizdir. Hele akşamları ve geceleri havada sesleri büyütüp aksettiren bir tannaniyet vardır. Bakarsınız, bir çalı kuşunun sesi, dilsiz ve boş vadilerde… Üstüne sessizlik sinen, rutubeti emen bu hailsiz vadilerde alabildiğine uzayıp gider. O zaman Trembles tarife sığmaz, cezbeli bir hâl alırdı.

Dört ay kışın burada, sizinle konuştuğum şu odada benim işim gücüm, senenin diğer sekiz ayında, rüya misali bana canlı bir hayat yaşatan kanatlı, ince bir dünyayı… manevi keşifler ve kokular dünyasını, ses ve hayal dünyasını, elimden kaçırmayacak bir surette zorla tutup tahşid etmekten21 ve ağdalaştırmaktan ibaretti.

Augustin beni zapt ve işgali altına alırdı. Mevsim de onun yardımcısı idi. O zaman ben ortaksız onun tasarrufuna geçer ve işsiz geçen o kadar günlerin acısını seve seve çekerdim. O günler hakikaten faydasız mı idi?

Talebesi ben, etrafımdaki şeylere karşı bu derece hassas iken bizzat kendisi pek az duygulu olan Augustin, saatlerinde yanıldığı gibi günlerini, aylarını da şaşıracak derecede mevsimlerin tevalisini22 mühimsemez, bütün varlığımı tatlı bir acı ile mütehassis eden bu kadar duygulara karşı o, vurdumduymaz, soğuk, metodik, korekt ve mizacının bende pek az olan itidaliyle, içimden geçenleri umurlamak şöyle dursun, hatta bunları hatırına bile getirmeyerek yanı başımda yaşar, giderdi.

Dışarı seyrek çıkar, odasını nadiren terk eder, sabahtan karanlık basıncaya kadar orada çalışır ve ancak geceleri hiç oturulmayan yaz akşamlarında, bilhassa gün ışığından artık mahrum kaldığı için kendine mola verirdi.

Çok okur, okuduğu şeylerden notlar alırdı: Ben onun aylarca yazı yazdığını görürdüm. Hep nesir yazardı ve çok kere bu muhavere şeklinde olurdu. Bir salnameden bir sürü ism-i haslar23 seçer, onları bir kâğıda dizer, altlarına bazı haşiyeler ilave ederdi. O isimlere birer yaş verir, her birinin simasını, karakterini tespit eder; orijinal, acayip gülünç taraflarını bulur ve muhtelif kombinezonlarla dramlarında, komedilerinde tahayyül ettiği şahıs da işte bu olurdu. Süratli yazardı. Mütenazır harflerinin ince ve kalınlıklarını belli eder ve yazısı göze pek net görünürdü. Yazarken kendi kendine dikte ediyormuş gibi yavaşça söylenirdi.

Ara sıra gülümsediği olurdu. Besbelli kaleminin ucundan daha sert bir mütalaa doğardı. Eşhasından24 birinin sıkı ve dürüst bir muhakeme yürüttüğü uzunca bir muhavereden sonra nefes alacak kadar bir müddet dururdu. Kalemi aldığı vakit “Hadi bakalım, şimdi buna ne cevap vereceğiz?” dediğini duyardım. Şayet bir aralık karşısındakine açılacağı tutarsa beni yanına çağırır, “Şunu bir dinleyin bakalım Mösyö Dominique.” derdi. Anlamış gibi durduğum pek az olurdu. Yüzlerini görmediğim, kendilerini hiç tanımadığım birtakım kimseler ne dereceye kadar beni alakadar edebilirdi?

Kendi hayatımla tamamıyla yabancı olan bütün bu karışık hayatlar bana, uydurma bir cemiyetin hiç içine girmek istemediğim değişiklikleri gibi geliyordu. Augustin meyus olmaz, “Merak etmeyin, ileride anlarsınız.” derdi.

Müphem bir surette fark ediyordum ki genç muallimimin en ziyade hoşlandığı şey bizzat hayat oyununun sahnesi, hislerin mekanizması hırsların, menfaatlerin, kötülüklerin çarpışması idi. Fakat tekrar ediyorum, Augustin’in dediği gibi, dünya bir satranç tahtası imiş, hayat bu tahta üzerinde iyi ve fena oynanan bir oyundan ibaretmiş ve bu oyunun kendine mahsus kaideleri varmış. Doğrusu bunlar bana vız geliyordu.

13Tesannüt: Dayanışma, omuzdaşlık. (e.n.)
14Mezbuhane: Boğazlanır gibi. Boynundan kesilircesine. Çırpınarak, son ümit ve son kuvvetle. (e.n.)
15Mugalata: Yanıltmak için söylenen söz; yanıltıcı söz. (e.n.)
16Evsaf: Vasıflar. (e.n.)
17Evza: Hâller, durumlar. (e.n.)
18Zühul: İş çokluğu veya dalgınlık sebebiyle yanılma, geciktirme, ihmal etme. (e.n.)
19Penah: Sığınma. Sığınacak yer. Dayandığı nokta. (e.n.)
20Birincikanun: Aralık ayı. (e.n.)
21Tahşid etmek: Yığmak, toplamak, biriktirmek. (e.n.)
22Tevali: Art arda gelme, ardı arası kesilmeme, sürüp gitme. (e.n.)
23İsm-i has: Özel ad. (e.n.)
24Eşhas: Şahıslar. (e.n.)
Olete lõpetanud tasuta lõigu lugemise. Kas soovite edasi lugeda?